Düşünce ve Kuram Dergisi

Çağdaş Kürt Hareketleri ve PKK’nin Ortaya Çıkışı

Yılmaz Dağlum

Çağdaş Kürt Hareketlerinin tarihi, önderlikleri, özellikleri, sosyal temelleri, iç ve dış dayanakları vb. konularda çok sayıda makale, broşür ve kitap gibi eserler yayınlanmış olmasına karşın, bu konudaki araştırmaların son derece yetersiz olduğunu belirtmekte yarar vardır. PKK’nin ortaya çıkışı konusunda ise bir cehalet olduğunu söylemek abartı olmaz.

Genel anlamda Kürtve Kürdistan Tarihi, özelde Çağdaş Kürt hareketleri tarihi merkezi hegemonik iktidar sahipleriyle bölgesel sömürgeci devletler tarafından bilinçli olarak karanlıkta bırakılmıştır. Özellikle de son iki yüz yıllık tarihi belgeler (anti Kürt antlaşmalar, emperyalist merkezlerle bölge temsilcilikleri arasındaki yazışmalar, bölgesel ve uluslararası konferans/kongrelerdeki tartışma ve kararları gibi) “devletin güvenliğini ilgilendiren devlet sırrı” ya da “yasak” kapsamına alınarak karanlıkta bırakılmıştır. Tarihi belgeler parça, parça emperyalist metropollere taşınmış ve taşınmakta, tarihi mekânlar ise “yasak bölge”, baraj yapımı gibi uygulama ve yöntemlerle yok edilmektedir.

Bir halkın hedefi olduğu kültürel soykırımın başarılı olmasının ilk koşulu, o halkın tarihi ile bağlarının koparılmasıdır. Tarih bilincinin karartılması, kendisi olabilmesinin önlenmesi anlamına gelmektedir. Kendisi olmayan, olamayan bir halkın başkaları tarafından kullanılması kaçınılmazdır.

Kökleri toplumsallaşmanın başlangıcına kadar uzanan; insanın toplumsallaşması, dolayısıyla insanlaşmasının ana kaynaklarından biri olan Mezopotamya’nın kadim halkı Kürtler, tarihlerinden koparılmadan, tarihi bilinçleri karartılmadan hiçbir güç tarafından egemenlik altına alınamazlardı. Merkezi hegemonik iktidar sahipleri tarihi tecrübeleriyle bu gerçeği iyi bildiklerinden, ilk saldırı hedefleri de Kürtlerin tarih bilinci olmuştur. Onun için de yürütülen kültürel soykırımın birincil hedefi Kürt-Kürdistan tarihini karartmak, onun yerine hâkim ulus egemen sınıflarının tarihini koymak olmuştur. Bu da beraberinde halklar için doğru ve yanlışların karıştırılması, halklarınkinin yerine egemenlerin doğru ve yanlışlarının yerleştirilmesini getirmiştir. Bu nedenle de Kürtlerin algılarında çıkarlarının nerede başlayıp nerede bittiği, kimin dost kimin düşman olduğu, neyin iyi neyin kötü olduğu sorularının yanıtı bırakılmamış ya da çarpık yanıtlar yerleştirilmiştir.

Son kırk yıllık mücadeleyle bu durum değişmeye başlamıştır. Kürtler kendi adlarına siyaset yaparak çıkarlarını geliştirmeye ve geleceklerini kendi elleriyle inşa etmeye başlamışlarsa eğer, bu son kırk yılda yeniden tarih bilinciyle tanışmaları ve kendi tarihleriyle yüzleşmeye başlamalarından dolayıdır.

Bu tarihin bize öğrettiği en önemli ders, Kürt ve Kürdistan özgürlük mücadelesinin kendine özgü bir diyalektiğinin olduğudur. Kürt ve Kürdistan özgürlük mücadelesini 19 ve 20. yüzyıllardaki burjuva demokratik devrimlere, burjuva-küçük-burjuva ya da “proletarya öncülüklü” çağdaş ulusal kurtuluş hareketlerine benzetmek, onlarla karşılaştırmak mümkün değildir. Kürtler üzerinde uygulanan özel, yeryüzünde bir benzeri olmayan kültürel soykırımdan kaynaklanan özgünlüğü buna elvermemektedir. Özgürlük mücadelesi diyalektiğinin özgünlüğünün kaynağı da bu gerçekliktir. Kültürel soykırım birçok boyutu olan topyekûn bir yok etme politikası, planlamasıdır. Bu komple planın kimi boyutlarının hedefi olan birçok halk ya yok edilmiş ya da yok edilmekle yüz yüze bırakılmıştır. Kürtler üzerinde uygulanan soykırımın farklılığı, özgünlüğü ise kültürel ya da fiziki tüm biçimlerinin uyumlu, planlı, programlı, çok ince elenip sık dokunarak, uzun süreye yayılarak adım, adım uygulanmasındandır. Buna karşın kültürel soykırım Kürtler üzerinde tam sonuca ulaşamamışsa, bu da Kürt ve Kürdistan özgürlük mücadelesinin kendine özgü diyalektiğinin hükmünü icra etmesindendir. Çok da gerilere gitmeden, son iki yüz yılda yaşanan olay ve olgularda bu gerçeklik tüm boyutlarıyla net olarak görülebilir.

 

Sömürgesel Devrim ve Kürdistan Somutundaki Gelişimi

Değişik zaman ve mekânlarda halkların değişik emperyalist ve sömürgeci güçlere karşı geliştirdikleri ulusal kurtuluş mücadeleleri olmuştur. Her ulus, ülke ve karşısında mücadele yürüttüğü sömürgeci gücün özgünlükleri olmasına karşın, ortak özellikleri de az değildir. Çağdaş ulusal kurtuluş mücadelelerinin tüm özgünlüklerine karşın örneğin, klasik sömürgelerde geliştirdikleri anti sömürgeci ulusal kurtuluş mücadelelerinin temel stratejisi ulusal demokratik halk devrimi stratejisi olmuştur. Bu da “Uzun süreli halk savaşı” olarak somutluk kazanmış ve “stratejik savunma”, “stratejik denge”, “stratejik saldırı” aşamalarından geçerek başarılı olmuştur. Yani strateji ortaktır. Bu stratejinin hayata geçirilmesinde her ülkenin özgünlüklerine denk düşen ittifaklar, mücadele yöntemleri, eylem taktikleri vb. uygulanmıştır. Vietnam, Çin, Küba, Nikaragua, Gine Bissao, Angola, Mozambik ilk akla gelen ve bir çırpıda sıralanabilecek örneklerdendir.

