Düşünce ve Kuram Dergisi

Barış İnşa Süreçleri, Kadınların Barışı

Sara Aktaş

Giriş;

Barış çok boyutlu; ekonomik, sosyal, politik ve kültürel bir meseledir diyebiliriz. Şiddet ile insanın, insanlık tarihindeki sürekli birlikteliği barış arzusunu da beraberinde taşımıştır. Savaşların yarattığı yıkımlar sınırsızlığı karşısında, yıkımların ardından gelen yeniden yapılandırma dönemlerine geçişin de adı olan barış, genellikle bu tahribatların ortadan kaldırılması için sarf edilen çabaların toplamına verilen ad olmaktadır. Bu yanıyla barışın inşası, savaşın tahripkârlığına son vermek ve tekrar yaşanmaması için girişimde bulunmaktır. Savaşa yol açan tüm dinamikleri açığa çıkarmaya ve nedenlerini tespit etmeye, aşmaya yönelir. Elbette bu durumda sadece silahların susması bir barış ortamının oluşmasına yetmemektedir.

Uluslararası Barış Antlaşmaları Enstitüsü’nün kurucusu ve çatışmaların şiddetsiz çözümü konusunda birçok çalışması bulunan Prof. Dr. Johann Galtung’un şiddeti yapısal olarak kavramsallaştıran görüşleri bizim için oldukça dikkat çekicidir. Galtung’a göre “yapısal şiddet” açlık, ıstırap, bakımsızlık, hastalık, çevrenin tahrip olması, yabancılaşma, dışlanma, özgürlüğünü yitirmek olarak kavramsallaştırılabilinir. Yani şiddet sadece fiziksel boyutlarda, ateşli silahlarla uygulanmamaktadır. Bu nedenle Galtung, barış durumunu salt “savaş”ların olmaması olarak değil, “şiddetin” yokluğu olarak nitelemektedir. Bu “şiddet” kavramının kapsamı ise oldukça geniştir ve sosyal adaletsizlikleri de kapsamaktadır. Bu anlamıyla insanların güç yetisini şiddete yönelik kullanmasını her ne şekilde açıklarsak açıklayalım gücün şiddete döndüğü her anda, iktidar, güç ve şiddet üçgeninin ciddi bir etkisi olduğunu unutamayız. Şiddet etkisini sadece tarih ve ulus kurgularında değil, aynı zamanda itaati; bilinçte ahlaki alanda ve gündelik yaşamın pratiğinde de yaratır. Bu bakımdan savaşa ve şiddete yol açan tüm dinamikleri açığa çıkarmak kadar, barış süreçlerini de çok yönlü ele almak zorundayız. Bu dinamikler içinde cinsiyetçiliğin oldukça önemli bir fonksiyona sahip olduğunu unutmazsak daha sonuç alıcı bir noktaya ulaşabiliriz.

