Düşünce ve Kuram Dergisi

Göç Yollarında Sınırları Aşmak

Elif Bulut

İnsanlık binlerce yıl önce göçebelikten yerleşik yaşama geçmeye başladığında köyler şehirleri,  şehirler ülkeleri kovalayarak yaşamlar kuruldu. Sonra yeniden çöktü, yeniden göçüldü tekrar kuruldu; bu döngü birbirini takip edip dururken, sürekli yaşanan göçlerle yaşam kendi formunu bulmaya çalıştı. İlk çağlara göre kitlesel göçler göreceli olarak daha da azalmış gibi görünse de insanlık tarihi ne kadar eskiyse göç olgusu da o kadar eskidir. Hem yerleşik yaşam hem de göç ikisi bir arada yeni dünya düzeninin bir yaşam döngüsünü oluşturuyor. Özellikle son yüzyıla baktığımızda kimi göçler normal seyrinde isteğe bağlı göçler olsa da göçlerin önemli bir kısmı zorunlu hallerden yani çoğunlukla savaşlar, ekonomik krizler, otoriter yönetimler, baskılar, ekolojik yıkımlardan doğuyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) yıllık olarak açıkladığı “Zorla Yerinden Edilmede Küresel Eğilimler” raporuna göre, 2022 sonu itibarıyla dünyada 108,4 milyon zorla yerinden edilmiş nüfus var, bu nüfusun 35,3 milyonu ise mülteci konumunda bulunuyor. Bunların dışında ise kendi ülkeleri içinde yerinden edilmiş kişi sayısı ise 2022 itibarıyla 62,5 milyon. Bu veriler bize göç hareketlerinin uluslararası dengenin çok önemli bir parçası haline geldiğinin de bir göstergesini sunuyor. Savaşlarla birlikte artan bu hareketlilik hem demografik yapının değişmesine hem ekonomik krizlerin derinleşmesine hem de sosyal yaşamın farklılaşmasına yol açıyor.

Dünya tarihine baktığımızda teknolojik gelişmeler veya toplumsal değişimler, ilerlemeler yaşandıkça hayatımızın daha da kolaylaştığını ve özgürleştiğimizi düşünürüz. Oysa bu kısmi bir özgürlüktür, sistemin ya da birilerinin izin verdiği kadar özgür olabiliyoruz. Demiryollarının gelişimiyle seyahat etme özgürlüğü artmış insanlar kolaylıkla bir yerden başka uzak bir yere seyahat etmeye ya da göç etmeye başlamışlardı. Bu durum hayatı kolaylaştırırken, beraberinde başka bir kısıtlamayı da getirmişti. 19. yüzyıl ortalarına (1860’lara) kadar dünya çapında demiryolu ulaşımının artması sebebiyle turizm patlamış, kontrol edilemeyecek kadar çok insan sınırlardan rahat rahat geçmeye, bir yerden başka bir ülkeye göç etmeye başlamışlardı. İnsanların geçişlerini kontrol etme isteği, hangi ülkeden geliyor, hangi ülkeye gidiyor takip etme gibi uygulamaların yayılmaya başlamasıyla o zamana kadar daha nadir görünen pasaport ve vize uygulaması sistematik şekilde yayılmış, günümüzdeki haline doğru evirilmeye başlamıştı. 1860’lardan sonra geçici bir süreliğine pasaport ve vize uygulamalarını kaldırılmış ancak bu süreç başka bir krizin çıkmasıyla bitmişti. 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla beraber uluslararası güvenlik endişeleri artmış böylece pasaport ve vizeler “geçici” önlem olarak tekrar uygulamaya konulmuştur. Savaş süreçleriyle devletler sınırları aşmak için savaşları genişletmiş, savaşlar genişledikçe sınırlar sıkılaşmış, güvenlik önlemleri artırılmış, devletlerin kendilerini koruyabilmeleri için daha da fazla kurallar konulmaya, uluslararası hukuk kuralları daha da artmaya ve uluslararası kuruluşlar oluşmaya başlamıştır.

