Düşünce ve Kuram Dergisi

Bir Doğuşun Öyküsü

Mahmut Yamalak

W. Benjamin, “akıntının yönünde yüzme”yi pekiştiren egemenlerin karakteristik bakış açısının ezilenler hesabına Marksistlerin devralacağını söyler. Bu ağır suçlama Marksizm’e mal olmuş Lineer (çizgisel) tarih anlayışına dönük en kapsamlı eleştiri olsa gerek. Marksizm’in tarihe bakışı bir dizi problemi barındırdığından, burada üzerinde durmayacağız. Hegel ile pozitivist kampın tarihe bakış açılarında bir farka dikkati çekmek gerekir. Pozitivizm, tarihin detaylarından (cüruflardan) arındırılarak, genel yasalarla açıklanması gerektiğini ileri sürer. “bilimsel dünyanın”, “mantıksal analizlerle” tarihi açıklaması gerekir. Dolayısıyla “detaylarla uğraşmamalıyız” der. Pozitivizm, tarihi açıklamak için bize gereken sadece birkaç açık ve sade bir yasa olduğunu ileri sürer.

Buna karşın Hegel, tam aksine detaylarda yoğunlaşılması gerektiğini savunur. Hegel’de detaylar, tarihin özünü veren şeylerdir. Hegel, bu detayları izleyerek evrensel tarihe ulaşılabileceğinde ısrar eder. Marks’ın bu iki düşünce odağının ortasında bir yerlerde durduğu anlaşılıyor. Bilinç-bilinçlilik, özne-nesne, görüntü-öz gibi tarihsel kategorileri incelerken Marks, tarihi ikiye ayırır; doğa tarihi ve insan tarihi. Tarihsel kategorileri ise insan tarihiyle açıklar. “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu kendi istedikleri gibi yapamazlar” derken hem tarihi yapan insana hem de insanı aşan doğa ve toplum gerçekliğine işaret eder.

Tarihe ilerlemeci perspektifle bakma insana “güven” verir. Bu sahte güven “nereden gelip nereye gittiğimiz” sorusunun cevabını taşıyor yanılsamasını yaratır. Kavranabilen somut yasalar ve bilinebilir bir gelecek fikrinden daha rahatlatıcı bir şey olamaz. Geçmiş yıkım ve acıyla dolu olsa da, yasalar bilindikçe gelecek korkutucu olmaktan çıkar.

“Zorunlu olarak tarih meleğine sahip olmamızı gerektiren görüş böyledir. Bu meleğin yüzü geçmişe dönüktür. Bize olaylar zinciri sunduğu ve geçmişte, durmaksızın haberler üzerine haberler yığan ve bunları ayakları altına fırlatan bu tarih meleği tek ve emsalsiz bir karmaşadan başka bir şey göstermez. Ama cennetten esen kanatları altındaki fırtına o denli güçlüdür ki, melek onları artık kapatamaz. Bu fırtına onu sırtını döndüğü geleceğe, önünde harabelerin birikmekte olduğu gökyüzüne kadar iter. İlerleme dediğimiz şey işte bu fırtınadır”.

Özgürlük hareketinin çıkışını incelerken, yüzü geçmişe dönük olan bu meleğin neler göstereceğinin, nasıl bir rüzgâr estireceğinin bizimle geçmişimiz arasındaki ilişkiye bağlı olduğunu unutmamalıyız. Burada “yaşanan tarihi gerçeklik nedir?” sorusu kadar “onu inceleyen özne kimdir?” sorusu da önemlidir. Bu günden tarih meleğinin yardımıyla bakmaya çalıştığımız geçmiş, içinden geçtiğimiz ve oluştuğumuz geçmiştir. Özgürlük hareketinin tarihi, onun içinde yer alan her bir bireyin kişisel tarihidir de aynı zamanda. Tarihimizi incelerken kendimizi de incelediğimiz gerçekliği unutulursa, çokça eleştirilen pozitivist, kabamateryalist ilerlemeci tarih anlayışına dönüşülmüş olur. Bu nedenle hareketin felsefesine dair birkaç noktaya temas etmek gerekir.

Bu tarihe dışarıdan bakılarak veya o nesnelleştirilerek anlaşılamaz. Bu nedenle bir Kürdistanlı, kendi üzerinde ve kendisi hakkında o temelde düşünmelidir. Tarihsel özne de, nesne de bizzat insanın kendisidir. Tarihte karşılaştığı her olgu onun bütünlüğünden bir parçayı oluşturur. O nedenle kendi tarihini inceleyen bir birey, kendini de incelemektedir. Bu tarihte yaşanan herhangi bir şey onun gerçekliğine aittir. Bu gerçeklik bize şunu gösterir; kimse bu yaşanmış zamanın dışında değildir. Tarihi nesneleştiren pozitivist anlayışın karşısında insan, tarihi kendi bilincine dair ederek, onu içselleştirerek anlayabilir. “bugünü anlamak için geçmişe bakmaya duyulan ihtiyaç insani anlayışın bir sonucudur ve bunun sonuçları güne yansıdıkça anlam kazanır. Örneğin ‘çıkışta bir lokma bir hırka felsefesi vardır’ tespiti bugün için ne anlam ifade ediyor? Bu ilke eskimiş midir, içselleştirilerek genele mi mal edilmiştir, yoksa sınırlı bir zaman veya mekâna mı hapsedilmiştir? Bir zaman aralığında yaşanmış bir gerçeklik olarak incelendiğinde, nesneleştirilerek dışsallaştırılacak olan bu ilke, bugün için hiçbir şey ifade edilmez duruma getirilmiş olur.

Tercih, bilincimizde var olmaya devam eder. Tarih üzerine düşünürken zaman makinesine binip geçmişe gidilmez; içinde yaşanılan anın ilişki ve şekillenişlinden yararlanılarak geçmiş yaşanır. Dolayısıyla geçmiş üzerine düşünürken birey onu kendi bilincinin bir parçası haline getirir.

“Kendini düşünmeye çalışan düşünce, hakikatin özünü vermektedir. Bu da insan toplumu dışında bilebildiğimiz kadarıyla gerçekleşmesine henüz tanık olmadığımız bir durumun özünde, kendisini düşünmeye başlayan tüm yaratımların temelidir.

Tarihi düşünen insan kendini de tarihte zaman-dışı bir konumda düşünemez. Bilinç ancak kendi varoluşu olarak incelendiğinde tarihi anlayabilir. İçinden geçtiğimiz zaman bizi de oluşturuyorsa, tarih bilinci denilen olgu, ancak o tarihe ait olan bilinçle anlaşılabilir. Tarihin kronolojik bilgisi, eğer tarih bilinci yoksa cüruftur, beyni meşgul eder. Özgürlük hareketinin tarih felsefesi de onun tarihinin kendisidir. Oluşan bilinç tarihin kendisidir. Kimlik bilinci, varlık bilinci ne olduğunun bilinci de ancak bu tarihsel bilinçle anlaşılabilir. Dönüp geçmişi inceleyen “ tarih meleği” tarihi oluşturan ve tarih içinde oluşan bilincin ifadesidir. Arkasından esen gelecek rüzgârına ve şimdi yaşadığı fırtınaya karşı direnmesini sağlayan da bu gerçekliktir. ”

Bu genel perspektifle özgürlük hareketinin çıkışının incelendiği bu yazı bir tarih anlatımı değildir; bu, toplumsal hareketin ortaya çıktığı koşulları, onun oluştuğu koza ve başlangıçta edindiği karakteristik özelikleri üzerine genel bir anlatımla sınırlıdır.