Benzeri örneklerden ve kuramsal olarak “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”nın Marksist yorumundan hareketle PKK de ortaya çıkış döneminde aynı stratejiyi Kürdistan koşullarına uyarlamakla işe başlamıştı. Yani Marksist kuram ve ulusal kurtuluş hareketleri deneyimlerinden çıkarılan derslerin gerekleri yerine getirilmişti. İnanılarak ve can u gönülden buna bağlı kalınmış, stratejinin gerekli kıldığı gövde, yani örgütlenmeler de gerçekleştirilmişti. Parti, Cephe, Ordu örgütlenmelerinin kurulmasının yanında, ulusal ve uluslararası düzeyde stratejinin gerekli kıldığı ittifakların gerçekleştirilmesi için büyük emekler harcanmıştı. Ulusal düzeyde önemli başarılar elde edilmesine karşın uluslar arası düzeydeki ittifaklar konusunda değişen dünya ve bölge koşullarının da etkisiyle aynı başarı sağlanamamasına karşın önemli adımlar da atılmıştı.

Stratejiye bu denli uygun hareket edilmesine karşın adı geçen deneyimlerde elde edilen sonuçlar Kürdistan’da ortaya çıkmadı. Teorik olarak dünyadaki farklı kıta, ülke ve halkların mücadelesinde sağlanan başarının Kürdistan’da da ortaya çıkması gerekiyordu. Kürdistan Özgürlük Hareketi yukarıda belirtilen adımların yanı sıra dünya deneyimlerini inceliyor, olabildiğince yararlanıyordu. Bu durum başlı başına bir avantajdı. Tüm bu gerçekliklere rağmen Kürdistan’da aynı sonuç ortaya çıkmadıysa, bunun temel nedeni Kürdistan’a uygulanan sömürgeden de geri statü-daha doğrusu statüsüzlükile sömürgeciliğin ayırt edici karakteri; Kürdistan’da uyguladığı kültürel soykırımın kendine has özellikleri, biricikliği, tekilliğidir. Dünya çapında da bu düzeyde bir kültürel soykırım uygulaması ve buna karşı mücadele örneklerinin yok denecek kadar az oluşudur. Ortada sömürgeden de geri bir durum olduğu, varlık sorununun özgürlük sorununun önüne geçmesi nedeniyledir ki sömürgesel devrim strateji ve yöntemleri Kürdistan’da aynı sonuçlara ulaşamamıştır.

 

Kürt Egemen Sınıflarının İşbirlikçi/İhanetçi Karakteri

Çağdaş Kürt Hareketinin önemli ayırt edici özelliklerinin en önemlilerinden biri de birincisine bağlı olarak şekillenen Kürt egemen sınıf ve tabakalarının karakterinin –siz bunu karaktersizliği olarak da okuyabilirsinizçarpıklığıdır. Buna ilişkin en güçlü tanımı Herodot’un MED devletinin yıkılışı hikâyesinde bulabiliriz. Bu hikâye günümüzün işbirlikçi-ihanetçi Kürt egemenlerini de iyi şekilde tanımlamaktadır. Medlerin son kralı Astiyag kendisine ihanet eden Harpagos’a, “Ey alçak, bana ihanet ettin, krallığımı yıktın. Bari kendin yerime geçseydin. Madem bunu yapmadın, hiç olmazsa krallığı Medlerde bıraksaydın. Neden alçakça götürüp Persli uşağımız Kyros’a teslim ettin?” diye sitem eder. Olayın tam da böyle yaşanıp yaşanmadığını bilemiyoruz. Bu anlatım başlı başına Kürdistan tarihinde baş aşağı gidişin başlangıcı olan olayın baş aktörünün, işbirlikçi Kürtün ihaneti olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

MED  Organizasyonunun  dağılmasından günümüze Kürt egemen sınıflarının oluşum tarzı ve gelişmesi çarpık, işbirlikçilik ve ihanet temelinde olmuştur. Bağımsızlık, özgürlük gibi düşüncelere yabancıdır. Kendine ait bir egemenlik alanı edinme, bunun için mücadele etme, işgalcilerle savaşma gibi ulusal özellikleri ya hiç yoktur ya da yok denecek kadar siliktir. Kendi içinde, birbirine karşı oldukça saldırgan, vahşi olan Kürt egemenleri sömürgecilere karşı özgüvenden yoksun, uysal ve itaatkârdır. Kişisel-ailesel yaşam ve çıkarları için satmayacağı ulusal değer yok gibidir. Dünyanın hemen her yerinde, her ne sebeple olursa olsun düşmanla işbirliği yapmak ihanet olarak değerlendirilirken; Kürt egemen sınıflarında bir aşiretin diğerine üstünlük sağlayabilmek için düşmanla işbirliği yapması, askeri güçlerini kendi topraklarına davet etmesi, sömürgecilere iktidarı peşkeş çekmesi ihanet olarak görülmemektedir.

Benzer sosyo-ekonomik koşulları yaşayan birçok ülkede egemen sınıfların öncülüğünde geliştirilen ulusal mücadeleler başarılı olmuştur. 20. Yüzyılın başlarında Türkiye, İran ve Afganistan devrimleri buna en iyi örnektir. Yine 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı süreci ve sonrasında gelişen ulusal kurtuluş mücadeleleri için de bu geçerlidir. Çin ulusal kurtuluş mücadelesinde burjuva demokratik bir programa sahip olan Sun Yat Sen’in üç halk ilkesi mücadelesi Çin yurtseverliğinin olmazsa olmaz ilkesi ve pratiği olmuştu. Çin Komünist Partisi de bunu esas almıştı.