Her savaşın bir barış inşasına dönüşmesi her ne kadar önemliyse bu dönüşüm süreçlerinin kimler tarafından nasıl ve hangi içerikle şekillendirildiği de o kadar önemlidir. Dünya deneyimlerinin bize öğrettiklerinden biliyoruz ki bu süreçlerin arabulucularının, barış heyetlerinin, komisyonlarının, gözlemcilerinin niteliği ve kimlerden oluştuğu taraflar arasında kalıcı bir barışın sağlanması için ne kadar önemliyse, toplumun savaş psikolojisinden çıkıp barışın ruhuna, diline, zihniyetine giriş sağlaması açısından da o kadar önemlidir. Bugün ülkemizde kırk yıla yakındır süren bir savaşın ardından bir barış imkânı yaratılmaya çalışıldığı ve bu yönlü çabaların tüm sıcaklığıyla kendini hissettirdiği bir dönemdeyiz. Yani Kürtlük ve Türklük çift başlı bir bıçak olmaktan çıkartılıyor. Yani kor gibi olan yıkımları-gerçekleri tutuşup yanmadan dile getirmenin olgunluğu sergileniyor. Yani kerameti kendinden menkul teorilerin kirli kanıyla beslenenlere inat barış süreci örülmeye çalışılıyor. Kuşkusuz on yıllardır yaşanan acıyı ve bedelleri yeniden yaşamamak, şiddeti yaratan ve körükleyen tüm nedenleri tespit edip açığa kavuşturmayı ve çözümlemeyi gerekli kılmaktadır. Zira barışın amacı adalet ve eşitlik ise yapısal değişiklikler tek başına yetmeyecektir. İnsanlardaki yıkımı telafi etmeye yönelmesi ve toplumun tüm kesimlerini kapsaması önemlidir. Öyle ki acılarla dolu, uzun baskı ve direniş dönemlerinde açılan yaralar uzun soluklu sağaltma ve yapılandırma çabalarıyla mümkündür ancak. Kanımca bu sağaltmanın asla tek reçetesi olmayacaktır. Ardında binlerce yıkıntı, gazap, talan edilmiş hayat, toplumsal yarılmalar, hınç ve linç kültürü ve hukuk dışılıktan uzun bir güzergah bırakan, sancılı bir yolun sonucunda ulaşılan barış fırsatını değerlendirmek için daha işin başındayız. Mendez’in de ifade ettiği gibi uzlaşı-barış çözüm süreci ya da ismini her ne dersek diyelim sadece ‘kararnameler’ ve ajitatif bir belagatle de yaratacağımız ve sürdüreceğimiz bir şey değildir. Bu anlamıyla çatışma, şiddet veya savaşların daha çok hegemonik erkeklik ve erkeklik değerleri üzerinden yükseldiğini göz önünde bulundurup kadınların ve kadın örgütlerinin de bu süreçlerde neden yeterince rol almadıklarını, aldıklarında yarattıklarını ve neden kadınların aktif bir fonksiyon üstlenmesi gerektiği konularını tartışmakta yarar var. Bu yazıda genel bir çerçeve çizilmeye çalışılırken bu gereklilik; salt kadınlar savaş ve şiddet süreçlerinin mağdurları oldukları gerçeğine dayandırılmayacaktır. Aksine kadınlara dayalı olarak cinsiyet özgürlükçü bir toplum hedefleyen perspektifin çözüm sürecine dâhil olmasının hayatiliğindendir. Diğer taraftan çatışma ve savaşları yaratan ve körükleyen eril zihniyet cinsiyetçi ve militarist bir sistem ve toplumda boy veriyorsa kadınların savaş ve barış süreçlerinde etkin rol oynaması daha mantıklı olabilir.

 

Dünyadaki Barış Deneyimlerinde Kadınların Dışlanması ve Verilen Mücadele

Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, gerek dünya savaşlarının ve gerekse ağır insan hakları ihlallerinin yoğun olarak yaşandığı diktatörlük ve iç savaşların ardından; bu ihlallerin bir daha yaşanmaması, insan haklarına ve onun değerlerine yaslanan bir toplumsal barış ve demokratik siyasal kültür inşa edilmesi çabaları dünya ölçeğinde yoğunlaşmıştır. Buna bağlı olarak geçmişle hesaplaşmak, bugünün ve geleceğin toplumunun meşruluk temelleri açısından önemsenmiştir. Gerek uluslararası savaşlardan barışa, gerek iç savaş ve diktatörlüklerden demokrasilere geçiş dönemlerinde ister ismine “yeniden uzlaşma ve barışma siyaseti”, ister “geçmişi aşma”, ister “geçiş süreci adaleti”, ister “barışın inşası ve toplumsallaşması” diyelim bu süreçlere kadınlar cephesinden müdahil olunup olunmaması hayati önemdedir. Geçmişin kanlı deneyimlerinden biliyoruz ki, Hitler Almanya’sından Mussolini İtalya’sına, oradan Fransa’nın Cezayir’deki kıyım politikasına, Latin Amerika’daki diktatörlüklerden Güney Afrika’daki ırkçı rejime, 1945’ten sonra en kanlı soykırımlara sahne olan Kongo ve Ruanda gibi ülkelere kadar devletlerin ve kamuoyunun geçmişi unutmayı tercih etmesi, yaşanan dramların üstünü örtme çabası birer devlet politikası olarak uygulandı. Kanlı tarihin en büyük bedellerini ödemek zorunda kalan kadınlara karşı işlenen suçlar ise sanki hiç yaşanmamış gibi yok sayıldı. Bu cepheden baktığımızda güçlü kadın örgütlenmelerinin olduğu ülkelerde yine bizzat kadınların mücadelesiyle adaletin yaratılmaya çalışıldığına tanık oluyoruz. Bunun en çarpıcı örneklerinden birinin Japonya devletinin, Japon ordularının Çin, Kore, Malezya, Singapur, Filipinler’de yaptığı vahşeti gizleme ve yok sayma politikasını görüyoruz. 2. Dünya savaşında tahminen 200 bin kadın, Japon askerleri tarafından sistematik tecavüze uğruyor ya da fuhuşa zorlanıyor. Japon ordusu savaş sırasında yaklaşık 1000 genelev oluşturuyor. Yüzlerce kadın bu evlerde çalıştırılıyor. Kadınların çoğunun savaş sonrası normal bir hayat sürdüremediğini biliyoruz. Bir kısmı ise intihar ediyor. Japon hükümeti uzun yıllar bu uygulamayı, ta ki 1990’larda sivil kimi girişimlerin ortaya çıkmasına kadar inkâr etmiştir. 1990’ların ortalarında oluşturulan ‘Violence Aganist Women in war Network’ adlı kadın hareketi 2000 yılının aralık ayında Tokyo’da uluslararası bir mahkemenin toplanmasını sağladı. Seks kölesi olarak kullanılan kadınlar bu mahkemede tanık olarak konuşarak, Japonya hükümetinin resmi politikasına bir darbe vurmuşlardır.

