Düşünce ve Kuram Dergisi

Barış Süreçlerinde Müzakerelerin Rolü

Selma Irmak

Barışın sağlanması, ihtilaflı tarafların arasındaki husumete son verilmesi ve var olan anlaşmazlığa barışçıl bir çözüm bulunması için diplomatik yolların kullanılması anlamına gelir.

Özerk Barselona üniversitesi, barış kültürü okulu idarecisi akademisyen Viçine Fisas Armengol’un barış süreçleri ve silahsızlanma ile ilgili 30’un üzerinde araştırma ve inceleme çalışması vardır. Armengol bu çalışmalarında barış sürecini şöyle tanımlar; ‘bir barış süreci, hem şiddete son verebilecek bir anlaşma sağlamak, hem de üçüncü kişilerin ara buluculuğunu gerektirecek müzakereler aracılığıyla bunu yerine getirmek için gösterilen bir çabadır. Bu tanımlama ile Armengol “sürecin anlık bir zaman dilimi olmadığını” ortaya koymaktadır. Böylece de “diyalog ve mutabakat yoluyla fiziksel şiddete son verebilecek paktlar ya da anlaşmaların önü” nün açılacağına inancını dile getirmektedir. Devamla bu “anlaşmaların yerine getirilmesiyle aynı şekilde anlaşmazlığın ortaya çıkmasına neden olmuş yapısal şiddetin üstesinden gelmeyi sağlayacak yeni bir ilerleme ve gelişim evresini başlatmak” mümkün olacaktır demektedir. Armengol devamla “Bu şekilde, belirli bir zaman diliminde, şiddetin ve silahlı anlaşmazlıkların hüküm sürdüğü önceki duruma son verecek anlaşmalar yapmak için müşterek bir çaba içerisinde olan, zarar görmüş tüm aktörlerin dâhil olduğu zamana yayılmış bir evre ya da aşamalar dizisi olduğunun altını çizmek istiyorum”. Diyerek barış süreçlerine ilişkin görüşünü de formüle etmiş olmaktadır.

Bu tanımlamadan yola çıkarak bir ‘Barış Süreci’nin açık bir şekilde müzakere ve arabuluculuk evresini bünyesinde bulundurduğunu söyleyebiliriz. Yani savaşı sona erdiren bir anlaşma yapmak ya da pakt kurmaktan öte bir anlam taşır.

Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Sevr Anlaşması da kendi meşrebince bir barış anlaşmasıdır aslında. Akabinde yürütülen bir dizi konferans ve toplantıyı ihtiva eden Lozan sürecini Sevr’in müzakere edilmesi süreci olarak tanımlamak mümkün olabilir. Ne hazindir ki, 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyılın ilk yarısını kapsayan süreç, çok kanlı biten çatışma süreçlerinin, çok aktörlü ve çok taraflı olarak galipler ve mağluplar üzerinden, savaşın bitiminden hemen sonra yeni bir savaşın nüvelerini eken anlaşmalar düzleminde yapılan barış süreçlerini kapsar. Bunlara ne kadar barış denilebilinirse elbet! Zira her bir savaştan sonra yapılan barış anlaşmasından sonra yeni bir savaş patlak verir. Yapılan barış anlaşmaları, toplumsal barışı veyahut barışın inşasını hedeflemediği için, müzakereler barış masası değil, pazarlık masası olmuştur. Refah ve huzur değil daha çok acı ve yıkım yaratmıştır. Dünya tarihinin en büyük trajedilerini, milyonları bulan ölüm, korkunç sınırlara ulaşan açlık, göç ve yıkım sürecinin bu dönemde yaşandığını söylemek abartılı olmaz.

Sevr ve benzeri anlaşmalar böylesi anlaşmalardır.  20. Yüzyılın son çeyreğinde başlayan, 21. Yüzyılda hızlanarak devam eden, özellikle sol bloğun dağılması, Berlin duvarının yıkılması, Sovyet Rusya’nın çözülmesiyle başlayan süreçle birlikte savaşların, toplumsal yapı üzerinde yarattığı yıkım ve tahribatların özü değişmemekle birlikte, renginin, biçiminin ve yöntemlerin değiştiğini belirtmek gerekir.

