Düşünce ve Kuram Dergisi

Halkların Demokrasisi: Komünalite

Muhammed İnal

Egemen kapitalist sistemin egemenlik tarzı ve işleyişinin bireysel ve toplumsal bilinçlerde ‘’kör’’ noktalar yaratarak toplumsal zihniyeti dejenere etmektir. Sistemin esas egemenlik sahası, toplumsal bilinçte yaratılan kör noktalardır. Sistem ekonomik üretim dizgisiyle, enformasyon ağı üzerindeki tahakkümüyle, dilsel ifade tarzıyla ve kültürel sunumuyla toplumsal bilincin açık alanlarını da kör noktalara çevirerek karartmak ister. Egemenlik inşasının ve özgürlük yanılsamasının bu denli gözlerden uzak kılınması, bilinçte oluşturulan bu kör noktalara dayanmaktadır. Bugün küreselleşme olarak dayatılan ise tekil ve genel bilinçler düzeyinde yaratılan kör noktaların global çapta, tüm toplumsal bilinçlerde yeniden ve kalıcı tarza inşa edilmesinden ibarettir.

Karartılan bilinç, esas olarak modernitenin zihinsel ve düşünsel ufku içerisinde kalmak ve onu aşma gücünü göstermemekle maluldür. Bu bilinç, her ne kadar muhalif pozisyonda konumlandığını iddia etse bile, küresel tahakküm güçlerinin iktidar ve toplum biçimlerinin bilinçleri işgal süreci ve yöntemlerini görmeyen bir pozisyondadır. Toplumsal kuruculuk iddiasında olup da bu kör noktalarda kalmak, toplumsal kuruluşta kurucu rol üstlenen başlıca olgulara yaklaşımda iktidarın düşünce dizgesi içerisinde kalmakla, bu iddiasını en başta yitirir. Küresel tahakküm güçlerinin üretim süreçleriyle, her alana yayılan ideolojik yeniden üretim aygıtlarıyla inşa edilen ‘’bilinç’’ karşısında zihniyet devrimiyle yeni bir bilinç ve bilme formu inşa etmeden ve özellikle onu kavramsal çerçevesi içerisinde direnebileceğini ve alternatif olabileceğini sanmak, aslında tam da bu kör noktalar içerisinde hareket etmektir. Kapitalist modernite ahlaki ve politik topluma karşı nasıl ‘’yeni ‘’ve farklı bir bilinç ve toplum modeli koyarak hakim hale geldiyse, şimdi kapitalist modernist sistemi aşmakta ancak modernist bilincin bilgi ve bilinç seviyesini aşacak yeni bir bilinç inşasıyla mümkün olacaktır.