Toplumsal barış süreçlerine toplumsal cinsiyet bakışını dâhil etme çabaları esasında kadınların çatışma dönemlerinde ve sonrasında yaşadıkları deneyimlere ilgisiz kalınmasına bir tepki olarak son 15-20 yılda yoğunlaşmış ve açığa çıkmıştır. Öyle ki bu ilgisizlik en son olarak bu süreçlerde yapılan yasalarda ve kadınların temsili olmadan anlaşmaya varılan barış görüşmelerinde açığa çıkmıştır. Kadınların bu süreçlere dâhil edilmemesi erkek aklın bir stratejisi olarak kendisini göstermiş ve yaşatmıştır. Yakın tarihten örneklendirirsek dünyada 1990 ve 2012’li yılları arasında gerçekleştirilen 102 barış süreçlerinde 585 antlaşma imzalandığını görüyoruz. Çeşitli kaynaklardan bu 102 barış sürecine katılanlardan sadece yüzde 8’inin kadın olduğunu biliyoruz. Bu rakamlardan ilk elden çıkaracağımız sonuç, barış süreçlerinde kadınlara ciddi bir rol verilmediğidir. Aynı süreçlere yakından bakıldığında kadınların hem niteliksel ve hem de niceliksel ciddi bir sınırlandırma ile karşı karşıya kaldığını biliyoruz. Buna rağmen kadınlar, savaş karşıtı tepkilerinin dozajı ve kullandığı araçlar farklı olsa da barış süreçlerinde etkin olmak için ciddi bir çaba da sarf etmiştir.

