Düşünce ve Kuram Dergisi

Çağ ve Coğrafya Kısıtlarında Çağdaş Kürt İsyanları

Aydın Söğüt

‘Ortadoğu genelinde olduğu gibi, Kürt olgusundaki gelişmeler batı kapitalist hegemonik güçlerin bölgeye sızmasıyla iç dinamik kaynaklı olmaktan çıkmıştır. 19. Yüzyılın başlarında hazırlanan bu süreç, uluslaşmaya ait gelişmeleri çarpık kılmıştır. Genel olarak Osmanlı imparatorluğundaki uluslaşmalar da hegemonik güçlerin destek veya kösteklemeleriyle biçimlendirilmeye çalışılmıştır. Belirleyici kıstas sistemin çıkarlarıdır. Çıkarlar gereği ulus oluşturulur veya bastırılır, hatta yok olmasına yol açılır’
(Abdullah Öcalan)

Napolyon Fransa’sıyla başlayan ama Kıta Avrupa’sında tamamlanmış hegemonya savaşları, Fransızların İngilizlere yenilmesiyle birlikte Britanya imparatorluğu kapitalist modernitenin öncülüğünü devraldı. Bundan sonra İngilizlerin ve kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya yayılma ve yerleşme çabaları Kürtler açısından çok acı sonuçlara yol açmıştır. Çünkü kapitalist modernitenin saldırıları karşısında Kürtlerin payına uluslaşmalarının kösteklenmesi, bastırılması ve hatta hegemonik çıkarlar gereği yok olma yolculuğuna çıkarılması düşmüştür. 20. yüzyılın son yarısında varlık-yokluk sınırlarında-belirsizliğinde seyreden Kürt halkı, 21. Yüzyıla doğru son isyanını yaşarken, sadece var olduğunu kanıtlama ve kabul ettirme uğruna büyük bedeller ödemek zorunda kalmıştır.

Kronolojik olarak Balkan ve Arap halklarının ulusal oluşum savaşlarından da öncesine tarihlenebilen çağdaş Kürt isyanlarının, netice itibariyle Kürdistan topraklarının parçalanmasına ve sonradan da bir bölgesel ya da dünya politikası olarak varlığının inkârı noktasına varılması, ‘başarısızlığın nedenleri’ adı altında çokça tartışılmıştır. Ama halen de tartışmaya muhtaçtır. Son hızıyla esen halkların baharı rüzgârının mevcut dengeleri alt üst etmeye başladığı ve Kürtlerin önünde konjonktürel olarak farklı alternatif olanaklarının açıldığı bugünkü koşullarda bu tartışma ihtiyacı özellikle daha elzemdir.

Kapitalist modernite ve onun ideolojik kuvveti liberalizmin, kendisine en muhalif ideoloji ve hareketleri de kendi mecrasına akıtabilme kapasitesi ve yeteneği, tarihsel olarak sabittir. Günümüzde görünürde halkların gerici sistemlere karşı kalkışması olan ama daha başından itibaren “Arap sonbaharı” haline dönüşen gelişmeler üzerinden yapılan hesaplar veya Kürtlerin önünde konjonktürel olarak açılan (açıldığı sanılan) ulus-devletleşme yolları, kapitalist hegemon iktidarlarca kolaylıkla hizmete koşulabilecek olgulardır. Bu yeni bir şey de olmayacaktır. Son iki yüz yıldır gelişim böyle cereyan etmiştir. ‘Ortadoğu kültürü son iki yüz yılda nasıl fethedildiğini halen kavramış olmaktan uzaktır. Bunu en açık Saddam Hüseyin trajedisinden çıkarsayabiliriz. Gerek yeniden İslamcılık adına, gerek laik-milliyetçilik adına son iki yüz yılda verilen sözde ‘bağımsızlık’ savaşları, özünde kapitalist hegemonyayı geliştirme savaşlarıydı. Bu yöntemler (İslamcılık, milliyetçilik) oryantalist ideolojinin birer versiyonları olarak geliştirildi. Kendi kendilerini kapitalizm adına işgal etmelerinin temelinde kullanıldı. Hegenomik sistem birkaç öncü savaş dışında, aslında sistemin hegemonik yayılışını bu ideolojik ve politik (iktidar) aygıtlarıyla bizzat Ortadoğu kültürünün elit tabakalarında gerçekleştirdi, geliştirdi. Bu husus çok önemlidir. Gereği gibi anlaşılmadan Ortadoğu’nun bugünkü halini çözümlemek ve çözmek mümkün değildir’ (Abdullah Öcalan) Bu gerçeklik, Kürt isyanlarını değerlendirirken gösterilen ezberci-küçümseyici yaklaşımların da birer yanılgı olduğunu ispatladı. Tüm yetersizliklerine rağmen isyanlar hiç de öyle sanıldığı gibi siyasi öngörüden, güç odakları arasındaki çatışmaların yarattığı boşluklarda hareket etmekten, içte birlik yaratma çabasından veya askeri taktik ve stratejileri yaratıcı kullanmaktan yoksun ve uzak değillerdi. Birazdan değineceğimiz gibi, asla (İngiltere şahsında somutlaşan) hegemonya kışkırtmalarından, bölgesel iktidarların güç oyunu hamlelerinden ve iç ihanetten de azade değillerdi. Ama hakkını vermek gerekir ki, her isyan aynı zamanda bir konjonktür değerlendirmesinden, bir siyasal fırsat penceresinden başlatılmıştır. Bunu 19. Yüzyıl isyanlarının hemen tamamı için söyleyebiliriz.