Savaşları masa başlarında egemenler çıkarır; halklar, sorumlusu kendileri olmadıkları savaşlarda cephede ya da yaşadıkları yerlerde can verirler, ülkeler ise büyük yıkımlar, ölümler, telafisi çok zor olan sonuçlar yaşarlar. Savaşlar milyonlarca insanın ölümüne yol açtığı, ülkeleri yıktığı ya da yok olma sürecine getirdiği için yeniden kurulma sürecinde devletin ve sermaye sınıfının yoğun yoksul bir işgücüne ihtiyacı doğar. Yoksullaşan halk geçinmek ya da hayatta kalmak için yerleştiği yerde çözüm olanakları elinden alındığı zaman zorunlu göçe sürüklenir. Sistem önce insanların göçmesi için tüm olumsuz koşulları yaratır sonra bu göçün kurallarına, hukukuna, nasıl biteceğine nerde yaşanacağına, bunun hangi koşullarda olacağına kısacası her sürece karar verir. Göç aynı zamanda bir soykırım aracı olarak da kullanılmıştır. 1915’te Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni halkına yönelik çıkardığı Tehcir Kanunu ile yüzbinlerce insan zorunlu göç adı altında soykırıma uğramış ve tarihin en büyük insanlık suçlarından biri tam da Birinci Dünya Savaşı sırasında dünyanın gözü önünde ve umurunda olmadan yaşanmıştır. Öyle ki bu umursamama hali 24 yıl sonra başka bir diktatöre cesaret vermiş. Adolf Hitler, 22 Ağustos 1939 günü, askeri kurmaylarına Polonya’yı yok etmeyle ilgili kısa vadeli planlarını anlatırken şu cümleyle “Tüm olanlara rağmen bugün Ermenilerin imhasından bahseden kim kaldı ki?” diye sorar ve askeri kurmaylarına “Korkmadan katledin” talimatını verir. Osmanlı İmparatorluğu Ermeni halkını katlederken hem siyaseten bir amacını gerçekleştirmeye halkı tek tipleştirmeye çalışmış hem de onlardan kalan malların üstüne çökerek büyük bir sermaye birikimini ele geçirip sonradan da Türkiye sermaye sınıfında çok etkili olacak birçok zengin türemesine yol açmıştır.

Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden 21 yıl sonra başlayan İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan büyük yıkımla birlikte dünya küresel yeni bir göç dalgasıyla karşı karşıya kalır. Özellikle Batı Avrupa ülkelerine yönelik göçler yaşanır. Bu göçler aslında küresel işgücü göçünün bir sürecidir. Savaş sonrasında yaşanan göçün özellikleri farklılaşmıştır. Göç, bu dönemde genel olarak “büyümenin motoru” kabul edilmiştir. 1973 Petrol Krizi’ne kadar Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Avustralya’nın sanayi bölgelerinde çalıştırılmak üzere göçmen işçiler getirilmiş, göçmen emeğine bağımlı dönemle kapitalist ekonomiler büyüme ve yeniden inşa dönemleri yaşamışlardır. Nerdeyse resmî törenlerle karşılanan göçmen işçiler işleri bittikten ihtiyaç azaldıktan sonra hızlı bir şekilde geri gönderilmeye çalışılmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan buhranla beraber başlayan kitlesel göç dalgasıyla uluslararası sistem yeni bir düzenlemeye ihtiyaç duyar. Yine aynı sistemin yarattığı göçmenleri aynı sistemin başka bir çarkı ne kadar koruyabilirse o kadar korumak amacıyla 1951 tarihli Birleşmiş Milletler bünyesinde Mültecilerin Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi imzalanır ve ilk kez burada mülteci kavramı kullanılmaya başlanır. Mültecilerin Hukuk Statüsüne İlişkin Sözleşme’de, 1 Ocak 1951 tarihinden önce meydana gelmiş olaylar nedeniyle mülteci durumuna düşenleri kapsarken, Mültecilerin Hukuk Statüsüne İlişkin 1967 Protokolü ile mülteci kavramı genişletilmiştir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS-1950), Vatansız Kişilerin Statüsüne İlişkin 1954 Sözleşmesi, Vatansızlığın Azaltılmasına İlişkin 1961 Sözleşmesi, Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme (1966), İşkenceye ve Diğer Zalimane, Gayriinsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme (1984), Birleşmiş Milletler İşkence ve Diğer Zalimane, Gayriinsanî veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme’nin Seçmeli Protokolü, Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Sınır Aşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne Ek; Kara, Deniz ve Hava Yoluyla Göçmen Kaçakçılığına Karşı Protokol, Engellilerin Haklarına İlişkin Sözleşme, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK) kapsamında mültecilere ikamet izni kolaylığı gibi tanınan haklar bulunmaktadır. Görünüşte bu kadar hak veren sözleşmeye rağmen mülteciler, sığınmacılar ya da göçmenler adlarına ne dersek diyelim halen büyük insani dramların ortasın da büyük ölçüde korunmasız bir şekilde kalmaktadırlar. Türkiye Cenevre Sözleşmesi’ni başına geleceği önceden tahmin etmiş olmalı ki kendince bir koruma geliştirip “coğrafi” şerh koyarak anlaşmayı imzaladı. Sadece batıdan gelenleri mülteci olarak kabul edeceğini doğudan gelenleri kabul etmeyeceğini belirtti. Böylece mantıken herkesin batıya gitmek istediği bir Ortadoğu coğrafyasında Türkiye’de kimse mülteci olamayacağı için ülkeye sığınanları da koruyan işlevli bir hukuki düzenleme olmadığı için insanlar kaderleriyle baş başa kalmaktadırlar.

Arap Baharı ile Suriye’de yaşanan iç savaş, DAİŞ vahşetinin de etkisinin çok artması ülkede güvenlik sorunlarının ve ekonomik krizin büyümesiyle Suriye halkı ülkelerinden göçmek zorunda kalıp sınırlara yığılınca Türkiye’nin “Açık Kapı Politikası” uygulamasıyla Türkiye’ye milyonlarca Suriyeli giriş yaptı. Böylece Türkiye dünyada en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülke konumuna geldi. AKP iktidarı kapıyı açtı ama bu süreci düzgün yönetmediği gibi, kapı arkasından da ulusal ve uluslararası politikada çıkarına uygun işlerde kullandığı bir gündem yaratmış oldu. En önemli siyasi ve insani krizlerin birçoğu bu konuda yaşanmaya başlandı. Özellikle mültecilerin Türkiye’deki hukuki durumu, sosyal uyumu, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerindeki yeri, iktidarın bu konuyu siyasi ve ekonomik ranta çevirmesi gibi konular ön plana çıkıyor. Türkiye’deki mültecilerin geçici gözüyle bakıldığı konumu, geçicilikten kalıcılığa döndü ama ne halk ne de siyasetçiler bunu kabullenmek istemiyor. Bu yüzden halkın da geçici misafir olarak gördüğü diğer halklara karşı arasındaki mesafesi kapanmıyor/kapatılmıyor. Dünyanın hiçbir yerinde milyonlarca mültecinin sığındığı bir ülkeden geri döndüğü ya da gönderilebildiği bir örnek yoktur. Dolayısıyla bu kısımda halka doğrular söylenmiyor. Gerçekçi olmayan beklentiler içinde halk oyalanıyor.