 

1970’ler Dünyası

“Kapitalizmin sonu”na nasıl gelindi? Reel sosyalist bloğun devlet alanına verdiği güven (ve körlük) ile kapitalizmin sonunu ilan etmesi pratik olarak gerçekliği ifade etmediği gibi sosyalizmin teorik bakışıyla da uyuşmuyordu.

Teoride kesinlik değil, olasılıklar vardır. Olasılıkları toplumsal gelişimin özünden çekip çıkarırsak, ortada kaba bir determinizm kalır. Öcalan’ın kaos aralığı dediği olasılık hali toplumsal gelişimin göreceliğine işaret eder. Nasıl ki kapitalizmin doğuşu zorunlu değilse aynı şekilde onun 1970’ler dünyasında sona ereceği de zorunlu değildir. Olasılıkların en aza inmesi sonrasında değişimin yönü belirlenir. Ancak bu durumda bile olasılık tümden ortadan kalkmamıştır. Kartezyen akıl, dayanak aramak zorunda hisseder kendini. Kuşkunun kesin olarak yok olacağı tartışılamaz bir kesinlik noktası arar. Bu mantık ampirist ve giderek pozitivist dünyanın algısını besledi. Sistemin sona ereceğini “müjdelerken” reel sosyalizm de bu Kartezyen hataya düşer. Sistemin yapısal bunalımına güvenerek sonun geldiğini ilan eder. Marks’ın tarih algısında olmayan, teoride kaçınılan bir kesinlikle sisteme yaklaşılır. Oysa Marks tarihin yönünün kitlelerin mücadelesiyle değişebileceğini söyler.

“Eğer bir doğru, yığına (kitlelere-my) açık göründüğü için açık ise eğer tarih doğrular karşısında yığının kanısına göre davranıyor ise ki, yığının yargısı mutlaktır, yanılmazdır. Bu yargı tarihin, sadece yığın için açık olmayan şeyin tanıtlanmaya gereksindiğini gösteren yasasıdır. Demek ki tarihe kendi görev ve uğraşını buyuran yığındır.”

Tespit açıktır; tarihi yapan yığınlardır, ona görev ve uğraşını buyuran yığınlardır. 1970’lerde var olan konjonktürsel durum, Marks’ın bu tespitinin hilafına bir “kapitalizmin sonu” için elverişli değildir. Hegel’de, öznenin mutlak ‘tine’ ulaşarak tamamlanması anlamındaki “tarihin sonu” anlayışı ve Fukuyama’nın kapitalist moderniteyi yüceltmeye çalışan pespaye “tarihin sonu” tespitiyle reel sosyalizmin “kapitalizmin sonu” tespiti arasında kan uyuşması da dikkate değerdir. Marks aynı eserde tarihe bakışta daha keskin vurgulara başvurur; “Tarih hiçbir şey yapmaz, engin zenginliğe sahip değildir. ” “, o çatışmalara girmez, girişmez! , bütün bunları yapan, bütün bunlara sahip bulunan ve bütün bu çatışmalara girişen, insandır, gerçek ve yaşayan insan… Tarih, kendi öz erekleri ardından koşan insanın etkinliğinden başka bir şey değildir. ”

 

Burada iki noktaya dikkat çekmek gerekir;

1-         Marks’ın tarihi insanla başlatan yaklaşımı, Öcalan’ın paradigmasında eksik bulunan bir yaklaşımdır. Öcalan; “evrensel tarihin en yalın tanımı, hakikat zemini olarak toplumsal gelişimdir. İnsan toplumu bu anlamda sadece insan tarihi değil, gerçek anlamda da evren tarihidir” der. İnsanın bilinçli etkinliğiyle toplumsal tarihi gerçekleştirmesi hakikatin en yalın ifadesi olarak her iki düşünür-önder tarafından da dikkat çekilen bir noktadır.

2-         Teoride yaklaşım,”olasılık” için bu denli açık olduğu halde ve tarihin yönünün önceden kesin olarak bilinemeyeceği, bunun insan etkinliğiyle gerçekleşebileceği net vurgularla dile getirilmiş olmasına rağmen 1970’lerde reel sosyalist teori neden bu kesinlikte kapitalizmin sonunu ilan ediyordu. * konumuzu ilgilendiren yönü de budur. Buradaki devletçi sosyalizmin pragmatist davrandığını ifade etmek yanlış olmasa gerek. Burada sosyalizmin değerleri değil, reel sosyalist devletlerin çıkarları gözetilmiş, bu amaçla teorik tahribattan da kaçınılmamıştır.

Oysa 1970 dünyasında ne kapitalizm saltanatından vazgeçecek kadar çaresizdir, ne de sosyalizmin adına yola çıkanlar ve reel sosyalist devletler ona karşı birleşik bir alternatif olabilmişlerdir. İkinci dünya savaşı sonrasında dengeler değişmiş, yeni güç odakları ortaya çıkmıştır. SSCB’den sonra Çin, doğu Avrupa ülkeleri, Yugoslavya, Kuzey Kore, Küba, Vietnam, Laos, Kamboçya, Angola, Mozambik, Nikaragua gibi ülkeler emperyalizme karşı direnerek zafere ulaşmışlardır. İki savaşta baştanbaşa çalkalanan ve savaşlardan yorulan Avrupa, tam bir enkaza dönüşmüştür. Savaş sonrasında dünyanın bundan sonraki gidişatını belirleyecek yeni bir güç olarak ABD yükselişe geçmiştir. 1950’lerden sonra başlayan yeniden yapılanma sürecinde Avrupa yeniden ayağa kalkmayı başardı ve reel sosyalizmi dengelemek için “sosyal devlet” projesini devreye koydu. Sermaye, ezilen halklara karşı uygulanan yeni sömürgecilik politikaları sonucunda toparlandı. Elde edilen ekonomik ve siyasi güç, kapitalizmin devresel bunalımıyla gölgelense de, çöküşe doğru gitmeyecek kadar dinamiktir.

1970’ler artık finans kapital çağına geçiş dönemidir. SSCB-ABD arasında başlayıp dünyaya egemen olan iki kutuplu sistem “soğuk savaş” denilen bir gerilim politikasına dayanıyordu. İttifaklar bu kutuplara göre düzenleniyor, her ülke bu kutuplardan birine dayanarak var olamaya çalışıyordu. ABD ve SSCB el attıkları her ülkede kendi istasyonları gibi çalışan uydu devletler, yönetimler eliyle kontrol sağlama stratejisi uyguluyorlardı. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin demokratik ve özgürlükçü güçleri ise SSCB, Çin, Arnavutluk gibi ülkelerin sosyalizm anlayışlarıyla teorik kimliklerini oluştururken, bu uydulaştırma stratejisinin dışına çıkamıyorlardı. Türkiye, İran şahlığı gibi ülkeler ise ABD’nin ileri karakolu olarak Ortadoğu’da görev almışlardı. Dünya genelinde yaşanan bir devrimler ve karşı devrimler çağıydı.