Bununla birlikte çatışmaların önlenmesi, çatışmalı bölgelerde arabulucu rolü üstlenerek diyalog ve temasın kurulması, müzakere yöntemiyle sorunları halli yoluna gidilmesi, yani barış kültürünü oluşturma bağlamında giderek gelişen, sonuç alan ve bilimsel bir disiplin olmaya başlayan bir süreçten de söz edebiliriz. Bu konuda başarılı çalışmalar yürüten Vinçene Fisas; ‘Ne kadar zorlu ve kalıcı olsalar da mevcut anlaşmazlıkların pek çoğunun askeri yüzleşmeye karşın barışçıl yolla çözümü ile ilgili umudumuzu devam ettirmemizi sağlayan müzakere kültürünün hâkim olduğu bir çağdayız. Endonezya (AÇE), Kuzey İrlanda, Sudan’ın Güneyi, Nepal, Burundi ya da Lübnan gibi çok farklı kontekstlerde barış sağlanmasına olanak vermiş ve arkalarında onlarca, yüzlerce, hatta binlerce mağdur bırakarak onlarca yıl sürmüş anlaşmazlıklara son vermiş, beş yıllık (2005-2009) döneminde imzalanan 25 anlaşmada bu müzakere kültürü yansımaktadır’. Derken bu umut verici gelişmeye işaret edilmektedir. Girişte de belirttiğimiz gibi müzakere süreçleri, barış sürecini ören tuğlalar gibidir. Küçük parçalar halinde, teker, teker konulur tuğlalar. Her bir sıra duvar, diğer sıranın alt yapısıdır aynı zamanda. Sabır, bilgelik, diplomatik yetenek, esnek ve kıvrak bir zekâ ile birlikte yaratıcı, yapıcı manevra kabiliyeti gerektirir. Kırılgan olma özelliği yüksek olan barış süreçlerinin mukavemetini bahsettiğimiz planlı müzakere süreçleri güçlendir. Şöyle ki; bir tuğla kırılsa, bir sıra bozulsa, hatta örülen bir duvar yıkık olsa bile, baştan almak, yeniden yapılandırmak mümkündür. Müzakere süreçleri böyle bir esneklik, dolayısıyla direngenlik sağlarlar. Yeter ki vazgeçilmesin. Her ne olursa olsun devam etme kararlılığı sergilensin.

İRA sorununun çözümünde Tony Blair, yürüttükleri çözüm sürecini bir deneyim olarak aktarırken, barış sürecini bisiklet pedalını çevirmeye benzetir. ‘pedal çevirmeye devam etmelisiniz, durursanız bisiklet devrilir ve onu yeniden doğrultmak çok zordur’ der. Zaten kendi çözüm süreçlerinin sloganı da ‘asla vazgeçme!’ olarak belirlemişlerdir. Bu, aynı zamanda bir kararlılık ifadesidir.

Müzakerelerin diğer bir rolü de, taraflara asıl savaşın sebebini hatırlatmasıdır. Zira yıllarca birbirine karşı silah başta olmak üzere her türlü şiddeti uygulamış olan taraflar bir süre sonra asıl gündemden uzaklaşırlar. Savaşa konu olan mesele sadece bir gerekçe haline gelir. Tek realite savaşın kendisi olur. Bu arada tarafların birbirine uyguladığı şiddet ve savaşın yarattığı yıkım, ortaya çıkan savaş suçları, göç, yoksulluk, intikam ve karşının canını yakmak amacıyla gerçekleştirilen vahşet, savaşın sürüp gitmesi, giderek beslenip büyümesi ve savaşanlar dâhil tüm toplumu yutan bir canavara dönüşmesi kaçınılmaz bir hal alır. İnsanlık suçu kapsamına giren insan hakları ihlalleri, savaş kurallarını hiçe sayan uygulamalar ve bunlara karşın öç alma duygusu ve misilleme ile devam eden kısır döngü dünyayı cehenneme çevirir. Bu nedenle savaşın kazananı yoktur denilmektedir. Evet, savaşanın kazananı yoktur. Çünkü savaşta herkes kaybeder. Bir zafer kazanılsa bile, ne o zaferi kutlayacak kimse kalmıştır geride, ne de kutlama için yaşam sevinci ve takat kalmıştır. Savaşın insanı insanlıktan çıkarması, canavarlaşan gerçeğinin altında bu korkunç yıkım yatar. Müzakerelerin asıl rolü, savaşın geri dönülemez raddeye varmasını engellemektir.

