Düşünce ve Kuram Dergisi

Bir Ortadoğu Modeli: Demokratik Ulus

Soykırım ve asimilasyon kıskacında tutulan Kürt Halkı, demokratik ulus anlayışıyla kendisine dayatılan imha ve inkarı politikalarını boşa çıkardığı gibi, başta Ortadoğu olmak üzere tüm insanlığın önündeki açmazlarına çözüm olacak örnek modeli geliştirmektedir. Ki, bu görev sadece güncel siyasal gelişmelerle ilgili değildir. Esas olarak Kürt Halkı’nın tarihsel ve toplumsal köklerinin belirleyiciliği ile ilgilidir. Çünkü tarihin 2500 yıl öncesinde Kürtlerin atası olarak kabul edilen Medler de böylesi bir görevi üslenmişti. O nedenle bugün yaşanan Çağdaş Med Hareketi demek de gerçeği tarihsel zemini ile yansıtmak anlamına gelir.

İşte bölge açısından böylesi bir tarihsel rol üslenmiş olan Kürdistan, başta İngiltere olmak üzere hegemon güçlerin iki yüz yıllık politikalarıyla bölünüp parçalanmış, Kürt Halkı da asimilasyon ve soykırımlarla imha ve inkar edilmek istenmiştir. Bu inkar ve İmha politikasının doruk noktası olma anlamında da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan uluslararası bir komplo ile esaret altına alınmıştır. Bu esaret olayıyla sadece Kürt Özgürlük Hareketi etkisizleştirilmek ya da tasfiye edilmek istenmemiştir. Aynı zamanda yüzyılları bulacak bir Kürt-Türk savaşı da başlatılmak istenmiştir. Kısacası Komplo, bölge halklarına ve onların kardeşçe bir araya gelme zeminine karşı yapılmış bir saldırıdır. Ama bugün gelinen aşamada durum hiç de komplocuların istediği gibi gelişmemiştir. Aksine Çağdaş Kawa’ ların öncülüğünde Kürt Halkı kendi özgürlüğünü inşa ederken aynı zamanda da tüm dünya halklarının özgürlüğünün dayanacağı paradigmayı yaşamsallaştırma yolunda ilerlemektedir. Paradigmanın mimarı da fiziki ya da siyasal olarak tasfiye sürecine alınmak istenen Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’dır. Sayın Öcalan’ın İmralı koşullarında öncülüğünü yaptığı demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü paradigma sadece Kürt ve Türk halklarına dayatılan krizi değil, ulus-devlet gerçeğinde tüm insanlığa dayatılan krizin çözümünü inşa etmenin paradigmasıdır.

Toplumsal sorunların kökeni, egemenlikçi uygarlığın başlangıcında gizlidir.

Bir sorunu çözmek için öncelikli olarak sorunu doğru tespit etmek gerekir. Çünkü sorun tespit edildiği oranda karşı çözüm aranır ve alternatif oluşturulmaya çalışılır. Çünkü tespit edilemeyen sorunlara cevap arama gibi bir gündem oluşmaz. O nedenle ilk adım olarak sorunu tüm yönleriyle, derinlikli tahlil ederken aynı zamanda onun kadar önemli olan diğer boyut ise alternatifini doğru oluşturmaktır. Bu belirtilen formasyon tüm sorunlar için geçerlidir. Ama toplumsal sorunlar söz konusu olunca çok daha hassas bir yaklaşım zorunlu olmaktadır. Toplumsal sorunları tahlil edip de alternatif oluşturmamak ya da sorunu çözmek adına olumsuzu yıkarken yerine bir şeyler koymamak, işin içinden çıkılmaz bir karışıklığa yol açar. Bu durumda da, ya yıkıldığı sanılan eski güçlenerek geri gelir ya da kurulan alternatifin içeriği yeterince örülmediği ve aşılması gerekeni aşamadığı için, ne kadar alternatif adına yola çıkılmış olunursa olunsun aşılması gerekene benzeşilir. O nedenle de alternatifi doğru oluşturmak ile sorunu doğru tespit etmek birbiri ile sıkı bir bağ içindedir. Bundan dolayı da sorun ne kadar net tespit edilmişse retler de o denli keskin olur. O zaman da eskinin ayrıntılara sinmiş zihniyetinden kurtuluş daha güçlü gerçekleşir. Yani kopuşun keskinliği, alternatifi oluşturmada netliği ve yaratıcılığı getirir. Toplumlara dayatılan egemenlik ve sömürüyü aşmak için egemenlik tarihinin başladığı günden itibaren sadece sınıf esaslı olmayan oldukça zengin bileşimli karşıt direnişler de gelişmiştir. İsyan hareketleri, halk ayaklanmaları, kültürel-inançsal direnişler, alternatif ideolojik akımlar ve farklı sistem arayışlarına kadar tüm özgürlük arayışları, tarih boyunca bu temelde var oluşu örgütleme çabası olarak süregelmiştir.  Bu anlamda egemenlikçi uygarlık tarihinin bir yüzü egemen güçlerin egemenliğini güçlendirme-yayma şeklinde görünse de, diğer bir temel yüzü de özgürlük arayıcılarının direnişidir. Yani tarih Sayın Öcalan’ın da belirttiği gibi iki nehrin akışı biçiminde yazılmıştır. Bu nehirlerden Demokratik Uygarlık kolunun özgürlük ruhunun yenilmez, yok edilmez oluşu ise kaynağını insanların özgür yaşadığı komünal yaşam hakikatinden almaktadır. İnsanlık, tarihinin %98’ini egemenliğin, baskının, özel mülkiyetin, sömürünün olmadığı bir ortamda yaşamıştır. Tarihin bu %98’lik bölümünde insanlık, varlığını toplumsallıkla sürdürüp geliştirmiştir. Yani toplumsal aidiyet, komünal yaşam, ortak ruhun insanın varlık karakteri olduğu bir hakikat içinde yaşamıştır. Bu süreçte özgürlük ve toplumsallık insan hafızasında bir bütün olarak ifade bulmuştur. Devletçi uygarlık aşamasına geçişle birlikte de bu varlık karakteri yok olmamış, tam tersine direnişe geçerek o günden bugüne özgür varlığını sürdürmek ve kendi yaşam sistemini kurmak için mücadele içinde olmuştur. Tarihin kaderini elinde tuttuğuna inanan egemenler, tarihin bu bölümünü görmezden gelmişler ve aslında kendilerinden çok daha büyük bir kesimin tarihi olan bu hakikati yazmamayı ya da çarpıtarak lanetli, barbar ilan ederek teşhir etmeyi esas almışlardır. Oysa ki tarihi silinmemecesine zihinlere kazıyarak yazan ve muhafaza eden toplumsal hafızanın kendisidir. O nedenle de Yazıya dökülmeyenler de ya da çarpıtılarak halklar gözünde karalanmak istenenler de halkların direniş ruhu olarak bugüne ulaşmıştır. Bunun için de halklar bu ruhtan hiç kopmamışlar, hep bu ruhla beslenmişlerdir. Bundan dolayıdır ki, egemenlikçi sistem ve onun dayattığı yaşam biçimleri, halkların zihninde aşılması gereken bir sorun olmaya devam etmiştir. Egemenliğin başladığı ilk günden bu güne bu böyledir. Tarihe damgasını vuran ayaklanmalar, direnişler, felsefi akımlar, peygamberlik geleneği, ve her türlü alternatif sistem arayışı ya da direnişi tarihi de bunun en canlı tanığıdır. Buna rağmen egemenlikçi devletçi sistemler, sürekli olarak kendilerinin yenilmez, aşılmaz olduğu ve her karşı çıkanın yenilmekten başka şansı olmadığı algısıyla direnişlerin önünü kesmek istemektedir. Tarihi yazılmamış olsa da yok olmayan direnişler, halkaların yaşamlarında bıraktıkları izlerle varlıklarını sürdürerek gelecek nesillere aktarılmış ve yeni direniş dinamiklerince mirasları devralınarak sürdürülmüştür. Bu da gösteriyor ki, insanlık tarihini sadece yazıyla başlatmak bir yanılgı olmaktadır. Çünkü yazının öncesi ya da sonrası yaşanılan her gelişme insanlık hafızasında yer etmekte ve hiç kaybolmamaktadır. O nedenle de en küçük bir isyan bile halkların tarih ve toplum algısında yerleşir ve sosyolojik yapısında yaşar.