Kürt aşiret reisleri ve şêxleri, İdris-i Bitlisi zamanından beri birçok dönemde görüldüğü gibi sultanlık kurabilecek potansiyele ve güce sahiplerken bile, kendi aralarında anlaşarak birlik olamadıklarından iktidarı yabancılara peşkeş çekmişlerdir. Dolayısıyla başka ülkelerin benzer sınıflarıyla karşılaştırılamayacak düzeyde yurtseverlikten, bağımsızlık ve özgürlük düşüncesinden yoksun, bağımlılığı varlık nedeni ve yaşam tarzı haline getiren; ihanetin bu düzeyde içselleştirildiği işbirlikçi karakterde bir gelişim söz konusudur. Kürtlük ve Kürtçülük de bu işbirlikçi/ihanetçi çevreler için kendilerini en ucuzundan pazarlama aracına dönüştürülmüştür.

Bu olgu derinliğine incelenmelidir. Çağdaş ulusal kurtuluş hareketleri esas olarak öncülerinin ulusal ve sınıfsal karakteriyle değerlendirilen hareketlerdir. Bu çerçeveden bakıldığında çağdaş Kürt hareketleri ne ulusallık, ne de sınıfsallık prosedürüne uymaktadır. Ulusal karakterde bir burjuva sınıfı oluşmadığından modern ulusal kurtuluş hareketiyle tanışma şansına da sahip olmamıştır. Olan da ilkel milliyetçiliğin geri ve cılız bir hareketliliğidir. Modern sınıf hareketlerine de tanık olamıyoruz. Yani Batı tarzı burjuva, proleter ya da küçük burjuva sınıf eksenli hareketlerin varlığı söz konusu değildir. Bu yüzden de çağdaş Kürt hareketlerini ideolojik, örgütsel, stratejik ve eylemsel olarak planlı-programlı modern ulusal ve sınıfsal şablonlarla tanımlamak mümkün değildir. Kendine özgü yapılanma derken kastettiğimiz gerçeklik budur. Kendine özgü diyalektik de kaynağını bu gerçeklikten almaktadır.

 

Kürt Beyliklerinde İsyan ve Sonuçları

19. yüzyıla gelindiğinde Batıda yoğun toprak ve gelir kaybına uğrayan Osmanlı İmparatorluğu daha çok merkezileşme, dolayısıyla merkezi otoriteyi her yere yayma çabasına girdi. Bunun anlamı da Kürdistan’daki özerk yapılanmaların sınırlandırılması, Kürt beyliklerinin etkinliklerinin azaltılması, hatta giderek yok edilmesiydi. Özellikle II. Mahmut’la birlikte hızlanan devletin kendini merkezileştirmesi kapsamında zorunlu askerlik, vergilerin direkt devlet memurlarınca toplanması vb. uygulamaların son sınırına yani bıçağın kemiğe dayandığı aşamada her Kürt Beyliği herhangi bir ciddi hazırlık, örgütlenme vb. çabasına girmeden isyan yolunu seçti. Bu da sadece otonomilerinin değil bey olmaktan kaynaklı güç ya da saygınlıklarının sona ermesinin başlangıcı anlamına geldi.

İmparatorluk sınırları içinde yüzlerce yıl özerk yaşayan Kürt beylikleri varlıklarının sonu anlamına gelen bu uygulamaları kolayca kabul etmediler. Bu uygulamalara karşı ilk büyük isyan 1806’da Süleymaniye bölgesindeki gelişen Baban İsyanı oldu. Süleymaniye, İran sınırlarından içerilere kadar uzanan aşiret ve kabilelerle ilişki içinde olduğundan stratejik bir yere sahipti. Dengelere dayanarak siyaset yapma konusunda belli bir gelişkinliği vardı. Ayrıca entelektüel birikimi güçlü olan bir Kürt kentidir. Hindistan yolunu güvence altına almayı hedefleyen İngiliz emperyalizminin ilk el attığı alanlardandır. Baban zade hanedanının başlattığı bu ilk isyan yeni bir sürecin; isyan-bastırma, sürgün-katliam sürecinin de başlangıcı oluyordu.

Baban isyanıyla başlayan bu süreç Rewandûz ve peşi sıra adım, adım kuzeye doğru yayılan irili ufaklı isyanlarla devam eder. Bu sürece son noktayı koyan en önemli ve sonuncu isyan ise Botan Emiri (Mîrê Botanê) Bedirxan Bey önderliğindeki isyandır. Özellikle de isyanın yayıldığı alan, iç ittifak geliştirmedeki zaafları, dış ittifak arayışları; stratejik yaklaşım ve hatalarıyla en çok incelenmesi gereken isyanların başında gelmektedir. İsyan önderi Bedirxan Bey ve aile bireylerinin sonradan içine girdikleri işbirlikçi ilişkiler itibariyle de Kürt egemen sınıflarının karakterini en iyi yansıtan örnek konumundadır.

Bedirxan Bey 1820’lerden itibaren komşu aşiret ve kabileleri çeşitli yöntemlerle etki altına alarak beyliğini sürekli genişletir. Dönemine göre modern bir devlet düzenine geçmeye çalışır. Bu yönüyle erken bir milli hareket olduğu söylenebilir. İsyan bastırılmasaydı devletleşmeye, ulus devlete doğru evirilebilirdi. Hindistan yolunun güvenliği bahanesiyle bölgeyi egemenliği altına almaya çalışan İngilizler, bölgedeki Hıristiyan halklardan olan Süryanilere dayalı bir tampon oluşum yaratmaya çalışmaktaydılar. Kuzeyden ise Rus Çarlığı Ermenilere dayanarak Osmanlı ile aralarında bir tampon bölge gerçekleştirmek istemekteydi. Osmanlı ve İran İmparatorlukları ise, adeta Kürdistan’ı yeniden işgal ederek merkezî otoritelerini yaymaya çalışmaktaydılar. Açıkça görüldüğü gibi Kürtler tam bir kuşatma altındaydılar.