Tam da bu nedenle, Mahatma Gandhi gibi insanlar, yeni bir çığır açacak şekilde, ‘göze göz, dünyayı kör eder’ diyerek insanlığı hak aramanın ve şiddete karşı koymanın başka yol, yöntemlerini aramaya yönlendirmişlerdir.

Müzakereler, savaş süreçlerinin zararından dönülen karı tarif eden yollardır demek yanlış olmaz. Çok basit bir diyalogla halledilebilecek sorunların savaş yöntemiyle devleştiği, çıkmaza girdiği durumlarda müzakerelerin en kestirme yol, çözücü anahtar rolünü oynadığını görmekteyiz. Karşılıklı oluşan önyargıların kırılması empati kurabilme yeteneğinin gün ışığına çıkması müzakere süreçleriyle başarılabilmiştir. Silah seslerinin sağır ettiği kulaklar müzakere süreçleriyle duyar hale gelebilmiştir. Öfhe ve nefret birikimleri karşılığın olmadığını görünce, yerini aklıselime bırakmaya başlar.

Elbette bu ifade ettiklerimiz bir anda olup bitmez.

Her şey bir süreç işidir ve yavaş, yavaş inşa olur. Savaş’la sıkılan yumruklar, barış sürecinde yürütülen müzakere ve diyaloglarla gevşer. Yumruklaşma, tokalaşmaya evirilir.

 

Müzakere süreçlerini koşullayan etkenlere bir göz atacak olursak;

Bir kere müzakerelerin başarılı olması için önemli ön koşul, tarafların askeri olarak kazanamayacağını, askeri olarak başarılı olunsa dâhi politik olarak birbirlerini tamamen yenemeyeceğini, bitiremeyeceğini anlamasıdır. Guatemala gibi iki yüz bin kişinin öldüğü ve 1982-83 yıllarında soykırımın işlendiği bir ülkede barışın sağlanabilmesinin müzakereler sayesinde olduğunu belirtmekte yarar vardır. Keza Kuzey İrlanda’daki sorunun kökeni 16. Yüzyıla dayanır. Yani İngilizler ve İskoç yerleşimcilerinin İrlanda Adası’na gelmesinden günümüze kadar sürer. Son 30 yılda ise toplumsal kutuplaşmanın bir bölünmenin en üst seviyeye geldiğini görmekteyiz. Nihayet İngiltere ve Katolik İrlandalılar sıkılı yumruklar ve karşıyı şeytanlaştırma politikası yerine, sorunu müzakere etmeye ikna olarak çözüme en yakın noktaya gelmişlerdir. İspanya ile Basklılar arasındaki sorun, Güney Afrika, Kolombiya, Nepal, Sudan, Ruanda gibi ülkeler müzakereler için örnek verilebilir. Yine 2003’teki Tusunami felaketiyle korkunç bir yıkım yaşayan Endonezya’da, savaşan taraflar bu doğal afetten sonra savaşmaktansa, müzakere yoluyla sorunu çözmeye çalışmıştır. Buna benzer daha pek çok örnek sıralayabiliriz. Bu deneyimlerden çıkarılan temel sonuç, etkileyen faktörler farklı olsa da sorunun çözüme kavuşturulmasının en sağlıklı ve kalıcı yolunun müzakere olduğu gerçeğinin görülmesidir.

 

Çatışma süreçlerini müzakereye evrilten etmenleri ise şöyle sıralamak mümkün;

1- Yenişememe Durumu; Tarafların askeri olarak birbirine güç getirebilmesi ama politik ve fiziki olarak birbirini bitirememesi durumudur. Bu durumda çatışma bir kısır döngüye girer, anlamsızlaşır ve kayıplar daha acı verici duruma gelir. Dolayısıyla kamuoyunun hem tepkisi artar hem de desteği azalır. Bu durumda müzakere kaçınılmaz olur.