Cinsiyetçi erkek sisteminin yarattığı ve körüklediği savaş ve şiddet sistemine karşı farkındalık ve bilinç yaratan kadınlar, örgüt ağları ve uluslararası çabalar sonucunda kimi kazanımlar yaratmışlardır. Birleşmiş Milletler 2000 yılında bağlayıcılığı olan kadınlar açısından bir dönüm noktası da olan 1323 sayılı kararı almıştır. Kadınların barış süreçlerinin yerel, bölgesel ve uluslararası seviyedeki karar mekanizmalarına aktif katılımını ve toplumsal cinsiyet perspektifini bu süreçlere dâhil edilmesini ön gören bu karar tüm barış süreçlerinde kadınların taleplerini ve güvenliğini göz önünde bulundurması açısından da önemlidir. Aynı yıl Avrupa Parlamentosunda, üye ülkelerin gözlemci ve arabulucu heyetlerinde cinsiyet eşitliğini gözetmelerini tavsiye eden bir karar alınmıştır. Yine aynı konulara ilişkin olarak peşpeşe 1820 (2008) 1888 (2009) ve 1889 (2009) sayılı kararlar da alınmıştır. Bu kararlar alınsa da birçok örnekten biliyoruz ki pratik olarak yeterince hayat bulmamış, eril aklın hâkimiyetinde göz ardı edilmiş ve işlevsizleştirilmişlerdir. Çoğunlukla yerel, bölgesel, kültürel dinamiklerin göz önünde bulundurulmaması, zaten savaş süreci boyunca temel sorun olarak görülmeyen toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini barış süreçlerinde gözetmemeyi beraberinde getirmiştir. Bu tutum, hem kadın haklarının gözetilmemesini hem de kadınların karar alma ve uygulama süreçlerine dâhil edilmemesiyle kendini göstermiştir. Bu durumun en hazin örneklerini ise bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi veren toplumların barış süreçlerinde görüyoruz. Kadınların demokrasiye geçiş için ciddi bir mücadele dinamiği olarak çalıştığı toplumlarda bile, ya kadın temsili bir katılıma mahkûm edilmekte ya da karar gücünü oluşturulmasında bir irade olamamaktadır. Bu durumun en ilginç örneklerinden birini Çiğdem Akgül ‘Militarizmin cinsiyetçi suretleri’ isimli kitabında vermektedir. Kitapta El Salvador’daki mücadelede aktif bir savaşçı ve yeni kurulan devlet yönetiminde de milletvekili olan Lorena Pena’nın değerlendirmelerine ve kendisi gibi olan 9 milletvekilinin kadın haklarını hatırlatan mücadelesine vurgu yapmaktadır. Lorena Pena şöyle diyor: “Görüşmelerden önce biz kadınlar bir takım taleplerimizi belirlemiştik. Fakat bu talepleri bu sürece dâhil etmemiz mümkün olmadı. Devrim liderleri sunduğumuz listeyi (erkekler) okumaya bile tenezzül etmediler. ”

Anlaşılacağı gibi toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama yönündeki engeller sadece katı geleneksel bakış açısına sahip erkeklerden değil kimi zaman da cinsiyet eşitliğini stratejik görmeyen devrimlerin lider kadrolarından gelmektedir. Kadınların devrimsel süreçlerdeki katkı ve emekleri yeni oluşan düzlemde böylelikle adil bir temsile ve iradeye dönüşmeyebilmektedir. Kadınların barış süreçlerine katılma mücadelesine diğer bir anlamda örnek olarak Sri Lanka’yı örnek verebiliriz. Sri Lanka’ da kadınlar bu sürece dâhil olmak için ciddi çaba sarf ediyorlar. Tüm çabalarına rağmen resmi kanallarca sürece dâhil edilmeyince sürecin arabulucu konumundaki Norveç’i zorluyorlar. Norveç’in baskısıyla barış heyetlerine dâhil edilmeyi başarıyorlar. Bunun sonucunda bu defa da kadınlar toplumsal cinsiyet komisyonuyla sınırlandırılıyorlar. Diğer komisyonlarla da yeterince ilişki kurma olanağı yakalayamadıklarından yaptırım gücü olmayan bir faaliyetle sınırlı kalıyorlar.

Bunlarla birlikte unutulmamalıdır ki BM ve üye devletlerinin bu çalışmaları yürüten guruplara ayırdığı sınırlı kaynak ve yetersiz yardım da kadınların çalışmalarını engeller mahiyette olabiliyor. Geleneksel normları kuvvetlendiren bu yaklaşımlar kısmi resmi düzenlemelere rağmen yeterli ciddiyetle konuya değinilmediğinin göstergesidir. Bağlantılı olarak Doğu Timor, Güney Afrika ve Kongo’da çalışan kadın ekipler enerjilerini daha çok fon bulmak için sarf ettiklerinden, kaynaklı-verimli çalışmalar yürütmeye odaklanamamışlardır. Tüm bu örnekler barış süreçlerindeki erkek egemenliğini ve sonuçlarını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bu durumun çok boyutlu nedenleri olmakla birlikte öncelikle kadınların savaşların yaratılmasında ve yürütülmesinde temel dinamik olmaması gerçeği etkili olmaktadır. Erkek aklı tarafından savaşlar derinleştirilip yayılırken, birincil güç olmayan kadınlar barış süreçlerinde de birincil muhatap olarak görülmeyebiliyor. Zira savaşları yürütenlerin lider ve yönetici kadrolarında kadınlara pek rastlanmaz. Diğer taraftan esasında savaş süreçlerini cinsiyetçilik beslediğinden erkek aklının böylesi bir zihniyetle mücadele etmek pek aklına gelmeyebilmektedir. Bu anlamlarıyla şayet özel bir çaba ve farkındalık yaratılmazsa yaşamın her alanında olduğu gibi barış inşa süreçlerinde de kadınlar ötekileştirilmektedir. Oysa Susan Mekay 2006 yılında Güney Afrika’daki barış inşa sürecini değerlendirmek için 16 Afrikalı kadınla görüşürken bu kadınlardan biri barış süreci için şöyle diyordu: “Bu duygusallığı gerektirecek bir dönem. İşlenen suçlardan, şiddetten utanan biz kadınlarız. Erkeklerin böyle bir duygu ve rahatsızlığı taşıdığı-gösterdiği pek söylenemez”