Kurucu rol üstlenen kavramlardan kastımız, önceki yazılarımızda parça parça işlediğimiz toplum, ahlak, politika, komünalite, demokrasi ve ulus gibi kavramlardır ki, bunlar aynı zamanda paradigmamızın temel parametrelerini oluşturmaktadır. Kapitalist modernitenin kuruluş anından itibaren en çok da bu kurucu kavramlar ve bu kavramların somutlaşma düzlemlerinde toplumsal bilinç küresel düzeyde karartılır. Tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar bu kavramlar anlamlarından saptırılmıştır. Bu saptırmanın temeli, bu kavramların tüm içerimleriyle beraber iktidara bağlamaktır. Toplumsal bilinç bu kavramları (ve tabii ki bunların pratikleşme hallerini) hiyerarşi, iktidar ve devlet yapısallığı dışında düşünmez hale getirilir. Bunların her biri devletçi modernitenin birer işlevi olarak tasarlanır. Ulus-devlet işte bu operasyonun en komplike görünümüdür. Burada en genel bir şiddet örgütü olarak devletin kendisini bir toplumsal örgütlenme olarak sunması vardır. Bu denklem ‘’ulus-devlet=devlet ulusu=ulus=toplum’’ şeklindedir. Dolayısıyla bütün toplumsal alanlar iktidar ve devlete içkin hale getirilmektedir. Tarihte ilk defa iktidar tekeli tüm toplumu kuşatma altına almıştır. Toplumun her alanında her zemininde kendisini örgütlemeye çalışmaktadır. ‘’Vatandaşın’’ hiçbir eylemi yoktur iktidar aygıtının düzenleme alanı içinde yer almasın, evlenme, boşanma, beslenme, barınma, ibadet, sağlık, eğitim, güvenlik ve hatta ‘’doğum’’ ediminin kendisi iktidarın belirleyici tahakkümcü alanı içinde yer almaktadır. Foucault’ nun yaygın ağ olarak örgütlenmiş ‘’bio-iktidar’’ tanımı bu durumu çok güzel açıklar. Vatandaş ancak bu iktidar alanı içerisinde gerçekleşebilir. Bu bizi ulus-devlet=devlet ulusunun bir iktidar örgütlenmesi olduğu sonucuna götürür. Dolayısıyla kapitalist moderniteye karşı alternatif bir modernite olma çabası her şeyden önce iktidarın içinde bir ağ gibi işlediği devlet ulusun, yani devlete bağlanmış her tür toplum tipinden kopuşla başarılı olabilecektir. Toplumsal düzlemin bütününü saran alternatif bir toplum modeli oluşturmadan iktidarın toplumsal örgütlenme içinde ona muhalefet etmeye çalışmak veya ona alternatiflik iddiasında bulunmak olumlu bir sonuç doğurmayacağı reel pratiklerden bilinmektedir. Bu tarz bir yaklaşımla sistem içileşmek, sistemin mezhebine dönüşmek ve özellikle kurucu kavramlar boyutuyla sistemin bilgi ve zihniyet çeperleri içinde hapis kalmak kaçınılmaz olacaktır. Demokratik ulus kavramı, demokratik modernitenin asli ve başat bir özelliği olarak devlet dışı toplumsallığın inşa hamlesidir. Dolayısıyla toplum ve devrim teorisinde şimdiye kadar toplumsal güçler; zayıflatıp niyetleri dışında da olsa, onlara devletçi sistemi eklemleyen hatalardan arındırma ve klasik yaklaşımlardan kurtulmanın yol ve yöntemlerini göstermektedir. Bunu yaptığımız takdirde sistemin düşünce ve eylem kalıplarıyla hareket etmek, sistemsel kuruluşumuzda işlev ve yapı olarak anlam kazanan kurucu kavramlara sistemin bilgi, algı ve değer yargılarıyla anlamamıza yola açacaktır. 19. ve 20. Yüzyılda başta demokrasi olmak üzere pek çok kavram bu yanılgılı yaklaşımdan nasibini almıştır.