Yüzeysel bir bakışla ele alacak olsak bile, 19. Yüzyıl isyanlarının başlangıç, zaman ve koşullarının oldukça öngörülü tercihlere uygun konjonktürlerde belirlendiğini görürüz. Osmanlı ile Bağdat paşası ve yine İran şahı ile Kirmenşah valisi çatışma halindeyken Süleymaniye merkezli Babanzadeler 1800’lerin başında isyan başlatıp Bağdat paşasını devirirler ve kendi krallıklarını ilan ederler. 1830’larda bu kez Osmanlının Mısır valisi ile başı beladadır. Revanduz’ lular Mir Muhammed önderliğinde zaman yitirmeksizin isyan ederler. Ve yıllar boyunca büyük bir coğrafyada hâkimiyet kurarlar. 1840’larda İngiliz etkisine giren Süryanilere karşı, Osmanlı sarayı Botan beyliğini olabildiğine kayırmış ve güçlendirmiştir. İngiliz baskısıyla Osmanlı müdahaleye kalkışınca Bedirxan Bey (zaten fiilen doğu Kürdistan’a kadar otoritesini kurmuş olduğundan) krallığını ilan eder. Bedirxan’ a ihanet edip mirasına konan Yezdanşêr ise, gerek vaat edilen statülerin gerçekleşmemesi sebebiyle, gerekse patlak veren OsmanlıRus (kırım) savaşının verdiği boşluğun fırsatından istifade istemiyle hâkimiyetini ilan eder ve o zamana kadar en geniş Kürt coğrafyasında (Sivas’tan Musul’a kadar) kontrolünü sağlar. Devam eden Osmanlı-Rus savaşları Kürdistan coğrafyasını tahribatlara açık bırakmakta, halkta büyük tepkilere neden olmakta; ama eski mirliklerin büyük oranda dağıtılmış olması sebebiyle de otorite boşlukları doğurmaktadır. Beyliklerin trajik sonları dini önderliklere alanı açar ve bunu değerlendiren Nehri Şeyhleri, Übeydullah önderliğinde 1880’lerde Şemzinan’ da o zamana kadar ki en geniş temsili Kürt ulusal kongresini toplar. (Konya ovasından Güney ve doğuya kadar değişik dini ve aşiretsel liderlikler katılır) tartışmalarda dini eğilim ağır basar ve Osmanlının’ da zımni onayıyla İran’a karşı isyan başlatılır. İran’ın içlerine kadar girilir. Yine 20. Yüzyılın başlarında bunun bir devamı olarak, ittihat-terakkicilerle anlaşmalı olarak (elbette Alman politikası gereği) ve İran’ın büyük kısmını alır. Cumhuriyet döneminde aynısı Doğuda Sımko, Güneyde de Berzan’ a ve Barzani isyanıyla tekrarlanır. (Ki, bunlar birer seferlik değil, hepsinin 56 sefer isyan süreci vardır. Bu isyanlar zaman, zaman Türkiye’yle beraber İngilizlere veya İran’a karşı, zaman, zaman da tersi biçimde seyir eder).

Ama konuya girişte Öcalan’ın vecizesiyle ifade ettiğimiz gibi, artık Ortadoğu’da hiçbir gelişme tamamen iç dinamiklerden kaynaklı ve iç dinamiklere bağlı olarak sonuca gitmemektedir. Uygunmuş gibi görünen konjonktür, aslında Ortadoğu’yu kendi eliyle kapitalist hegenomya için işgal etme zeminiydi. Mir Muhammed’in tesliminde İngilizler bizzat rol oynamış, Bedirxan Beye karşı Asurîlerin yanı sıra diğer Kürt aşiretlerini de ‘ikna’ etmiş; Yezdan şer’in tesliminde müdahil olmuş, Übeydullah’ın tutuklanması için Osmanlı üzerinde baskı kurmuş, yine 1918’den 1970’lere kadar savaş uçaklarıyla defalarca Kürt şehri, kasaba ve köylerini bombalamıştır. İran şahlığı Abdulrahman paşaya arkadan saldırmış, Mir Muhammed’e karşı savaşmış, 19. Yüzyılda Ruslarla, 20.       Yüzyılda da İngilizlerle beraber her Kürt oluşumuna karşı cephe almıştır. Rusya’nın da konumu (çoğunluklada İran üzerinden) böyledir. Sovyetler bile aynı mirası devralmıştır. Uygun görünen siyasi zemin, aslında çok kaygandır ve aynı zamanda tüm etkin güçleri anti-Kürt Saiklerde buluşturabilmektedir. Lozan’ dan Sadabad, Bağdat ve CENTO paktlarına kadar, tüm uluslararası diplomasi ve antlaşmaların (her zaman merkezinde olmasa da mutlaka bir yerinde) Kürt inkârı, anti-Kürtlük vardır. 2000’lerden sonra, son Kürt isyanına karşı bir etnik düşmanlık beslenmektedir. Ama sözünü ettiğimiz anti-Kürt statükoyu salt bölge devletlerinin etnik düşmanlığıyla izah etmek yetersiz kalır; hegemonya çıkarlarını ve yaşanan çağ ve coğrafya unsurlarını görmezden gelmeye yol açar.

 

Zaman ve Mekân

Elverişli koşullarda insanlığın toplumsallaşma tarihinde neolitik kültürün devrimine, büyük zihinsel (mitolojik-dini) çıkışlara ve kent devrimine yol açan Kürdistan coğrafyası; getirdiği sınırlamalarıyla da üzerinde yaşayan halkaları ve özelde de Kürtleri; tarihin kritik aşamalarında marjinal ve çoğu zaman da sonraki merkezi/evrensel formasyonların dışında bırakmıştır. Bunda herhangi bir tarihsel-toplumsal şekillenmeyi bizzat yaratmış toplulukların, sonraki değişik formasyonları benimsemesinde muhafazakâr ve tutuk kalmasının da rolü var elbette. Zamanın oluşturucu ve dönüştürücü gerçekliğinin gerisinde seyir etmek, coğrafyasının her yerini paradigmanın veya merkezi sistem iktidarının askeri, siyasi, kültürel yayılma kuşağını teşkil etmesiyle de birleşince, çare, dağların doruklarına kaçmakta aranmıştır. Son iki yüz yıldır durmaksızın isyan halinde olmasına rağmen bugüne kadar varlık yokluk sınırında çırpınması bu gerçekliğin bir bedelidir adeta.