Halkların egemenlikçi devletçi uygarlığa karşı geliştirdiği direnişleri henüz zaferle taçlanmadı. Uygarlık tarihi boyunca halkların geliştirdiği her isyan, bir taraftan kanla katliamla bastırılırken diğer taraftan da sömürü sistemi biraz daha inceltilip derinleştirilerek devletçi sistem varlığını korumayı esas almıştır. Buna karşın demokratik uygarlık güçleri sistemin bastırma-katliamları ve kendini biraz daha çekilir kılma politikaları karşısında bir dönem sussa da, bu durum geçici olmuştur. Ve halkların özgürlük talebi tüm engelleyici politikalara rağmen bir biçimde gündeme girmiştir. İnsanlık tarihinin ve toplumsallaşmanın özü olan komünal yaşam formu tekrar kazanana kadar bu çelişkili- çatışmalı ya da bundan kaynağını alan uzlaşmalı durum devam edecek. O nedenle halklar cephesi ya da demokratik uygarlık güçleri olarak nerede kaybettiğimizi tahlil etmek ve ona göre alternatif geliştirmek özgürlük direnişimizin zaferini getirecektir. Halkların özgürlük sorununu ve çözüm olacak paradigmayı tartışırken sorunun başlangıcına gitmek, doğal olarak da tarihe başvurmak zorundayız. Çünkü bugün başlangıçta gizlidir. Egemenlik ne kadar derinleşip gelişmiş ya da hangi renge bürünmüş olursa olsun asıl karakteri başlangıcında gizlidir. Bu anlamda devletçi sistemlerin oluşmasında ilk özellik olarak karşımıza çıkan, egemen sınıfın oluşmasıyla özel mülkiyetin bir elde toplanması ve tekelciliğin gelişmesidir. Bunun üzerinden iktidar zihniyetinin tüm toplumsal dokulara sızması ve sömürünün sistemleşmesi gelişir. Devletin inşasıyla birlikte ise iktidar ve sömürünün kurumlaşması yaşanır. Bu anlamda sömürü-baskı organı olarak ortaya çıkan iktidar tüm toplumsal dokulara işleyen bir yöntem olarak daha gizli bir hal alır. Devlet ise sömürünün kurumlaşmış organı olarak bunu her türlü şiddet, baskı ve ideolojik zoru kullanarak sistemleştirir. Yani devlet sömürünün ve egemenliğin bedeni iken iktidar ruhu oluyor. O nedenle halklar üzerindeki egemenlik ve sömürü cenderesini parçalamak istiyorsak o zaman bunları yürüten açık ve gizli organları aşarak işe başlamak zorunludur. Yani özgür toplumu hedefleyen bir paradigma, tekele, sömürü ve egemenliğe olan karşıtlığını devlet ve iktidardan kopuşla birlikte ele almalıdır. Bunun içindir ki, toplumun eşit, özgür ve komünal yaşamını örgütleyecek sistemi, alternatif olarak geliştirecek yeni paradigma topluma dayanmak zorundadır.

Merkezi hegemonik uygarlık özellikle de son aşaması olan Kapitalist sistem tüm toplumsal olguları sorun ya da kriz haline getirerek toplumu denetimine alır. Bundan dolayıdır ki, günümüzde tüm yaşam alanları toplumsal sorunmuş gibi lanse edilmektedir. Halbuki, sorunlar toplumsallıktan değil iktidarcı zihniyetin uyguladığı politikalardan kaynağını almaktadır. Böyle olunca da toplumların tüm renkleri ve farklılıklarıyla bir arada yaşayabilmeleri temel bir çağ krizi haline gelmiştir. Bunun altında ise ulus-devletin milliyetçilik, cinsiyetçilik ve dincilik politikası yatmaktadır. Onun için de fiziki ve kültürel soykırım üzerinden inşa edilmiş olan sistem, hala bu anlayışla ayakta durmaktadır. Soykırımcı zihniyeti aşacak olan demokratik ulus ekseninde halkların tekrar birbiriyle barışarak özgürce bir araya gelmesidir. Evrende tüm canlılar içinde en esnek ve yaratıcı zekaya sahip olan ve farklı aletler kullanarak yaşam ihtiyaçlarını karşılayan insanlık bugün açlık sınırında yaşamaktadır. Sağlık, barınma, beslenme sorunları hiç bir dönemde kapitalist çağ kadar insan neslini tehdit eder noktaya gelmemiştir. Diğer taraftan gelişen teknoloji tüm insanlığı besleyecek, koruyacak kapasitedeyken, tam tersi, ekolojik tahribat ve tüketim aracı olarak insan neslinin geleceğini tehdit etmektedir. Gelişen savaş teknolojisi insanlığın sonu anlamına da gelen kıyameti haber vermektedir. Halkların özgürlüğünü inşa, devletçi ve iktidarcı paradigmayı aşmakla başlar. Özgürlük için karşısında ilk mücadele edilerek aşılması gereken sorun devletçi ve iktidarcı zihniyettir. Toplumun en küçük dokularına kadar sızan sömürü ve egemenlikçi sistemin ruhu olan iktidarcı zihniyet aşılmadıkça, alternatif sistem arayışı ve pratiği bu ruhun esiri olmaktan kurtulamaz. Bunun tarihsel örnekleri geçmişte de günümüzde de fazlasıyla mevcuttur. Toplumun eşitliğe ve özgürlüğe dayalı birliği adına yola çıkan sosyalist hareketlerin vardığı sonuç bunun çarpıcı örneğidir. Dünyanın üçte birine hakim hale gelmiş sosyalist sistem, devleti, toplumun özgürlüğü önünde temel bir engel olarak görmediği için kapitalist devleti lanetlerken sosyalist devleti kutsamıştır. Bu temelde güya halklar adına devlet kurulmuştur, fakat devlet çıkarları halkların çıkarlarından daha ön plana çıkmıştır. Sosyalist devlet halkların özgürlüğünün garantisi olarak görülmüş ve devletin korunması öne çıkarken toplumsal irade ifade gücüne ulaşamamıştır. Sonuç, güya halkın yaşadığı özgürlük devlet çıkarlarını koruma özgürlüğüne dönüşmüştür. Yani reel sosyalist denilen bu sistemde karıncalaşan yine toplum olmuştur.