Kısacası koşullar kapitalizmin sonunu getirecek durumda değildi; sosyalist teorinin hilafına bu söylemi dayatmasının anlamı reel sosyalist devlet çıkarlarının sosyalist değerlere tercih edilmesiyle açıklanabilir. Bunun Kürdistan ve Kürt halkı için anlamı, “sosyalizmin adına Kürdistan’ın varlığını yok saymayı kabul etme” dir ki, bu konuya ileride değineceğiz.

Bir sistemin sonunun gelip gelmediği onun sahip olduğu dinamiklerle açıklanabilir. Toplumsal inşalar insan eliyle oluştuklarından koşullara bağlı olarak yine insan eliyle sonlanabilirler. Kapitalizmin sonlu bir sistem olduğu doğrudur. Sorun, bunun bir konjonktürsel durum içinde politik çıkarlar için mutlaklaştırılıp gerçekliğin önüne konulmasıdır. Değişimin belli özellikleri vardır; olasılıklara açıklık, kaotik bir süreçtir, önceden kesin olarak bilinemez ve çevrimsel-devrimsel bir iç içerlik taşır. Değişim, her durumda kaçınılmaz olan diyalektik bir yasadır; toplumsal düzende bunun zamanının biçiminin kapsamının önceden belirlenmesi hakikate aykırıdır. Yine değişimin birbirine bağlı bir dizi değişkene bağlı olduğu da unutulmamalıdır. Bu değişkenler değişimin yönünün yapısını hedefini gelişimini hızını ve alacağı biçimi etkiler.

1970’ler koşulları iki devletçi bloğun halkları, kurtuluş mücadelelerini ve özgürlüğünü güç-bela elde eden devletleri ideolojik olarak kendine bağlamaya elverişliydi. Sosyalizm adına geliştirilen bu teori de, esasen bunu meşrulaştırma rolü oynamıştır. İki kutuplu dünya karşısında taraf olmak istemeyen ve bağımsız varlığını korumaya çalışan ülkelerde “bağlantısızlar hareketi” adıyla ayrı bir blok oluşturmaya çalışmaktadırlar. Bu blokta yer alan Kuzey Kore, Yugoslavya gibi ülkelerin SSCB karşısında teorik ve pratik bir üstülüklerinden söz bile edilmezdi.

SSCB’nin kuruluşundan itibaren sosyalist teoriye üç ana noktadan müdahale edileceği belirtilebilir. İlk önemli müdahale Lenin’in sosyalizm teorisindeki demokrasi vurgusuna rağmen devrim sonrasında gelişen “iç ve dış” saldırılara karşı sosyalizmi koruma politikasının bir sonucu olarak sosyalizmin, demokratik özelliklerinden uzaklaştırılmasıdır. *

İkinci teorik müdahale Lenin ile Troçki arasında başlayıp, Lenin’in ölümünden sonra Stalin ile Troçki arasında devam eden devrim teorisi üzerinedir. Marks’ın Avrupa genelinde sosyalist devrim hayali, Lenin’de tek ülkede sosyalizm” biçiminde dönüşüme uğramıştır. Bu politikaya karşın Troçki’nin “dünya devrimi” teziyse bir polemik tartışmasından öteye pratik değeri bulunmayan bir düzlemde kalmıştır. Tek ülkede sosyalizm anlayışı, sosyalizmin ulus-devlet tuzağına düştüğü söylem olarak ayrıca incelenmeyi gerektirir.

Üçüncü teorik müdahale Lenin’in ölmesinden hemen önce başlatılan “burjuva devrimini tamamlama” hamlesiyle gelişir. Teoriye göre Rusya gibi geri ülkelerde sosyalizmin kurulması için öncelikle “demokratik devrimlerin bir karakteri olarak” “burjuva demokratik devrimi” tamamlanmalıdır. Bu da üretimin sanayileştirilmesi fabrika ve proleter sayısının arttırılması gibi müdahaleleri gerektirir. Stalin, yoksul Rusya’da  bu koşulları gerçekleştirmek için sanayileşme ve elektrifikasyon hamlesi başlatarak doğumu hızlandırmayı amaçlıyordu. Kimine göre daha cenin bile oluşmamıştı, belki döllenme bile gerçekleştirilememişti. Ama SSCB, doğum olmasının istiyordu. Yeterli nicel birikim oluşursa bu nitel bir sıçramaya yol açabilecek ve SSCB komünizme geçebilecekti. Aslında Lenin’in 1917’de yazdığı Nisan tezleri adlı eserinde formüle ettiği “sosyalist devrim” fikrini pratikte hızlandırmak istiyordu. Diyalektikte her değişim birbirine bağlı sistemleri ve değeri de etkiler. Fizikte, kuantum düzeyinde nitel sıçramalar olsa da toplumsal düzeyde karşılıklı etkileşimler ve birbirinden beslenerek bir değişim gerçekleşebilir. Bu genel doğru teorik düzlemde kabul edilse de, pratikte bir toplumsal durum, pozitivist bir anlayışta müdahale edilerek değiştirilmeye çalışılmıştır. Stalin’in sanayileşme hamlesi, giderek kapitalist ilkelerle sanayi, nükleer, silah, uzay gibi alanlarda girilen yarış ve kaynakların bu uğurda kullanılmasından dolayı hızlı bir çöküşe yol açacaktı. Konumuz açısında bu son teorik müdahalenin sonuçları “sosyalist anavatanı koruma” adına Kürdistan gibi “önemsiz” yoksul ülkelerin kolayca kurban edilmesi anlamına gelirdi. Önem kazanan görüş, sosyalist anavatan sayılan SSCB’nin içeriden ve dışarıdan gelen saldırılara karşı korunması olmuştur.  Ortadoğu’nun ortasında kapitalizmin en büyük kurbanı olan Kürdistan’da bu nedenle yok sayılmıştır. SSCB’nin Kürdistan için olumlu bir adımından söz edilemez. Lenin’in belki de tek Kürt politikası “Kürdistan’a sor” adlı özerk bir bölgeyi oluşturmak iken, Stalin’in Kürt politikası da bu bölgeyi dağıtmak, oradaki Kürtleri Sibirya steplerine, orta Asya ülkelerine sürmek olmuştur. Mahabad’ın politik çıkarlara kurban edilmesi de anti-Kürt politikalar içinde değerlendirilebilir.