2- İzole Olma Durumu; Savaşın yarattığı ortamda anti-demokratik uygulamalar, ağır insan hakları ihlalleri, savaş suçları artar. Devletler hem içeride hem de uluslar arası arenada zor duruma düşer çoğu zaman dış platformlarda protesto edilir, dışlanır, ihtar edilir. Dolayısıyla diplomatik açıdan prestij kaybına uğrar. Direniş güçleri de giderek marjinalleşir ve halk desteğini kaybeder. Artık müzakere zamanının geldiği anlaşılır.

3- Aşırı Kayıplar; Yüz binleri bulan sayıda kayıp, taraflara ağır bir sorumluluk yükler. Genç nüfusun yok olma tehlikesi baş gösteren savaşı başlatan nesil neredeyse bittiği için, ikinci, üçüncü kuşaklar savaşa devam eder. Sudan, Nepal, Filistin böylesi örneklerdir.

4- Doğal Afetler, Yoksulluk; Endonezya’da ki Tusunami’yi belirtmiştik. Deprem, kıtlık, savaşın en çok ekonomiyi etkilemesi nedeniyle yoksulluk, üretimsel yaşamın felç olması sonucu ölüm sınırına gelen açlık, kırım yaratan hastalıklı durum, müzakereyi ve çözüm arayışlarını silahsız yapmayı zorlayan bir diğer etkendir.

5- Bir Tarafın Galibiyeti; Sri Lanka örneğinde olduğu gibi, savaşan direnişçi tarafın topyekûn imhası, kadınlarla müzakereyi gündemleştirir. Guatemala’da direnen Maya halkının neredeyse neslinin tükenmesi (1982-83’te bir soykırım uygulanmış, öldürülenlerin yüzde 83 ünün mayalardan olduğu belirtilmiştir) bir başka örnektir. Nihayetinde Guatemala devletin Mayalarla müzakere sürecine oturmuştur.

6- Karizmatik Liderlik; Güney Afrika örneğinde gördüğümüz üzere hareketin lideri olan Nelson Mandela müzakere yöntemini esas alınmasında rol oynamıştır. Kuzey İrlanda da Gerry Adams belli boyutlarda bir liderlik rolü oynamıştır. Bugün Kürt sorununu müzakere yöntemiyle çözümünde Kürt özgürlük hareketi lideri Sayın Abdullah Öcalan’ın da belirleyici ve etkin bir rol oynadığını görmekteyiz.

Bir bölgedeki çözüm sürecine bazen bir, bazen birden çok etmen etki eder. Uluslararası güçler, konjonktürel durum, uluslararası dengeleri de bu etmenlere eklemek lazım. Her süreç gibi, müzakere süreçlerinin de bir iç dinamiği ve diyalektiği vardır. Tuğla örneğini hatırlayalım; her şey bir dizin halinde bir disiplin içindedir. Adımlar birbirini destekleyecek ve güçlendirecek biçimde atılır. Kurallı, mekanik bir sıralamadan söz etmiyoruz herhalde. Olgunlaşan şartlar zaten kendini sürece dayatır ve adımların atılmasını kaçınılmaz kılar. Öncelikle müzakerelere, taraflar olmadan başlamanın mümkün olmadığını belirtelim. Zaten müzakere sözlük anlamıyla da; karşılıklı konuşma, bir sorunu enine boyna tartışma anlamına gelir. O nedenle silahların öncelikle susup, siyasetin, diplomasinin konuşması gerekir.

