Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürt-Türk İlişkilerinde Tarihsel Kesitler

Asuman Ozan

Tarihe günümüzün güç dengelerini referans alma hatasına düşmeden bakmak önemlidir. Bu nedenle de olay ve olguları kendi zamanının ruhunu anlayarak incelemek gerekir. Kuşkusuz Kürt halkı ile Türk halkının ilişkileri bu minvalde ele alınırsa, sorun haline gelen ilişkilerin çözüme evirilmesine ciddi katkıları olacaktır.

Kürt halkı ile Türk halkı arasındaki ilişkiler ve aralarında kurdukları ittifaklar son bin yıllık Ortadoğu tarihinin şekillenmesini ve bölge halklarının kaderini en fazla belirleyen ilişkilerdendir. Bu ilişki ve ittifaklar süreci boyunca haritalar değişmiş, imparatorlukların geleceği belirlenmiştir. Son bin yıl boyunca defalarca kanıtlanan bu gerçeklikten yola çıkarak bölge açısından her iki halkın özgücünün küçümsenmemesi gerektiği sonucuna gitmek doğru olur.

Türk boylarının göç dalgaları aynı zamanda tarihin en büyük ve etkili akınları olma özelliğini de taşımaktadır. Bu göç ya da akınlar, yerel güçlerin dengelerini etkileyen, onları değişime zorlayan ve bölgenin kültürel siyasal gerçeğine katkı sağlayan bir yapıya sahiptir. Diğer taraftan bölgenin en kadim halklarından olan Kürtler, toplumsallaşmasının ana kaynağı ortayukarı Mezopotamya yerlileri olarak sadece bölgenin değil insanlık tarihinin temel değerlerinin yaratıcıları olma konumundadır. Diğer yandan teknik olarak karma bir yapıya sahip olan Sümerlerin birçok kralının Hurrili olması, Mısır, Hitit, Babil hanedanlıklarıyla kan bağının bulunmasının yanı sıra Hurri, Mitani ve Med-Persler gibi temel uygarlık kurucularından olması Kürtlerin Uygarlıksak gelişme içinde de önemli bir rol oynadığını göstermektedir.

Bu veriler ışığında tarihsel bir alt yapıya sahip olan iki halkın ilişkilerinin yüzeysel değerlendirilmesi veya güncel çıkarlara kurban edilmesi günümüzü ve geleceğimizi sağlıklı değerlendirmeye götürmez. O nedenle Kürtler ile Türklerin ilişkilerini salt dönemsel mecburiyetlere bağlamak, ittifak arayışlarını zayıflık olarak görmek, günümüzün egemen devlet anlayışı temelinde biat olarak yorumlamak en hafif deyimle tarihi anlamamaktır. Ortadoğu halkları arasındaki ilişki diyalektiğini ve dönemin realitesini doğru okuyamamaktır.

İttifak kurmak varoluşu sağlamaya yönelik siyasal bir ilişkidir. Toplumsallık açısından iktidar ve sınıf çıkarlarından bağımsız olarak topluluk çıkarlarını esas alır. Bununla birlikte aynı coğrafyayı paylaşma yani komşuluk olgusu söz konusu olunca siyasal ilişkiler, devletlerarasındaki ittifak ilişkilerinin egemenlik çıkarlarından farklı olarak ötekileştirmeye değil bir arada yaşama koşullarını koruma anlayışına dayanır. Toplumsal dokuya işleyen bu anlayış, değer yargılarının ortaklaşma alanını genişletir. Güvenlik ve kimlik gibi hayati konularda kurulan dayanışma bağlarının kendisi, toplumsal değer olur ve sadece kendisinin değil komşusunun da güvenliği ve kimliğini sahiplenme kültürünü geliştirir. Kürt ve Türklerin tarihsel ilişkilerini bu sosyolojik perspektiften ele almak ve değerlendirmek için binlerce örnek verilebilir. Egemenlik çıkarlarının yozlaştırmadığı zeminlerde hem de ulusdevlet gerçeğine rağmen bunu görmek mümkündür. Ancak Türklerle Kürtler arasındaki ilişkileri salt toplumsal kültür değerleri üzerinden ele almak, durumu açıklamak için yeterli değildir elbette.

Bu nedenle de egemenlik çıkarlarının buluştuğu fay hatlarına da bakmak, dönemsel ve tersine evirilmeye açık gerçeklikleri de değerlendirmek gerekir. Onun için burada Kürt-Türk ilişkilerindeki bazı temel süreçleri ele alacağız. Bunlar;

  1. Selçuklular ile Kürtler arasında gelişen ilk ittifaklar ve Türklerin bölgeye yerleşmesi;
  2. Osmanlı ile Safevi imparatorlukları arasında kalan Kürtlerin Kürdistan’ın büyük bölümünü Osmanlılara bağlamaya götüren Osmanlı-Kürt ittifakı;
  3. 19. yüzyılda ittifakın bozulma koşulları, Kurtuluş savaşında yeniden ittifak süreci, ulus-devlet homojen zihniyetiyle geliştirilen imha, inkâr ve asimilasyon politikaları ile başkaldırı ve katliamlar…

Bu örneklerden de yola çıkarak ortaya koyacağımız iddia şu; Kürtlerin kendine yeterliliğine dokunulmadan her iki tarafın da çıkarlarına uygun ittifaklar geliştirildiği zaman, birbirini güçlendiren ilişkiler ortaya çıkmış ve ciddi bir sorun yaşanmamıştır. Bunun tersi olarak Kürtlerin bastırılmaya çalışıldığı dönemlerde her iki tarafı da güçten düşüren yıpratıcı gelişmelerle karşı karşıya kalınmıştır.

 

Türk Akınları, Kürtlerle İttifak ve Anadolu Kapılarının Açılması

Beş yüz-altı yüzlü yıllarla birlikte yavaş, yavaş tüm bölgeye kabileler halinde akın eden Türk boyları kendi içlerinde çatışmalı oldukları gibi ilk karşılaştıkları halklardan olan Kürtlerle de ilişki içinde oldukları kadar dönem, dönem çatışma içinde oldular da. Kürtler ve Ermeni, Asurî, Fars, Arap gibi komşuları bölgenin binlerce yıllık yerli halklarıydı. Kürtler, alanın yerleşik gücüydü ve öz yeterliliğe sahip olan belli başlı halklardandı. Hazar’ın güneyinden başlayarak kuzey ve batı İran, Doğu ve güney Anadolu’nun yanı sıra aşağı Mezopotamya’da büyük oranda Kürtler yaşıyor ya da karma etnik yapılanmaların emirliklerinde Kürt beyleri bulunuyordu. Bu şekilde geniş bir coğrafyada kurdukları otoriteleri altında edebiyat, sanat, ekonomik zenginlik oldukça gelişmişti. Aynı zamanda bu topraklarda birçok irili ufaklı beylik devletleri kurulmuştu. Şimdiki Kuzey Kürdistan’ın büyük çoğunluğunu kapsayan Mervani Kürt devletinin merkezi Meyafarqin’di. Komşuları olan Hemedan, İsfahan, Azerbeycan’da da Kürt hanedanlarının kurduğu devletler vardı.