Toplumsal formasyonlar zaman ve mekân kısıtlarına derinden bağlı olgulardır. Çağ ve coğrafya olarak da adlandırabileceğimiz bu sınırlamalar toplumların siyasal, sosyal, ekonomik, askeri, kültürel vs şekillenişlerinin iç ve dış tüm dinamiklerini çerçevelendirirler. Bu, çağ ve coğrafyanın kendi başına metafizik belirleyenler oldukları anlamına gelmez. Toplumsal güçlerin hakikat arayış ve kuruluşları, çıkar çatışmaları, iradi duruşları, politik tarihleri, yani kısacası oluşum, yaratım, çatışma ve ilişki eksenli diyalektik gelişim; herhangi bir coğrafyada ve herhangi bir tarih kesitinde belirli paradigmalar, güç dengeleri/dengesizlikleri ve maddi-manevi formasyonlar oluşturur. Her hangi bir gücün herhangi bir hareketi tüm bu denge veya dengesizlikleri gözetme zorunluluğu vardır. Zira herhangi bir hareketlenme bunların tamamını şu veya bu şekilde etkilemektedir. Merkezi güçler bu gerçekliğin farkında olarak tüm politikalarında evrensellik iddiası taşırlar ve her şeyde de bu politikalarının belirleyiciliğini sağlamaya çalışırlar. Herhangi bir yerdeki herhangi bir kıpırdama (gerek kendi tarihleriyle olsun, gerekse kendileriyle karşıt) mutlaka onları ilgilendirmektedir. Ve onlarca yönlendirilmeye çalışılacaktır. Bu, tüm dinamizmin onlar tarafından belirlendiği anlamına gelmez. Aksine, sözünü ettiğimiz karşılıklılık ve çapraşık diyalektik ilişkiler nedeniyle, kıyıda-köşede kalmış görünen herhangi bir en küçük bir hareketi (girdisi) kurulu denge sisteminde daha büyük gedikler, çalkantılar veya dönüşümlere yol açabilir. Şartlar oluştuğunda bu bazen özde yetkin olmasalar da uygun konumdakilere yolu açar. Ama ilkesel olarak bu ancak mucize düzeyinde iç dinamiklerle, yani büyük zihinsel çıkış/kopuşlarla mümkündür ve ender olsa da tarihte bunun örnekleri vardır. Aslında büyük tarihsel olgular, bu örneklerin tetikleyiciliğinin sonucudur. ‘Normal’ koşullarda ise maalesef çoğunlukla yön tayin edici olan, merkezi güçler ve çıkarlarının ifadesi olan ‘evrensel’ politikalardır.

Çağ ve coğrafya dediğimiz gerçek de, bu karmaşık dinamiklerden oluşur; ama aynı zamanda bu dinamiklerin çerçevesini de oluşturur. En büyük güçler dahi bu çerçevelerde hareket etmek mecburiyetindedir. Çıkar ve istemler bu kıstaslar altında çok değişken davranışlara, paradokslara da sebebiyet verir. 19. Yüzyılda Kürdistan coğrafyasındaki temel aktörler (Osmanlı-İran dışında) İngiltere ve Rusya’dır. 20. Yüzyıla doğru buna Avusturya, Almanya, kısmen Fransa ve sonrasında da ABD ve bölgede oluşan ulus devletler eklenir.

İngilizler şahsındaki kapitalist modernite yayılmacılığı, haclı seferlerindeki kaba, ilkel yayılmacılığın çok ötesinde, maddi-manevi hegemonyacı karakteriyle, ulaştığı her yerde adeta toplumların kimyasını değiştirmiş, dokusunu bozmuştur. Kıstas sadece ve sadece çıkarlar olduğu için, izlenen politikalarda da herhangi bir ilkesel bütünlük, tutarlılık veya biçim kaygısı da yoktur. Ortadoğu ya yerleşmenin amacı, önceleri Hindistan’a ve Hint okyanusu üzerindeki sömürgelere ulaşımın yollarını tutmaktır. Bu da Akdeniz kıyıları ve Süveyş kanalı demektir. İngiltere buraları alarak Osmanlıyı sıkıştırır. Osmanlının buna karşı direncini kırabilmek için de Arapları, Mısırı, Kürtleri, Asurîleri, Ermenileri, dayanak yapmaktan, alttan alta isyana çekmekten geri durmaz. Bu şekilde Osmanlının elini kolunu bağlı tutar. Ama aynı zamanda Osmanlının tamamen dağılmasına da göz yummaz, kendine mahkûm halde yaşatır. Çünkü boğazları stratejik hedeflerinin başına koymuş Rusya’nın, dağılacak Osmanlı topraklarına konacağı, hem Karadeniz’den boğazlar yoluyla, hem de Kürdistan’dan kara yoluyla Akdeniz’e ulaşacağını görmektedir. Bu nedenle İngilizler, isyanlarla başı sıkıştığı an Osmanlının yardımına koşmaktan imtina etmez. Petrolün ‘keşfi’ ile beraber Ortadoğu coğrafyası artık bir geçiş üssü değil, sömürü merkezi olarak önem kazanır. Bu da İngilizler eliyle yeni oluşumlar statüko’lar oluşturmayı gerektirir ki, bu statüko hem çok güçlü olmayacak, hem de dağılacak kadar zayıf bırakılmayacaktır. Bu şartlarda da Kürtler için fırsat addedilen evreler aslında, büyük oyundaki hamal sopası rolünün servis edilmesidir.

İç iktidarın dış yayılmacılıkla sübvanse edilmesi gerçekliği Rus Romanovları için de geçerlidir. Çünkü uçsuz bucaksız kuzey toprakları hem ekonomik hem de insan kaynağı olarak yetersiz ve kısırdır. (19. Yüzyılda henüz doğal gaz gibi ‘mucizelerin’ bilinmediğini hatırlayalım!) Diğer yandan Ruslar, Kafhas Müslümanları eliyle de kendisine yönelen Osmanlı tehdidini yok etmek ve tersine ilerleyerek Anadolu üzerinden hem boğazlara hem de Akdeniz’e ulaşmak istemektedir. Bunun için balkan Slavlarını harekete geçirmekte, desteklemekte ve Osmanlıyı kuzeyden ve batıdan sıkıştırmaktadır. İçeride de, baş göstermekte olan tüm Kürt isyanlarına veya Ermeni hareketlerine müdahil durumdadır. Zira bu coğrafyaya kendisi de yayılmış, yerleşmiştir. İngiltere’yle burun buruna gelmiştir. Kürt isyanlarının Osmanlıyı dövmesi, kendisi için bir nimettir. Ama yalnızca dövmekle kalması şartıyla! Çünkü İran kendi etkisindedir ve Osmanlı Kürtlerinin otorite sağlaması Doğu Kürtlerini doğrudan etkilemekte, isyanlar doğuya da kaymaktadır. Çokça meydana gelen Kürt-Ermeni ortaklaşmaları, kendisinin egemenliğindeki toprakları da tehdit etmektedir. Bu nedenle öz coğrafyasında güçlenen ve İran Kürtlerini de kapsamına alacak bir Kürt devletleşmesi Rusya için müttefik değil, kaostur. Bu sebeple Rusya’nın Kürt isyanlarındaki rolü, işine geldiğinde kışkırtma, silahlandırma ve destekleme. Ama iş ciddileştiğinde ise Ermenilerle aralarını açma ve bastırma harekâtlarına canla-başla katılmadır.