Bu bağlamda müzakerelerin en önemli mekanizması diyalogdur diyebiliriz! Ancak önemle belirtelim ki müzakere süreçlerinde yatay diyalog esas alınmalıdır. Yani görüşmeler yaygınlaştırılmalı, halk bu sürece dâhil edilmelidir. Diplomatik çerçevede elit kesimler arasında gelişen diyalog bir müzakere masası oluşturmaz. Olsa, olsa dar çıkarlara hapis olan bir pazarlık oluşturur. Unutulmamalıdır ki, barış masasını, pazarlık masasından farklı kıran şey; barışın inşasıdır. Diğer türlüsü bir pakt, antlaşma ya da karşılıklı al gülüm-ver gülüm olur ki, bununda sözünü ettiğimiz toplumsal barışla, barışın inşasıyla hiçbir alakası yoktur. Müzakereler, ilkin aracıların aracılığıyla taraflar arasında ilk temas, mesaj iletimi, giderek sıklaşan ve yoğunlaşan gizli diyaloglar biçiminde başlar. Buna gizli müzakere demek mümkün. Dünyadaki pek çok örnekte bunu görmekteyiz. Zira Kürt sorununda 1993’te Cumhurbaşkanı Turgut Özal aracılığıyla devletin ilk defa PKK hareketiyle diyalog çabasını görürüz. Ardından Necmettin Erbakan, daha sonra kimi askeri yetkililer PKK lideri Sayın Öcalan’la sorunun çözümüne dair diyalog gelişiminde bulunurlar. Sayın Öcalan’ın da teyit ettiği üzere askeri yetkililerin 1997’de PKK’nin cezaevindeki temsilcileri aracılığıyla başlayan diyalog, daha sonra 1999’da aynı ekip tarafından İmralı cezaevinde 2005’e kadar devam eder. Uzun bir süre kesintiye uğrayan görüşmeler 2010’da Oslo görüşmeleri diye bildiğimiz süreç olarak devam eder. Bu sürece PKK’nin hem Kandil hem Avrupa örgütlerinin üst düzey yetkililerinin de sürece dâhil edildiğini görürüz. Gizli müzakereler, kamuoyuyla paylaşılmadığı için, bunlar çok güçlü olan görüşmeler değildir. Ancak sürecin olgunlaşması, belli bir çerçevenin çizilmesi ve taraflar arasında önemli konularda anlaşma sağlanmasında önemli rol oynar. Başka bir ifadeyle sürecin ana rahmidir denilebilir. Her şey bu dönemde şekillenir. Gizli görüşmelerde müzakere edinilen konularda mutabakat sağlandıktan sonra, açık müzakere sürecine geçilir. Kürt sorununda İmralı süreci açık müzakere sürecidir. Bu süreçte, diplomasi, yatay diyalog, kullanılan dil ve terminoloji üst seviyede önem kazanır. Süreç, yanlış atılan bir adım ya da üslup hatası yüzünden sabote edilmeye açık hale gelir. Geriye dönüş ihtimali artar. Bu süreç sırat köprüsünde yürümeye benzer. Her iki tarafın azami dikkatini gerektirir. Müzakerecilerin politika yeteneği, kararlılık ve samimiyetleri, cesaret ve iradeleri bu süreçte açığa çıkar. Kürt sorununda içinden geçtiğimiz günler, bu süreci ifade eder.

Müzakereler doğası gereği ilkin yürütme erkiyle yapılır. Sonrasında sürece yasama, yani parlamento dâhil olur. Buna yasal müzakere de demek mümkün. Bu süreçte, savaşa neden olan ve süreci tıkayan yasalar yerine kolaylaştırıcı yasal düzenlemelere ağırlık verilir. Yasal düzenlemelere ilişkin müzakereler, barış sağlanana kadar da devam eder.

Önemli bir diğer nokta da müzakerelerde üçüncü kişilerin yani arabulucuların rolüdür. Açık müzakereler başlatıldıktan sonra sürecin sağlıklı yürümesi, taahhütlerin yerine getirilmesi, kolaylaştırıcı önerilerin geliştirilmesi ve kimi kez tıkanma sürecinde tarafların tavizler vermesi, öz veride bulunulmasını sağlamak arabulucuların işlevidir. Barış anlaşması imzalanana kadar; silahların tesliminden, tazminatların ödenmesine kadar her konuda görev üstlenirler. Bunlar daha çok ulusal ve uluslararası güçlerden, BM, BM güvenlik konseyi, barış inisiyatifleri ve bağımsız ülke ve kuruluşlardan oluşurlar.