Buna karşılık Türkler adeta uygarlığa karşı hamle yapan yağmacı-gezgin kabilelerden oluşuyordu. Yağmacılık Türklerde kültürel bir gerçeklikti ve dönem savaşlarının ganimeti bu kültürün yaşatılma açısından oldukça elverişliydi. Türk beyliklerinin büyük bir çoğunluğu birbirlerinden bağımsız olarak kendi başlarına hareket ediyorlardı. Sosyal ve askeri örgütlülükleri kabileciliğe dayanan bu beylikler, ancak bölgeye yerleştikten sonra yerleşik hayata geçtiler. Bu aşamaya gelinceye yani yerleşik hayata geçinceye kadarki dönem içinde Oğuz Türkleri ve Gaznelilerin akınları dünyanın en zengin alanlarına yöneliyordu. Bu akınları durdurmaya Çin, Hindistan ve İran dâhil kimsenin gücü yetmiyordu. Bereket kaynağı olan Ortadoğu ve özellikle Anadolu en fazla iştah kabartan alandı. Bu yayılma durumu önünde en büyük engel dönemin büyük hegemon güçlerinden biri olan Bizans imparatorluğuydu. Türk akınlarının bölgeyi yurt edinmesini sağlayan avantajlar bu engelin aşılmasında belirleyici düzeyde kolaylık sağladı. Bu avantajlar:

  1. Bölgenin yerli halklarının özellikle de Bizanslılara komşu olan Kürtlerin de Bizans egemenliğine karşı direniş içerisinde olması, dolayısıyla ittifak yapma koşullarının bulunması,
  2. Önceleri kendilerine has inançları olan Selçuklu boylarının İslamiyet’i seçerek Hıristiyan Bizans’a karşı dinsel direnişin öncülüğünü yapma fırsatını kullanması.
  3. Türklerin kendilerinden çok daha gelişmiş olan kültürel değerlerle çok hızlı uyum sağlama yeteneklerinin bulunması. Bu avantajlarının yanı sıra dezavantajların başında da parçalı duruşları geliyordu. O nedenle de bütünlüklü hareket etmemeleri ve küçük iktidar çıkarları üzerinden iç çatışmamalarının hiç bitmemesi enerjilerini tüketiyordu. İşte bu dezavantajlara rağmen güçlerini birleştirme ve ittifak yapabilme kabiliyeti olan kabileler tarihin lehlerine yazılmasında önemli roller oynadılar. Bu kabiliyeti gösteremeyen birçok Türk kabilesinin bölge halkları içerisinde erimekten kurtulamadığı biliniyor. Bu konuda en etkili siyasal duruşa sahip olanlardan biri Selçuklu Sultanı Alparslan’dır. Alparslan, uzun bir süre kardeşleri, amcaları ve kuzenleriyle iktidar savaşı içerisinde oldu. Bu iç sorunları, uzlaşma politikasıyla gideren Alparslan çevre güçlerle ilişkilerinde de aynı politikayı esas aldı. Alparslan zihinsel esnekliğini ve politik gücünü biraz da İran siyasal gerçekliğinde pişmiş olan danışman ve baş veziri olan Nizam’ül-Mülk’e borçluydu. Uzun vadeli ittifaklar üzerinden hareket ediyordu. Özellikle Oğuz boylarının saldırılarına karşı en fazla direnç gösteren Kürtlerle ilişkilerinde ittifak’ı önemli sonuçlar vermiştir. Ele geçirdiği topraklardaki beyliklerin kendisine bağlı olmak üzere varlığına devam etmesini istemiş, mevcut kurumsal alt yapılarından faydalanmıştır. Bazı Kürt devletleriyle savaşmadan egemenlik kurmadan birlikte hareket etme anlaşmaları yapmıştır. Mervani Kürt devletiyle ilişkisi böyledir.

Bazı Arap  kaynaklarında  Mervaniler’in içerisinde de bir iktidar kavgasının olduğu yazılıyor. Mervani Devletinin kralı Nizamüddin Nasr ile kardeşi Said arasında yaşanan iktidar çekişmesi sonucu Said’in Alparslan’a sığındığı söyleniyor. O dönemde taht kavgaları tüm beyliklerde sık, sık yaşandığından bu olay aykırı bir durum gibi görünmüyor. Aynı şey Türk beyliklerinde de yoğun olarak yaşanıyordu. Anadolu’ya girme amacı olan Alparslan 1071 yılında, Bizanslı Romen Diyojen’in İstanbul`dan hareket ettiğini duyunca Said`i yanına alarak Kürtlerin merkezi Diyarbakır`a geliyor. Veziri Nizam’ül-Mülk Meyafarqin’e giderek Nizamüddin`le görüşüyor, Bizans tehlikesi karşısında Alparslan’la ortak hareket etmeye ikna ediyor. Kardeşi ve iktidar düşmanı olan Said’in yanında bulunmasına rağmen Bizans tehlikesinden dolayı Selçuklularla anlaşma yapılıyor. Buna göre Alparslan’ın ordusuna on bin( bazı kaynaklarda 20 bin olarak geçiyor) Kürt savaşçı da katılıyor. Bizanslılara karşı Türklerle Kürtlerin güçleri birleşince Malazgirt’te Diyojen’in güçleri yenilgiye uğruyor. Böylece Anadolu’nun kapıları kalıcı olarak Türklere açılmış oluyor. Selçuklular açılan bu yoldan Konya’ya kadar ilerliyor. Anlaşma gereği Alparslan’ın MusulBağdat seferi sırasında Mervaniler’in topraklarından geçmesine izin veriliyor. Mervaniler ve kralı Nizamüd’din kendi topraklarındaki hâkimiyeti de Alparslan sağ olduğu sürece devam ediyor.

O dönemin Türk akınlarına hiçbir gücün direnemediği gerçeği vardır. Ancak bölgede etkin ve kalıcı bir güç olmalarını sağlayan tek başına akıncı özellikleri değildir ve olamaz da. Yerel kültürel değerleri benimsemeleri ve ortak buluşma noktalarına açık olmaları bölge halklarının arasına girmelerini sağlayan temel husustur. Nitekim bu kabiliyeti gösteremeyen birçok Türk kabilesi savaşlarda askeri olarak başarılı olsalar da varlıklarını sürdüremediler. Alparslan’ın uzlaşmacı ve ittifaka açık yaklaşımı Türk etnik kimliğinin kaderini olumlu olarak belirledi. Bu perspektifle bakıldığında Türkler ile Kürtlerin ittifaklarının her iki güç açısından da hayati bir değer taşıdığını belirtmek yerinde olur. İttifak yapılmamış olsaydı her iki halkın da var oluş sorunuyla karşı karşıya kalacakları bir ihtimaldi.