Tam da böyle bir kuşatma durumunu yaşanırken Süryanilerin Bedirxan Bey güçlerince hedeflenmesi, Kürtler ve Bedirxan Bey açısından stratejik körlük ve hataydı. Süryani halkı içinse İngiliz oyunlarının kurbanı olmaktı. İngilizlerin bölgeye müdahale etmek için arayıp da bulamadıkları fırsat yaratılmıştı. Süryanilerle Kürtlerin büyük zarara uğradıkları bu durumdan en karlı çıkan ise İngilizler oldular. Bedirxan Bey’in Ermenilerle ilişkileri kötü olmamakla birlikte stratejik düzeyde değildi. Bedirxan Bey açısından diğer yaşamsal bir olumsuzluk ise dönemin karakteristik özelliği olan dayanabileceği hegemonik bir gücün olmayışıydı. Tüm bu etkenlerin toplamı yenilgide belirleyici olmuştu.

Mısır örneğinden yararlanmak isteyen Bedirxan Bey, bu örneğin İngiltere’ye dayalı olarak yeni bir ulusdevlete evirilmesini doğru çözümleyememişti. Mısır örneğinin aksine İngiltere ve Rus İmparatorluğu Bedirxan Bey İsyanı karşısında yer alıp Osmanlı Sultanlığını desteklemekteydiler. İran’ın tavrı da olumsuzdu. İsyanın uzun süreli askeri strateji ve taktik hattı olmadığı gibi partizan tarzında bir birlik örgütlenmesi ve savaş düzeni de yoktu. İmparatorluk ordusu karşısında düzenli ordu teşkilatını esas alan yaklaşımı başarısızlığın bir diğer nedeni olarak değerlendirilebilir.

Komşu aşiret ve kabilleri bir biçimde denetim altına alan, alamadıklarını ittifaka çekerek çevresini genişletmeye çalışan ve bir ölçüde başaran Bedirxan Beyin en önemli zaafı ise ailesi içindeki beylik çekişmesiydi. Bu çekişme Bedirxan Bey’in yeğeni olan Yezdanşêr’in ihaneti ile yani Osmanlıyla antlaşması sonucunda yenilgiyle sonuçlanmıştır.

Tüm diğer hususlarda doğru adımlar atılmış olsaydı bile, isyanın doğru zamanda başlatılmaması ve karşıtlarının oyunlarına takılması isyanın yenilgisini kaçınılmaz kılıyordu. 1847 yılı ilkbaharından itibaren şiddetlenen çatışma, Yezdanşêr’in ihanetiyle birlikte aynı yıl içinde bastırıldı. Ortadoğu üzerinde stratejik hesapları olan batılı güçlerin desteğiyle bu çağdaşlığa en yakın Kürt hareketinin bastırılması Kürtler ve bölge halkları açısından stratejik sonuçlar yarattı. En başta da Kürt egemen sınıf ve tabakaları için Kürtlük ve Kürtçülüğün kendini pazarlama aracı haline getirilmesi gibi bir sonuç ortaya çıkarmıştır.

 

Şeyh Önderlikli İsyanlar ve Bir Dönemin Kapanması

19. yüzyılın ikinci yarısına kadar yüzlerce yıl süren beyliklerin ağır yenilgisi şeyhlik kurumunun önünün açılması anlamına gelmekteydi. Beylik kurumuna en büyük darbeyi vuran da Sultan İkinci Mahmut olmuştur. Özellikle de Yeniçeri Ocağı tasfiye edilirken Bektaşiliğin de darbelenmesi sonucu, ortaya bir meşruiyet boşluğu çıkarmıştır. Bu boşluk Kürt Şeyhlerinin etkin oldukları Nakşibendî ve Kadiri tarikatlarıyla doldurulmaya çalışılmıştır. Süleymaniyeli Mevlana Xalit en çok öne çıkan ve sarayı rahatlatan kişilik olmuştur. Sömürgeciliğin Kürdistan’daki varlığının meşrulaştırılmasında şeyhlik kurumunun kullanılması beylik kurumundan daha yıkıcı olmuştur denilebilir. Bir anlamda beylik ile dinsel otoritenin aynı kişide birleşmesi demek olan şeyhlik kurumunun beyliğin yerine idame ettirilmesi, Kürtler açısından işbirlikçiliğe de ruhani, dinsel bir paye yüklenmesi anlamına gelmiştir. Bu nedenle de sarayda gün geçtikçe etkinlikleri artan şeyhlerin işbirlikçi ajanlıkları hep gizli tutulmuş, kutsal gösterilerek –Peygamber soyundan gelme gibiajanlığını yaptıkları sömürgecilik de meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Bunun açık örnekleri daha sonra gelişen isyanlarda görülmektedir.

Yezdanşêr’le son çıkışını yapan beyliklerin yenilgisinden sonra gelişen isyanların en büyüklerinden bir de Şeyh Ubeydullah Nehri Hareketi’dir. Nakşibendi Tarikatı Şeyhi olan Ubeydullah Nehri, Osmanlı-Rus Savaşında (1877-1878) Osmanlıların Ruslar karşısında güç duruma düşmesinden ve dış güçlerle olan çelişkilerinden yararlanmaya çalışmış, imparatorluk içinde gelişen milli hareketlerden de etkilenmiştir. İsyanın gelişmesinde Kürt toplumunda ortaya çıkan beklentiler de önemli oranda etkili olmuştur. Din adamlarının yanı sıra etkili diğer çevrelerin de katılımıyla hareket kısa sürede büyümüştür. Düzenlenen toplantılarda merkezî otoriteden şikâyetler ve milli istekler dile getirilerek amaç kapsamına alınmıştır. Hareket Osmanlı ve İran Kürdistan’ının geniş bölümlerinde etkili olmuş ve askeri bir düzey ortaya çıkarmıştır. Aslında, resmen bir devlet ilanına dönüşmesi için dönemin hegemonik güçlerinden birinin veya birkaçının desteği yeterli olabilirdi. Ancak bu destek gösterilmemiştir. İran ve Osmanlı devletlerinin Batılı hegemon güçlerin tüm isteklerini kabul etmeleri, bu desteğin sağlanamamasının temel nedeni olmuştur. En çok ihtiyaç duyulan bu destek Osmanlı ve İran devletlerinden yana gösterilince, bu büyük isyanın bastırılması da kolay olmuştur. Sultan İkinci Abdülhamit döneminde meydana gelen bu hareketten sultanlık önemli dersler çıkarmış ve Bedirhan Bey ailesine uyguladığı yöntemi Ubeydullah Nehrî ailesi üzerinde de denemiştir. O nedenle bu aileyi de İstanbul’a taşıyıp onlar aracılığıyla Kürtlerin bir kısmını kontrol altında tutmaya çalışmıştır.