Modern kölelik olan işçileşmenin reddi yerine, kutsanıp ona öncülük misyonu verilse de, toplum bu sefer de sosyalist devletin işçisi olmaktan kurtulamamıştır. Bundan dolayı da kapitalist sisteme alternatif olma iddiasıyla yola çıkan reel sosyalizm kapitalizmin sol cepheden tekrarı ya da liberalizmin bir mezhebi olmaktan kurtulamamıştır. Tarihteki tüm direniş hareketleri ve özgürlük arayıcılarından çıkardığımız sonuç, egemenlikçi sistemin kullandığı araçlarla yola çıkanlar yani aynı patikaları kullananlar hep aynı yere varmışlardır. Egemen sistemden kopuş, egemenlerin tüm araçlarından kurtularak demokratik uygarlık penceresinden dünyaya bakabilmektir. Bu da devletçi ve iktidarcı paradigmayı aşmak demektir. Tamamen halka, toplulukların konfederal birliğine dayanan bir sistem gerçek özgürlük ve demokrasinin teminatı olabilir. Tek bir kişinin bile toplumsal örgütlülük dışında kalmadığı, kendi iradesini ait olduğu topluluğa ve konfedere yapıya özgürce kattığı bir sistem ancak toplumsal bir sistem olabilir. Zaten gerçek demokrasi, topluluklar ve bireylerden başlayarak toplumun tüm farklılıklarını kapsayabilen sistem demektir ve şu anda da halkların en büyük ihtiyacı budur. Topluma dayalı paradigmayı inşa etmek için karşıt kutupta olan devletçi paradigmayı her yönüyle aşmak gerekmektedir. Bunun için de önce devlet nedir sorusuna doğru yanıt vererek onu kapsamlı olarak sorgulamak gerekir. Devlet, toplumun artı ürünü üzerinde kurulan tekelin kurumlaşmış halidir. Bunu, öncelikli olarak zor aygıtlarıyla toplumu baskılayarak, gerekirse kırımdan geçirerek sağlar. Tekelciliğini daha da kalıcılaştırmak için ise toplumun inanç, güven ve bilinç odaklarına sızar. Oraları yani bu metafizik alanı kendine göre kodlayarak ‘rızayı’ imal eder ve kendini meşrulaştırır, görünmez kılar. Tüm bunları güvenlik güçleriyle, siyasi partileriyle, yöneticileriyle, okullarıyla, rahipleriyle, yargıçlarıyla, tüccarlarıyla ve ailelere kadar sızan erkek egemenlikçi iktidar odaklarıyla yapar.