 

Müzakere süreçlerinin başarılı olması ve sonuç alması için;

Devletin kurumları barış konusunda tek bir yapı halinde hareket etmelidir. Devletin bir kanadı müzakere masasında otururken, bir diğer kanadı savaşı kışkırtırsa sonuç alınamaz. Özellikle ordu yani askeri güçler ya barışa ikna edilmeli ya da güç dengesini etkilemeyecek seviyeye getirerek kontrol edilmelidir.

Türkiye’de yıllarca barışın gerekliliğini dillendiren cılız sesler çıksa da devletin bütünlüklü yapısı savaşın devamında ısrarcı davranmıştır. Geçmişte cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ani ölümü hala savaşta ısrar edenleri şüpheli sıfatıyla sis perdesi altında tutmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın ‘gerekirse baldıran zehir’i içerim’ söylemi barış karşıtlarından gelebilecek riske işarettir.

Taahhütlere uyulmalı, taraflar ödün vermeyi bilmelidir. Müzakere süreçlerinde söylemde ve talepte ısrar olmaz. Gerektiğinde taviz vermeyi, güven verici adımlar atmayı göze almak gerekir. ‘olmazsa olmaz’ gibi sabit söylem ve duruşlar müzakerelerin ruhuna terstir. Mutabakata varma, orta yolda buluşma hedeftir. Bütün Kürt tarafının da, devletin de böyle bir tutumu esas aldığını görmekteyiz.

Müzakerelerin başarısı için iktidar kurumları içinde bütünlük olmalı. Hükümetler barış sürecini bir devlet projesi olarak ele almak, tüm kurumlarını başta yürütme erki olmak üzere, yasama, yargı organlarını, ordu ve kolluk kuvvetlerini bir ahenk ve bütünlük içinde çalıştırmak, barışın hizmetine sokmak durumundadır.

Devletin politikası, farklı partilerin hükümet olmasıyla değişmemelidir. Devlet geleneğinin ve stratejik politikalarının devamlılığı esastır. Bu durum en çok barış süreçleri için geçerlidir. Pek çok örnek bize göstermiştir ki iktidar değişimiyle, strateji de değişirse çok daha kanlı bir süreç başlar.

Sorunu ancak iç aktörler çözebilir. Uluslararası aktörlerin süreci domino etmesine izin verilmemelidir. Pek çok yerde çatışmalar zaten uluslararası çıkarlar ve dengeler nedeniyle çıkmıştır. Ülke içindeki çelişkiler bu güçlerce çatışmaya dönüşmüştür. Yine uluslararası politikalar reelpolitik olarak ele alındığından çoğu zaman hak mücadelesi veren ve mağdur olan direnişçiler değil, devlet güçleri desteklenmiş hatta istihbarat ve lojistik destek sunularak ortak olunmuştur. Guatemala’daki katliamdan çok sonra, 1999 yılında ABD başkanı Bill Clinton devlet güçlerini desteklemenin hatalı olduğunu söylemiş ve bundan dolayı özür dilemiştir. Sri Lanka’da da Tamil gerillalarına uygulanan soykırımdan sonra Türkiye Cumhurbaşkanı dâhil, pek çok ülke devlet güçlerini tebrik etmiştir.

Müzakerenin başarısı için asıl olan hükümetin barışa demokratik bir yolla ulaşmak isteyip istemediğidir. Çoğu zaman hükümetler, direnişçilerle masaya otururken bir yandan katliam hesapları yapılmış, direnişçilerin gücünü ölçmeye çalışmışlardır. Böylesi durumlar oyalama, kandırma ve ani baskınla gafil avlama projelerini ifade eder. Bu ikiyüzlü tutum çok tehlikeli ve kesinlikle sonucunda daha büyük felaketleri getiren tutumlarıdır. O nedenle barışa samimiyetle ikna olduktan sonra masaya oturmak daha hayırlıdır. Masaya oturduktan sonra verilen sözler yerine getirilmelidir.

İki tarafın da masaya otururken barışın hangi faydaları sağlayacağını bilmesi müzakerelerin sonuç alıcı ve başarılı olmasını sağlar.

İki tarafın da sürece yaklaşımını denetlemek için bağımsız, barış sürecini izleyen bir gözlem sistemi kurulmalıdır.