SSCB, 1970’lerde doruğa ulaşan Kürdistan’ın inkâr, imha ve asimile etme politikalarını görmemiş, gündemine almamıştır. Tıpkı kapitalist blok gibi, sosyalist blok da Kürdü ve Kürdistan’ı yok saymayı tercih etmiştir. KDP’nin desteklenmesi veya bazı uydu örgütlerin oluşturulması girişimleri de, başta belirttiğimiz SSCB ve ABD arasında yaşanan rekabet için halkların özgürlük umutlarını kirli politikalarına alet etme yaklaşımın bir sonucudur. Kürdistan’da uygulanan her politika açık ve ya örtük olarak desteklenmiş veya görmezden gelinmiştir. Bölgede kendine bağımlı kıldığı IKP, TKP gibi örgütler eliyle Kürdistan’da gelişebilecek bir özgürlük dinamiğinin daha doğarken bağımlılaştırma; daha da olmazsa KDP gibi, YNK gibi yerel motifli hareketlerle denetime alma, Türkiye’de var olan sol sosyalist hareketler aracılığıyla ideolojik-teorik manipülasyona tabii tutma, bağımlılaştırma ve giderek etkisizleştirme gayretleri hep olagelmiştir.

Türkiye’deki devrimci hareketlerin önemli bir bölümünde var olan bir sorunu yok sayma, imha ve inkârı görmeme, sorunu “devrimden sonra” ya havale etme gibi görüşler bu teorik altyapıdan beslenmişlerdir. Zaman, zaman şiddete varan yönelimlerle Kürdistani olan her adımı, tıpkı sömürgeci devletler gibi, “bölücü” addetmekten geri durmamışlardır. Kürdün politikleşmeye başlayan bilinci sosyalizm adına parçalanmaya, muğlâklaştırılmaya; Arnavutlukçu, Çinci, Rusyacı gibi suni kamplaşmalara sokularak güdükleştirilmeye, gerçek özünden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Özgürlük hareketi çıkmadan önce Türkiye’de esen sosyalist dalga ve 71 devrimci çıkışı da bu şekilde boşa çıkarılmıştır. Manzara, sosyalizm adına ortalıkta dolanan dogmatik, şabloncu, kamplaşmacı, didişmeci ve vizyonu daralmış örgütler enformasyonunun hâkimiyetindedir. Bu ortamda varlığını ispat etmeye çalışan bir grup gencin önüne konan seçenekler ise bunlardan birisinin tercih edilmesinin ötesinde bir şey değildir.

 

Kültür Kırımında Suç Ortaklığı

1970’ler Kürdistan’ında sosyalist blok tarafından kaderine terk edilmiş olmanın pratikteki anlamı, sömürgeci devletlerin ve kapitalist modernitenin her türlü politikalarının onaylanmasıdır. Kapitalist modernite bir avuç sanayi tekelinin ve sömürüden beslenen devletlerin çıkarlarına göre toplumu dizayn etmekten başka bir şey yapmaz. Bunun Kürdistan için sonuçlarının biliyoruz.

Herhangi bir ulus-devlete sahip olamayan Kürtlerin tanımlanması neye göre yapılacaktı? Var olmak için ulusdevlete sahip olmalıydı, ulus-devlet yoksa halkın varlığı da söz konusu değildi, 20. Yüzyılın egemen devlet felsefesi buydu. Kürdistan’ın tanınmazlığının yanında, onun yok sayılması da kolay değildi. Yok sayılamayacak kadar büyük bir nüfus ve coğrafya, yok olmayı kolayca kabul etmeyecek kadar bağımsızlığına düşkün bir doğal toplum vardı. Kürt varlığını eritmek için askeri zor, inkâr ve asimilasyonun yoğunluğu da buna göreolmaktaydı. Bir kültürün bir başka kültürü asimile etmesi için ondan daha yaygın ve köklü olması gerekiyor. Kürdistan’da ki kültürel oluşum neolitikten beri yapısal karakterini koruyarak geliştiğinden kolaylıkla değiştirilemezdi. Geriye zor, baskı imha göçertme politikaları kalıyordu. 20. Yüzyılda Kürt halkı üzerinde devletler hukukuna uymayan her türlü yok etme politikaları reel sosyalist bloğun açık-örtük onayıyla uygulandı.

Hitler faşizmi de dâhil, Kürdistan üzerinden uygulanan yoğunlukta yaygın, sürekli ve onay almış bir imha konsepti dünyada uygulanmamıştır. Kürdistan’daki inkâr-imha konsepti coğrafi yaygınlık uygulanan nüfus ve zamanda süreklilik bakımından en kapsamlı imha konseptidir. Bunun en önemli özelliği imha ve inkârın iç içe, reel sosyalist ve kapitalist ülkelerin onayı ve desteğiyle 20. Yüzyıl boyunca uygulanmış olmasıdır.

İnkâr-imha konseptinin Kürdistan’da topluma yansımalarıysa dehşet vericidir. Toplumun moral değerleri, savunma refleksi bu denli bir baskı ve şiddete karşı direnemeyince sosyal doku parçalanmaya başlar, kişilikler değişir, toplumda ayrılıklar derinleşir, hayata karşı duruş, beklentiler, inançlar değişir. Toplum yeni refleksler ve yaşam alışkanlıkları edinmeye başlar.

Topluma dayatılan bu en kapsamlı teslim alma ve köleleştirme politikaları, ona kendi varlığının zehirli olduğunu kanıtlamaya çalışıyor olmasıydı. Kürt Halkı bu kapsamlı kültür kırım ve soykırım operasyonuyla bitirilemeyince kendine düşman olacak hale getirilmek isteniyordu. Kürt olmanın Kürtçe konuşmanın “suç” kapsamında değerlendirildiği bir algı oluşturulmak isteniyordu. Kürt olmak suçla özdeş kılınınca bunun yarattığı psikolojik yarılma sonucunda Kürt varlığı tamamen teslim alınmış olacaktı. Böylece “Kürt “ ile bir arada anılan her şey olumsuz gösterilerek bu operasyona hız verildi. Kürt olmak; işsiz olmak, aç kalmak, aptal olmak, ilkel olmak, feodal olmak… gibi neredeyse tüm olumsuzluklarla birlikte anılmaya başlandı.

Kürt varlığının kendini kanıtlama yolunda attığı her adımda tepkisel bir karşı koyuş ve giderek kendi kendini imhaya sürüklemenin ötesine geçemedi. Bu politikalara aşiret, bölge veya örgüt düzeyinde karşı koyan her güç imha olmaktan kurtulamadı. Tepkisel karşı koyuş gerekli donanımdan uzak olduğundan istenilen sonucu da alamadı.