Çağdaş Kürt hareketlerinde şeyhlerin rolü çok az araştırılmıştır. Hâlbuki beylik ve aşiret kurumunun zayıflaması üzerine, sarayla yaptığı işbirliği nedeniyle hızla güçlenen ve üstünlük kazanan kurum şeyhlik kurumu olmuştur. Bunda saray yönetimlerinin bilinçli hareket etmeleri belirleyici olmuştur. Bu nedenle 19. ve 20. yüzyıllarda Kürdistan’da cemaat anlayışına dayalı toplumun gelişmesinde tarikat kurumlarının rolü belirleyici olmuştur. Fakat bu denli hızlı gelişmelerinde sarayla içine girdikleri işbirlikleri önemli oranda rol oynamıştır. Sistem onları yeni meşrulaştırıcı güç olarak kullanmaktadır. O nedenle de bu akımlar, kültürel İslam’ın yaşam tarzından kaynaklanan sivil toplum benzeri örgütlenmeler olarak değerlendirilemezler. Bu akımlar geleneksel toplum özelliklerini sonuna kadar kullanarak kendilerine daha pazarlama çabası içinde olmuşlardır.

Gerek geleneksel beylik gerekse şeyhlik kurumları öncülüğünde gelişen hareketlerin bastırılmalarından sonraki sürece ilişkin olarak Kürt Halk Önderi’nin aşağıdaki değerlendirmeleri dikkate değerdir.

“Geleneksel tarzda da olsa geniş bir özerkliğe sahip olan Kürt kültür kurumları artık eski canlılıklarını sürdüremezlerdi. Merkezî bürokrasi adım, adım yerleşerek otoritesini her köşeye yaymaya çalışıyordu. Kürdistan’ın eyalet statüsü gittikçe daraltılıyordu; 1860’larda da sona erdirildi ve Kürdistan coğrafi bir terim olarak kaldı. Belki de Mitanniler ve Hititlerden (M. Ö. 1600-1200) beri köklü bir geleneğe sahip olan Kürt beylik düzeni artık sona ermiş gibiydi. Geriye kalan beylik artıkları yaşam şanslarını modernleşmede arayacaklar, sömürgeci metropollere taşınarak varlıklarını Kürt işbirlikçileri olarak sürdürmeye çalışacaklardır. Bu konuda da hem Babanzadelerin hem de Bedirxanîlerin öyküleri hayli ilginçtir. Bir yandan fırsat bulduklarında el altından isyan kışkırtıcılığı yaptılar, diğer yandan hâkim ulus-devletlerin teşkilinde en etkili kadrolar olarak rol oynadılar. Gerek İmparatorluk gerekse Cumhuriyet kuruluşlarında bu yönde rol oynayan bu ailelere mensup çok sayıda kadro mevcuttur. Ayrıca ilkel Kürt milliyetçiliğinin de babası rolündedirler. En çarpıcı örnek Bedirhan Bey’in torunu Celadet Ali Bedirxan’ın hem ideolojik (gazete ve dergiler vb. ) hem de örgütsel (başta Xoybun örgütü) yönden ilk milliyetçi çabalara öncülük etmesidir. Ayrıca dedesinin kuramadığı diplomatik ilişkileri geliştirmekte de ustadır. Batı dil ve kültürlerine hâkimiyeti kayda değerdir.

Daha da ilginç olanı, kendisinden sonra gelecek olan tüm Kürt aristokrat çevre ve şahsiyetlerin model alacakları Kürtçülük politikasının temelini atmış olmasıdır. Kürtlük, Kürtçülük artık bu çevre ve şahsiyetlerin elinde kendilerini ve ailelerini yaşatma aracına dönüştürülmüştür. Bütün pazarlıklar kendi varlıklarını sürdürmeye dayalı olarak geliştirilmiştir. Bağımsızlıktan başlayan pazarlık şahıslarını affettirmeye kadar indirgenmiştir. Bedirxan Bey’le başlayan bu yol, Celadet Ali Bedirxan’la bir model veya yöntem haline getirilmiştir. Celadet Ali Bedirxan aynı pazarlığı Türkiye Cumhuriyeti üzerinden Mustafa Kemal’le de sürdürmeye çalışmıştır. Bu pazarlıkta Kürtlük, pazarlık koşulları gereği bazen çok pahalılaşmakta bazen de çok ucuzlamaktadır. Tarihsel, toplumsal ve programsal strateji ve taktiklerle yürütülen herhangi bir Kürtlük, Kürt toplumsal hareketliliği söz konusu değildir. Sınıfsallık ve ulusallık tam da bu noktada önem kazanmaktadır. Çağını doldurmuş sınıf karakterleri bu şahısları bu denli darlığa düşürür ve şahsi kaygılara iterken, gelişmemiş ulusal karakterleri kendilerini ilkel ideoloji ve örgütlenmelerin aynı sonuca yol açan hareketlenmelerine götürmektedir. ” (Abdullah ÖCALAN-Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü…) Şu noktayı önemle vurgulamakta yarar vardır. Beylik ve şeyhlik kurumu içinde dürüst, yurtsever ve davası uğruna yaşamını feda etmekten imtina etmeyen kişilikler vardı, vardır ve var olacaktır. Şeyh Said Pîran, Seyit Rıza, Alişêr, Eliyê Unis, Melle Abdurrahmanê Timoqî, devletle ilişkilenmemiş halkımızın ahlaki politik değerlerine bağlı her tarikattan şeyhler, Melleler ve beyler ile Zarife Hanım, Besê ve Bêrîtanlar ilk akla gelen saygıyla anılmaya değer kişiliklerdir. Bunlar PKK’nin sahip çıktığı direniş mirasının taşıyıcılarıdırlar. Ancak bu gerçeklik Kürtlerdeki gerçekleşme biçimiyle beylik ve şeylik kurumlarının karakteristik işbirlikçi/ihanetçi özünü ortadan kaldırmamaktadır.