Zaten devlet de bunların birlikte iç içeliğinin bir ifadesidir. Bu anlamda da devlet, artı ürün tekeli, ideolojik araçlar, zor aygıtları ve yönetim sanatının kullanılmasının ortak inşasıdır. Biri eksik olursa devlet olmaz, işlemez. Bu yapısal özellikleri nedeniyle iyi devlet, kötü devlet tanımlaması yapılması yanlış olur. İyi , kötü, demokrat, despot, faşist devlet farklılıkları yoktur. Devlet oluşumundan, doğuşundan gaspçıdır, talancıdır, sömürgendir, toplumun üzerine çökmüş kan emen bir kanser hücresidir. Toplumun özgürleşmesi, devletin aşılması ya da demokrasiye duyarlı hale getirilmesiyle mümkündür. Devlet iddia ettiğinin tam tersine toplumsal adalet ve huzuru dengeyi sağlamaktan ziyade toplum bünyesinde yaşanan çatışmaların asıl kaynağıdır. Halklar, kültürler, inançlar tarih boyunca hep birlikte ve iç içe yaşamışlar, birbirinden etkilenmiş ve birbirini beslemişlerdir. Zaten toplumsal doğa da farklı renklerin birlikte yaşadığı, farklılıklarla zenginleşen bir karakterdir. Bu ilk oluşum aşamasının özelliğidir. Farklı görüşler, tecrübeler bir potada birleştirilerek toplumsal birikim sağlanmış ve ayakta kalınmıştır. Bu nedenle toplumun öz karakteri her zaman demokrasi eğilimlidir. Farklı görüşlere, yeniliklere saygılı hatta meraklıdır. Farklı dil, inanç, cins ve etnisiteli olmak toplumun doğasında vardır. Bu da parçalılık değil renklilik üzerinden açığa çıkan zenginliktir. Etnisite, inanç ve kültürlerin oluşumu ve gelişmesiyle devlet arasında hiç bir bağ yoktur. Ortak yaşama ait olan bu kimlikler uygarlık tarihi boyunca ve en son da ulus-devlet tarafından ölümle-yok edilmekle tehdit edilmişlerdir. Devletli sistemler bu kimliksel oluşumların özgür varlık imkanlarını gasp etmekle yetinmemiş, aynı zamanda da bu alanları birbiriyle savaşır duruma sokmuştur. Bu da devletin doğasında vardır. O nedenle devletin varlığı toplumsal kesimler, sınıflar arası dengeyi sağlamaz aksine çatışma üretir. Zaten toplumu sınıflara bölme bir devlet icadıdır. Hâlbuki dil, inanç, etnisite, kültür, cins farklılığı toplumun doğasında vardır. Fakat sınıflar artı-ürün gaspı ile doğduğu için varlığı topluma aykırıdır. Bundan dolayı da devlet ve varlık koşulu sınıflar olduğu müddetçe toplumsal çatışmalar durmayacaktır. Bu da toplumun demokrasi alanlarının iktidarla ve egemen zihniyetle karartılması anlamına gelmektedir. Ezen ezilen çelişkisinin en derin yaşandığı alan ise kadın erkek arasında örülmüştür. Erkek devletin ve sistemin hakimi kadın ise eve kapatılmış köle, neslin sürdürülmesi için çocuk doğurma aracıdır. Egemenlik ilk kadını köleleştirme üzerinden kurulduğu için devletçi zihniyet kadın köleliğinin derinleştirilmesinde kendi geleceğini garantiye alır. Bunun için de toplumun en küçük hücresinde hiyerarşi ve egemen zihniyetin korunması tüm devlet yapılarının temel görevi olmaktadır. Devletin sorunları hukukla çözme savı ise ideolojik propagandadan ibarettir. Hukuk bir devlet kurumudur ve adaletten ziyade devletin ve egemen sınıfların çıkarlarını korur, aralarındaki dengeyi sağlamak için de halklara ceza yağdırarak korku salar. O nedenle de tarih boyunca halklar hiç bir zaman hukukta kendi temsilini görmemiştir. Bundan dolayı da günümüzdeki hukuk gücü ve parası olanı haklı çıkarır. Kapitalist sistem aleyhine olanı kendi kanunlarını bile görmezden gelerek mahkum ederek sistemin temel yürütücü ve meşrulaştırıcı kurumu olma rolünü oynar. Tüm bu özellikleriyle devlet, kendisini tanrısal kutsal kılarak, aşılmaz, yıkılmaz, ezeli ve ebedi ilan eder. Tanrının özelliklerin arkasına gizlenerek hem baskıcı sömürgen yüzünü gizleyip, kendisini koruyan, bağışlayan, besleyen ilan eder, hem de sonsuz var olacak, karşı çıkılmaz bir güç gibi görünmek ister. Oysa tüm kutsallıklar toplumsaldır, topluma aittir. Devlet toplumla kutsalları arasına giren, kutsalları topluma karşı kullanarak toplumu maneviyatsız bırakan bir anti kutsallıktır, lanettir. Ulus-devlet, devlet zihniyetinin en zorbalaşmış halidir Ulus-devletin kendini gizlediği temel özelliği kendini ulusun doğal haliymiş gibi sunmasıdır. Sanki uluslar devletsiz olmaz, devlet ulusun varlık formudur gibi bir algı yaratılmıştır. Bu nedenle devleti olmayan ulus, ulus olarak görülmemekte, birey de yok sayılmaktadır. Ulusu devletle özdeşleştirmek devletin tüm özelliklerini topluma yaymak anlamına gelir. Bu da iktidarın, tekelci zihniyetin tüm toplumsal hücrelere kadar yayılması demektir. Bu şekilde toplum kendini iktidarın parçası görür. Bu da iktidarın ve sömürünün zirveye çıkması demektir. Böylece herkes kendi çapında bir iktidar odağı olur ve gücünün yettiğini sömürmeye ve ezmeye yönelir. Sömürü zihinlerde böyle meşruyken devlet de sınırsız olarak kendi sömürü sistemini topluma dayatır. O zaman da herkes kendini devletin sahibi sayar. Ve devletle olan çelişkini unutur. Bu yolla da herkes iktidardan pay aldığını sanarak devletin gasp anlayışının suç ortağı olur. Doğal olarak da birilerinin fakirleşmesi üzerinden zenginleşilir. Birilerini de ezerek yetki-kariyer ya da mülk sahibi olmak normalleşir. İşte toplumsal doğadan kopuş ve yabancılaşma bu normalleşmeyle başlar. Çünkü toplumsal vicdan komşusu açken tok yatmayı kabul etmez, fakiri görmezden gelemez, başkasının malına göz koymak en büyük ayıptır. Ulus-devlet en temel silahı milliyetçilikle sürekli toplumu bombardıman altında tutar. Üstün ırk, ulus, cins, dinden olmak, bilimde üstün olmak milliyetçiliğin tüm alanlarda iktidar egosunu körükleme argümanlarıdır. Kendini her ulustan üstün görmek, kendine her şeyi hak görmek, geri kalanları ise düşman, hizmetçi, cahil, kafir görmek ulus-devletin fetih, soykırım ve asimilasyon zihniyetinin altyapısıdır. Devlete ölümüne bağlanmak, devlet için ölümü kutsallaştırmak tüm toplumu savaş aracına çevirmek demektir. Kendini biricik ve üstün gören ulus, tek ulus, tek devlet, tek vatan, tek dil ve tek bayrak zihniyetiyle diğer uluslara düşmanlaşır. Tüm ulus-devletler bu bünyesel karakterle inşa edilince tüm devletler ve uluslar birbiriyle düşmanlaşır. Özü paylaşım ve dayanışma olan toplumsal doğanın yerine bencil bireyci, ve insanı yine insanın kurdu yapan devletçi zihniyet geçer. Bundan dolayı da bugün bölgede devam eden başta olmak üzere tüm dünya savaşları ulus- devlet zihniyetinin insanlığa ödettiği bedeldir. Faşizm, Hitler, Mussolini gibi kişiliklerle ele alınıp istisnai bir durum gibi yansıtılsa da aslında faşizm, ulus-devlet zihniyetinin en saf halidir. Tekçi zihniyetle, ulusa kendi içinde de tekleşme dayatılır. Homojen ulus anlayışıyla eşitlik adına tek tiplilik inşa edilir. Bu bir ulusa içerden dayatılan kültürel kırım ve sömürüdür, içteki demokratik odakların yok edilmesidir. Buna göre tüm ulus bileşenleri aynı düşünmemeli ve ayrı ses, görüş olmamalıdır. Siyasi tekçilik, toplumun iktidara karşı rahatsızlık belirtmesine, demokratik hak talep etmesine izin vermez. Bunlar ulus düşmanı, hain ilan edilerek linç ortamı yaratılır. Devlet, asker ve polisiyle muhalif sesleri ezmeyi işkenceden geçirmeyi en meşru görevi sayar. Diğer taraftan devlet denetiminde yürütülen medya ve sanatla toplumda algı yaratma savaşı verilir. Herkes devletin düşündüğü gibi düşünmeli, devletin öngördüklerini yemeli, giymeli, beğenmeli ve sevmelidir. Toplum yirmi dört saat sanal dünya bombardımanı altında tutularak hayali bir dünyayla meşgul edilip uyuşturulur. Yaratıcı, renkli, akışkan zekalı, becerikli toplum yerine tek düze, hantal, beceriksiz, tüketime, hazıra endeksli bir toplum yaratılmıştır. Böyle bir toplum sisteme başkaldırma ihtimali olmayan, teslim alınmış bir toplumdur. Ulus-devlet zihniyetinde cinsiyetçilik de zirvededir. Kadın evinden dışarı çıkarılarak, ev köleliğinden tüm topluma kölelik aşamasına getirilmiştir. Aile mülkiyetinden alınarak kapitalizmin temel metası haline getirilmiştir. Kadına karşı şiddet ve cinayet tırmanmıştır. Diğer taraftan fuhuş, seks işçiliği olarak sistemin bir gelir kaynağı haline getirilmiştir. Bunların toplamından da kadın metaların kraliçesi olarak  tanımlanmıştır. Toplumun yarısını oluşturan kadının yaşamının bu kadar anlamsız kılınması toplumsal ahlakın ve toplumun çöküşüdür. Ortadoğu kaosundan çıkış demokratik ulus çözümüyle olacaktır. Ortadoğu coğrafyasında dinler, mezhepler, etnisiteler ve uluslar birbiriyle çatışma halindeyken, bu kaosu yaratan uluslararası güçler bölgeyi bir savaş pazarı olarak ele almaktadır. Değişik kesimleri kışkırtarak, radikal grupları besleyerek, bölgeye savaşı bir kadermiş gibi dayatan uluslararası hegemonik güçler, Ortadoğu’ya yönelik parçalama ve çatıştırma yöntemini, dünyanın birinci ve ikinci paylaşım savaşlarında yeniden paylaşılması süreçlerinden beri uygulamaktadırlar. Bu nedenle de Osmanlı’nın yıkılmasına da sebep olan Ortadoğu’yu kendi aralarında paylaşma savaşı veren uluslararası güçler, kendi çıkarları, iç dengeleri ve kurdukları devletlerin kendi iktidarlarına karşı durması ihtimalini engelleyecek tedbirleri de hesaplayarak sınırları ve devletleri cetvelle çizerek oluşturmuşlardır. Bunu yaparken de bölge güçlerini birbiriyle savaştırmayı ihmal etmemişlerdir. Böylesi bir özen ve parçala-böl-yönet üzerinden kurulan statülere rağmen bugün Ortadoğu’daki mevcut ulus-devletlerin yapısı uluslararası güçlerin istedikleri serbestlikte sömürü geliştirmelerine engel olmaktadır. Bu durum da küresel güçlerin çıkarlarıyla çelişmektedir. Halbuki finans kapitalin bugünkü ihtiyaçlarının karşılanmasının yolu, küresel sermayenin tüm dünyada serbestçe dolaşmasının önünde engel olan ulus-devletlerin aşılmasından geçmektedir. Bu anlamda da hegemon ulus-devletler ile ulus-üstü küresel şirketler arası egemenlik mücadelesi alttan alta sürmektedir. Bu durum, kapitalist modernitenin kendisinden önceki merkezi hegemonik iktidarlardan farkını da ortaya koymaktadır. Kapitalist modernite, toplumsal yapının çatlaklarında saklanan kapitalistin iktidardan pay alması üzerine oluşmuştur. Daha önceden iktidarı paylaşan kesim yöneticiler, askeri güç ve ideolojik öncüler iken, kapitalist çağda para, iktidar erkinin başat gücü haline gelmiştir. Parayı elinde bulunduran kapitalist, iktidar erkini paylaşan bu üçlüye dahil olmuş, dahası kapitalist sistem derinleştikçe bu üçlüyü da kendi tekelinin himayesine almıştır. Fakat bu gelişmeye rağmen Ortadoğu, ulus-devletin başatlığı ekseninde oluşan statükocu karakterini korumakta ve küresel sermayenin çıkarları ile çelişmektedir. Bu nedenle Ortadoğu’nun küresel güçlerin ihtiyaçlarına göre yeniden dizaynı gerekmektedir. Bunun için de mevcut statükoların yıkılması kaçınılmazdır. Diğer yandan, karakteri gereği Ortadoğu’da bir taş yerinden oynarsa artık taş üstünde taş kalmaz. Çünkü mevcut sınırlar ve statükolar hegemon güçlerin çıkar ve dengelerine göre kurulduğu için, aslında Ortadoğu’yla hiç bütünleşmemiştir. Baskı ve zorla halklara dayatılmıştır. Ve en ufak bir çatlak bu derme çatma sınır ve statükoları yerle bir edecektir. Günümüzde Ortadoğu’da yaşanan çatışmalı kaos sürecinin temelinde bu gerçeklik vardır. Ortadoğu kaosunu ancak Onun doğasına denk bir sistem ve paradigma aştırabilir. Demokratik, ekolojik ve kadın özgürlüğü esaslı paradigma ekseninde demokratik ulus çözümü Ortadoğu’nun sosyolojik yapısına denk bir karakteri ifade etmektedir. Halklar, mezhepler ve kültürler arası yaratılan sunni çatışmalar ancak tüm kesimlerin özgür ifade alanını oluşturan demokratik sistemle aşılabilir. Bölge kaynaklarına dayatılan sömürü ve yaşanan savaşların yarattığı ekolojik sorunlara çözüm ancak Ortadoğu’nun kendi zenginliklerinin kendi insanları yararına eko-endüstriyi geliştirmesiyle aşılabilir. Savaşın en büyük mağduru olan kadınlar Ortadoğu’da özgürlüğe en fazla susamış kesimi ifade etmektedir. Özgür topluma kendi iradeleriyle katılan kadınlar, tarihin başlangıcında toplumsallığa aynı coğrafyada nasıl öncülük yapmışlarsa, özgür Ortadoğu’nun inşasında öncü rol oynayacaklardır. Ortadoğu kaosunun aşılmasında Kürtler belirleyici rol oynayacaklardır. Ortadoğu kaosunda Kürtlere biçilen rol ise, parçalanmış Kürdistan gerçekliği ile hep krizli haldedir. Küresel güçler bu krizli hal ile bölge hegemon güçlerini Kürtlerin isyanı potansiyeli tehdidi altında tutulmayı esas almıştır. O nedenle de Kürdistan’ın dört parçaya bölünmesiyle oluşan Kürt krizinin hep canlı tutulması uluslararası hegemon güçlerin Ortadoğu politikalarının vazgeçilmez bir parçasıdır. Kürtler hep krizde olacak, bölge devletleri ise hakimiyetlerini sağlamak için sürekli asimilasyon, şiddet ve soykırım politikalarına baş vuracaklar. Krizli ve çatışmalı pozisyon hakim devletler açısından bir istikrarsızlık sebebi olacak ve bu arada uluslararası hegemonlar devreye gireceklerdir. Ayrıca Kürtleri dört ayrı devletin baskı zulüm ve asimilasyon cenderesi arasında parçalamak Kürtlerin birleşip ayağa kalkmasını önlemek açısından alınan bir tedbirdir. Ayrıca bu parçalanmışlık içinde, sistemin kendi Kürt işbirlikçilerini oluşturması ve bunları Kürt iradesi olarak öne çıkarması, Kürtleri bunlar eliyle vurması, Kürdistani bir canlanmanın önünü almanın tedbirleri olmaktadır. Neden Kürtlere karşı bu kadar önlem alınmıştır? Çünkü Kürtler tarih boyunca hiç bir zaman egemen olmamış, çoğunlukla karşıt bir pozisyonda kalmıştır.