Bu paradoksal durum, biçimsiz ve belirsiz görünmekle beraber aslında basittir de. Türklerin çokça ifadelendirildiği gibi, eğer rakibini tasfiye edip yerine tam yerleşebilme olanağı yoksa en azından onu ‘hasta adam’ statüsünde tutmadır. Bunu Mısır valisinin İstanbul’u alma seferinde görmemiz olanaklıdır. Mehmet Ali Paşa’nın İstanbul’u alma ve hanedanlığı devirme şansı çok yüksektir. Osmanlıyı Güneyden kıstırmış İngiltere ile kuzeyden sarmış Rusya, buna sessiz kalamaz ve padişahın tahtını korurlar. Zira Mısır paşası daha dinamik bir orduya, askeri modernizasyona ve güçlenme eğilimine sahiptir. Yeni bir dinamik güç, birbirlerine rakip olmalarına rağmen İngiltere ve Rusya’yı sözleşip ‘hasta adam’ı sedyesinde muhafaza etmeye götürmüştür. Yüzyılın sonlarına doğru ise, Japonlara yenilmenin de yükünü taşıyamayan Rusya, yelkenleri suya indirip İngiliz kaptanının dümeni çevirdiği gemiye bindirmiştir. Velhasıl, bu büyük oyunda Kürtler ne kadar güçlü direnirlerse dirensinler, kendilerine bir ‘kader’ biçilmişti zaten.

Osmanlı ve İran’ın durumu zaten malum Kürdistan coğrafyasını egemenliklerinde tutan ‘yerli’ güçler de oyunun kasırga etkisi yaratan rüzgârında dağılmaktan kurtulamadı. Hasta adam Batıda ve Kuzeyde sürekli yenilmekte ve geri çekilmektedir. Bir de Afrika ve Arap coğrafyasından kovulmuştur. Yapacağı tek iş, devlet hazinesini dolduran Anadolu ve Mezopotamya vergileriyle köylüleri beslemektir. Bu da, kıtlık, baskı, ölüm, zulüm ve Kürt mirliklerinin eski imtiyazlarının gaspı demektir. İran’daki merkezileşme çabası da aynı sonuçları verecektir. Ölmekten başka yol bırakmayan her canlının yapacağı gibi, toplumlarda (özelde Kürtler) isyan edecektir. 20. Yüzyıl başlarında karşıt kutuplardan, oyuna Fransa ve daha aktif olarak Almanya’nın da katılması ‘bitkisel hayattaki’ dengelerde kökten bir sarsılmaya yol açar. Sonrası ise yakın tarihe giriyor ve şu an bu tarihin sonuçlarının belki de son anlarını yaşıyoruz.

Çizdiğimiz bu çağ ve coğrafya çerçevesi ne kadar direnirse dirensin, iç dinamiklerin bir şey yapamayacağı anlamına gelmez. Yukarıda da bahsini ettiğimiz gibi, iki şekilde de bunun yolu açık (şans veya güçlü zihinsel kopuş) sonuçta bu çerçeveler de dinamiklerce şekillendirilir. Bu durumda da iç dinamiklerin yeni Kürt toplumunun ideolojik, siyasal, ekonomik yapısı ile önderlik ve sınıfsal mevzilenişlerinin neler ve nasıl olduğu önem kazanıyor.

 

İç Dinamikler

Osmanlının Anadolu topraklarında tutunmasından önce ve sonrasında da Kürdistan coğrafyası kendi renginde ve resmi özerk statülerde bölgesel mirliklerce yönetilmiştir. Yapı, devletçi uygarlık karşıtı demokratik komünal toplumun devamı niteliğinde geleneksel öz yönetim toplulukları, aşiret ve kabile birlikleri ve muhalif dinsel cemaatlerden oluşmaktadır. Osmanlı devletine bağlaşıklık ise, gerektiğinde asker gönderme ve belli miktarlarda vergi ödeme şeklindedir. İç politik mücadeleden kaynaklı zaman, zaman mirlikleri saraydan atamanın (yine hanedan ailesinden olsa da) yapıldığı, bunun çatışmalara neden olduğu; Sivas, Diyarbakır, Musul, Bağdat gibi valiliklere ait tasarrufların sıkıntılara yol açtığı olmuştur. Tersinden, yerel-feodal otoritelerin fazla inisiyatife sahip olması nedeniyle asker ve vergi toplamada, asayiş ve adaleti sağlamada keyfi, kayırmacı ve ayırımcı uygulamaların halkta patlamalara yol açtığı da olmuştur. Ama 19. Yüzyıla doğru yaşanan durum çok daha farklıdır. Her taraftan sıkıştırılan Osmanlı, elinde kalan toprak parçasını da yitirmemek için yerel beyliklerin otoritesini baypas etmek için valilikler eliyle yönetimi merkezileştirmek ve daha fazla asker ve vergi toplamak için baskıyı artırmaktadır. Bu durum, yıllarca süre gelmiş ilişkileri iki yönlü bozar: ağır vergi ve askerlik yükü halkta boğuntuya yol açmaktadır. İktidarın, baskının hiçbir dini, etnik gerekçesi olamaz. Ama yüzyıllarca kendisinden olanlarca yönetilmeye alışmış Kürt halkı, birden merkezden atanmış yabancı yöneticilerle, kendisinin geleneklerinden habersiz bürokratların ve diğer devlet otoritesiyle yüz yüze kalmaktadır. Söz konusu yabancı otoriteler halkın köklü olan geleneklerine saygı göstermesini de bilmemektedir. 19. yüzyıldakilerin günlük pratik detaylarını bilmesek de, 20. yüzyıldaki isyan denilen neredeyse tüm kargaşalarda halkın namusuna ve malına el atılmasıyla ortaya çıkan adli vakalar ateşleyici olmuştur. Neticede, her ne kadar otoritelerini kaybetmek istemeyen Kürt egemen sınıfların İngiliz veya diğer dış faktörlerce teşvik edilmesiyle patlamışlarsa, isyanlar halkın da isyanlarıdır, Kürt, Asurî, Ermeni farkı olmaksızın yakılan ateşin herkesi sarması ve katılım düzeyi bunun göstergesidir.