Bugün geldiğimiz aşamada kadınların barış süreçlerine katılım mücadeleleriyle azımsanmayacak bir deneyim kazandığını söyleyebiliriz. Bu birikim kadınların barış süreçlerinin katılım taleplerini meşrulaştıran ve gerekli hale getiren en önemli güç kaynaklarından biridir. Yani artık kadınların bu süreçleri örmek için hem bilinçleri, hem deneyimleri, projeleri ve hem de talepleri var. Kadınlar bu süreçlerde rol almayı önemsiyorlar. Çünkü barış, geçiş süreçlerinda sadece bireysel insan hakları ihlallerini ve adaleti sağlamak için değil, aynı zamanda çatışmayı arttıran eşitsiz ve adaletsiz ortamı işaret etmek ve şiddetin zeminini oluşturan eşitsiz yapıları dönüştürmek için iyi bir basınç uygulama zeminidir. Bu zeminde kadınların oldukça güçlü projeler ve örgütlenmeler geliştirebildiğini de birçok örnekten biliyoruz. Örneğin Kenya’daki kadınlar kendi barış konferanslarını gerçekleştirerek güçlü sonuçlar yaratıyorlar. Yine Burundi’de kadınlar resmi barış görüşmelerine katılamayınca kendi barış görüşmelerini yapıyorlar. Bir taslakta anlaşıyorlar ve bir deklarasyon yayınlıyorlar. Aynı sırada savaş tekrar patlak veriyor ve resmi görüşmeler sonlanıyor. Ancak kadınlar görüşmelere devam ediyor. Resmi müzakere tekrar başladığında taraflar kadınların taslak anlaşmasını kabul ediyorlar. Yine çözüm süreçlerinde önemli fonksiyonlar üstlenen Hakikat Komisyonlarında kadınların ısrarı ve çabasıyla ciddi ilerlemeler sağlanıyor. Bu açıdan SATRE (1995-2000) kadınların kendi hikâyelerini anlatmaları ve kendi adalet ve uzlaşı taleplerini ifade etmeleri için teşvik edildiği oturumları düzenleyen ilk komisyon olarak bilinmektedir. Aynı biçimde Peru Cumhuriyetindeki ve Sierra Leone’ deki hakikat komisyonları, Güney Afrika örneğinden öğrendikleri temel üzerinden kurulmuş ayrı bir toplumsal cinsiyet birimi oluşturmuşlardır. Sierra Leone Komisyonu (2002-2003) kadınlara özel destek hizmeti verdi. Bu sayede birçok kadın yaşadıkları ihlallerle ilgili sessizliği bozmuştur. Bu araştırmalar sonucunda hazırlanan rapor, çatışma öncesi dönemde var olan toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile çatışma döneminde yaşanan ihlallerin cinsiyetçi yapısı arasındaki bağlantıyı kuran ilk rapordur.

 

Kendi Barışımızı   Yaratırken Kadınlar Neden Öncü Güç Olmalı!