Kürtler içinde iktidar odakları tekleşip sivrilmemiş, toplumsal karakter daha belirleyici olmuştur. Devletleşmeye gelmeyen bu karakter dağınıklık olarak görülse de aslında iktidarın tekçi denetimini kabul etmeyen, toplumsal farklılıkların öne çıktığı bir toplumsal formu ifade etmektedir. Bu karakteri tarih boyunca istikrarla koruyan Kürtler, devletleşmeye gittiklerinde bile aşiret konfederasyonu formuyla daha esnek bir yapıyı esas almışlardır. Kürtlerin sistemle buluşmayan karakteri buyken, merkezi hegemonik uygarlığın dünya sistemi ise iktidarlar arasında paylaşım ve denge sistemidir. Halk iradesine ve rengine bu dengede yer yoktur. Kapitalist Modernite çağında da bu karakterleriyle Kürtler sistemin en zayıf halkası durumundadırlar. Diğer taraftan Kürtler, sistemle buluşmasa da alternatif bir sistem olarak kendini örgütlemiş de değildiler. Bu durum hegemon güçler tarafından yönlendirilebilir bir pozisyon olmayı ifade etmiştir. Bir taraftan Kürtleri isyana teşvik, diğer taraftan bölge statükocu devletlerini Kürt isyanlarına karşı kışkırtma, ‘tavşana kaç tazıya tut’ politikası olarak, hem Kürtleri hem egemen devletleri denetleme ve yönlendirme politikası olmuştur. Bu politika ekseninde Kürtlerin sisteme teslim olmama arayışı isyanları bastırılmış ya da bastırılmaya devam edilirken soykırım politikaları temelinde katliamlar uygulanmaya devam edegelmiştir. Geri kalanların ise kılıç artıkları olarak asimilasyondan geçirilerek beyaz soykırım yöntemiyle kraldan daha kralcı olacak kadar egemen ulus içinden eritilmesi esas alınmıştır. PKK’nin çıkışı iki yüz yıllık Kürt-Türk ilişkilerindeki krizin çözümüne yöneliktir. Soykırımın Kürt halkı şahsında direniş dinamiklerini ezdiği, yine asimilasyonun ise sonuç aldığının düşünüldüğü bir dönemde, PKK hareketinin çıkışı, Kürt halkının, üstüne atılan betonu parçalayarak yeniden dirilmesi anlamını ifade etmektedir. PKK, varlık gerekçesinin, mücadele gerekliği ve yönteminin ideolojik temellerini oluşturmakla işe başlamıştır. İdeolojik temele dayanarak mücadele PKK’nin temel karakteri olarak ilk oluşum aşamasından itibaren belirleyici bir özelliğidir. Elbette çıkış koşullarında Reel Sosyalizmin sistem olarak varlığını sürdürmesi itibariyle PKK’nin oluşum karakterinde etkisi olmuştur. Yine dünyada ve Türkiye’de gençlik hareketinin aktif olduğu bir dönem olması itibariyle bu gençlik dinamizminden etkilenen bir gerçekliği ifade etmektedir.