Müzakerelerin istendiği gibi gitmesi durumunda her zaman bir (B) planı olmalıdır. Karşılıklı olarak adım atılması gereken yerde bir tıkanma yaşanmışsa, farklı bir yöntem izleme ya da başka bir konudan giriş yapma bir tedbirdir. Örneğin kullanılan enstrümanların işlevsiz olması halinde başka bir enstrümanın devreye girmesi, her aşama için negatif durumlara alternatif hazırlama (B) planları çerçevesinde ele alınması gereken sürecin devamı için elzem durumlardır.

İki taraf da müzakereleri sıfır toplamlı bir oyun değil, bir süreç olarak görmelidir.

Belirtmeden geçmeyelim, sürecin bel kemiği, müzakere edilen konulara ilişkin hazırlanan bir yol haritası oluşturulur. Yol haritası olmadan bir barış sürecine giriş olmaz. Dünya örneklerinde de görüldüğü gibi, Kürt sorunu gibi ağır ve karmaşık bir sorun çözülürken, bir yol haritasının olmaması düşünülemez. Sayın Öcalan’ın da 2011’de hazırladığı ve devlet yetkililerine sunduğu yol haritası da sürecin ana krokisi gibidir. Çözüm ve çözümsüzlük ayrıntılandırılmış ve sonuç itibariyle formüle edilmiştir. Barışın yol haritasında bu güne kadar denenen ancak çözüm olmayan çözüm yöntemlerinden ve müzakerelere dayalı çözüm perspektifinden söz edilir;

1-         Geleneksel İmhacı ve İnkârcı Çözüm Planı: Daha çok devletin esas aldığı, temeli askeri şiddete ve güvenlik politikalarına dayanan asimile etme, baskı uygulama, sindirme, göçertme ve ekonomik şiddetle desteklenen çözüm planıdır. Neredeyse yüz yıldır denenen ve geldiğimiz aşamada iflas eden bir yöntemdir.

2-         Federalist Milliyetçi Çözüm Planı: Kürtlerin bölücülük ve ayrılıkçılıkla suçlanmasına neden olan ‘90’lı’ yıllara kadar PKK’nin de ayrı bir devlet kurma tezi üzerinden geliştirdiği ulus-devlet temelli bir yöntemdir. Silahlı mücadele bu çözüm planının ana eksenini oluşturur. 21. Yüzyıl gibi sınırların anlamını yitirdiği, silahın meşru savunma kapsamında bir anlamının olduğu bir dönemde ayrı sınır, ayrı devlet yerine, demokratik birliktelik, konfederal bir yapı, kâğıt üzerinde kalan, geçirgen hudutlar seçeneği bu çözüm biçimini de geçersiz kılmıştır.

3-         Demokratik Çözüm Planı: Sayın Öcalan’ın 1993’te Lübnan’ın Bar Elias kasabasında ilan ettiği ilk ateş kesten bu güne kadar neredeyse iğneyle kuyu kazarak geliştirmeye çalıştığı çözüm yöntemidir. Zaman içinde olgunlaşan bu yöntem İmralı süreciyle belirgin bir şekil kazanmıştır. Demokratik siyasetin esas alındığı yöntemin temeli müzakerelere, diyalog sürecine, karşılıklı oluşturulan barış masaları yöntemine dayanır. Bu yöntemle çözülmeyecek hiçbir sorunun olmayacağına inanan Sayın Öcalan, zamanla buna hem Türk devletini ve KCK yapısını, hem Kürt ve Türk kamuoyunu hem de dengede kalan konjonktürel güçleri ikna etmeyi başarır.

Şimdi yaşadığımız süreç, barışın inşa edilmesi sürecidir. Diyalog yöntemi barışı inşa edecektir. Tarih bunun başarılmış örnekleriyle doludur. Elbette barışın oturtulması kolay değildir, kuşaklar alacaktır. Binalar, köprüler, yollar hızla inşa edilebilir. Ancak bazı şeylerin kafalarda ve kalplerde tamiri çok uzun zaman alır. Şimdi bize düşen, hakikate ulaşmak için kalbimizle dünü bugüne bağlayan yolları bulmaktır. Biliyoruz ki, ‘tarih, duymasını bilenler için gerçeğin şaşmaz pusulasıdır’.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.