Suriye’den gelen göç ülkenin yabancı düşmanlığını göstermesi açısından bir turnusol kâğıdı görevini gördü. Bugüne kadar hasbelkader kendilerine sosyal demokrat diyen ya da az buçuk demokrat hisseden insanların azımsanmayacak kadar büyük bir yığının bilinçaltının en derinliklerinde dondurulmuş olan yabancı düşmanlığı ortaya çıktı. Fısıltı gazetesiyle yayılan inanılmaz bir bilgi kirliliğiyle beraber onlara verildiği iddia edilen yardımlar, özel haklar, ayrıcalıklar herkesin düşmanlık katsayısını artırdı. Ülkede zaten yoksulluk insanlık dışı boyutlara ulaşmış ve daha da derinleşirken dışardan gelip hazıra konulduğuna dair oluşan bakış açısı, bu yoksulluğun sebebinin mültecilere aktarılan bütçenin ülke ekonomisine verdiği zarardan dolayı olduğuna dair yapılan spekülasyonlar aradaki makası daha da artırdı. Oysa Türkiye’nin AB’den aldığı parayı nereye nasıl kullanıldığının bilgisi açık değil, tam tersi olarak kendi bütçe açığı için bile kullanıyor olabilir, hesap verme mekanizması olmadığı için alınan milyarlarca Euro’nun nereye aktığını bilmiyoruz. Mekânsal farklılıklar olması aynı ortamda buluşamama komşuluk ilişkisinin oluşamaması birbirini tanımama halleri, medyanın gerçekleri doğru yansıtmak yerine adeta yangına körükle gitmesi gibi durumlar gerçeklerin tam olarak böyle olmadığını anlama fırsatının önünde büyük bir engel oluşturdu. Göç her türlü zordur ama en çokta kadınlar için zordur. Göçmenler her türlü saldırıya maruz kalırken, kadınlar bir de üstüne cinsel saldırı, istismar gibi risklerle karşı karşıya kalmaktadır. Alınan cüzi yardımların en az üç çocuk kuralına bağlı olması yüzünden kadınların evlere hapsolup çocuk doğurmaya zorlanmaları, işe girmeleri zor olunca evde bir yaşam sürmeleri ve çoğunlukla erkeklerin sokakta olmasıyla yayılan başka bir konu da mülteci erkeklerin kadınlar için güvenlik sorunu yarattığıdır. Oysa mesele kimliklerine göre değil, erkekliklerine göre kadınlara tehlike yaratmalarında yatar. Toplum içinde yapılan bir diğer ayrımcılık konusu ise yıllardır Müslüman ülkeler içinde en ilerici, en modern ülkenin Türkiye olduğu, Arapların ise cahil ve geri kalmış olduğu gibi bir tevatürün halk arasında yaygın bir bakış açısı olmasıdır. Bu durumun kültürel üstünlük hissetme halini devreye sokmasıyla gelen Suriyelileri hor görme, küçümseme ya da yok sayma gibi durumların baş göstermesinde etkin sebepler arasında olmasına yol açtı.