Fakat isyanların en geleneksel otoritelerin önderliğinde seyretmesi en zayıf noktalarını teşkil etmektedir. Gerek isyanların perspektif kaybında ve gerekse başarısızlıklarında bu yapı dış dinamiklerden çok daha sorumludur. Kürdistan tarihinde direniş kadar ihanet çizgisinin de varlığından bahsediyoruz. Ama bu yapıda ihanetin yeri her zaman vardır ve meşhur ‘cesur yürek’ filmindeki derebeyinin hastalıklı babasının dediği gibi ‘herkes ihanet eder!’ Çünkü ihanet egemenlerin kanında vardır. Zira bir isyan başlatmak isteyen beylikler, öncelikle kendi beyliği içinde olmak üzere rakip odaklar nezdinde otoritesini tesis etmek ister. Geleneksel hanedanlıkta ülke toprakları (aşiret, beylik, bölge toprakları) aile mülkiyetidir ve kardeşler arasında paylaştırılmıştır. Otorite sağlamak isteyenlerin, öncelikle kardeşlik hukukunu bozarak kardeşlerini tasfiye edip mülklerine hâkim olur. Sonra diğer etnisitelerebeyliklere egemen olmak için saldırır. Bu şekilde dostluk hukuku da bozulmuş olur. Ve bu aşamaların her biri çok kanlı geçer. Bu otorite boğazlaşmasında egemen devletlere sığınmak, onlardan güç almak, onların imha seferlerine vurucu güç olarak katılmak gibi ‘politikalarla’ ihanet son derece ‘normalleşir’. Bu noktadan sonra herhangi bir isyanda taraf değiştiren herhangi bir aşirete veya kişiye ‘ihanetçi’ demek belki bir öfhenin dışa vurumu, belki belagat, belki de edebiyat olarak bir şey ifade edebilir. Bu yorumla da ihaneti temize çıkarmak gibi bir meramımız yok elbette. Anlaşılması gereken şu ki, ihanet olarak tarif ettiğimiz gerçeklik Kürt egemen sınıflarında ‘politika’ olarak izlenmektedir ve günümüzde bile bu sınıfsal yapıların karakteri tümden değişmiş değildir. Bu zemin üzerinde aşiretler, kardeşler, yeğenler kolaylıkla taraf değiştirebilmekte, en kritik noktalarda arkadan vurabilmekte veya en ‘masumundan’ yarı yolda bırakabilmektedir. Gerek Behdinan gerekse Soran isyanları sürerken Botan beyliği, en azından ‘tarafsız’ tutulmuş, bu arada da kendi etrafındaki küçük otoritelere karşı Osmanlının yanında yer almayı tercih etmiştir. Hakkâri emirliği ile beraber Asurîlere, Yezidilere, karşı amansızca kullanılmış, İngiliz ve Osmanlı arasındaki satrançta hamle aracı olmuştur. Bedirxan’ ın yeğeni Yezdanşêr’in yaptığını hatırlatmaya bile gerek yok. Beyliklerin bu boğazlaşma sonucu dağılmasından sonra aşiret aristokrasisi bu sefer Hamidiye alaylarında toplanarak Ermenilere, Ruslara ve gerektiğinde de isyan eden, boyun eğmeyen diğer aşiretlere karşı kullanılmaya devam etmiştir. Aşiretlerin veya beyliklerin silahlı güçleri zaten doğal toplum öz savunma gücü olma karakterini çoktan kaybetmiştir. Bunlar dejenerasyona uğramış paralı ordular olmuştur adeta. Bu nedenledir ki, askeri güçler günü gelince kardeşlerine karşı egemen güçlerin saflarında savaşmakta; yine başka bir gün geldiğinde de isyancı olabilmektedir. Kaldı ki aşiretlerin askeri güç tutabilmesi ancak egemen devletlerin fetih seferlerine katılım şartı ve ihtiyacını karşılayabileceği ölçüdedir. Dolayısıyla, halk için ne kadar haklı nedenleri, halkçı karakterleri ve halkın katılımı olsa da, isyanlar halk isyanı olarak sürmemiş ve sonuçlanmamıştır.

Mirlikler dağıtıldıktan sonra hanedan aileleri genelde İstanbul’a alınmıştır. 20. Yüzyıldaki ulusal nüveli kalkışmaların çoğu bu nedenle İstanbul’daki Kürt aristokrat-aydın çevresi kaynaklıdır. Kültürel, edebiyat ve basın alanında önemli katkıları olan bu çevrelerin, karakterinden dolayı yine siyasi-ulusal irade olamadıklarını biliyoruz. Teorik anlamda bile beraber çalışamama illeti geleneksel yapılarında ve teorik iddialarından ötürüdür. Dağıtılmış olmalarına rağmen halen Bedirxan ve Nehri ailelerinin mirasçıları arasında ‘Kürdistan’ krallığı kavgası vardır. Birçok diplomatik girişimde bu kavga bir handikap halinde yaşanmaktadır. İsyana başvurmuş olmalarına rağmen bu ailelerin çocukları devletin çok önemli mevkilerinde görev yapmaya devam etmektedir. Bu durum doğal olarak halktan kopukluğa ve yanı sıra halkta da bir güvensizliğe neden olmaktadır. Serihıldan’ların ulusal nitelik kazanamamasının belki de en temel nedeni budur. Bir bölge, aşiret ya da aile isyan ederken, karşıt olmasalar bile diğerleri en azından kıllarını kıpırdatmamaktadır. İsyanların müzmin bir şekilde yerel kalması, devlet politikalarından çok, Kürt egemen sınıflarının bu yapısından dolayıdır.