 

Unutmak İhanettir

Kuşkusuz Kürtlere karşı insanlık tarihinde bir ilk niteliğinde olan Kültürel soykırım uygulamasını hala sürdürenler Türkmenlere, Çerkezlere, Rumlara, Ermenilere, Romanlara, Alevilere ve daha birçok topluluğa karşı da katliamlara varan uygulamalar geliştirdiler. Ortak yaşanmışlıkların yarattığı bugerçeklik ancak halklarımızın mücadele birliği için güçlü bir zemin olarak değerlendirilebilir, değerlendirilmelidir. Başka türlü değerlendirilmesi yanlış olur. Suçun genelleşmesi, suçun suç olma vasfını değiştirmez. Başka halklara karşı da aynı mihraklarca insanlık suçu işlenmiş olması, Kürtlere uygulanan kültürel soykırımın özgünlüğü ve katmerliliği gerçeğini ortadan kaldırmaz. En basit tanımıyla tarih bilinci unutmamaktır. Unutmamak her şeyden önce kendilikte, kendi kalmakta ısrardır. Dışarıdan dayatılan kültürel soykırımın tüm boyutlarına karşı direnmek, öze sahip çıkmaktır. Halklarımızın farklılıkları temelinde eşitlik, özgürlük ve demokratik gönüllü birliği mücadelesinin en güçlü dayanağı edinilen tarih bilinci ve mücadelenin somut ihtiyaçlarına yanıt verecek biçimde değerlendirilmesidir.

 

Kürdistan Özgürlük Mücadelesinin Kendine Özgü Diyalektiği Vardır

Bu tarihi arka planın Kürdistan Özgürlük mücadelesine yansıyışı kendine özgü diyalektiği olmuştur. Egemenlerinin tüm didişme, çekişme, iç çatışma ve ihanete varan karşıtlıkları nedeniyle bir türlü bir araya gelmedikleri halde merkezi otorite, beylik çıkarlarını tehdit ettiğinde sınırlarına birbiri peşi sıra isyana kalkışmışlardır. Bir beylik ya da şeyhlik isyan ettiğinde diğerleri dayanışma göstereceklerine çoğunlukla seyirci kalmışlardır. Ama sıra kendilerine geldiğinde de ayaklanmaktan geri kalmamışlardır. Bunda sömürgeci egemenlerin böl-parçala-yönet politikalarının önemli rolü olmuştur. Birlikte planlı, programlı bir kalkışma olması durumunda başarı şansı çok yüksek olacakken, bunun gerçekleşmemesi için emperyalist ve sömürgeci devletler işbirliği içinde hareket etmiş, Kürtlerin bir araya gelmesini önlemek için ellerinden geleni yapmışlardır. Buna karşılık Kürtler de kendi aralarında ortak hareket etme zemini yaratamamış, düşman oyunlarını boşa çıkaramamışlardır.

1806 Babanzade isyanından başlayarak Rewandûz, Bedirxan Bey, Yezdanşêr, Şeyh Ubeydullah, Şeyh Mahmud Berzenci, Şeyh Abdulselam Barzani, İsmail Simko Şikak, Koçgiri, Şeyh Said Piran (Palu-Genç-Hani), Agirî, Dersim, Mahabad, Barzani isyanlarının çok azı zamandaş gerçekleşirken, çoğunlukla farklı zamanlarda gerçekleşen belli başlı isyanlardır. Arada ismini anmadığımız daha onlarca isyan girişimi ve isyan vardır. Yani Kürdistan coğrafyası son iki yüz yıl boyunca mücadelesiz ve isyansız kalmadı. Emperyalizm ve sömürgeciliğin vahşi uygulamaları, iç ihanet ve çoğunlukla ikisi birlikte tüm bu isyanların kanla bastırılmasını sağladı. Ama iki yüz yıl boyunca yaşanan tüm yenilgilere karşın mücadelenin süreklileşmesi, Kürtlük ve Kürdistanilik bilincinin canlı kalmasına, giderek kendini küllerinden yaratan Anka kuşu misali uygun zemin ve fırsat bulduğunda yeniden ortaya çıkmasına, çeşitli biçimlerde kendisini ifadeye kavuşturmasına olanak sağladı. Özgün diyalektik de bunu ifade etmektedir. Bu diyalektiğin son halkası, en geniş kapsamlı ve en çağdaş(?) örneği PKK (Partiya Karkerên Kurdistan) hareketi olmaktadır. Bu nedenle de üzerinde daha fazla durmayı gerektirmektedir.

 

PKK’nin Ortaya Çıkış Koşulları

Tekil kişilik yapılanmadan en kapsamlı toplumsal organizasyonlara kadar zamandan-mekândan ya da içinde bulunulan dönemin koşullarından bağımsız bir oluş mümkün değildir. Her olay ve olgu içinde bulunduğu tarihsel, toplumsal ve hatta mekânsal koşullarca sınırlandırılır, belirlenir. Bu tarihsel diyalektik işleyiş, Kürdistan tarihindeki baş aşağı gidişi tersine çevirecek, Türkiye ve Ortadoğu tarihi üzerinde de önemli etkilerde bulunacak olan Kürt Özgürlük Hareketi için de geçerlidir. O nedenle bu hareketi doğru kavramak, ancak O’nun içinde şekillendiği 1970’ler dünyasını kavramaktan geçer. Ana hatlarıyla bu sürece göz gezdirmekte yarar vardır.

1970’ler dünyası, küresel düzeyde endüstriyel kapitalizmin finans kapitalizme dönüşmesinde önemli bir dönüm noktası olma anlamında atılım yaptığı bir dönemdir. Dünya çapında yaşanan bu gelişmeye kapitalizmin küresel düzeyde krizi de eşlik etmiştir. Yani kapitalizmin küresel kriziyle sömürü sisteminin, sermayenin niteliksel dönüşümü, yani elde edilen kar oranının birlikte sıçrama yapmasıyla zamandaş gelişmiştir. “Emperyalizmin Ortadoğu’daki jandarması” ve “en önemli müttefiklerinden biri(?!)” olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu krizi derinden yaşaması kaçınılmazdı. Bu krizin derin sancıları, yaşamın her alanında kendini gösteriyordu. Türkiye katı ulus devletle ulusal pazarına hâkim olma çabası içindeyken, küresel sermaye bu alanı da derinliğine sömürüye açma gayreti içindeydi. Bu ikilem dönemin hemen tüm iç ve dış mücadele ve gelişmelerine damgasını vuracak düzeydeydi.