Alparslan’ın ölümünden sonra oğlu Melikşah, Mervani Devletine saldırarak ortadan kaldırdı. Babasının tersi olarak yıkıp kendine bağlama temel politikasıydı.

Selçuklu devletinin fazla büyüyemeden hızla yozlaşmasında bu politikanın etkisi vardır. Yozlaşan iktidar yapılanmasına karşı erkenden yoksul Kürt ve Türkmen Alevilerinin isyanı gelişti. Baba İshak ve Baba İlyas isyanları Selçukluların uzun ömürlü olamayacaklarının habercisi gibiydi.

 

Osmanlı İmpratorluğu’nun Kürtlerle İttifakı Ve Ortadoğu Kapılarının Açılması

Osmanlı devleti, Bizans’ın burnunun dibinde, batıya doğru yayılan bir eğilim içerisinde kuruldu, büyüdü. İstanbul’un fethi bu eğilimi güçlendiren cesareti verirken, hep batıya doğru seferler düzenlendi. Ancak 1500’lü yıllarda batıya ilerlemenin maddi koşullarının giderek zorlaşması ve yapılan anlaşmalar duraksamaya yol açtı. Diğer taraftan doğu’da Safevi imparatorluğunun Şia mezhebine dayalı bölgesel egemenlik hamlesinde bulunması Osmanlıların çıkış bulma arayışlarının adresini belirledi. Bu tarihten sonra ağırlıklı olarak yönlerini doğuya çevirdi. Bu yeni durum; bölge üzerinde hâkimiyet kurmak isteyen iki büyük imparatorluğun egemenlik alanlarını genişletme çekişmesi içerisine girmesi anlamına geliyordu. Anadolu’nun doğusu ve güneyinde Akkoyunlular’ın Diyarbakır merkezli beylik devleti vardı. Bağımsız Kürt beylikleri de oldukça fazlaydı. Özellikle Bitlis beyliği stratejik bir noktada yer alarak Safevilerin, Türk beyliklerinin ve Osmanlı’nın geçiş hattını tutuyordu. Kürt beyliklerini yanına çekmek her iki imparatorluk açısından da büyük bir avantaj yaratacaktı. Kürdistan’da alevi ve yezidiler oldukça fazlaydı ve Şah İsmail bu potansiyeli doğal müttefikleri olarak kabul ediyordu. Ancak Bitlis Kürt beyliği gibi kilit yerde bulunan beylikler sünni Kürtlerdi. Sünni Osmanlı ile alevi-şiaSafevi arasındaki çekişmenin meydanı Kürdistan, en fazla parçalanan halk da alevi-Êzidi ve sünni dinsel ayrışmasını yaşayan Kürtlerdi. Şah İsmail, (bazı kaynaklarda Kuzey Kürdistan’lı bir Kürt Alevisi olduğu, başka kaynaklarda da Türk Alevisi olduğu belirtiliyor) Aleviliği Şia yorumuyla bir devlet dini haline getirmiş, egemenlik alanını genişletmeye çalışıyordu.

Kürtlerin taraflardan birini seçmesinde mezhep ayrılığının etkisi vardı ancak bu durum başlarda çok belirleyici değildi. Ayrışmayı ve giderek karşıtlaşmayı derinleştiren şey, bu iki büyük devletin kendi çıkarları doğrultusunda mezhep kimliklerini kışkırtması, Kürt beyliklerini yanlarına çekmesi veya tersi olarak baskı uygulamasıydı. Sünni Kürtlerin büyük kısmı başta Safeviler’den yana tutum alsalar da Şah’ın dinsel baskılarından dolayı daha sonra Sünni Osmanlılara yöneldiler. Safeviler ile Osmanlıların bölge egemenliği üzerinde yaşanan ancak mezhepsel çelişki olarak yansıtılan egemenlik çekişmesi Kürtlerin ilk büyük parçalanmasının zeminini oluşturdu. İki ateş arasında kalan Kürt halkının Alevisi de Ezidisi de sünnisi de bu devletlerden çok daha fazla zarar görmüştür. Aslında Kürtler için önemli olan, özerk yaşam alanlarına dokunulmaması, güvenlik, beslenme ve öz idare konularında kendine yeterli olan özerkliklerinin korunmasıydı. Bu durum sağlandığı sürece hangi İmparatorluğun egemenliği altında olduklarının pek bir önemi yoktu. Sağlanmazsa da taraf değiştirmeleri çok rahat olabiliyordu.

Stratejik bir hatta yer alan Kürt emirlikleri, Osmanlılarla ittifak yapmasaydı, çok büyük ihtimalle Osmanlıların Anadolu’nun güneyine ve daha sonra Arap bölgelerine yayılması mümkün olamayacaktı. Şah İsmail’in sünni beyliklere yaklaşımından rahatsız olan Bitlis beyliği gibi beyliklerin desteğini çekmesi gelişmelerin seyrini değiştirdi, durumu tersine çevirdi. İsmail’e karşı coğrafik olarak yol hattının üstünde yer alan sünni emirliklerin Osmanlılardan yana tavır alması Osmanlıların çok dezavantajlı durumdayken avantajlı olmasını sağladı. Şah İsmail Bağdat dâhil bütün Ortadoğu’yu ve Anadolu’nun yarısını ele geçirmiş, üstelik Osmanlı Şehzadesini de yanına çekmiş olduğu halde konumunu koruyamadı.

Sünni Kürt emirliklerinin Osmanlı imparatorluğuyla ittifak kurmasında İdris-i Bitlisi’nin rolü belirleyici bir faktördür. Şah İsmail, Osmanlının sınırına kadar olan toprakları ele geçirip Akkoyunlu devletine son verince alan tamamen Safevilerin denetimine girmişti. Babası Mevlana Şeyh Hüsameddin El Bitlisi Akkoyunluların Diyarbakır’daki sarayında âlim olan İdris-i Bitlisi de uzun yıllar şehzadelerin eğitiminden sorumlu olarak sarayda yaşıyordu. Diyarbakır, Safevilerin eline geçince İstanbul’a kaçtı. Burada âlimliğine değer verilen Bitlisi, II. Beyazıt tarafından Osmanlı tarihini yazmakla görevlendirildi. Sekiz Osmanlı padişahını anlatan kitabını “Heşt Behişt” İstanbul’da yazdı.