Bu halde bile devletlerin özel politikalarını göz ardı etmemek lazım. İngilizlerin Kürdistan da ki birliğe karşı Asurîleri öne sürmeleri, Osmanlının’ da buna karşı Kürtleri harekete geçirmesi hem Kürtlerin hem de Asurîlerin iradesini kırmıştır. Aynı durum Rusya ile Osmanlı arasında Kürtlerle Ermenileri karşılıklı kırdırtma politikalarında da geçerlidir. Yenilen isyancı çocuklarını başkentlere getirip önemli mevkiler vererek aileleri birbirine karşı kullanma ve halkta bu ‘önder’ ailelere karşı güvensizlik geliştirme açısından başarılı olmuştur. Devlet için bunun riskleri’ de vardır tabi. İstanbul’da aşırı güçlenen Bedirxan ailesinin, bir ara İstanbul valisine suikast düzenleyip sarayda darbe yapma girişimleri bile olmuştur. Yine şeyh Übeydullah’ın oğlu 2. Meşrutiyet sonrasında meclis başkanı olmuştur. Oyuna Almanya’nın sürpriz dâhili ve ittihatçıların ‘Türkçülük’ macerası eklenmese, tarihin seyri farklı olabilecekti. Hamidiye alaylarıyla paramiliter güçleri arttırılan bazı aşiretler ve Kürt komutanlar (Xalid Bey gibi) sonradan aynı güçlerle devlete karşı da savaşabilmiştir. Yani devletler olabildiğine riskli politikalar izlemiş, ama sonuçta yine kendileri kazançlı çıkmıştır.

Özel politikalara değinirken, Dersimin özgün durumuna vurgu yapmadan geçmek olmaz. Bugün Kürt özgürlük hareketine karşı, tarihte benzerine ulaşılmamış Kürt ulusallaşmasına ve kimlikleşmesine karşı Dersimcilik, Alevicilik, Zazacılık üçgeninde adeta bir kontr-kimlikleşmenin dayatıldığını görüyoruz. Kimlikleşme elbette öz irade ve onur kazanma demektir. Ama bahsi geçen dayatmanın özellikle ulusal Kürt kimliğine karşıt bir konumlama içermesi ve gerisinde yatan nedenler bunun bir kontr-kimlikleşmeye çeviriyor. Bu konuyu ele alırken sanki bu dayatma cumhuriyet dönemine özgüymüş gibi bir yanılsamayı da yaşadığımız oluyor. Gerçekte Dersimin özgün-özerk ve yalnızlaşma/yalnızlaştırma konumu yüzyıllardır süregelmektedir. Bugün buna ‘Zazacılık’ desek yanılırız, çünkü Dersim yüzyıllarca Kürt kimliğini alenen yaşamış, yaşatmış ve kıskançça savunmuştur. Seyitlerin evlerinde her zaman Kürdistan renk ve sembollerini taşıyan bayraklar dalgalanmıştır. Bugün bu, ‘Alevicilik’ adına yansısa da yanıltıcıdır. Zira Tebriz den başlayıp Anadolu’nun içlerine kadar gardını alıp gelmiş alevi Safevilerin şahı İsmail’ in birliklerini durduran da yine Dersimdir. Dersim asla otoritesine, özerkliğine, bağımsızlığına müdahale edilmesine izin vermemiştir. Ama bunun kendi kendini soyutlayan ve yalnızlaştıran sonuçlarını da büyük bir soykırım trajedisi olarak yaşamıştır.

Osmanlı literatürüne, ‘Dersime sefer olur, zafer asla!’ gibi bir söz yerleşmiştir. En son 1800’lü yılların ortalarına Doğru Osmanlılar Rusya’yla kırımda savaşa tutuşurken, Osmanlı orduları Dersimi dayanak ve geri cephe yapmak için birkaç sefer düzenlemiş, ama hepsinde de perişan halde geri çekilmek zorunda kalmıştır. Katliamlardan kaçan Ermeniler için de çokça sığınak olmuştur. Ama dediğimiz gibi bu mağrur, bağımsız, özerk başı dik duruşuyla Dersim, aynı zamanda kendisini Kürdistan’ın genelinden de soyutlamıştır. Yüzyıl boyunca gelişen isyanlar, adeta kendilerini hiç ilgilendirmemiştir; müdahil olmamışlardır. Devlet Kürdistan’ın asi coğrafyasında kademeli olarak hâkimiyet sağlarken, sıranın kendisine doğru geldiğini fark edememiştir. Koçgiri isyanındaki duruşu en çarpıcı olanıdır. Mebusların Ankara merkezli olarak belirlenmesine ikisi de karşı çıkmış, ama bu sebeple Koçgiri de isyan patlak verince bir kenara çekilmiştir. Bir kenara çekilmekle de kalmamış, isyanda binlerce çocuk, kadın ve yaşlıyı tehlikeli bölgelerden çıkarıp Dersim dağlarına emanet etmek isteyen Haydar beye Dersim aşiretleri sınıra silahlı güçler sevk ederek karşı koymuştur. Bu arada oluşmakta olan yeni rejimin paşa ve bürokratlarıyla da Dersimin kimi yerel otoritelerinin arası fena değildir. Bu kısmi ‘barış’ ortamında sürekli olarak yollar, köprüler, kışlalar inşa edilmektedir. Paşalar, valiler, kaymakamlar her gün yerel otoritelerini sofralarına çağırmakta; kendilerinin de M. Kemalin de Alevi olduğunu, Cumhuriyetin Alevi Cumhuriyeti olacağını yemin-billâh telkin etmektedirler. Yaşadığı kırım ve katliamların öfhesi ve dehşetiyle, bugün Dersim’i naif bir duygusallıkla adeta bu hatalarından ve gafletinden muaf tutma eğilimindeyiz. Ama böyle bir gerçeklikte var. Bugün böylesi bir ayrıksı duruş körüklenmekte, ulusal Kürt uyanışının göbeğinde bir gedik olarak oyulmaya çalışılmaktadır. Bu ayrıksılığın yüzyıllarca bağımsız duruşa rağmen sonuçta yalnızlaşmaya ve katliamlarla yüz yüze kaldığında da imdadına yetişecek kimseyi bulamamaya götürdüğünü hep hatırda tutmakta fayda var. Devlet geleneği için Dersim, ulaşılamayan ve ilk fırsatta imha edilmesi gereken bir çıbandır. Devlet hafızası güçlüdür ve kayıt altına alınmamış hiçbir hesap, kapatılmadan silinmez. 1920’lere doğru Dersim aslında ‘tarafsızlığını’ da bir ölçüde bozmuştur. Bozguna uğrayan Osmanlı kalıntıları, ittihatçılar ve Kemalistler soluğu Dersimde almış, bizzat sağır İsmet Desimlilerden Rusları Erzincan’dan çıkarmalarını rica etmiştir. Bu ricanın arkasından Dersimli’ ler Rusları ve Ermenileri Erzincan’dan atmıştır. Bunun üzerine kara Kazım, sultanlık adına general unvanını üniforması ve madalyasıyla birlikte bizzat Seyit Rızaya giydirmiştir. Böylesine güçlü olduğu dönemlerde Dersim, bir ulusal politika tespit etmeyerek marjinal kalmayı tercih etmiş; rejim için başa çıkan kalmadığında da sıra kendisine gelmiştir. Bugün yeni ulusal stratejik süreçte (paradigmamızın etnik, dini, mezhepsel, kültürel çoğunluğuna; demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçülüğüne rağmen) Dersim’ li ZazacılıkAlevicilik adına dışta tutma, hatta tekçi Cumhuriyet kalıntılarının mevzisi haline getirme politikalarının, aslında yeni bir şey olmadığını ve nelere yol açtığını da bu vesileyle hatırlatmakta yarar var.