1970’li yıllar Türkiye ve Kürdistan halkları içinse sömürünün dizginsiz yükselişi ve derinleşmesi, işsizlik, karaborsa, NATO Gladiosu ile işbirliği içinde Türk Gladiosu ve sivil faşist paramiliter güçlerle takviye edilmiş devlet terörü altında, tam bir kaosu ifade etmekteydi. Kürtler için inkâr ve imha siyaseti tüm şiddetiyle sürmekte, en ufak bir kıpırdanış bile kanlı bastırma harekâtlarına neden olabilmekteydi. Bu dönemde Kürt sorununun daha fazla dillendiriliyor oluşu ve giderek küçük bir grup olsa da Kürt Özgürlük hareketi şahsında örgütlü bir güç olma eğilimi içine girmesi katliamlarla bastırılmaya çalışılıyordu. 1977’de Haki Karer’in katledilmesi ardından giderek artan bir şekilde bu grubun taraftarlarının tutuklanmaları ve katledilmelerine toplu katliam girişimleri eşlik etti. Çorum, Gazi, Sivas, Malatya katliam girişimleri ile en son 1978 Aralık ayında Maraş katliamı, bu Hareketin gelişimine devletin yanıtı oluyordu.

Kürt Özgürlük Hareketi daha ideolojik bir grup olarak şekillenme aşamasındayken Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası, yani Türkiye ve Kürdistan Türk sol-sosyalist hareketi ve seksiyonları ile Kürtlük adına hareket ettiğini ileri süren sol grup, dernek ve dergi çevreleriyle adeta tıklım tıklım doldurulmuştu. Öyle ki, ‘70’li yılların ikinci yarısında Türkiye ve Kürdistan’da neredeyse 100’e yakın sol, sosyalist, yurtsever parti, örgüt, grup, dernek, dergi vb. çevre vardı. O nedenle sömürgeciliğe karşı ideolojik, politik ve örgütsel mücadele geliştirmenin yanı sıra Kürdistan’ı parsellemiş ve yeni çıkışlara olanak vermek istemeyen Türk ve Kürt sol parti, örgüt ve gruplarla da zorlu bir ideolojik mücadele geliştirmek gerekmekteydi. Hatta Türk Gladiosu elemanlarının gayretleriyle bazen fiili saldırılara da maruz kalan bu hareket kendisini korumak zorunda kalmaktaydı. Kısacası grubun işi hiç de kolay değildi.

İdeolojik grup aşamasından parti kuruluşu ve ilanına, oradan da bugüne kadar ki tüm süreçleri hazırlayarak adım, adım hayata geçiren Kürt Halk Önderi 1970-’80 dönemini şöyle değerlendiriyor:

“1970-‘80 dönemini yeniden değerlendirdiğimizde, Kürt sorununun ilk defa dergi, gazete ve dernek konusu olmaktan çıkarılıp sınıf karakterli modern öncü bir parti örgütlenmesine ve bu örgütlenmeyle iç içe gelişen eylemli yapıya kavuşturulduğunu rahatlıkla belirtebiliriz. Burada önemli olan, partinin güçlü örgüt ve eylem kapasitesi değildi. Çünkü bu nitelikte başka Kürt partileri de söz konusuydu. KDP ve TKSP türünden partiler çoktan vardı. Yenilik, örgütlenme ve eylemliliğin ilk defa iç içe gerçekleştirilmesinden ileri geliyordu. Kürdistan coğrafyası ve Kürt toplum gerçekliği açısından bu yeni bir isyan, hem de öncü partili, örgütlü bir isyan ve savaş anlamına geliyordu. Savaşın uzun vadeli, stratejik aşamalı karakteri en azından teoride kabul edilmişti. Dönemin hem uluslararası hem de ulusal gerçekliğine uygun başarılı stratejik ve taktik adımlar söz konusuydu. Fakat gerçeklik ve irade görünüşte kendini böyle yansıtsa da, büyük endişeler ve eksiklikler derinden hissediliyordu. ” (Abdullah ÖCALAN-Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü)

Duyulan büyük endişelerin kaynağı Kürtlerin özgürlük sorunu yaşayan bir halk oluşlardı değildi. Tersine Kürtlerin varlık, var olduğunu kanıtlama sorunu yaşayan bir halk olarak yaşama şansını, gücünü ve cesaretini gösterip gösteremeyeceğiydi. Başka sömürgelerde halkların varlıklarını kanıtlama gibi bir sorunları yoktu. Sömürgeciler onların varlıklarını inkâr etmiyor, başka bir etnik kimlik dayatmıyorlardı. Dolayısıyla temel sorunları özgürlüğü kazanma sorunuydu. Kürtlerin ise varlıkları, ulusal etnik kimlikleri, hak ve özgürlükleri inkâr ediliyor, onlara “Türk” kimliği dayatılmaktaydı. Kürt olarak ancak sürek avına maruz bir av olma dışında hiçbir şey olunamıyordu. Kürtlere “siz Türksünüz, Türk olarak her şey olabilirsiniz. Kürtlükte ısrar ederseniz sizi bekleyen tutuklama, işkence, zindan, darağacı, faili meçhule gidişten başta bir şey olmaz” acı gerçeği dayatılıyordu. O nedenle böylesi bir grupsal çıkışa -isteyen bunu çılgınlık olarak da okuyabilircesaret etmek, aslında ölümlerden ölüm beğenmeye cesaret etmek anlamına geliyordu. Yani Kürt olarak hiçbir şey olamayanlar, özgür Kürt olarak her şey olmak için bu adımı atmış oluyorlardı. Bu da kendinden büyük bir yükün altına girmek demekti. Belki de bu nedenle bunlara “yandım Allah çetesi, baldırı çıplaklar” vb. gibi adlar takılıyordu.