I. Beyazıt ölünce onun yerine doğu politikası babasınınkinden daha aktif olan Yavuz Sultan Selim tahta oturdu ve İdris-i Bitlisi’yi doğu siyasetinin danışmanı yaptı. Yavuz Selim ordusuyla birlikte Safevilerin üzerine yürürken Bitlisi, Kürt beylikleriyle ittifak yapmıştı. Yavuz, Sefere İdrisBitlisi ile birlikte çıktı. Kürt Beyliklerinin savaşçıları en ön saflardaydılar. (Safevi ordusunun da öncüleri yine Kürtlerdi). Şia Safevilere karşı Osmanlı ile Kürtlerin doğal bir ittifakı gelişmiş oldu. Çaldıran savaşında (1514) Osmanlı ordusu Kürt savaşçıları öncülüğünde Tebriz’e kadar ilerledi. Şah İsmail geri çekilmek zorunda kaldı. İlk Çaldıran savaşını Osmanlılar ve Sünni Kürtler kazanmış olsalar da savaş sona ermedi. Bu arada Anadolu’da bulunan kırk bine yakın Alevi Türkmeni, Alevi Kürdü ve çok daha fazla sayıda Êzidi Kürdü Osmanlı seferlerinde katliamlardan geçirildi. Yavuz Sultan Selim Alevileri katlederek Şah

İsmail’in Anadolu’daki desteğini yok etme politikası izliyordu.

Çaldıran savaşından iki yıl sonraya kadar da Kürdistan’da egemen olan Osmanlılar değildi. Kürt beylikleri bağımsız olarak kendi Emirliklerini idare etmeye devam ediyorlardı. Safeviler ile savaşlar devam ettiği için İdris-i Bitlisi Kürdistan’daki beyliklerle görüşmeler yaparak iç özerkliklerini koruma şartıyla Osmanlı topraklarına katılmaya ikna etti. Kürtler İdris-i Bitlisi öncülüğünde Arıza diye bir mektupla Osmanlı topraklarına gönüllü katılmak istediklerini belirttiler. Bu dönem Şah İsmail’in yeniden saldırı girişimini başlattığı 1516 yılıydı.

 

Bu anlaşmanın maddeleri şöyledir:

  1. Osmanlı yönetimine bağlı olarak Kürt emirliklerinin özerkliği korunacak.
  2. Kürt emirliklerinde de yönetim babadan oğul’a geçerek sürecek, eskiden beri yürümekte olan yöntem yürürlükte kalacak ve bu konuda ferman padişahtan çıkacak.
  3. Kürtler, Türklere bütün savaşlarda yardım edecekler.
  4. Türkler de Kürtleri bütün dış saldırılardan koruyacaklar.
  5. Kürtler devlete verilmesi gereken her türlü vergiyi ödeyecekler.

Anlaşmadan sonra Diyarbakır ve Mardin’i ele geçiren Safeviler büyük bir orduyla yenilgiye uğratılarak geri çekilmeleri sağlandı. Bundan sonra 25 Kürt mıntıkası Osmanlı topraklarına katılmış oldu. Safevilerle savaş uzun bir süre daha devam etti. 1639 yılında imzalanan Kasr-ı Şirin anlaşması ile birlikte şimdiki İran, Türkiye sınırlarına çok benzer olan sınırlar çizildi.

Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’e karşı kullandığı gücünü tüm bölgeye yaymak istiyordu. Kürtlerin Safevi sınır güvenliğini sağlaması işini oldukça kolaylaştırıyordu. Kürtler de imparatorluk saldırılarına karşı güvenlik ihtiyacı duyuyordu. Osmanlı topraklarına katılmak bir yandan olası Osmanlı saldırılarını önleyecek diğer taraftan Safevilere karşı güçlü bir devletin savunması altında olacaklardı. Bu anlamda her iki tarafın da güvenlik ihtiyaçları karşılanmış oluyor ve ek olarak bu anlaşmayla Osmanlının Bölge hegemonu olmasının önü açılıyordu. Kürtlerin de desteğiyle kazanılan Memlük ve Ridaniye savaşları Ortadoğu’nun tamamının ve giderek Kuzey Afrika’nın da Osmanlı toprağı katılmasını sağladı.

Bu temelde geliştirilen ilişkiler temelinde uzun yıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğu içinde yer alan Kürt beylikleri otonom bir yapıya sahip oldular. Vilayetlerin altındaki birçok sancak resmen ve fiilen Kürt sancak ve livaları olarak kaldı. Bu arada Türkler ve Kürtler kültürel ve siyasal olarak yakınlaşmış iç içe geçmişlerdi. Kürtlerin egemen sınıf üyeleri Osmanlı kimliğine yatkınlık gösterirken yerelde Türk ve Türkmen kabilelerin bazıları Kürt kültürü içerisinde eriyerek Kürtleştiler. Kürdistan’ın birçok yerinde bu gerçekliğin izleri halen vardır.

 

Osmanlının Batılılaşma Eğilimi ve Bozulan İlişkiler

1600’lü yıllara kadar batı karşısında açık bir üstünlüğü olan Osmanlı İmparatorluğu bu süreçten sonra gerilemeye başladı. Felsefik olarak dogmatikleşen Osmanlı’nın bilimsel ve teknik gelişme kanalları daralmıştı. Buna karşılık, Avrupa sömürgeci devletlerinin Latin Amerika, Ortadoğu, Çin ve Hindistan gibi dünya uygarlık alanlarından ve sömürgeleştirdikleri bölgelerden topladıkları maddi manevi değerler ciddi bir birikime oluşturmuştu. Sömürgecilik üzerinden sağlanan birikim maddi zenginliği arttırdığı kadar çok boyutlu ürün vermeye başladı. Bir yandan bilimsel teknolojik gelişmelerde sıçrama yapılırken, diğer taraftan yeni devlet sistemi tekelci kapitalist değerler olarak biçim kazandı. Toplumsal enerjiyi sömüren, tek merkezde toplayan ve kâra endeksli olan sistem değerleri, milliyetçi ideolojinin homojen toplum zihniyeti üzerinden gelişme imkânı buluyordu. Pozitivizmin doğurduğu milliyetçilik, kapitalizmi büyütüyordu. Osmanlı İmparatorluğu bu duruma ayak uyduramıyordu. Osmanlı merkezinin fetihlere bağımlı ekonomik durumu ve ordu düzeni, fetih yayılmacılığının tıkanmasıyla birlikte gerilemeye ve batıda gelişen Kapitalist sistem tarafından baskılanmaya başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğunun bu duruma bulduğu çözüm, devlet sistemini batılılaştırarak ayakta kalmaya çalışmaktı. O nedenle ordu yapısı, ekonomik sistemi ve idari yapılanması ulus-devlete uyduruldu. Bu elbise Osmanlı imparatorluğunun kültürel mozaiğine, yerel emirliklerin kendine yeterli iç ekonomik yapısına, imparatorluğun iç siyasal dengelerine ve çok büyük olan hacminin idare edilme anlayışına uymuyordu. Bunun için de ulus-devlet bir eli gömleği gibi zorla giydirilmeye çalışıldı. Nizam-ı Cedid ve Tanzimat Fermanı ile birlikte Osmanlının batılılaşma eğilimi uygulamaya konuldu. İlk uygulamalar ordunun yenilenmesine dayalı oldu. Ağırlıklı olarak Hıristiyan devşirmelerden oluşan yeniçeri ordusunun yerine ulusdevlet ordu sistemi olan zorunlu askerlik temelindeki düzenli ordu sistemine geçilemeye çalışıldı. Bu durum hem yeniçerilerde hem de asker toplanmaya çalışılan Osmanlı halklarının tümünde tepkiyle karşılandı, isyanlar çıktı, sultanlar öldürüldü. Buna rağmen reformlara devam edildi. Tanzimat’la birlikte geri dönüşü olmayan bir yola girildi. Buna göre;