 

Değerlendirilmemiş Çözüm Olanakları

Bazı doğrular herhangi bir gerçeğin (hakikatin) bir kısmını ifade edebilir. Bu doğruları ifade etmekte bir beis yok. Ama çok yönlü olan söz konusu gerçekliği ifade etmek için bu doğrular yeterli gelmeyebilir. Kürt isyanlarını değerlendirirken de çoğu zaman bu kısmi doğrular ezberini tekrar etmekten kurtulamıyoruz. İsyanlar esnasında, aldıkları diyalog çağrısıyla çatışmasız-siyasal özüm için görüşmeye giden kişi veya heyetlerin komplolara maruz kaldığı ve bu şekilde katledildiği, tutuklandığı veya tasfiye edildiği de, bu doğruezberlerden olabilir. Seyit Rızalardan Şerefhendiye kadar böyle örnekler sıralamak mümkün. Osmanlı padişahları da, Safevi şahları da bu anlamda entrikacılıklarıyla meşhurdur. ‘Osmanlı’da oyun çok’ sözü hiç de boşuna değildir. Demek ki bu yargımızın temel bir nedeni, bir nesnel zemini var. Ama yine de durumu izah etmek için yeterli değildir. Zira üzerinde durduğumuz veya kendisinden yola çıktığımız tüm örneklerde, diyalog çağrısına cevaben heyetlerin gidişi, isyanların gelişim ve zirve noktalarından ziyade kırılma ve yenilgi anlamındadır. İsyan ateşinin tüm görkemiyle yandığı esnada, zaten egemen devletin elçilere zeval vermesi politika olarak da anlamsız kaçacaktır. Çünkü zeval, ancak isyanı dağıtma anlarında getirilir. Cumhuriyet rejimi, aylarca esir tuttuğu Xalit bey ve Seyit Abdulkadiri ancak Şeyh Said’in teslim alındığı haberi geldiği gün infaz etmiştir. 12 Eylül rejimi, 15 Ağustos atılımı ile beraber idam uygulamalarını askıya almıştır. Taban ve taraftar dinamiği aktif olduğu müddetçe, İngilizler Berzenciyi defalarca serbest bırakmak zorunda kalmıştır. ‘Oyun’ elbette olacaktır. Sonuçta siyasetten, savaştan, iktidar mücadelesinden söz ediyoruz. Egemenlerin görüşme gelenekleri komployla veya yargı yoluyla tasfiye etmesi salt entrikacılıkla açıklanacak bir şey değil. İsyanların artık dağıtılmış olmalarına bağlı bir olgudur. Konunun başında açıkladığımız zaman-mekân gerçekliğine rağmen, isyanlar sürecinde ak-kara ikilemi, yani ya isyan ya da inkâr ikilemi yoktur. Bu durum daha sonra Lozan sonrasına mahsustur. Güçlü bir öz duruş ve öz güvenle sorun zemininin çatışma dışı yöntemlerle veya gerçekten politik manevralarla çözümlenmesi mümkündür ve ‘büyük oyun’da kurban olmanın önü belki de bu şekilde alınabilir. Nitekim isyanlar başladığında veya büyüdüğünde ilk olarak diyalog çağrısında bulunan taraf, genelde egemen devlet olmuştur. Revanduz isyanı yayıldığında İstanbul sarayı Mir Muhammed’e defalarca görüşme ve anlaşma çağrısında bulunmuş; Mir buna burun kıvırmasına rağmen Osmanlı sarayı kendisine gıyabında ‘Miri Miran’ unvanını verip otoritesini tanıdığını ilan etmiştir. (‘Osmanlı zorlandığı için bunu yaptı; Mir güvenmemekte haklıydı’ demenin siyasal bir karşılığı pek olamaz). Bu çağrı ve girişimler(evet, belki biraz daha azına tamah etmek şartıyla) büyük trajedilere yol açmayacak çözümler için bir fırsattır. Fakat Kürt egemen sınıfları güçlü göründükleri anda (İngiliz kışkırtmalarının da eşiğinde) görüşme ve anlaşmaya tenezzül etmemiştir. Osmanlı büyük güçlerle üzerine gelip dağıttığındaysa, gündemde olan artık ‘görüşme’ değil, ‘teslim almadır’. İstanbul’da bir süre tutulup ‘serbest’ bırakılan Mir, ülkeye dönerken Sivas’ta komployla katledilir.