Ülkemizde son kırk yıla yakın zamandır savaşın hayat damarlarımızı parçalama arzusundan daha güçlü bir arzuyla barış kendini dayatmış ve bir iradeye dönüşme sürecine girmiştir. Bugüne kadar devlet politikalarının imha ve inkâr stratejisini aşamamış olması, Kürt özgürlük hareketinin tüm barış çabalarını boşa düşürmüş ve militarizmi her fırsatta tırmandırmışsa da geldiğimiz aşamada herkeste umut yaratan bir eşikteyiz. Nitekim yüzyıldan fazladır inkâr edilen Kürt halk gerçeğinin ve yürüttüğü özgürlük mücadelesinin sonunda herkesin şahitliğinde devrimci gücünü ve enerjisini yeni bir mecraya akıttığı aylardayız. Özgürlük mücadelesi bitmiyor kuşkusuz, halkın devrimci enerjisi tüm kapitalist modernite formlarını aşarak; ne ulus devlet formuna nede onun her türden cinsiyetçi versiyonuna pirim vermeden yeni bir zemin; barış inşa zeminine akıyor. Barışa giden bu yıl örülürken Kürt kadınlarının ve Türkiyeli kadın örgütlerinin rol alması, enerjilerini bu zemine akıtması müdahil ve dâhil olmazsa olmazı kabilindedir. Kuşkusuz bu olmazsa olmazlığında güçlü nedenleri ve bir arka planı var.

Öncelikle erkek aklının kanlı tarihinden iyi biliyoruz ki savaş ve çatışma dönemlerinde her türden şiddet gibi cinsel şiddet kullanmak genellikle tüm devletlerde olduğu gibi Türkiye’de de planlı bir stratejisi olarak kullanılmıştır ve sonuçları genellikle vahşet olmuştur. Bu strateji etnik arındırma, aile dokusuna ve topluma zarar verme, zorunlu olarak göçertme, itaat yaratma, korku yayma gibi nedenlerle bir ceza yöntemi olarak da kullanılmıştır. Yine kadınlar ve erkekler arasında önceden var olan eşitsiz güç ilişkileri kadınların çatışma ortamından daha fazla etkilenmesine yol açtığı gibi kadınların deneyimini kimi yönleriyle erkeklerinkinden farklılaştırmıştır. Özellikle Kürt kadınları ülke koşullarında hem kadınlık kimliği, hem Kürtlük kimliği, hem de devrimci kimliğinden dolayı sistematik olarak şiddete maruz kalırken aynı zamanda köy yakma ve göçertmeden tutalım yoksullaşmaya kadar en büyük ihlallerin yükünü taşımakla yüz yüze kalmışlardır. Nitekim ekonomik iktidardan her türlü sömürü biçimine kadar savaş ve çatışma erkekliğin inşasıyla yakından bağlantılı olduğu gibi, aynı zamanda sürekli ve yeniden cinsiyet eşitsizliğini üreten bir fonksiyon taşımıştır. Tüm bu nedenlerle bugün ulaşılan aşamada çözüm sadece belli türden ihlallerin giderilmesiyle sınırlandırılamaz. Zira kalıcı bir barış ve adalet sadece çatışma döneminde yaşanan ihlalleri ve etkilerini değil, her şeyden öte bu ihlallere olanak sağlayan toplumsal ilişkilerin de düzeltilmesini hedeflemelidir. Bu açıdan çatışmasızlık ve sonrasında bazı prensipler kadınlar açısından hayati önemdedir. Kadınlar için adaletin ve çözümün anlamı nedir? Daha önceden var olan cinsiyetçi güç ilişkileri nelerdir? Kadınlara karşı çatışma sürecinde izlenen cinsel ve her türden şiddet stratejisinden nasıl etkilinme olmuş ve nasıl sonuçlar doğurmuştur? Açık ki toplumsal cinsiyet sorunlarına duyarlı bir süreci örmek için bu soruların cevabını önemsemek ve küçümsememek gerekmektedir. Bu kapsamda kadınların kendi çalışmalarını yürütecek komisyonları kurması, cinsel şiddetin incelenecek suçlar arasında özellikle belirtilmesi, bir toplumsal cinsiyet komisyonunun mutlaka oluşturulması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, Kürt özgürlük hareketinin daha başından itibaren cinsiyet özgürlükçü bir paradigmayı esas alması ve Kürt hareketi içinde azımsanmayacak bir gücü olan Kürt kadın Hareketinin var olması oldukça elverişli bir zemin de sunmaktadır. Bu çerçevede hem Kürt kadın hareketinin hem de Türkiyeli kadın örgütlerinin dünya deneyimlerinden edindiği mirası ve gücü doğru değerlendirip ortak platformlarda güç birliği yaparak sürece müdahil olması özellikle şu gerekçelerle vazgeçilmezdir.