1970’ler Kürdistan’ında imha ve inkâr politikalarının somut sonuçlara ulaştığının kanıtlarıyla karşılaşırız. Ulusal düzeyde Kürtlerin var olup olmadıkları tartışılmaktadır. Kürdistani güçleri “varlıklarını kanıtlama” gibi bir mücadeleyi temel gündemleri haline getirmişlerdir. Kürdün varlığını yok sayan inkârcı zihniyete karşı varlığını kanıtlamaya çalışmak, beraberinde dar tepkisel bir milliyetçi söylemin siyasallaşmasına yol açıyor. Toplumsal düzeyde ulusal bir örgütlülüğe ulaşmış olmasına rağmen dar kabile –aşiret örgütlenmesine sıkıştırılmış; bölgesel, inançsal ve benzeri çelişkiler derinleştirilerek adeta birbirinden yalıtılmış topluluklar şeklinde yaşamaya zorlanmıştır. Ülke dışına göçe zorlanan yığınlar metropol kentlerde en tortu işlerde çalıştırılmış-Kürdistan’da yaşamaya devam etmenin koşulu yalnızca gerici, işbirlikçi, feodal güçlerin, Kürt üst tabakalarının denetim alanlarına terk edilmiştir. Zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarına rağmen sanayisi gelişmeyen, geleneksel tarım üretimine mahkûm edilen sınıfların, işbirlikçilik temelinde gelişen Kürdistan’da karın doyurmak kaydıyla yaşam hakkı tanınmıştır. Sürekli ve sistemli kültür kırım ve soykırım en çok da kültür alanını vurmuş, kültürel yapı yabancılaşma, karşıtına dönüşme riskiyle karşı karşıya bırakılmıştır. Adı anılmayan tarihi, kültürü, dili yok sayılan, yasaklanan; varlığı suç ve ilkellikle bir arada anılan bir halk gerçekliğinden bir kurtuluş projesine nasıl ulaşılabilinir? Özgürlük hareketinin tarihi bunun cevabı olarak incelenmelidir.

 

Direnişin Soy Kütüğü Doğuş

A. Negri ve Michael Hardt’ tan ödünç aldığımız “soy kütüğü” kavramıyla özgürlük hareketinin çıkışını incelemek yararlı olabilir. Negri ve Hardt direnişleri incelerken onların soy kütüğünü üç ilkeye göre tespit etmemiz gerektiğini söylerler. Bu ilkeler şunlardır;

1-         Tarihsel fırsatı belirleme. Bu, mücadele için en etkili direniş yönteminin ne olduğunu, hareketin bu doğru yöntemi bulup bulmamasıyla ilgilidir.

2-         Direnişin ortaya çıktığı dönemin hâkim ekonomik ve komünal modelini tespit etmek ve direnişin buna uygun olmadığıyla ilgilidir.

3-         Direnişin, kendinden önceki direnişin demokrasi ve özgürlük alanındaki eksiklerini sorgulayarak, “giderek daha demokratikleşen hareketlerden oluşan bir zincir” oluşturup oluşturmadığı ile ilgilidir. (7)

Özgürlük hareketinin çıkışını incelerken başvurulacak yöntem bunlarla sınırlı kalırsa yeterli bir sonuç elde edilemeyeceğini düşünüyoruz. Kuşkusuz Negri ve Hardt’ın belirttikleri koşullara uygunluk, toplumsal ve ekonomik yapıya uygunluk ve mirasa doğru sahip çıkma gibi olgular da önemlidir. Bunların geneli evrensel-tikel tarih arasındaki ilişkiye bağlı kalınarak açıklanabilecek olgulardır. Öcalan’ın yöntemindeki birinci nokta da budur. Kürt halkının mevcut durumunu, onu etrafındaki dünyadan, o dünyanın ilişki ve çelişkilerinden, egemen ideolojilerden ve politikalardan bağımsız, kendi başına yalıtık bir inceleme, genel ilkeye ters düşmek olur.

İkinci nokta, varlığın kendini koruma gerçekliğiyle bağlantılıdır. 1970’ler dünyasında halkların varlıklarının kanıtı ulus-devlettir. Ulus-devlete sahip olmayan Kürtleri incelemek, alternatif tarih-toplum anlayışını gerektirir. Bu da sisteme alternatif bir duruşun zihniyet ve pratik düzeylerde ne olduğunun cevaplandırılmasını gerektirir.

Üçüncü nokta, dışarıda bırakılmış gerçeğidir. Marjinal kalmaya sürüklenen Kürt halkı, politik dengelerde ağırlığı olan bir güç olmaktan çıkarılmak istenmiştir. Devletler eliyle beslenen sübjektif yargılar sonucunda bölgenin kadim bir halkı olan Kürtler köksüz, tarihsiz küçük bir toplulukla özdeşleştirilmiştir. Dolayısıyla bu durumda olan halkın tarihini açığa çıkarmak toplumsal önyargılarla savaşmayı gerektirir.

Dördüncü nokta, varlığın kendi mekânı ve zamanı içindeki oluşumu ve değişimiyle ilgilidir. Zamanın ve mekânın tezahürü değişimdir. “değişim, varlık ve zamanın kanıtıdır. ”(8) Varlık kendi öz yapısını koruyarak zamanda ilerleyerek değişir. Varlığın başka varlıklara karışması değişim değil, yok oluştur; onu oluşturan öğelerin ayrışması varlığın yok oluşuna yol açar. Varlık kendi zaman ve mekânında oluşarak ayakta kalır. Kürt varlığının başka varlıklara karışması, yok olması, kendi zamanının dışına çıkması tehlikesi nedeniyle çıkış yapmak bir zorunluluk haline gelmiştir. Musa’nın çıkışı olmazsa İbrani halkının varlığını sürdürmesi tehlikeye düşer. İbrahim kendi kavmini ve inancını korumak için çıkış yapmak zorundaydı. Toplumsal taleplerle yapılacak çıkışın zamanı da en az çıkışın kendisi kadar önemlidir. Özgürlük hareketinin doğru zamanda ortaya çıkması, onun Kürdistan’da erkenden benimsenmesini ve sahiplenilmesini de sağlanmıştır. Yine var olan yöntemlerden, örgütlenmelerden herhangi biri kullanılarak sahaya çıkmak kısırdöngüyü besleyecektir. Var olmak isteyen güç kendine özgü ifade kanallarını da bulmalıdır. Bu, kendini yeni bir gerçeklik temelinde inşa etmektir. Bunu başarmak kültürel, ekonomik, sosyal, siyasal, ahlaki vs. her alanda toplumun karşı karşıya kaldığı saldırının yoğunluğunu göğüsleyecek kararlılığı ve donanımı gerektirir.

Beşinci nokta, ilerlemeci veya döngüsel tarih perspektiflerine uymayan bir toplumsal gerçeklik söz konusudur. Toplumsal gerçekliğimiz egemen tarih anlayışının sağ ve sol versiyonlarının kavramlarına uymadığından, yok sayılmıştır. Kavram mutlaklaştırılarak, toplumsal gerçeklik buna uydurulmak istenmiştir. Buna göre, ilkel bir kavim derekesine indirgenen Kürt halkı için pragmatik bir çıkışa gerek yoktur. Arkaik bir sorun eşelenerek sosyalist hareket bölünmektedir. Çıkış, bunun karşısında varlığı kavrama uydurmanın değil, varlığın gerçekliğinin anlaşılmaya çalışılmasının doğru olduğunun da kanıtlanmasıdır. Böylesine derin örülmüş, sağda ve solda kabul edilmiş bir inkâr ve imha sistemine karşı çıkmak da zihniyet düzeyinde bir kararlılık ve netliği gerektirir. Bu nedenle çıkışı gerçekleştiren insan üzerinde de durmak gerek.