  1. Batıda gelişen milliyetçi dalgayla kısmen uyumluolarak Osmanlı bünyesindeki halklar homojenleştirilerek Osmanlı milleti olarak belirlendi. Bu anlayışla her türlü etnik, kültürel ve dinsel çeşitlilikler arasındaki farklılıklar kaldırılarak hakları eşitlendi.
  2. Bütün Osmanlı tebaasından asker alma zorunluluk haline getirildi.
  3. Merkezi idare sistemine geçildiğinden dolayı özerk emirlikler kaldırıldı.
  4. Osmanlı da batının bilimsel gelişmeleriyle paralellik sağlanması amacıyla batılı okullar açıldı. Sivil ve askeri Fransız okulları yeni bir kuşağın oluşmasını sağladı.

Atılan bu adımların sonuçları da ciddi oldu. Başta Hıristiyan toplulukları olmak üzere bütün halklarda milliyetçi eğilimler baş gösterdi. Ermeni, Rum ve Asurî halkları milliyetçi cemiyetler oluşturmaya başladılar. Daha sonra Kürtlerin de bu tür cemiyetleri gelişti. Avrupa okullarından mezun olan askerler orduda mektepli-alaylı ayrışmasına yol açarken daha sonraki yıllarda bunlar arasında çatışmalar da yaşandı. Sivil okullardan mezun olanlar batı eksenli yeni bir aydın sınıfını oluşturdu. Jön Türkler ve İttihat Terakki önder kadroları bu askeri ve sivil okullardan mezun olan batı eksenli pozitivistmilliyetçi zihniyetle donanmış aydınlardan oluşuyordu.

Reformların büyük sonuçlarından biri de yaşanan isyanlardı. Osmanlı imparatorluğunun batılı ulus-devlet reformları halklar arasındaki ilişki dengesini bozarak, Hıristiyan halklar lehine işliyordu. Bin yedi yüzlü yıllardan başlayarak Müslüman halklarda başlayan yoksulluk en üst aşamaya ulaşmıştı. Yani çelişkinin temel bir boyutu da yoksul köylülerin artık devlet vergilerini ve asker ihtiyacını karşılayamaması sorunuydu. Kürdistan’daki emirliklerin özerkliğinin de kaldırılması ve zorunlu askerlik yasaları da bir anlamda bardağı taşıran son damla oldu. Tüm bu sorunlardan sonra emirlikler baş kaldırmaya başladı. Kürdistan’da ondan fazla büyük isyanın yanında yüzlerce irili ufaklı çatışma yaşandı. Bedirxan, Baban, Soran bunların öne çıkanları oldu.

Bu Kürtbeyliklerinde henüz milliyetçi eğilim gelişmemişti. Daha ziyade mevcut düzenlerini koruma anlayışı hâkimdi. Milliyetçi eğilimler isyanların bastırılmasından sonra batıya sürülen aristokrat ailelerin üyelerinde gelişti. Bu anlamda Kürt milliyetçiliğinin çıkış yeri Osmanlı imparatorluğunun başkenti İstanbul’dur demek doğru olur. Abdülhamit’in Kürt politikasının da bunda payı vardır. Kürtleri Pan-islam politikası üzerinden ele alan ve aristokrat sınıfını yanına çekerek etkisizleştirmeyi hedefleyen Abdülhamit’in politikası tutmamıştır. Birçok Kürt Emirini yanına çekerek, salt ümmetçi yaklaşımla Kürt sorununu çözeceğini sanmanın yanılgısıdır Abdülhamit politikası. Kürt Aristokratlarını işbirlikçileştirerek teslim alma, Hamidiye alayları kurarak halklara karşı kullanma politikasının ömrü uzun sürmemiştir. Yoksul Kürt halkında ciddi bir destek bulmadığı gibi, aristokrat Kürtlerin milliyetçi eğilimden etkilenmesini ve isyanlara öncülük etmesini engelleyememiştir.

 

Türkiye Cumhuriyeti Tarihinde Kürt Politikası

Osmanlı imparatorluğunun dağılma sürecine girmesi ile birlikte Emperyalist paylaşım temelli saldırılara karşı Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Arap halklarının kader birliği oluşturması gerçeği vardı. Birinci dünya savaşının sürdüğü süreçte Kürdistan’da, Anadolu’da ve Rumeli’de halkın kendi özgücüyle, birbiriyle bağlantıları olmaksızın direnişleri gelişiyordu. En güçlü direnişler Kürdistan’da Fransız ve İngiliz güçlerine karşı gelişiyordu. Özellikle Fransızların Anadolu içlerine ilerlemesini engelliyorlardı. Atatürk’ün Kurtuluş savaşını buradan başlatmasının da bir tesadüf olmadığı, sürdürülen direnişin o alanı en güvenlikli yer haline getirdiği açıktır. Atatürk 19 Mayıs’ta Samsun’a gelip Amasya’da direniş projesini çizerken Kürdistan’ a dayanarak başladı. İki kongre tüm Kürdistan illerinin temsilcilerini kapsayan Erzurum kongresi olacaktı. Temmuz 1919’da Erzurum kongresi toplandı. İkincisi ise bütün bölgelerden üçer kişinin katılacağı temsilcilerle toplanacak olan Sivas kongresi idi.

Kuva-i Milliye olarak tanımlanan yerel direniş güçleri içerisinde neredeyse hiç asker yoktu. Eli silah tutan herkes düşmanı topraklardan çıkarmaya kilitlenmişti. Tüm ülkede Kurtuluş savaşına moral motivasyon kazandıran ve düşmanı kesin olarak topraklarından çıkaran ilk başarılar Kürdistan illerinden geldi. Daha sonra kurtuluşun önünü açan bu yerler Şanlı, Gazi ve Kahraman sıfatlarıyla “onurlandırıldılar”(!?).

Kürtler içerisinde farklı yaklaşımlar vardı. Wilson prensipleri uyarınca Kürtlerin de bağımsız bir devlet kurmasına inanan ve bunun çabası içerisinde olan Kürtlerin temsilcilerinden biri Şerif Paşa’ydı. Sevr’de bu tutumun anlaşmaya geçmesine öncülük etmişti. Bedirxanbey’in torunlarından Kamuran ve Celadet Bedirxan’ın da bu yönlü çabaları vardı. Bu aristokrat aile fertlerinde Kürdistan’da bağımsız devlet kurma üzerinden krallıklarını oluşturma çabası vardı. Bu kesimler de halkın özgücüne dayanmaktan çok dış güçlerden medet uman, varlığını İngiliz ve Rusların desteğine bağlayan bir duruş vardı ki, her iki devlet tarafından da kullanılmaktan, idare edilmekten ve yüz üstü bırakılmaktan kurtulamadılar. İngilizlerin Kürtleri maşa olarak kullanma politikasını en iyi anlayanlardan biri Süleymaniye’de başkaldıran Şêx Mahmut Berzenci’ydi. Berzenci yeni Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde Türkiye ile birleşme teklifinde bulunmuş ancak Atatürk ve arkadaşları, İngilizlerin Kuzey Kürtlerini harekete geçireceği korkusuyla Berzenci’nin bu çağrısına cevap vermemişti. Atatürk 1920’de mecliste yaptığı bir konuşmada, Suriye’den ve Musul’dan gelen çağrıları güven verici bulmadıkları için ret ettiklerini ifade etmiştir.