PKK’nin silahlı mücadele süreci, Kürt Halkı’nın varlığını ve iradesini kabul ettirme mücadelesini ifade etmektedir. Başta Türkiye olmak üzere Kürdistan’ı paylaşan ve Kürdistan’da çıkarı olan devletler ‘Kürt yok’ dedikçe PKK şahsında Kürt halkı ‘ben varım’ demiştir. PKK, varlığında, ulusal kimliğinde, kültürel değerlerini yaşatmada ısrarlı olan Kürtlüğün çekim merkezi olmuştur. Diğer taraftan PKK ile somutlaşan özgürlük mücadelesinin temel bir karakteri de tüm halkları kapsaması ve halkların barışını esas almasıdır. Sömürü altında olan bir halkın temsili olarak doğması itibarıyla Kürt Halkı’nın özgürlüğü başlangıç hedefi olmuştur. Aynı zamanda ilk andan itibaren birlikte aynı coğrafyada yaşayan halklara da hitap etmiştir. İlk oluşumunda Kemal Pir ve Haki Karerlerin öncü düzeyde yer almaları bunun somut ifadesidir. Bu temelde bir insanlık hareketi olarak yola çıkan PKK, mücadele büyüdükçe tüm halkları kapsama anlayışını da daha derinleştirmiş ve halkların çekim merkezi olmuştur. Halkların kardeşliği ve birliği ile yola çıkan PKK’de, tüm halkların iradesinin tanınması temelinde onurlu barışın sağlanması mücadelenin temel bir karakteridir. PKK bir irade olarak Kürt halkının özgürlüğünü temsil gücüne ulaştığı andan itibaren ateşkes ilanı geliştirerek Türkiye Devleti’ni halkların barışı ortamına çağırmıştır. PKK ile somutlaşan Kürt Halkı’nın özgürlük mücadelesi her zaman onurlu barıştan yana olmuştur. İlk ateşkes çağrısı 1993 yılında Kürt sorununu diyalogla çözme temelinde atılan ilk adımdır. 93’ten bu yana PKK barış çizgisinde ısrar etmektedir. Oysa devletin PKK’nin ateşkes çağrılarına cevapları komplolarla karşılık bulmuştur. PKK Kürt halkının örgütlü gücü olarak ateşkes geliştirirken, devlet bundan bir zayıflık olarak faydalanmak ve hareketi darbelemek istemiştir. 6 Mayıs 1996, 9 Ekim 1998 ve 15 Şubat komploları ateşkes süreçlerinde birebir hareket Önderliğini hedef almıştır. Komplo zihniyeti ile başta hareket Önderliği ve hareket darbelenmek amaçlanmıştır. 15 Şubat komplosu bu amaçla tüm uluslararası güçlerin el birliği ile gelişmiştir. Kürt Halk Önderi’ nin esaretiyle komplocu güçler Türk ve Kürt Halkları arasında kıyasıya bir savaşın fitilini ateşlemeyi hedeflemiştir. Komplonun diğer bir sebebi ise Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmenin önündeki tek direniş kalesi olan PKK ve önderliğini etkisizleştirmektir. Bu temelde bugün Ortadoğu’da yaşanan çatışmalı kaosun ilk başlangıcı Kürt ve Türk Halkları arasında planlanmıştır. Uluslararası 15 Şubat komplosunun ilk anında, sayın Öcalan halkların onurlu barışından yana tavrını koyarak bu kaos durumunun önünü almıştır. Kürt Halk Önderi’ nin esarete alınması kadar, İmralı sürecinin başlatılması da komplo konseptiyle yürütülmüştür. İmralı’da Abdullah Öcalan sürekli psikolojik baskı, tecrit içinde, tecrit koşullarında tutularak hem Öcalan etkisizleştirilmek istenmiş ve hem de Kürt halkı, özgürlük hareketi çatışmalı ortama çekilmek istenmiştir.

Kürt Halk Önderi’ nin halkların barışına dayalı paradigmayı geliştirmesi ağır İmralı koşullarında gerçekleşmiştir. Kürt Halk Önderi Öcalan komplo karanlığını tüm insanlığın kurtuluşu olacak demokratik ulus aydınlığıyla parçalamıştır. Halkları düşmanlaştırma konseptine karşı halkların onurlu barışının ve birlikteliğinin paradigmatik temelini oluşturmuştur. PKK’nin oluşumundaki tüm insanlığı kapsama karakterini bu sefer paradigmayla temellendirerek toplumsal sistemin ana karakteri haline getirmiştir. Demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü paradigmanın yaşam bulması anlamına da gelen demokratik ulus çözümü Kürt ve Türk halklarının yüzyıllara sarkabilecek çatışma ortamına çekilmesi durumuna karşı, kalıcı barış zemininin inşasını ifade etmektedir. Paradigmanın temeli Kürt Halkı’nın dört parça Kürdistan’da yaşamı birlikte paylaştıkları tüm halklarla barış ve demokrasi koşullarında birlikte yaşamının inşa edilmesidir. Ayrıca, sadece Kürt sorunun çözümü değil, tüm insanlığın farklı renkleri ve kültürleriyle birlikte ve iç içe yaşam anlayışını oluşturan insanlık barışının paradigmasıdır. Demokratik ulus-çözümü, egemenlikçi uygarlığın tarihsel kökünün çözümlenmesi temelinde özellikle de ulus devletin ulusları bir birine düşmanlaştıran parçalayıcılığına karşı tüm halkların, ulusların, kültürlerin, inançların barış içinde yaşamasının paradigmasıdır. Kürt halkının varlık mücadelesi olan süreç, negatif görevler yani engellerin kaldırılması sürecini ifade etmektedir. Yeni paradigmayla artık PKK pozitif görevler, yani özgür toplumun zihniyet ve kurumlarını inşa sürecine girmiştir. PKK yeni paradigmayla sadece merkezi hegemonyaya karşıt duruş sergileme ve ulus devlet zihniyetini aşmakla yetinmez, demokratik ulusun inşasıyla demokratik uygarlığa öncülük eder. Bu süreçte PKK’nin misyonu demokratik ulusun prototipini kendi yapısında inşa ederek somutlaştırma ve öncülük etmedir. Oluşum sürecinin ideolojik özü, silahlı mücadele sürecinin politik belirleyici karakteri hala bugünün de öncülük gerektiren sorumlulukları olmakla birlikte, demokratik ulusun inşasına öncülük etmek PKK kadrosunun bugünkü sorumluluğu olmaktadır.

PKK bu yaklaşımla günümüz sosyalist partilerine model teşkil etmektedir. Yeni paradigma reel sosyalizmin eleştirisi ve yaşanan pratikten çıkarılan derslerle ve bu mirastan alınan güçle sosyalizmin kendini yenileyerek, derinleşerek canlanmasıdır. Sadece teorik sonuçlarla yetinmez, pratikleşme araçlarını da somutlaştırır. Demokratik Sosyalizmin özü olan toplumculuk, demokratik ulusun inşasıyla tüm halkları kapsar, özgürleştirir ve iradeleştirirken demokratik konfederalizmle de toplumsal sistem haline gelir. O nedenle de sosyalizm ekseninde halklaşma demokratik uluslaşmadır. Demokratik konfederalizmle topluma dayalı siyasi sistem olarak örgütlenecek demokratik uluslaşma, insanlığın kök karakteri olan komünal kültürün yeniden canlanmasıdır. Kendini yöneten politik ve kendi ilkelerini belirleyen ahlaki ölçülerle yaşayan toplum, demokratik uygarlık nehrinin gürül gürül akması anlamına gelecektir. Bu paradigmatik ilkeler temelinde PKK’de somutlaşan demokratik sosyalizm insanlığın devletçi ve iktidarcı zihniyetten ve sistemden nihai kurtuluşu olacaktır. Demokratik ekolojik ve kadın özgürlükçü paradigma sadece Kürtlerin değil tüm halkların özgürlüğünün paradigmasıdır.