Türkiye’de yoğun göç dalgası buna bağlı olarak yaşanan siyasi ve sosyal krizler ilk defa Suriyelilerin göçüyle Türkiye siyasi hayatına girmiş değil. Gündemimize ilk olarak 1979 yılında İran İslam Devrimi sonrası ülkede yaşanan değişimle başlayan zulümden kaçana kimi kaynaklara göre yüzbinlerce, kimi kaynaklara göre de 2 milyon kişi Türkiye’ye sığındı. Sığınanların çoğu ülkede uzun süre kalmayarak, Avrupa’ya ya da Amerika’ya geçtiği için bu göç dalgası ülke gündeminde çok fazla hissedilmeden geçti. İkinci büyük dalga 1989 yılında Bulgaristan’daki Türklerin göçe zorlanmasıyla oldu. 360 bin kişi Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. Soydaş kabul edilmesine, dönemin iktidarının propaganda malzemesi olarak kullanılmasına rağmen onlar da halk içinde “yabancı” olmaktan kurtulamadı ve yıllarca ayrımcılıkla mücadele etmek zorunda kaldılar. 1991 yılında ise Irak’ta Saddam yönetimindeki Baas rejiminin Kürt halkına uyguladığı otoriter ve baskıcı politikalarının sonucunda yeniden Enfal gibi bir soykırımın olacağından korkan yaklaşık 1.5 milyon Kürt hayatta kalmak için sınırlara yığıldı. Türkiye çok uzun bir süre sınır kapılarını açmadı ancak uluslararası baskıların artmasıyla sınır kapıları açılabildi. BM verilerine göre, 750 bin Kürt İran’a, 280 bin kişi de Türkiye’ye sığındı. 300 bin kişi ise Güney Kurdistan içinde göç etmek zorunda kaldı. Bu göçler İran ya da Bulgaristan’dan gelenler gibi göreceli yumuşak geçişlerle karşılanmadı. Yoğun insanlık dramları yaşandı. Hakkari ve Şırnak’a sığınmış olan bu insanlardan binlercesi kısa sürede soğuk, açlık, hastalık gibi sebeplerden hayatını kaybetti. Türkiye, ülkeye sığınmış bu insanlara gerekli insani yardımları sağlamadı. Kurulan kamplarda insanlar uzunca bir süre uluslararası yardımlar ve bölge halkının desteğiyle ayakta kaldılar. Bu saydıklarım dış göçlerden kaynaklı durumlardı ancak iç göç gibi yine Kürt halkına uygulanan zulümden kaynaklı yaşanan büyük bir zorunlu iç göç süreci oldu. Ağırlıklı olarak 90’lı yıllarda Kürt sorununun çözümünü halka karşı uyguladıkları baskı, zulüm, köy yakma ve öldürme politikalarıyla Kürt halkını sürekli çatışmalı bir ortamla, ekonomik olarak yıkımla göç dışında alternatif bir yaşam hakkı bırakmayan politikalarla başladı. Köylerden kentlere özellikle batı illerine başlayan göçler yoğun bir şekilde hayatları değiştirdi. Birçok yıkımın yanı sıra birçok kültürel-yaşamsal farklılıklar, dil sorunu gibi sorunlar yaşanmaya başlandı. Bu durumda kuşkusuz her iki tarafı da değişime zorladı. Bir taraf ülkenin yok saydığı tarihin kabullenmek istemediği bir halkla yeniden tanışmak zorunda kalırken bir taraf da bambaşka bir kültürü kendini istemeyen dışlayan ve ötekileştiren bir kültürü tanımak zorunda kaldı. Aynı zamanda Kürdistan’da süregelen özgürlük mücadelesi batıya da taşınmış oldu. Göç sadece insanları değil kültürleri, mücadeleleri, dilleri de taşıyor; tabi bu taşıma süreci birçok çatışmalı ortam yaratırken, güvenlik sorunu, ötekileştirilme, ırkçılık gibi sorunları da beraberinde getiriyor. Bu süreci devlet politikaları da körükleyince halklar arasında büyük kırılmalara ya da uyum sorunu gibi birçok zorlu dönemleri de beraberinde getirdi. Kürt halkı yıllarca ucuz işgücü olarak kullanıldı. Aynı zamanda dışlanan, ötekileştirilen bir halk olarak kimlik mücadelesi verirken sayısız sorunlar yaşadı. 1960’larda Türkiye’den 90’ların tam tersi olan bir dış göç yaşandı. Tabi burada kimlik politikası yüzünden değil ekonomik bir sebeple yaşandı ama gidenler orada kimlik politikaları yüzünden sorunlar yaşadılar.