Bu eğilimin dışında İttihat Terakki ve Teşkilatı Mahsusa içerisinde yer alan Ziya Gökalp, Said-i Nursi, Zülfüzade Zülfü, Pirinçzade Fevzi ve Abdullah Cevdet gibileri de vardı ki, Kürt kimliğinden ziyade ümmetçi, ulus-devlet homojen kimliği savunucusu ve hatta Türkçü bir anlayışa sahiptiler. Bunlar Kürt halkının çıkarları üzerinden hareket etmiyorlardı. İttihatçılarla fikir ve eylem birliği içerisindeydiler.

Bu iki eğilimden farklı olarak en büyük kitlenin eğilimi Osmanlılarla ortak hareket edip, otonom yapılarını koruma tarzındaki geleneksel Kürt yaklaşımıydı. Kurtuluş savaşı ve Cumhuriyetin başlangıç süreçlerinde ittifak içerisinde olan eğilim ve bu son yaklaşım sahibi olanlardı. Kürt halkının kurtuluş savaşındaki yaklaşımı topraklarına saldıran düşman güçlerine karşı direnme duruşudur. Kimlik bilinci gelişmiş olan ve özerkliğini koruma anlayışı güçlü olan Kürt halkının her kim saldırırsa saldırsın direneceği gerçeği vardı. Ancak Atatürk’ün Kürtlerin özerkliğini koruma duyarlılığını destekleyen söylemlerini daha Amasya protokolünde ifade etmesi ortak hareket etme yaklaşımını güçlendirdi, güven verdi.

Bu arada Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak sınırları da Misak-i Milli olarak belirlendi. Önce gizli daha sonra mecliste Şubat 1920’de ilan edilmek üzere belirlenen sınırlar, Halep’in kuzeyinden Musul Kerkük’e kadar uzanıyordu. Kürdistan’ın doğu parçası dışındaki bütünlüğünü koruyan bu haritaya Kürtler de destek veriyordu. Mustafa Kemal’in bu söylemleri yazışmalarına, basın açıklamalarına ve hatta Anayasaya geçti. Kürdistan bölge komutanlığına gönderdiği bir talimatta hem Kürtlerle ilgili devletin ulaştığı konsensüsü ifade ediyor hem de bölge komutanlıklarını bu uygulamalardan sorumlu tutan talimatlar veriyordu. 27 Haziran 1920’de El Cezire Bölge Komutanı olan Nihat Paşa’ya gönderdiği talimatta şunları belirtiyordu;

“Adım adım bütün memlekette ve geniş ölçüde doğrudan doğruya halk tabakalarının ilgili ve etkili olduğu mahalli idareler kurulması, iç siyasetimizin gereğidir. Kürtlerin oturduğu bölgelerde ise hem iç siyasetimiz ve hem dış siyasetimiz açısından adım, adım mahalli bir idare kurulmasını gerekli bulmaktayız. Kürdistan’da Kürtlerin Fransızlar ve özellikle Irak sınırında İngilizlere karşı düşmanlığını silahlı çarpışmayla değiştirilemeyecek bir dereceye vardırmak ve yabancılarla Kürtlerin birleşmesine engel olmak, adım, adım mahalli idareler kurulması sebeplerinin açıklanması ve böylece bize yürekten bağlanmalarını sağlamak, Kürt reislerini mülki ve askeri makamlarla görevlendirerek bize bağlanmalarını sağlamlaştırmak gibi genel çizgiler kabul olunmuştur. “

1921’de BMM’ de, Teşkilatı Esasiye (Türkiye’nin ilk Anayasası)de Cumhuriyetin temel örgütlenme modeli âdem-i merkeziyetçi demokrasiyi esas almaydı. Yasaların yarısından fazlası yerel özerkliklerin tanınmasına ilişkindi. Bu dönemde mecliste coğrafi alanlar Kürdistan, Lazistan olarak tanımlanmış, mebuslar da Kürdistan mebusları olarak meclise katılmışlardı.

Fransız arşivlerinde bulunan bir belgede açığa çıktı ki; Kürtlerle bu özerkliğin çerçevesi çizilmişti. 1921 Haziran ayında Kürt liderler ile Ankara hükümeti arasında imzalanan bir protokolde, Mardin’deki aşiret liderlerinden Pirizade Bekir, Derwîn’den Musa Beg ve Millî Aşiret Reisi Mirliva İbrahim Paşa, Kürt tarafının önde gelenleri olarak yer alıyordu. Bu belgeye göre;

  1. Ankara hükümeti tarafından Kürtlerin yaşadığı bölgede otonom bir Kürt devleti tanınacaktır.
  2. Sınırlar Kürtler tarafından çizilecektir.
  3. Türk jandarmaları ve Türk devlet görevlileri Kürdistan’ın sınırları dışına çağrılacaktır.
  4. Otonom Kürdistan örgütlenme işlerinden Türk devlet yetkilileri elini çekecektir.
  5. Ankara hükümeti tarafından toplanan tüm askeri vergiler ve askeri bağışlar Kürtlere tahsis edilecektir.
  6. Türkiye toprakları içinde kalan Kürtler dış mihraklara karşı korunacak ve orduda bulunan Kürtler özgür bırakılacaktır.

10 Şubat 1922 tarihinde Kürt otonomisi yasalaştı. (Fakat daha sonra bu yasa ve yasaya ait meclis müzakereleri açık ve gizli meclis zabıtlarından çıkarılarak gizlendi. )

14 Ocak 1922 günü yurt gezisine çıkan Mustafa Kemal, 17 Ocak 1922 günü İzmit’teki durağında İzmit Kasrı’nda gazetecilerin sorularını yanıtlamıştı. Bir soru üzerine Musul ve Kürtler konusunda şunları söyledi.