Demokratik, ekolojik ve kadın özgürlük esaslarına dayalı paradigma, halkların birbirini kıyma noktasına getirebilecek uluslararası komploya halkların birliği cephesinden verilen bir cevaptır. Sadece Türk ve Kürt halklarının değil tüm insanlığın barışlı geleceğini örecek bir anlayışı ortaya koymaktadır. Ayrıca sadece kapitalizm ve ulus devlet çizgisini değil tüm egemenlikli uygarlık çağını aşma ve alternatif olma iddiası olan bir paradigmadır. Paradigmanın temeline oturttuğu demokratik ulus anlayışı ortak zihniyeti paylaşan toplulukların farklılıklarıyla birlikte yaşayabilmelerinin ifadesi olarak halkların barışlı ve özgürlüklü birlikteliğinin formülüdür. Demokratik ulus barışın ruhu ve zihniyeti iken demokratik özerkliğin inşası özgürlüğün bedenleşmesidir. Tüm halkların, kültürlerin, etnisitelerin, inançların bir arada yaşaması kadar kendini geliştirmesinin zemini demokratik özerklik formuyla mümkündür. Demokratik özerklik dar anlamda demokratik konfederalizmin siyasal örgütlenmesidir, daha geniş anlamda ise demokratik ulusun toplumsal alanların tüm boyutlarında örgütlenmesidir. Sosyal, siyasal, kadın, gençlik, ekonomi, ekoloji, eğitim, sağlık, öz savunma başta olmak üzere toplumu etkileyen tüm alanlarında yaşanan sorunların netleşmesi ve toplumun kendi ihtiyaçlarını belirleyerek kendi örgütlenmesini geliştirmesidir.

Canlı doğa anlayışı ile doğaya saygı ve insanlık yararını esas alan ekolojik endüstri ile doğa ve insanlık arasında bozulan dengenin tekrar sağlanması esastır. Toplumsallaşmanın ilk başlangıcında insan yaşamının korunması sürdürülmesi için örgütlenen topluluk ekonomisi anlayışıyla tüm insanlığı besleyebilecek komünal ekonomi yeniden örgütlenebilir. Toplumsallaşmayı geliştiren kadın toplumun kök hücresidir. Toplumsallık, yaratıcılık, özgürlük, komünalizm, adalet gibi kavramlar bu nedenle kadın etrafında anlamlaşmaktadır. Yine sisteme en büyük tepki kadın cephesinde birikirken gelişecek alternatif yaşamın öncüsü kadınlar olacaktır. Hem sisteme öfkeleri hem kadınların tarihsel kökenleri itibarıyla kadın özgür yaşamın öncüsü olarak rolünü oynayacaktır. Toplumsal ilişkilerin esası olan demokrasi, toplum-doğa arası ilişkinin temeli olduğu kadar insan özgür yaşamını ilmik ilmik örmek için ekolojik endüstri ve tüm köleliklerin temeli olan cinsiyetçiliğin kırılmasıyla toplumsal özgürlüğün temeli kadın özgürlüğü tüm toplumsal sorunların kilitlendiği üç ana ekseni ifade etmektedir.

Demokrasi, siyaset, sosyal yaşam, ekoloji, ekonomi, savunma ve kadın sorunu başta olmak üzere toplumsal sorunlar her boyutta çoğaltılabilir. Alternatif sistem olmanın yolu ise tüm bu alanlarda sorunları çözerek işe başlamaktan geçmektedir. Nasıl ki kapitalist sistem tüm toplumsal konuları sorunlaştırarak toplumu esir alıyorsa, tersinden işe başlanacak nokta da tüm alanlarda toplumsal sorunları çözerek özgürlüğü inşa etmektir. Sorunları tespit edip egemen devletten bu konularda adım atmasını, çözüm üretmesini beklemek değil, toplumsal örgütlülük ve iradeyle olması gerekeni belirlemek, pratikleştirmek için yol ve yöntemleri netleştirmek ve toplumun kendine dayatılan bu sorunları kendi gücüyle aşmasına öncülük etmek esastır. Yani özgür toplum paradigması somut yaşamdan sonuçlar çıkararak kendini oluşturduğu gibi ulaştığı doğruyu hemen yaşamsallaştırma pratik inisiyatif ve iradesini ifade etmektedir.

Demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigmanın yaşamsallaşması olan demokratik konfederalizm devletten ve iktidardan tamamen farklıdır. Tamamen halkların özgür iradesine dayanır, tek bir kişinin bile iradesinin dışında kalmaması temelinde tüm toplumu örgütleyen bir doğrudan demokrasi modelidir. Bu örgütlülük en küçük yerel birimden en evrensel boyuta kadar iç içe bir örgütlülüğü esas alır. Yerel kendi özgünlüğünün renklerine göre kendini örgütlerken üstten bir dayatma olmaz, kendi özgür iradesi belirleyicidir. Aynı zamanda evrensele doğru örgütlülükte en küçük birimden en genişe kadar bir paylaşım zeminini ifade eder. Böylece en küçük birim en evrenselde kendini bulur. Bu temelde de demokratik konfederalizm özgürlük ve dayanışma ruhunun sistemleşmesi anlamına gelir. Merkezi hegemonya Kürt uyanışıyla başlayan yeni çağın önünü almak istemektedir.

Bugün Kürt sorunu demokratik ulus ekseninde çözümü dayatmaktadır. Kürt Halkı hem dört parça Kürdistan’da, hem de sürgünde veya mülteci olduğu her yerde bu anlayış temelinde bir uyanışı yaşamaktadır. Buna karşılık merkezi hegemonyanın Kürt sorununa çözümü, Erbil eksenli ulus-devlete dayalı bir çözüm üretmek olarak açığa çıkmaktadır. Kürt ulus-devletini kurmak demek Kürdistan’ı daha fazla egemen güçlerin sömürüsüne sunmak anlamına gelmektedir. Kürdistan’da ulus devlet kurmak kapitalist pazarda ucuz meta olmaktır. Şimdiden sömürgeci sermayedarlar Erbil’i işgal etmiş durumdadır. Sistem işbirlikçisi Kürt güçleri Kürdistan’ın zenginliğini en ucuz maliyetle egemen güçlere peşkeş çekerek, hem hızlı zenginleşmenin hem de kendi iktidarlarını sağlam örmenin peşindeler. Bu tarzda gelişen Kürt ulus devletçiliğinin asıl hedefi ise özgürlük arayan Kürtlüğü vurmaktır. Kürtlüğü tarihsel doğasından koparıp iktidarla buluşturmaktır. İktidarı özgürlük olarak Kürtlere sunarken özgürlük dinamiklerini kurutmaktır. Bu anlamda Kürt işbirlikçileri, Kürdistan özgürlüğüne karşı hegemon güçlerin Truva atı rolünü oynarken Kürdistan’ı içten fethedip hegemon güçlere hem de bedava sunmaktadırlar. Efsanedeki Truva atına saklananlar işgalci güçlerin kendi askerleriydi, Kürt işbirlikçiler ise kendi ülkesini başkaları adına işgal eden, kendi özüne yabancılaşmış bir yozlaşmayı ifade etmektedir. Bu da Kürdistan trajedisinin ifadesidir.