Kürt halkının yaşadığı gibi keskin büyük bir sorunla karşılaşmasalar da yine büyük uyum sorunları, yabancı düşmanlığı orda da yaşandı, halen de tam olarak bitmiş, bütünleşme sağlanmış değil. Entegrasyon kuşaklar arttıkça sağlanıyor; gittikleri ülkelerde doğup büyüyenler ve kültürel uyum içinde olanların artmasıyla sağlamlaşıyor. Ancak bu durumda karşı bir milliyetçilik hissi yaratıyor, kendi kültürünün asimile olmaması istediği gibi başka bir direnç noktaları da getiriyor, böylece hem kuşak tartışmaları gibi sorunlar yaşanıyor hem de muhafazakâr bir bakış açısı derinleşebiliyor. Yaşamları belki çok muhafazakâr olmasa da bakış açıları muhafazakârlaşabiliyor. Dışarıdan gelenlerin “yabancı” olarak kabul edilerek  çoğu zaman dışlanması; yerleşik halkın kendinden olanla yaşama isteği; herkesi birbirine benzeyenle yaşatma isteği; düşmanlaşmanın, milliyetçiliğin yıllar geçtikçe artması; ülkelerin bu durumla mücadele etmek yerine daha da körüklemesi; yabancı düşmanlığını açıkça ilan eden politikacıların varlığı göç eden halklarla gittikleri yerlerdeki halkların kaynaşmasının önünde en büyük engeller olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle son yıllarda dünyada artan milliyetçi eğilimler ve bunları derinleştirerek ya iktidara gelenler ya da bu vesileyle kendi hareketlerini tanıtan bu kodların üzerine siyasetlerini kuran partilerin varlığı çatışmaları daha da derinleştirmektedir. Donald Trump 2016’da ABD başkanlık seçimini kazanırken kampanyasındaki en önemli konulardan birisi göçmenlere karşı yürüttüğü dışlayıcı politikaydı. Halka işsizliğin sebebinin Meksikalı göçmenler olduğunu sık sık dillendirdi ve seçim kampanyasını onlara karşı mücadele edeceği üzerine kurdu. Tıpkı Hitler’in seçim kampanyasında Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan yoksulluğun sebebinin Almanlar değil, Yahudiler olduğunu söyleyerek seçimi kazanması gibi. Avrupa’da ise Fransa ve Avusturya gibi ülkelerde yükselen ırkçı eğilimler ve onların büyüttüğü siyasi partilerin varlığı riskli sonuçlar yaratabilir boyuta doğru gidiyor. Türkiye’de ise Zafer Partisi’nin sadece mülteci düşmanlığına karşı kurulması ve kısa sürede büyümesi, Millet İttifakı’nın ikinci tur seçimlerinde nerdeyse sadece mülteci karşıtlığı üzerine yürüttüğü ayrımcı kampanyası gibi birçok örnek verebiliriz. Aslında hemen hemen birçok ülkede sağcı yapılarda büyüme eğilimi var ve birbirlerine benzer yöntemler kullanıyorlar. Sağ eğilimlerin artmasıyla milliyetçilik yükseliyor ve aşırılaşmasıyla da ırkçılık doğuyor ilk yöneldikleri de genelde yabancılar oluyor.