Bu çalışmada Özgürlük Hareketinin “soy kütüğünü” çıkarmak gibi iddialı bir görevin gerçekleşemeyeceği açıktır. Kapsamlı bir çalışma, detaylı bir inceleme ve emek gerektiren böylesi bir çalışma bir dergi yazısının kapsamını aşar. Bundan sonraki bölümde genel hatlarıyla Hareketin doğuşuyla birlikte edindiği ve ana karakteristik özelliklerini kazandıran kimi yanlarına değinilecektir;

1- Putları parçalamaya iten zihinsel yoğunlaşma olmasaydı, İbrahim tarihteki yerini alamazdı. Putları kırmak bir semboldür; esas olan zihinsel ve iradi düzeydeki yoğunluğun zamanında ortaya çıkma gerekliliğidir. Bu da Kürdistan’da ilk adımı atmak, ilk sözü söylemek, ilk önce imha ve inkâr siyasetini bilince çıkarmaktan geçer. Kısacası ‘ben haklıyım’ diyebilmektir. Karşı karşıya kalınacak her türlü zorluğu kabullenme ve buna rağmen harekete geçme ancak haklı olma bilincini edinmeyle olabilir. Mücadele etmeye karar veren bir şeylerden vazgeçmiş, bir yaşam tarzını ret etmiştir. Kurulu düzenini, herkes gibi yaşayabilme olanağını, temel insani zaaf ve güdülerinin esiri olmayı ret etmiştir. Ret eden ret ettiği her şey için yeni bir şey inşa etmek durumundadır. Mücadele içinde kendine ait değerleri ve yaşam tarzını inşa etmeden devam edemez. Ret etme bilinciyle birlikte inşa etme bilinci de gelişmelidir. Köleliğin ‘güvenli’ atmosferini ret eden özgürlüğün fırtınasına katlanmalıdır. İnşa etme tamamlama bilinci ile birlikte harekete geçer. Köle olmayı ret etmek, yalnızca ‘köle olmayı ret etmek’ değildir; aynı zamanda özgür olmayı da seçmektir.

Çıkışta yer alan birey serüvencidir; yolunun nereye gideceğinden, soluğunun yetip yetmeyeceğinden emin değildir; ama kurulu, düzenli yolların onu götüreceği ölüm çukurunu görmüştür. Tercih ettiği yol ise onun çabaları ile inşa olacaktır. A. Camus, ‘bilinç başkaldırı ile doğar’ der. (9) birey yola çıktıktan sonra, aslında yürüdüğü yolun kendi adımlarıyla inşa edildiğini görür. Bilinen anlamıyla yol yoktur; yol onun/onların kararlılığı ve bilinciyle oluşmaktadır. Bu da onu çoğalmaya, paylaşmaya, aynı acıları yaşayanlarla buluşmaya iter. Öcalan, ‘kendi toplumsallığını yaratma’ gerçekliğinden söz eder. Yaşadığı acıların ve çelişkilerin kendisi ile sınırlı olmadığını anlayanlar hızla bu toplumsallığın bir parçası olmaya yönelmişlerdir. Özgürlük hareketinin ilk çıkışında yer alan A. Haydar Kaytan, oluşan küçük gurubun kendi iç dayanışmasını anlatırken, ‘Apo klanı’ tanımını kullanır. Birbirlerinin varlığından güç alan bir avuç serdengeçti, başkaldırının ağırlığından kopan fırtınaya karşı korunmaktadırlar. Çıkış eyleminin içinde yer alan bu tarz bir fırtınaya ‘ ben’ den ‘biz’ e ulaşarak direnebilmişlerdir.

Kürdistan’ın yok sayılmasının sonucu olarak, onun adına yola çıkanlar yalnızdır. Bir süre sonra bu yalnızlığın göreceli olduğu anlaşılır. Yalnızlık duygusu da ret edilen yaşamın içinde bırakılır. Dayatılan yalnızlaşmayı kıran birey yaşadığı toplumla, dünyayla tanışmaya, ‘biz’ i ülke sınırlarının dışına taşırmaya, kendini daha büyük bütünün bir parçası olarak algılamaya başlar. Bugünden geriye baktığımızda, özgürlük hareketinin çıkışını mekânda değil, zamanda da ilerleyerek kendi köklerini bulmak için nasıl çabaladığını görürüz. Tıpkı putları kırmadan önce zihinsel serüvene başlayan İbrahim gibi, özgürlük hareketi de çıkışın zihinsel alt yapısını oluşturmaya başlar.

2- Özgürlük hareketi bilimsel sosyalizm ideolojisini benimseyerek ortaya çıkmıştır. Bilimsel sosyalizmin, yukarıda bir kısmı açılan teorik kırılmalardan sonra oluşan hali reel sosyalizmdir; bu da öz olarak devletleşen sosyalizm demektir. Reel sosyalizm Kartezyen ve pozitivist etkilerle dünyaya bakar. Özne-nesne ayrımında Descartes ten etkilenir. Materyalist görüşü maddeyi mutlaklaştırır. Bu yönleriyle de katı dogmatik kalıplara ve ilkelere sahiptir. Bilim anlayışı 19. Yüzyılda donmuş gibidir. Fizikteki ve felsefedeki gelişmelere açık değildir. Devlet anlayışı çatışmacı ve merkeziyetçidir. Ulus-devletçi yapıya dayanır…

Kuşkusuz bu özelliklerin özgürlük hareketi üzerinde de etkisi olacak, onun yeni oluşan teorik alt yapısını besleyecektir. Öcalan kendi teorik çalışmalarında karşılaştığı zorlukları şöyle anlatır; ‘bilimsel sosyalizmden etkilendim ama kendimi onun içinde tam bulamıyordum’. (10) öz olarak bu ifade de yansımasını bulan bir gerilim ilişkisi söz konusudur. Beslendiği ideolojik-teorik kaynağa karşı sürekli eleştirel durma bireysel olarak sürekli bir arayış ve sorgulayıcılık gibi özelliklerin sonucunda bu gerilim hep canlı kalmıştır. Öcalan’ın reel sosyalizm karşısında daha ilk adımda kendi sosyalizm anlayışını oluşturmaya başlamasının temelinde bu eleştirel duruş vardır.

Eleştirel olma hali sosyalizm adına oluşmuş ideolojik-teorik formasyonlardan başlayarak, özgürlük hareketinin en önemli özelliği haline gelene dek tüm dokuya nüfuz eder. Eleştirellik, beraberinde öz eleştirelliği de barındırmazsa yıkıcıdır. Hareket bu iki özelliği ideolojiye, topluma, hareketin her bir elemanına dönük uygulanan bir yönteme çevirir.