Osmanlı başkentinin işgal altında olduğu, Ankara’daki meclisin Ege’de Yunanlılarla savaş verdiği koşullarda patlak veren Koçgiri isyanında da aynı durumla karşılaşıyoruz. Meclis, Koçgiri ve Dersimi de Kürdistan’dan saymaktadır ve Kürdistan adına mebuslarının merkezi kararla belirlenmesine bu iki bölge itiraz eder. Koçgiri’ nin itirazı eyleme de geçer ve kısmen isyana dönüşür. Ankara Meclisi, kararla komisyon kurup, kendileriyle görüşmeye gönderir. Kendi mebuslarını kendilerinin önerebileceği, Alişan ve Haydar beylere istenilen her çeşit mevkiinin verilebileceği taahhüdüne, Koçgiri’nin cevabı reddir. Sonrasında Meclis Ege savaşından bir ordusunu çağırıp isyanı bastırır. Ama Ege’de savaş devam ettiğinden ve ordun un’da oraya gönderilmesi gerektiğinden, kısmen ‘yumuşak’ bir tonda neticelendirilmiştir. Meclis toplanarak yerel mahkemelerin tüm ceza, müsadere ve idam kararlarını (şahsi ilişkileri sayesinde Dersime sığınabilmiş Alişer ve Nuri Dersimi dışında) kaldırtır, tutsakları serbest bırakır.

Yerel önderliklerce başlatılan, Xoybun’un müdahil olmasıyla İhsan Nuri’nin komutasına verilerek, son derece bilinçli, örgütlü, disiplinli bir harekâta vardırılan Ağrı isyanında da yine uzlaşı çağrılarının yeterince ciddiye alınmamasının sonuçları ağır olmuştur. Meclis özel oturum yaparak ‘uzlaştırma komisyonu’ kurmuş ve Kürt ağırlıklı mebuslarla oluşturulan bir heyeti görüşmelere göndermiştir. Gerçekleşen görüşmede önerilen çözümlerin yeterli-yetersiz tartışmasını, makalenin kapsamı gereği tartışma dışı tutuyoruz. Sonuçta en güçlü oldukları anda Kürtler çatışmasız çözüm olanağını değerlendirmemiştir.

Tabi bu redçiliğin birçok nedeni sıralanabilir. İlk egemen devletlere karşı güvensizliktir. Ama daha önemli olanı iç güvensizliktir. Aşiret reisleri veya dini önderliklerle temsil edilen heyetlerde önerilen çözümlerin aşiretleri birbirine karşı kayırma ve birbirine düşürme olasılığı neticede bir siyasal iradesizlik olarak yansımaktadır. Xoybun’un kısmen daha ulusal-modern temsiliyetine rağmen Ağrı isyanı görüşmelerinde bu kadar katı-retçi kalmasının altında yine ‘saha’ da etkin olan geleneksel aşiretçi güçlerin oluşu yatar. İç gerçekliğin böyle olması, kapitalist hegemonya güçleri ve bölgesel statüko devletlerini aklamaz. Burada sözünü ettiğimiz, ortaya çıkan çatışma dışı olanakların değerlendirilmemiş oluşudur. Geleneksel iktidarcılık biraz güçlendiğinde sorunu düşünecek basiretten yoksundur. Gözleri kararır adeta. Türkiye için arkasında duracak sanan Sımko’ nun İran’dan gelen teklifleri peşinen ret etmesi de bundandır.

Yanı sıra, daha demokratik, özgürlükçü, laik kaygılarla ret edilen çözüm önerileri de vardır. Humeyni iktidarından sonra İran, direnen Kürt örgütlerine, İran’ın genelindeki şeriat rejimini benimsetmek koşuluyla Kürdistan’a özerklik statüsünü teklif eder. Kürtler, iç tartışma neticesinde teklifi ret eder ve direnişi sürdürür. Güçleri kırıldıktan sonra Avrupa’da görüşme maceraları ise, bildiğimiz trajedilerle son bulur. Bugün gerek Kürt cephesinde, gerek Türkiye sosyalist hareketi veya genel kamuoyu nezdinde ve dünya genelinde, Kürt özgürlük hareketinin böylesine güçlü olduğu, bölgesel konjonktürün elverişli olduğu ve silahlı çatışmayla Türkiye’de her türden krizi derinleştirerek devleti en çok zorlayacağı bir aşamada, kısmen çıtayı aşağıda tutan demokratik-siyasal çözüme neden başvurduğu sorusu çokça sorularak cevaplar tartışılmaktadır. Sebebi ise işte bu tarihsel arka plandır. Kürt hareketi görüşme ve anlaşmaya ancak en güçlü olduğu konjonktürde başvurarak ezberleri bozmaktadır. En güçsüz olduğu kırılma anında görüşmek egemenlere teslimiyet olarak algılanacak ve öyle muamele görecektir. Devlet açısından da 2000’lerde bu şansın değerlendirilmemesi yine böylesi bir ezberden kaynaklıdır. Ve her şeyden önemlisi, tabanı, ideolojisi, etkinliği itibariyle bu hareket geçmiştekilerden çok farklıdır. Büyük bir sosyal devrimi yaşayan ve gerçekleştiren bir dinamik tabana sahiptir. Önderliği en alttaki halk tabakalarına mensuptur. Görüşmelerde aile-aşiret çıkarlarıyla ‘kandırılacak’ kimse yoktur. Bu nedenle de görüşmeler ulusal bütünlüğü ve önderlik etkinliğini parçalamaktan çok, daha da güçlendirmektedir. Bunu hepimiz yaşayarak görüyoruz. İlkesel olarak meşru savunma zorunluluğu dışında, bu hareket zaten şiddeti benimsemeyeceğini ilan etmiştir. Ama ilkeselliğin ötesinde, siyasal öngörü gereği olarak da önüne çıkan fırsatı en iyi şekilde değerlendirmekten kaçınmamaktadır.

Biraz daha çarpıcı olması açısından, Filistin tarihinden bir örnekle sonlandırmak istiyoruz. Bugün Filistinliler için bunca bedelden sonra adeta bir zafer ve bir ütopya olarak ifade edilen ‘iki devletli çözüm’, aslında daha 1930’ların sonunda milletler cemiyeti düzeyinde Filistinlilere önerilmiş ama Filistinlilerce kabul edilmemiş olan bir çözümdür. 70 yıl önce ellerinin tersiyle ittikleri bir çözüm olanağı, bugün Filistinliler için ‘zafer’ sayılacaktır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.