Egemen güçlerin diğer bir çözüm yolu ise Diyarbakır merkezli bireysel ve kültürel hakların tanınmasıdır. Tarihsel toplumsal karakteri ve kültürü ekseninde siyasi iradesiyle tanınmayan bir toplumun bireylerinin bireysel ve kültürel haklarının tanınması, özünde asimilasyonu içselleştirdiği oranda birey olarak tanınmasının gizli ifadesidir. Sistemde ve Türklük kültür kimliğinde eridiğin oranda iradeni tanırım demektir. Asimile olmuş bireyin bireyselliğinden veya kültüründen bahsedilemez. O artık kendi bedeninde kendine yabancı başka bir ruhu ve beyni taşıyan kendine yabancı biridir. Kendini tanımak ve tanımlamaktan uzaktır. Ona tanınacak haklar üzerinden aslında asimilasyon kendi zaferini ilan etmeyi hedeflemektedir. Temelde AKP’nin politikası olan bireysel hak ve özgürlüklerin tanınması, bireyin kendi toplumundan kopması ve sistemle çelişkisiz hale gelerek tamamen sisteme entegre olmasıdır. Bu yöntem Erbil merkezli ulus-devlet çözümünün Türkiye versiyonu olmaktadır. Ve birbiriyle bağlantılı olduğu kadar merkezi hegemonik sistemin planlaması dahilindedir.

Demokratik ulus inşası iki yüz yıllık halkları birbirine kırdırma siyasetinin son bulmasıdır.

Demokratik ulus eksenli Kürt sorunun çözümü, KCK’ nin, Kürt Halk iradesini esas alan çözümü olmaktadır. KCK ulusların kendi kaderini tayin hakkının devletleşerek değil halk iradesine dayanarak örgütlenmesidir. Çözüm adına yeni bir devlet yaratmak yeni sorunlar yumağı oluşturmaktır. Ulus devlet zihniyeti bu anlamda insanlığı ne kadar küçük parçalara bölüp devletler kurmuşsa o kadar teslim almıştır. Oysa KCK sistemi halkın kendi iradesinin siyasi sistemidir. Demokratik konfederalizm ulus devlet zihniyetine karşı devlet olmayan siyasi yönetim biçimidir. Demokrasi halkın kendisini doğrudan yönetme sistemi demektir ve toplum üstü sınıfın örgütü olan devletler demokrat olamazlar. Devletin özü halkın değerleri üzerinden iktidar ve sömürü tekelleri örgütlemektir. Bu nedenle devlet ve demokrasi aynı kimlikte buluşamazlar. Günümüzde devletler demokrasi maskesiyle sömürgen karakterini kamufle ederken, halklar üzerinde en faşist uygulamaları geliştirmektedir. Devletler ancak halkların demokratik sistemlerine saygı duyabilirler. Ya da en ileri düzey olarak toplumsal demokrasiye duyarlı hale gelebilirler.

Eğer devlet halkın kendi sistemini geliştirmesini engellemez ve saygı gösterirse konfederal sistem devlet karşıtlığı yapmaz, devlet artı demokrasi temelinde birlikte var olabilirler. Devletin halk sistemine duyduğu saygı ortamında birlikte var olabilirler, fakat eğer bu ortam yoksa toplum devlete rağmen kendi toplumsal demokratik sistemini kurar. Demokratik Konfederalizm ne devleti kutsamak ne de devleti yıkmak yaklaşımını esas alır. İkisi de birer ucu ifade ederken halkları esas alma değil devlete göre pozisyon belirlemektir. Demokratik Konfederalizm halkın ihtiyacına göre pozisyon belirler, örgütlülük geliştirir. Demokratik Konfederal sistem halk iradesine göre tüm birimlerin en küçükten en evrensele kadar kendi özgünlüğüyle kendini örgütlemesini esas alır.

Devlet halk iradesine saygı duyarsa bunu anayasal haklar temelinde somutlaştırmalıdır. Devlet halk iradesini tanımaz ve ezmeye kalkarsa, bu sefer halkın devrimci iradesi devreye girer ve kendi özgür iradesi ve sistemiyle yaşamayı tercih eden halk devletin saldırılarına karşı devrimsel mücadeleyle kendi sistemini kurumsallaştırır. Bugün Kürdistan’da her iki yöntem de iç içe işlemektedir. Kuzey Kürdistan’da halk devletin anayasal haklarını tanıması yönünde mücadele ederken, devlet anayasal çözümü olabildiğince oyalamaktadır. Devlet anlayışında ne kadar oyalarsam o kadar kardır mantığı hakimdir. Oyalamak, sürecin ağırlığını, yürüten tarafların etkisini “tartışmalı” hale getirecektir. Sürünceme anlam dağılmasını getirecek ve umut kırıcı rol oynayacak, hatta zamanla sürecin içini boşaltacak, veya çatışma zeminine dönecektir. Tüm bunlar karşısında Kürt halkı devrimsel gücünü açığa çıkarma potansiyeline sahiptir. Bu potansiyelini otuz yıllık mücadele tarihinde defalarca göstermiştir. Özellikle günümüzde somut kazanımların ulaştığı düzey Kürt halkı açısından özgürlüğü asla vazgeçilmez kılmıştır, otuz yıllık mücadelenin kazandırdığı tecrübenin yarattığı zemin, devrimsel bir direnişin potansiyelini her zamankinden güçlü kılmaktadır. Bu konuda Kürt Halkı hem kendine güvenli hem de özgürlük paradigmasında nettir. Bugün Kürtler demokratik ulus ekseninde kendi demokratik siyasetlerini yürütmekteler. Demokratik Konfederalizm ekseninde kendi toplumsal iradelerini sistemleştirmekteler. Kendi kurumlarını kurarak sistemin dayattığı krizleri kendi öz güçleriyle aşmaktalar. Rojava Devrimi konfederal sistemin somutlaşmasıdır. Rojava’ ya ve özellikle Kobanê’ ye saldırılar halkın toplumsal iradeyle kendi öz yönetimini inşasına saldırıdır. Merkezi hegemonya eksenli bir saldırıdır. Buna karşın iradeleşen halkın neler yapabileceği özellikle de Kobanê kantonunda açıkça ifade olmuştur. Kuzeyde ise devletin halkın öz iradesine saygı temelinde demokratik özerk sistemin inşası mücadelesi sürdüğü gibi devletin yaklaşımına göre devrimsel çıkışa dönme potansiyeli vardır.

Kürt halkının özgür iradeyi inşası hegemon güçlerin tepkisini çektiği gibi özgürlük arayışçısı dünya halklarının da ilgisini çekmektedir. Rojava’ daki kanton inşası demokratik ulus ekseninde tüm Suriye halklarını kapsarken, saldırılara karşı insanlık onuru olan tüm dünya halkları duyarlılık göstererek Rojava’ da devrimleşen Özgür Kürtlük etrafında toplanmaktadır. Bugün somut yaşananlar demokratik ulus çözümünün dünya halklarının en acil ihtiyacı olduğunu, insanlığın Rojava ekseninde toplanmasının temelinde bunun olduğunu ifade ediyor. Özgürlük ve demokrasiyi yaşam tarzı belirleyen insanlık her türlü egemenliği yıkacak ve halklar iradesinin zaferini özgürlükle taçlandıracaktır.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.