Reel sosyalist hegemonyaya rağmen kendini bir kampa bağlamayan, bağımsız duruşunu koruyan hareket bir anlamda yürürken yolunu inşa eder. Ucuz yaklaşmama, popülizme kaymama, sorunlarını ciddiye alma gibi özellikleriyle tanınmaya başlanan hareket, sosyalizm anlayışı nedeniyle de zamanın güçlü örgütlerinin hedefindedir. Sonraki yıllarda da bu durum devam eder. Bir kesim bu hareket için ‘katı Stalinist’ derken, bir diğeri ‘Troçkist’ diyebilmektedir. Hareketin sosyalizm üzerine yaptığı her tespit ve açılımı var olan kalıplara göre değerlendirenler kendi duruşlarına göre tanımlamalara gitmişlerdir. Bu algı karmaşası kalıpçıdogmatik düşüncenin eninde sonunda saplanacağı bir bataklıktır. Varlığı kendi iç yasalarıyla değerlendirmek yerine onu başka varlıklara göre tanımlamaya çalışmaktadır. Özgürlük hareketinin sosyalizm anlayışı baştan beri bu yaklaşımla çatışma içindedir. Sosyalizme yapmış olduğu katkıları da bu duruşuna borçludur.

3- Hareketin çıkışındaki en önemli sorunlardan biride teorik kapasitenin yetersizliğidir. Yetersizlik, birbirine zıt olan iki sonuç verir: vazgeçme ya da daha güçlü bir direnç göstererek yetersizliği aşmaya çalışma… bu durumda hareket ikincisini seçer. Ortadoğu dogmatizmini ve reel sosyalizm kalıpları aşmak için yoğun bir araştırma-inceleme uğraşı içine girilir. Öcalan bu süreci, ‘kavram ve kadro oluşturma süreci’ olarak ifadelendirir. Bu çalışmalar yaşanan sorunu tanımlama çalışmalarıdır. O güne kadar yapılan tanımlamalar incelendiğinde genel olarak şu yaklaşımlar görülür. İnkâr ve imha politikasını savunanlar zaten sorunun varlığını yok sayarlar. Bunun yanında Kürdistan sorununu solsosyalizm adına çarpıtanlar, küçük görenler veya genele bağlı yerel sorun olarak değerlendirip önemsizleştirenler görülür. Bir de Kürdistan adına yola çıkan ancak sorunun tanımını ve ya çözümü eksik, yetersiz veya milliyetçi kalıplarla ifade edenlerden söz edilebilir. Tanım ve çözüm projesi birbirine bağlıdırlar. Çözüm, yapılan tanımın doğru olmasına bağlıdır. Bu nedenle her kavram ve söylem önemlidir. Bu çalışmanın özü bilgiye ulaşmaktır. M. Foucault’ un ‘bilginin arkeolojisi’ dediği çalışmadır. Devletçi sistemin yalan, demagoji ve korkuyla ördüğü engelleri aşıp gerçek bilgiye ulaşma çalışmasıdır. Gerçeklik karmaşıktır ve çeşitli görünümlerle karşımıza çıkar. Onu çevreleyen tüm bağlamlarıyla, ilişki ve çelişkileriyle ele alınmadıkça kavranamaz. Hareketin çıkışındaki zihinsel çalışma sahte görünümlerin ötesine gizlenmiş gerçeği bulma çalışmasıdır. Baskılara, zulme karşı duruşu örgütlemek kadar, alternatif yaşam anlayışına ve bunun ilkelerine ulaşma çalışmasıdır.

4- Bu çalışmalar iki ana olgu etrafında dönmektedir. Birincisi zihniyet dönüşümüdür. Hemen her dönemeçte karşımıza çıkan bu ifade, bu gün, Öcalan’ın paradigmasıyla birlikte artık kitlesel algıyı beslemektedir. ‘Zihniyet dönüşümü’ , ‘zihniyet devrimi’ ifadeleri halka mal olmuş ifadelerdir. Düşünsel bir hedefin bu derece kitleselleşmesi ayrıca incelenmeyi gerektirir. İkincisi ise ‘kendi tarzını yaratma’ gerçekliğidir. Tarz örgütlenme, pratikleşme, yürüyüş ve üsluptur. Özgürlük hareketi doğuşundan itibaren bilinen kalıplara uymayan bir örgüt ve mücadele tarzını oluşturmuş ve bunu kitleselleştirerek güvenceye almıştır. Bu iki olguyu ‘anlama ve yapma’ ya da ‘fikir-zikir-eylem birliği’ olarak da ifadelendirebiliriz. Özü düşünsel ve pratik çalışmalardır. Ve bu iki olgu da başlangıçtan itibaren Öcalan’ın kişiliği ile somutlaşmıştır. Hareket hem düşünsel dünyasını hem pratik yaşam ilkelerini Öcalan’dan alır. Bu nedenle bu mücadele ‘Önderliksel bir hareket’tir. İdeoloji-teorik formülasyon, felsefi anlam, pratikörgütseleylemsel duruş hep bu gerçeklik temelinde oluşmuş ve gelişmiştir.

5- Hareketi kitleselleştiren gerçeklik yaşamdaki duruştur. Bunu söylerken teorinin gücünü göz ardı etmiyoruz. Ancak Kürdistan gibi bir toplumda teorinin kitlelere ulaşması için gereken toplumsal düzeyin zayıflığı düşünüldüğünde, pratiğin önemi daha iyi anlaşılır. Kuşkusuz bu pratik de rengini teoriden alır. Toplumsal özelliklerden dolayı pratiğin öne çıkması teori-pratik birlikteliğini gölgelemez.

İlk yıllarda hareket için yapılan tanımlamalara bakalım: ‘yandım Allah çetesi’, ‘akılsızlar’, baldırı çıplaklar’… bu yakıştırmaların hepsi de imkansız bir işe kalkışan bir avuç gencin kaçınılmaz akıbetinin kehanetini ifade eder: bu akılla hepsi de yok olacaklardır. Çünkü ‘tahtayı yeşertmeye’, ‘kayada gül yeşertmeye’ çalışmaktadırlar. Daha önce aynı işe kalkışanların akıbetinden kurtulamayacaklardır.

Hareketin yaşamdaki duruşu ve tarzı anlaşılmadan, bu olumsuz algının nasıl koşulsuz bir güvene dönüştüğü de anlaşılamaz. Uluslararası, devletlerarası bir cendereye alınıp yok sayılan bir halkın ağır sorunlarını çözmeye aday olan hareket, öncelikle buna uygun bir yaşam pratiğine girişmeliydi. Yönelimin şiddeti, karşı koyuşun yoğunluğunu da etkiler. Hareket bu gerçekliğe hazırlıklı olarak yola çıkmıştır. Ancak bundan da önemlisi yaşam gerçekliğine yaklaşımıdır. Yaşamda kaybettirilen her şeyin yerine konulacak alternatif yaşamın özgürlüğü içerdiği gösterilmeliydi. Hareketin dayandığı tarihsel temel demokratik komünal değerlerdir. Ve bu değerlere dayalı yaşamdır. Bu yaşama dair değerlerini içselleştiren ve buna göre yaşayan hareketin mensupları toplumsal algının olumlu yönde değişmesini de başarır.