“… Musul’u da kendi topraklarımız içine alan sınıra ulusal sınır demiştim. Gerçekten o zaman Musul’un güneyinde bir ordumuz vardı. Fakat biraz sonra bir İngiliz kumandanı gelmiş ve İhsan Paşa’yı aldatarak orada oturmuş. Musul bizim için çok önemlidir. Birincisi, Musul’da sınırsız servet oluşturan petrol kaynakları vardır. (…. ) İkincisi onur kadar önemli olan Kürtlük sorunudur. İngilizler orada kendilerine bağımlı bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Bunu yaparlarsa, bu düşünce bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır. Buna engel olmak için sınırı güneyden geçirmek gerekir…”

1923’te başka bir gazeteciyle yaptığı röportajda da durumu şöyle ifade ediyordu; “Kürt sorunu, bizim, yani Türklerin çıkarları için kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede, Türklerin içine gire, gire öyle bir sınır oluşmuştur ki Kürt adına bir sınır çizmek istersek Türkiye’yi mahvetmek gerekir. Örneğin, Erzurum’a giden Erzincan’a, Sivas’a giden Harput’a kadar giden bir sınır çizmek gerekir. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürtleri de göz önünde tutmak gerekir. Bu nedenle başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar. Şimdi Büyük Millet Meclisi hem Kürtlerin hem de Türklerin yetkili temsilcilerinden oluşmuştur. Ve bu iki öğe bütün çıkarını ve bütün kaderlerini birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz. ”

Lozan görüşmelerinin başladığı zaman bile bu açıklamalar devam ediyordu. Lozan Anlaşması durumu tersine çeviren gelişmelerin zemini oldu. Lozan anlaşmasına katılan İsmet İnönü ve İttihat Terakki mensubu Kürt mebuslar, karşı tarafın Kürtlere statü tanınması konusundaki ısrarına kesinlikle karşı çıktılar. Kürtlere azınlık haklarının tanınması aslında sorunlu bir durumdu. Kürtler çok geniş bir coğrafyada yerleşik olan ve tarih boyunca özerklik geleneğini yaşatmış bir halk olarak azınlık statüsünde tanımlanamazdı. Cumhuriyetin kurucu üyesi olarak varlığını sürdürme anlayışına sahip olan Kürtlerin bunun belgelenmesinden başka beklentisi yoktu. Lozan’da Kürt Mebusların da onayı ile “Türkiye Cumhuriyetinin kurucu halkları Kürtler ve Türklerdir denilerek” farklı bir statüye gerek görülmemiş ancak bu belirlemenin belgelere geçmesine gerek görülmemiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Lozan anlaşmasından sonra farklı bir seyir içerisine girmiş, bu zamana kadar söylenenler unutulmuş, çıkarılan yasalar, imzalanan belgeler ortadan kaldırılmış, yok sayılmıştır. 1924’te yeniden yapılan Anayasa 1921 Anayasasına ciddi anlamda ters düşmüştür. Buna göre; “Memleket dâhilinde hukuksal eşitliğe sahip olan başka ırktan gelme kimseler olmakla birlikte devlet Türk’ten başka millet tanımaz.” denilmiş ve Kürt kelimesi bir daha hiçbir açık belgeye geçirilmemiştir. Hâlbuki Lozan anlaşmasında bile inkâr ve asimilasyon değil, başka dilleri konuşan halkların hakları vardı.

Devletin Türk milliyetçiliği temelinde tanımlanmasına, Kurtuluş savaşında temel ittifak gücü olan kesimlerin bertaraf edilmesine ve yerel halkın toplumsal değer yargılarını göz ardı edecek düzeyde batılılaşma eğilimi içerisine girilmesine tepkiler gecikmedi. Şêx Sait ayaklanması bu tablonun sonucudur. Ayaklanma gerekçe yapılarak inkâr ve imha politikası derinleştirilmiştir. İnkâr-imha ve asimilasyon bir devlet politikası haline getirilmiştir.

Şart Islahat planı bunun ifadesidir. Bu plan Cumhuriyet tarihi boyunca derinleştirilerek uygulanmaya devam edilmiştir. Günümüzde ısrarla devam eden uygulamaların alt yapısını anlamak açısından önemlidir. Ama sadece bazı temel hususlarını koymak yeterli olacaktır.

  1. 5. Müfettişlik; Hakkâri, Van, Muş, Bitlis, Siirt, Genç, Diyarbekir, Mardin, Urfa, Siverek, Elaziz, Dersim, Malatya, Ergani, Bayezit vilayeti ile Pülümür, Kiğı ve Hınıs kazalarından oluşuyor. 5. bölgenin genel Müfettişliği olacak. Bu kurumda bir müfettiş, askeri müşavir ve heyeti olacak. Seyyar jandarmalar emrinde olacak. Askeri amir 7. Kolordu komutanı olurken müfettişliğe bağlı olacak.
  2. Askeri ve sivil mahkemelerde yerli askeri veya sivil hâkimler bulunmayacak.
  3. Van şehri ile Midyat arasındaki hattın batısında Ermenilerden kalan araziye Türk muhacirleri yerleştirilecek. Ermeni malları maliyece satılmayacak ve hatta Kürtlere kiraya dahi verilmeyecektir. Yugoslavya dan gelen Türk ve Arnavutlar ile İran ve Kafhasya dan gelecek muhacirler, Elaziz Ergani Diyarıbekir, Elaziz Palu Kiğı, Palu Muş arasındaki Murat vadisi, Bingöl dağı nın doğu ve güneyine ve Hınıs, Murat vadileri, Muş ovası, Van gölü havzası, Diyarıbekir Garzan Bitlis hatlarında yerleştirilecektir. Bunlardan başka Rize, Trabzon vilayetler ile Erzurum vilayetinin kuzeydoğu kazalarında Hınıs çayı ve Murat vadisine ve Van gölünün kuzey mıntıkasına naklolunacaktır. Türk muhacirinin yerleştirileceği Ermeni yerlerini işgal etmiş olan Kürtler çıkarılarak, geldikleri eski yerlerine iade veya arzu ettikleri batıda hükümetin göstereceği mahallere naklolunacaktır. Yerleştirilecek Türklerin, Kürtlerin taarruzundan korunmaları için özel tedbirler alınacaktır.
  4. Bu mıntıkada arazi kullanımında serbesti olmayacak, Maliyenin denetimi hızla yapılacaktır.
  5. İsyana katılanlardan isyan masrafları alınacaktır. Bu mıntıkada bulunup da isyana katılmayan köyler bu vergi ile mükellef tutulmayacaktır.
  6. İsyanı teşvik ve idare etmiş olanlar ile bunların akraba ve bağlı olanlardan hükümetin doğuda kalmalarını uygun görmediği şahıs, aile ve çevreleri batıda hükümetin göstereceği mahallere nakledilecektir.
  7. Aşiret yapısının o içerisinde dağıtılması ve halkın doğrudan doğruya hükümetle temas ve hukukunun geliştirilmesi, ayrıca hükümetçe muhafaza sağlanacaktır. Bölgeye hükümet kuvvetlerinin takviye edilerek güçlendirilecek. Bu mıntıkaya en küçük memuriyetlere dahi Kürt memurlar tayin edilmeyecektir. Jandarma dahil bu mıntıkada bulunan memurların maaşlarına zam yapılacaktır. Bu mıntıkada memurların hizmet süresi 3 senedir. 3 seneden fazla kalmak isteyenler 6 yıl kalabilir ama 6 yıldan fazla aynı mevkide kimse kalamaz.
  8. Karakol sayıları arttırılacak, bütçelerinin karşılanması sağlanacak, Silahlar toplanacaktır.
  9. Aslen Türk olup Kürtlüğe yönelmeye başlayan Malatya, Elaziz, Diyarıbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnımansur, Behisni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve kuruluş ve teşkilatlarda, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka dil kullananlar hükümet talimatlarına ve belediyeye muhalif ve direniş suçlarından cezaya çarptırılırlar.
  10. Aslen Türk olan fakat Kürtlüğe eğilim göstermek üzere olan yerlerde ve Siirt, Mardin, Savur, gibi yerlisi Arapça konuşan mahallerde Türk ocakları ve mektep açılacak ve özellikle her türlü fedakârlık da bulunularak mükemmel kız mekteplerinin kurularak, kızların mekteplere rağbet etmesi sağlanacaktır. Özellikle Dersim acilen gece okullarının açılması suretiyle Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılacaktır.
  11. Fırat’ın batısında kalan illerimizde dağınık olarak yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmalarına müsaade edilmeksizin yasaklanacak ve kız mekteplerine önem verilerek kadınların Türkçe konuşmaları sağlanacaktır.
  12. Süratle hükümet binaları, jandarma karakolları, askeriye ve hudut karakolları inşa edilecektir.
  13. Bu mıntıkadaki yolların tümünün inşaat programı, genel müfettişlik tarafından örgütlendirilecektir. Öncelikle mühim ordu sevk yolları İnşa edilmelidir.
  14. Bu mıntıkaya yabancı uyruklu bir şahsın veya kurumun hükümetin izni olmadan girmesine ve kurumlaşmasına müsaade edilmeyecektir.
  15. Bu mıntıkada hükümet, halkın işini vasıtasız ve bizzat görmeli ve vasıtaları şiddetle reddetmeli ve yasaklanmalıdır.