Birbiri peşi sıra gelen saldırılar, duyulan büyük endişelerin pek de yersiz olmadığını kanıtlar nitelikteydi. Faşist paramiliter güçler, işbirlikçi feodal kompradorlara bağlı eşkıya çeteleri, giderek devletin resmi kolluk kuvvetleri ve en son olarak 12 Eylül askeri faşist darbesi, korkuların yerinde olduğunu ve tedbirler alınması gerektiğinin kanıtı olmaktaydı. Darbeci generallerin başı olan Kenan Evren anılarında, “Helikopterle Siverek’in üzerinden geçerken darbe yapmaya karar verdim.

Çünkü bölücü teröristler buralara hâkim olmuştu…” anlamına gelen açıklamalar yapmıştı. Tek başına bu durum bile hareketi geliştirenlerdeki ciddiyet ve duyarlılığın düzeyini göstermesi bakımından ilginçtir.

İlk ideolojik grubun düşüncelerini Kürdistan’a taşırmak amacıyla resmi olarak ülkeye dönüş kararı almaları 1976’dadır. Zaten Kürdistan’dan okumak amacıyla Ankara’ya gelmiş olanlar tatillerde evlerine gittiklerinden belli bir zemin vardı. Ancak bu dönüşün tarihi anlamı vardı. Okuma yazma oranı son derece düşük olan Kürdistan’da devrimci düşünceler ancak aydın-öğrenci gençlik aracılığıyla yayılabilirdi. Bu nedenle de grup başta bu kesimi hedef kitle olarak belirledi. Devrimci düşünceleri almaya, kısmi de olsa anlamaya ve yaymaya en elverişli kesim buydu. Öyle de yapıldı. Kısa sürede maya tuttu. Anti-sömürgeci ulusal demokratik halk devrimi düşünce aydın-öğrenci gençlik arasında büyük taraftar buldu. Bu durum Antep, Dersim gibi alanlarda Türk Soluna mensup grupların Amed, Serhat gibi alanlarda ise reformist Kürt grupların tepkisini, giderek saldırılarını beraberinde getirdi.

Faşist bir askeri darbenin gerçekleşme olasılığının yüksek olduğu tespitini yapan hareket -neredeyse bütün sol sosyalist gazete, dergi ve gruplar benzer değerlendirmeler yapmaktaydılar-, buna karşı önlem alma çabalarına girmişti. İlk önlem de düzenli bir şekilde geri çekilme olmuştur.

Darbenin hemen ardından Amed Zindanlarında insanı insanlığından utandıran işkencelerin, itirafa zorlamaların hepsinin temelinde özürlükçü Kürtler ve öncülerini doğduklarına pişman ettirmek, devrimciliğe, Kürtlüğe bulaştıkları güne lanet okutmak ve giderek ihanet ettirerek hareketi tasfiye etmek vardı. Daha da önemlisi, bu grubun Dersim katliamından sonra Kuzey’de yaratılan ölüm sessizliğini dağıtarak halkta yarattığı büyük umut ve beklentileri kırmaktı. Son 200 yıllık tarihte yaşandığı gibi bu hareketin de yenildiğini, Kürtlüğün ölümcül bir vaka olduğunu göstererek Türklüğe biat etmelerini sağlamaktı. Buna karşı gelişen Diyarbakır büyük zindan direnişi bu büyük tasfiye planını boşa çıkararak halkta harekete ve kadrolarına karşı büyük bir güven yaratmıştır. Bu sonucu bugün Türk siyasetinden birçok çevre de itiraf etmektedir. Diyarbakır zindanında yapılanlar ve ona karşı direnişin bu hareketi daha da aktifleştirdiğinin itirafı birçok çevrenin orta görüşü olmaktadır.

1990’a gelindiğinde mücadelenin sadece bir avuç insanın değil bir halkın mücadelesi olduğu ortaya çıkmıştır. 1989’dan itibaren büyük halk serihildanları ortaya çıkmaya başlamıştır. Bununla birlikte yanında birileri olmadan evinden dışarı çıkamayan Kürt kadını mücadelenin tüm sahalarında ve serhildanların en ön saflarında yer alarak adeta bir kadın devrimine, sosyal devrime öncülük etmiştir. Tüm toplumun bu şekilde mücadeleyi sahiplenmesi aynı zamanda çözüm sürecinin de başlaması anlamına gelmektedir. O dönemin sloganıyla “Diriliş Tamamlandı, Sıra Kurtuluşta!” aşamasına gelişti.

1989 başlarından itibaren birçok Türk gazeteci Suriye ve Lübnan’a gitmiş, Öcalan’la röportajlar yapmışlardı. Öcalan’ın tüm bu röportajlarda verdiği mesajlar Kürt Sorununun demokratik siyasi yöntemlerle, diyalogla çözümüne ilişkindi. 1993’te bunun meyveleri ortaya çıktı. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın da istemleri sonucunda ateşkes ve demokratik çözüm arayışları dönemi başlamış oluyordu. 1993 ateşkesinin bozulmasının ardından, çeşitli nedenlerle ortaya çıkan kesintilerle 1995, 1998, 1999, 2006… birçok kez tek taraflı ateşkeslerle soruna çözüm aranmaktaydı. Tüm bu süreçleri büyük bir özveri, siyasi irade ve stratejik öngörü ile geliştiren Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan en son 2013 Newroz’unda Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı İnşa sürecini başlatmış bulunmaktadır. KCK’nin 23 Mart 2013’te ilan ettiği ateşkesle hala demokratik siyasi çözüme şans tanınmaktadır.

Konu başlığımız “Çağdaş Kürt Hareketleri…” idi.

Çağdaşlıktan kasıt kapitalist modernite çağında gelişen hareketlerle zamandaş olmaksa fazla diyecek bir şey yok. Ancak, bu çağın değerlerini paylaşmak, onları kabul ederek geliştirmekse, bence Kürt Özgürlük Hareketini bu kapsamda değerlendirmek yanlış ve haksızlık olur. Çünkü bu hareket kapitalist modernite karşıtlığı iddiasıyla ortaya çıkmış, tüm yetmezliklerine karşın, bu iddiasının gereklerini ciddiyetle yerine getirmeye çalışan bir hareket olduğunu pratiğiyle kanıtlamıştır. Toplumsallaşmaya beşiklik eden coğrafyayı demokratik moderniteye de beşiklik ettirme çabası içinde olan bir harekettir. Bu yönüyle de çağdaşlığı aşan bir hareket olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.