Mülteciler aynı zamanda gittikleri ülkeler için büyük ucuz iş gücü oluyor. Emek sömürüsünün hat safhaya yükseltilmesiyle zenginliklerine zenginlik katan sermayedarların yanı sıra bu sayede yeni türeyen birçok zengin kesimler de oluyor. Bu dönemin yeni bakanı Mehmet Özhaseki 2021 yılında mülteci sorunuyla ilgili, “Bazı şehirlerde sanayiyi onlar ayakta tutuyor; boşuna popülizm yapmayın, gönderemezsiniz” diye partisinin meramını açıklamıştır.  Almanya Federal İş Ajansı Başkanlığı yaptığı sırada 2021’de Detlef Scheele Almanya’da iş gücünün hızla tükendiğini bu boşluğun insani nedenlerle sığınma hakkı verilen kişiler tarafından da kısmen doldurulabilir olduğunu ve yılda bu anlamda 400 bin göçmene ihtiyaç duyduklarını söylemişti. Nitekim Almanya işgücü açığını yasal olmayan yollarla gelmiş kişilerle düşük ücretlerle kapatmaya çalışırken burada nitelikli olan olmayan göçmenler arasında ayrım yapıyor. İşine yarayacağını düşündüğü kalifiye kişileri kabul ediyor, kalifiye olmayanları almıyor. 2015 yıllarında özellikle Türkiye-AB arasındaki anlaşma süreci başladığında başta Almanya olmak üzere bazı ülkeler Türkiye’ye sığınmış Suriyeliler arasında eğitimli ya da mesleki becerisi olan kişileri kabul etmişti. Türkiye’de vatandaşlık almış göçmenler uygun koşulları sağladığında yine Avrupa’ya gitme yollarını arıyor. Sadece göçmenler değil, bu ülkenin vatandaşlarının çoğunun hayalini Avrupa’ya, Kanada’ya yerleşmek süslüyor. Mülteci olmak isteyen birçok kişi, büyük bir tezatlık olarak kendi ülkelerindeki göçmen ve mültecilerin de bir an önce gitmesini istiyor.

Mültecilik zor bir karardır, tüm yaşamınızdan, sevdiklerinizden, hatıralarınızdan, bağlarınızdan, kimi zaman ailenizden, işinizden, sosyal statünüzden, evinizden, varsa mal varlıklarınızdan koparak, büyük bilinmezliklere doğru yol almaktır. Belki daha iyi bir gelecek hayali sizi bu yola çıkarır ancak çoğu zaman yaşamsal kaygılar hayatta kalma dürtüsü, güvenlik kaygısı, özgürlük talebi gibi birçok temel insani etkenlerle geçmişlerini bir daha belki hiç görmemek olasılığıyla geride bırakmak zorunda kalırlar. Bunun ne kadar yıpratıcı ve zor bir durum olduğunu bu konuyu düşündüğümüzde çok zaman atlarız. Geldikleri yerdeki koşullara uyum sağlamakta zorlanırlar daha önceki hayatlarında oluşturduğu tüm maddi ve manevi birikimi, ortamı kaybeden mülteciler, kendilerini yeni bir kavganın içinde bulmaktadır. Başta çalışma, barınma, eğitim, sağlık ve dil sorunu gibi birçok sorunla boğuşmak ve yeniden bir hayat kurmak zorunda kalırlar. Aynı zamanda yabancı olan ve istenmeyen insanlar olarak toplumsal bakış açısına ötekileştirilen bir toplum olma durumuna maruz kalırken hem kendi aralarında, hem yeni geldikleri toplumun içinde ve hem de yeni ülkenin kuralları ve organlarıyla uyum sağlamak gibi büyük ve zorlu bir süreç yaşarlar.