Birincisi: barış sürecine giderken kadınların korunmasına, haklarına ve önceliklerine gerekli önemin verilmesi kadar, bu hakların ihlallerine ve kadınların kendilerini gerçekleştirmelerine olanak tanımayan durumların analizine gitmek için kadının katılımı ve öncülüğü şarttır. İkincisi: bu çözüm sürecinin toplumsal bir meşruiyet kazanması için toplumun tüm dinamiklerinin ve özellikle toplumda ötekileştirilenlerin toplumsal ve siyasal yaşama katkı sunma kanallarının açılması gerekmektedir. Dışlayıcı ve eksik bir toplumsal uzlaşı ve çözüm süreci yeniden ve daha yoğun bir ötekileştirmeyi doğurabileceği gibi barışa inandırıcılık kaybına da yol açar. Üçüncü olarak, kadınların dâhil olacağı bu çözüm süreci insan ve kadın hakları vurgusunun yeniden yapılanma döneminde cinsiyetçi dinamikleri açığa çıkarmayı sağlayacağı gibi savaş sürecindeki cinsiyet temelli suçları görünür kılacağı için de önemlidir. Bu anlamıyla çatışma döneminde kadınlara karşı işlenmiş suçların hesap verilebilir olmasını garanti altına alma ve bunların cezasız kalmasına izin vermeyecek bir adalet sistemini uygulamak kadınların yürüteceği mücadeleyle ancak olanaklı olacaktır. Dördüncüsü, barış sürecine katılım, kadınların inşa süreci sonrası diğer birçok dünya örneğinde görüldüğü gibi tekrar evlere kapatılmaması için gerekli olduğu gibi yeni anayasal düzenlemelerde cinsiyet eşitliğini sağlayacak yasaların çıkarılmasını sağlamak açısından da önemlidir. Beşinci olarak; barış sürecini yeniden salt erkek aklının çözüm yöntemlerine terk etmemek hayatidir. Öyle ki erkek egemen zihniyetin yönlendirdiği çözüm süreçleri farklı boyutlarda yeniden erkekliği ve ötekileştirmeyi üretebilmektedir. Kimi zaman bu süreçte erkek aklının argümanları ve yöntemleriyle yürütülmekte ve heba edilebilinmektedir. Bu açıdan kadınların etkin olduğu barış süreçleri daha şeffaf yürütülebilindiği gibi, sonuca ulaştırmada da daha samimi çabalara da sahne olabilmektedir.

Bu çerçevede kimi çabalar ve girişimler kendi barışımızı yaratırken görülüyor olsa da henüz etkin olmadığı, cılız kaldığı da aşikardır. Bu çabaların daha da güçlendirilip derinleştirilmesi umuduyla bu yazıyı Metin Yeğin’in ‘Gerillanın Barışı’ isimli kitabından FMLN gerilla komutanı Nidia Draz’ın ülkemizdeki barış çabalarına dönük düşüncelerini aktararak bitirmek istiyorum. Şöyle diyor Draz;

“Bütün kalbimle diliyorum ki bir gün ülkeniz barışa kavuşsun Kaos sona ersin. Kadınlar, gençler, erkekler, herkes çalışarak yeniden ülkenizi inşa edeceksiniz. Her iç savaşın yarattıkları vardır. Kayıplar, ölümler, ailelerin yaşadıkları felaketler. Bunların aşılabilmesi kolay değildir. Barışın inşası uzundur ama gereklidir. Yoksa daha büyük kayıplar, daha kötü ekonomik koşullar yaşanacaktır. Bütün bunlarda kadınlar ancak liderlik yapabilirler. Ve mücadeleyi bir başka biçimde sürdürerek her şeyi değiştirebilirler”

 

 

Yararlanılan Kaynaklar

  • Felsefe Logos, Sayı 37, Fesatoder Yayınları
  • Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma-Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, İletişim Yayınları Çiğdem Akgül, Militarizmin Cinsiyetçi Suretleri Dipnot Yayınları
  • Metin Yeğin, Gerillanın Barışı
  • Nazan Üstündağ, Barış Görüşmeleri ve Kadınlar isimli makalesi
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.