Hareketin temel ilkeleri, örgüt ve mücadele tarzı bu güveni oluşturur, özgüce güvenme, halkına ve kaynaklarına dayanmak, çözümü kendinde aramak; özgür kişiliği ve yaşamı esas ölçü olarak belirlemek; açıklık, dürüstlük eleştirel bakabilmek gibi temel özelliklerin sonucu olarak kitleselleşen, halklaşan bir hareket oluşmuştur.

6- Özgürlük hareketi klasik bir örgütlenmeden farklı özellikler gösterir. Uzun bir süre boyunca bir tüzüğe bile sahip olmadan, ama örgütsel bir disiplinle yaşayan bir hareket söz konusudur. Klasik bir parti, örgüt değil, aynı şekilde klasik bir cephe örgütlenmesi de değildir. Cephe örgütleri ya birkaç parti veya örgütün bir araya gelip bir program etrafında örgütlenmesiyle, bir partinin dar kadro hareketi dışındaki kitlesel tabanı örgütlemesiyle oluşurlar. Özgürlük hareketi bunlardan farklı olarak, cephesel karakterde bir parti olarak örgütlenir. Başından itibaren halk tarafından sahiplenişi, örgüt, kurum ve kadrolarının konumlanışı onu bir cephe yapar: ancak kongre ve konferanslarını yapan, merkezi işleyişi, yönetim kademesi vb. de olan bir partidir aynı zamanda. Bu hareketin tarihi incelenirken ne gevşek, dağınık ve başarısız bir cepheleşme, ne de bürokratik bir kurumlaşma, örgütlenme beklenmemelidir. Bir halkın sahip olduğu çeşitliliğe, kültürel zenginliğe açık bir parti; bir partinin disipliniyle hareket eden bir halk gerçekliği söz konusudur. Cephesel karakteri kuruluşunda, onu oluşturan kurucu kadrolarında vardır. Ve bu karakteristik özellik sonuna kadar devam eder. Dolayısıyla bir hareketin tarihi değil, bir halkın doğuş, diriliş ve direniş tarihidir. Varlığı tartışmalı hale getirilen bir halk kendine özgü toplumsal bir harekete imza atmıştır. Yaşadıkları acıları benzersiz olan Kürt halkının örgütlenme ve mücadelesi de benzersiz oluştur.

7- Hareketler parti, örgüt veya cephe tarzında örgütlenerek dönemsel programlar oluştururlar. Bu programlarında çözmeye talip oldukları sorunun tanımı ve çözme yöntemi vardır. Sorunun çözümü onların nihai hedefidir. Elbette özgürlük hareketi de önüne taktik ve stratejik hedefler koyarak ilerler. Bunun yanında bu tarih incelendiğinde, bu hareketin etrafında toplumsal bir inşanın gerçekleştirildiği görülür. Bu durum sosyolojik olarak ta incelenmeyi gerektir. Bir hareketin çatısı altında toplumun ahlak, sanat, kültür, politika gibi tüm toplumsal yaratımları etkilendi, değişip dönüştü veya yeniden anlamlandırıldı. Bu yeniden inşa durumu ülkenin çelişkileriyle sınırlı kalmadı. Artık başkaldırı, isyan, hak arayışı, özgürlüğe özlem, örgütlenme, demokratik değerler, ahlaki normlar, politika, öz savunma, sevgi ve aşk, cins anlayışı vb toplumsal alanların tümü bu hareketin gündemindedir. Bunun çıkış zamanıyla bağı vardır. Kürdistan etrafında örülen çember, insana dair tüm yaratımların karşısındaydı. Bu denli ağır bir imha ve inkâr politikasının uygulanması, toplumsal olan her şeyin kirletilmesi pahasına gerçekleştirilebiliyordu. Dolayısıyla bu sorunun çözümüne soyunan bir hareket ya kendinden öncekileri tekrara edecekti, ya da buradan çözüm umuduna ulaşacak bir düşünsel derinliğe ulaşacaktı. Özgürlük hareketi doğuşundan itibaren bir toplumsal inşa pratiğinin yürütücüsü olmayı bu düşünsel zenginliğine borçludur.

8- Özgürlük hareketinin tarihi toplumsal inşa kadar, özgür kişiliği inşa tarihidir de. Ulaşılmak istenen özgür toplum için özellikle özgür kişiliklere ihtiyaç vardır. Her tarihsel süreç kendi bireyini de açığa çıkarır. İslam’ın ilk dönemlerindeki filozoflar, âlimler, rönesansta açığa çıkan bireyler hep kendi çağlarını temsil edebilen kişiliklerdir. Hareketin doğuşunu sağlayan bireyler de gereken örgütsel ve düşünsel donanıma sahip bireyler olmasalardı, bu denli zorlu bir yürüyüşe kalkışmazlardı. ‘zaman oluşturucudur’ der Öcalan. Bu tarihin zamanı da kendi özgür bireylerini oluşturdu ve açığa çıkardı.

Bu çalışma bir denemedir. Bir toplumsal hareketin ortaya çıktığı koşulları ve başlangıçta edindiği yapısal karakteri üzerinedir. Bu toplumsal hareket doğru bir şekilde incelendiğinde toplumsal alanda kurucu bir hareket olduğunun görüleceği savına dayanır. Bu kurucuinşacı karakterini de doğuş tarzından ve doğuşu gerçekleştiren kurucu kadrolarını özelliklerinden alır. Bu özellikler nedeniyle hareket bir topluma mal olmuş ve yaşamsallaşmıştır. Doğru söz kadar doğru eylem ve doğru yaşamda oluştuğundan dolayı bu mücadele kendi hakikatine ulaşabilmiştir.

 

Yararlanılan Kaynaklar

1- Marx, Karl, Louis Bonaparte’in 18. Brumaire’i Çev. Sevim Belli, Sol Yayınları
2- Benjamin, Walter, Tarih Felsefesi Üzerine Tezler, Haz. Ünsal Oskay, Dost Kitapevi Yay.
3- Abdullah Öcalan, Ortadoğu Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü.
4- K. Marks, Kutsal Aile, Çev. Kenan Samer, Sol
Yay. 1976. Sy. 125
5- Marks, age, sy. 114
6- Öcalan, age
(*) ‘Kapitalizmin sonu’ teorisi 1900’lerin başın dan beri sosyalist düşün dünyasını meşgul eden bir tespittir. Bu konuda şu esere bakılabilir; Sosyalist İktisadi Düşüncenin Kısa Tarihi, Ben Fine, Cerd Hard,
Dieter Karras, İmge Yay. (*) 1918’de Almanya ile imzalanan ve ömrü kısa süren Brest-Litovsk antlaşması ile Almanyanın işgal ettiği ülkelerde kalmasına karşın, SSCB’nin çarlık döneminden kalma işgal ettiği topraklardan çekilmesini kabul etmenin altında bu politikanın da etkisi vardır.
7- Hardt. M-Negri. A, Çokluk, Çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı-2004
8- Öcalan, age.
9- Camus, A , Başkaldıran İnsan, Çev. Tahsin Yücel, Can Yay. 2010
10- Öcalan, A, Kürt Sorunu ve Demokratik Uygarlık Çözümü.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.