Suriyeli mültecilerin sorunu, ağırlıklı olarak Türkiye’de, ancak diğer sınır ülkeler olan Lübnan ve Ürdün’de de ciddi krizlere neden olmaktadır. Ayrıca Türkiye’den Avrupa’ya geçiş yolunun kara ayağı dışında en çok kullanılan yolun Ege Denizi yolu olması dolaysıya Avrupa’nın ilk ayağı olan Yunanistan da bu çemberde var. Ege Denizi bu anlamda tam da mülteciler için kimsesizler mezarlığı olmuş durumda. Binlerce insan denizde hayatını kaybetti ve halen bu ölümler sürüyor. Özellikle Geri Kabul Anlaşması ile karaya ayak bastıklarında uygun evrakları yoksa Yunanistan geri iade ediyor, hatta bu duruma gelmemesi için deniz yollarında botlarını geri itme, batırma ya da zor durumda kalanlara yardım etmeyerek, ölümlerine seyirci kalma gibi dünyanın gözü önünde katliamlar oluyor. Güya mültecileri korumak için oluşturulan kurumlar da bu gibi durumları görmezlikten geliyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği tamamen izleyici durumda. Zaten Türkiye’deki bu süreci de tamamen Göç İdaresi’ne bıraktığı için AKP-MHP iktidarı bu konuda elini kolunu sallayarak istediğini yapabiliyor. Avrupa Birliği’nin birliğe üye olmayan komşu ülkelerle olan sınırlarının güvenliğinin sağlanması, ulusal sınır muhafızları arasında iş birliği yapılmasını ve sınırlarla ilgili risk analizleri oluşturulması amacıyla kurulmuş olan Frontex’in, Yunanistan Sahil Güvenliğiyle karıştığı geri itme olaylarında mülteciler hayatlarını kaybedebiliyor. Devletler kendi koydukları mültecilere dönük uluslararası hukuku, yine kendileri uygulamıyor hatta bu konuda ısrarlı bir karşı duruş bile sergiliyorlar; sığınma hakkını insani bir hak olarak değil, güvenliklerine yönelik bir tehdit olarak algılıyorlar.

Mülteci sorunundan bahsederken esas olarak mülteci sorununu doğuran savaşları ve bunların nedenleri üzerinde durmak gerekir. Örneğin Suriye’ye bir barış olmadan buradan oraya kimse gitmek istemez. Önce barış olacak ki beraberinde ekonomik istikrarın da gelişme zeminleri yaratılabilsin. Barış için Türkiye’nin oradan çekilmesi, Rusya’nın müdahalesinin bitmesi, Suriye hükümetinin demokratikleşme için adım atması gerekir. Afganistanlıların dönebilmesi içinde Taliban’ın çekilmesi orada çatışmaların son bulması yine ekonomik bir istikrar umudunun oluşması gibi birçok etkenler olması lazım ki insanlar güven içinde ülkelerine dönebilsinler. Tüm bunların gerçekleşme zemini içinde uluslararası güçlerin bu bölgelerden ellerini çekmesi gerekir. Ancak bu devletler için temel insan hakları çerçevesinde siyaseten çözümler üretmek yerine, bunun tam tersine savaş ve kaostan beslenen bir politik hat kurdukları için her ne olursa olsun bundan geri adım atmadıklarından yakın zamanda sorunların çözümü zor görünüyor. Önceliğin insan hakları değil, kendi iktidarlarının bekaları ya da sermayedarların kazanımları olduğu müddetçe göç ve dolayısıyla mülteci sorunu da kaçınılmaz olarak sürecektir. Burada mevcut uluslararası kuruluşlardan ya da hükümetlerden medet ummak yerine halkların arasındaki kaynaşmayı sağlamak, ortak yaşamı inşa etmek kültürlerin din dil, ırk temelli ayrımını gözetmeden ezilenler ve ezenler olarak ayrıştığımızı fark ederek/ettirerek bizlerin çözüm üretmesi gerekiyor. Yoksa işi sadece egemenlere havale edersek bir fani olarak bir gün mülteci olmayı tatmak durumunda kalabiliriz.

Göçler sadece fiziki olarak sınırları aşmakla kalmaz, kültürel ve duygusal olarak da sınırları aşarak gittikleri ülkeleri değiştirler. Kültürler birbirini tanır, mücadele pratikleri birbirine geçer, halklar ve haklar ortak gelişme şansını yakalar. Kendilerinin aktör olmadıkları yıkımlarda, kurban olan insanlar en temel haklardan biri olan sığınma hakkıyla yaşama tutunmaya çalışırken gösterilecek olan dayanışma ve mücadeleyle belki de yaratılan sınırları ortadan kaldırmak yine göç yollarına düşmüşlerle olacaktır. Bu göç dalgasını bir mücadele pratiğine dönüştürecek yeni bir dinamik yaratmanın zamanı gelmiştir.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.