24 Eylül 1925’te uygulamaya konulan Şark Islahat Planı, Kürt halkına karşı soykırım politikasıdır. Vahşi bir asimilasyon icraatı ile birlikte bu politikaya karşı her türlü direniş şiddetle bastırıldı, büyük katliamlar yapıldı. Şeyh Sait isyanından sonra isyanlar ve katliamlar ard arda geldi.

 

10 Haziran 1925 – Nehrî   Direnişi

7 Ağustos 1925 – Reşkotan ve Raman Direnişi 21 Ocak 1926 – Hazro Direnişi
21 Ocak 1926 – Haco Ayaklanması (Nusaybin) 16 Mart 1926 – I. Ağrı Ayaklanması
7 Ekim 1926 – Koçuşağı Ayaklanması
26 Mayıs 1927 – Mutkî Direnişi
13 Eylül 1927 – II. Ağrı Ayaklanması 7 Ekim 1927 – Bicar Direnişi
1928 – Sason Pervari ve Kozluk Ayaklanmaları 6 Temmuz 1929 – AsîResûl Ayaklanması
20 Eylül 1929 – Tendürek Direnişi
26 Mayıs 1930 – Savur Direnişi
20 Haziran 1930 – Zilan Ayaklanması
21 Temmuz 1930 – Oramar Ayaklanması 7 Temmuz 1930 – III. Ağrı Ayaklanması 24 Ekim 1930 – Pülümür Ayaklanması
21 Mart 1937 – Dersîm katliamı
2 Mayıs 1941 – Reşîd Ali Geylanî Direnişi

1934’te İsmet İnönü’nün bölgeyi dolaşarak, inkar ve imha politikalarına uyumlu olabilecek etnik nüfus dağılımı, il, ilçe merkezlerinin belirlenmesi, her şehrin önemine göre uygun bir Türkleştirme politikasının belirlenmesi, sınır alanlarına yönelik politikasının belirlenmesi gibi konuları içeren gezisi bir anlamda Kürdistan’ın şoven devlet zihniyetine göre yeniden düzenlenmesi çalışmasıydı. İçte inkâr ve imha politikasının bütün ayrıntıları derinlikli olarak ele alınırken, komşu devletlerle de Kürtlere karşı ittifaklar yapıldı. 8 Temmuz 1937′de İran’ın başkenti Tahran’da bulunan Sadabad Sarayı’nda Türkiye, Afganistan, Irak ve İran temsilcileri tarafından iki yıllık bir hazırlık evresinden sonra imzalanan antlaşmanın 7. maddesi doğrudan Kürtleri hedefliyordu. Bu madde, dört devletin Türkiye-İran, Türkiye-Irak ve İran-Irak sınırlarının her iki tarafında yaşayan Kürtlerin oluşturacağı herhangi bir örgütlenmeyi veya birbirlerine verebilecekleri desteği kırmak ve bastırmak amacıyla konulmuştu.

Kürtler sömürgeleştirildikleri devletlere karşı isyan ediyorlardı. Varlığı yok sayılan bir halk, Kürdistan’ın bütün parçalarında (Türkiye, Suriye, İran, Irak) varlık mücadelesi içerisine girmişti. Antlaşmanın imzalandığı tarihte Türkiye sınırlarına düşen Kuzey Kürdistan’da birçok isyan yaşanmış, Dersim gibi yerler kontrol altına alınamamış ve Dersim’de katliamlar başlamıştı. Irak yönetimindeki Güney Kürdistan’da Barzani öncülüğünde ayaklanma yaşanıyor ve İran sınırları içerisindeki Doğu Kürdistan’da 1930′da öldürülen Kürt lideri Simko’nun taraftarlarının küçük çaplı ayaklanmaları vardı. Sadabat paktı benzeri anlaşmalar daha sonraki yıllarda daha geniş ittifaklarla devam ettirildi.

1940lara gelindiğinde Türkiye Devletinde Kürtlük adına nefes bile alınamaz hale gelinmişti. Kürt kimliği yok sayılmanın ötesinde artık bir hakaretti. Celal Bayar “size Kürt diyenlerin yüzüne tükürün” derken Kürt sorunu diye bir sorunun kalmadığını, Kürt kimliğinin üzerine beton döküldüğünü düşünüyordu. Ama çok yanılmıştı. Uzun bir sessizliğe rağmen sorunun çözülmek bir yana derinleştirildiği açığa çıktı.

1978’de PKK’nin kuruluşu inkar, imha, asimilasyon politikasının başarısız kaldığının kanıtı oldu.

 

Yararlanılan Kaynaklar

-Abdullah  Öcalan-Demokratik  Uygarlık Manifestosu IV. ve V. cilt
-Saygı ÖztürkKasadaki Dosyalar
Gizli belgeler BMM’de 10 Şubat 1921’de Kürt Otonomisi kabul edildi
-NLP-1921 Anayasasının Güncellenmesi
-Mustafa Armağan-Alparslan’ın Ordusunda Kürtler,
-Tarihte Kürt Devletleri

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.