A) Demokratik Ulus, Halkların Ulus-Devlet’e Tarihsel Cevabıdır

Ali Adalı 19. ve 20 yüzyıl hareketlerinin kapitalist moderniteye karşı direnişlerini analiz ederken, bu hareketlerin(sosyalist, anarşist, dinsel, kültürel, feminist, çevreci vb.) sistemi önemli düzeyde tanımladıklarını, fakat esas olarak alternatifini oluşturmakta kavramsal ve kurumsal olarak yetersiz kalmaları nedeniyle onu aşamadıklarını belirtir. Kapitalist modernitenin dayattığı bilgi ve yaşam ufkunu aşamamalarının nihai sonucu ise onu eklemlenmek ve onun bir mezhebi haline gelmek olur ki, sözü geçen muhalif akımlar için ortaya çıkan durum bu olmuştur. Ali Adalı bu durumu 19. Ve 20. Yüzyıl sosyalist hareketleri için şöyle somutlaştırır: ‘’Yüzeli yıllık bilimsel sosyalizm adıyla yürütülen hareketin temel başarısızlık nedeni, aydınlanması, moderniteyi aşamaması( …) daha doğrusu bu niyeti bile taşımamasıdır.’’ Devamla Ali Adalı dönemin Alman komünistleri şahsında muhalefetin ana eksenini eleştirirken sorunun ana kaynağını şöyle açıklar:’’Yeni devrim dalgası umdukları gibi gelmeyince Marks Londra’ya çekildi. Kapitali incelemeye koyuldu. Enternasyonalizm denemesi bir dernek çalışmasıydı. Alman komünistleri merkezi ulus- devleti esas almakla(Marks ve Engels dâhil) objektif olarak yenilgiyi kabul etmiş oluyorlardı. Bunalım teorileriyle kapitalizmin düşüşüne göre program, örgüt, strateji, taktik dersleri topluma karşı kapitalizmle aynı modernite kalıpları içinde (endüstriyalizm ve ulus- devlet’i meşru görme) uzlaşarak ekonomizm denen tekelden pay alma hareketine dönüştü.’’ (A.Adalı sosyolojisi: cilt 4 ) Bu eleştiriler ilk başta oldukça sert görünseler de, devlet, sınıf, diktatörlük, bürokratik hegemonya gibi kavramların içeriğiyle yakın tarihte gerçekleşen reel sosyalist, sosyal demokrasi, ulusal kurtuluşçu ve dinsel hareketlerin somut pratikleri göz önüne getirildiğinde tarihsel gerçekliğin eleştiriyi doğruladığı görülecektir. Kapitalist modernitenin ulus-devlet gerçekliğine değinmeden ve ondan kopuk yapılan sınırlı bir sınıf ve sermaye tahlili, hakikati perdelemekte ve çözüm üretmekten çok reel pratiklerden de görüldüğü gibi, yeni toplumsal sorun alanlarına yol açmaktadır. Toplumun demokratik kuruluşunu temel görev olarak benimsemeleri gereken’’ devrimci güçler’’in demokrasisinin toplumsal inşası ve toplumsalın demokratik kuruluşundan ziyade devletle, devletin zor yoluyla ele geçirilmesiyle, diktatörlüğün sınıfsal el değiştirmesi ve kurumsallaştırılmasıyla, toplum güçleri katı düzenlenmiş bürokratik devlet aygıtına bağlanmasıyla, bunların yol ve yöntemlerinin devrimci süreç ve teorik olarak tanımlanmasıyla meşgul olmuşlardır. Demokratik toplumun kavram ve kurumları pek de gündemlerinde değildir. Bu konulara daha çok aydınlamacı modernist zihniyetle yaklaşılmaktadır. Marks 1875’te Gotha- Erfurt Programının Eleştirisinde, sosyalist hareket içinde demokrasinin daha stratejik olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunan görüşe karşı demokrasiyi ‘’ eski bir burjuva yutturmacısı’’ olarak tanımlar. Ona göre sosyalistlerin asli görevi, bu burjuva yutturmacasına karşı proletarya diktatörlüğünün kuruluşunu başarmaktır. Yani daha başında ‘’demokrasi’’ ve ‘’diktatörlük’’ kavramları arasında tercih yaparken bile ciddi bir yanılgı söz konusudur. Lenin’de demokrasi kavramına aynı totoloji ile yaklaşır ve demokrasiyi kapitalist sömürüye en güçlü örtü görevini yerine getiren bir argüman olarak tanımlar ve proletarya diktatörlüğünün (ki devrimcinin en temel görevi öncelikle bu diktatörlüğün kuruluşuna yol açarak devrimi gerçekleştirmektir) amacını da devleti ve onunla eşdeğer gördüğü demokrasiyi ortadan kaldırmak olarak ortaya koyar. Sorun burada burjuvazinin ‘’demokrasi’’ kavramını dejenere edip yutturmaca olarak kullanıp kullanmadığı değildir- ki bu tespit doğrudur ve gerçekliğini korumaktadır. Esas sorun bunu yutturmaca olarak tanımlayıp burjuvazinin aslında bir demokrasi değil burjuva diktatörlüğü olduğunu tespit ettikten sonra, buna karşı devrimcilerin temel görevinin proletarya diktatörlüğünü inşa olarak koymaktır. Burjuva diktatörlüğü tamlamasında, tamlamanın her iki yönünü reddetmektense, tamlananı (diktatörlüğü- asli karakteri) yerinde bırakıp sadece tamlayanı değiştirmeyi bir toplumsal proje olarak benimsemek, Ali Adalı eleştirisinin ana ekseni olan ‘’merkezi ulus devlete teslim olmak’’ anlamındadır.

Bu durum 19. Ve 20. Yüzyıl hareketleri ve toplumsal muhalefeti açısından istenmeyen sonuçlara, hayal kırıklıkları ve yenilgilere yol açtı. Ancak tüm bunlar, demokrasi güçlerinin daha derinlikli alternatif arayışlara ve sistem analizlerine de vesile oldu. Sistem sözcülerinin ‘’ ideolojilerin öldüğü’’ tezi, onların yüklediği anlamın hilafına bir doğruluk payı taşır ki, gerçekten de kendini sistemin bütünlüklü reddi üzerine alternatif bir toplumsallık inşa etmeyen ‘’mezhepler’’ yaşam şansını yitirdiler. Ancak tamda bu noktada ulus devlete karşı kendi toplumsallığının demokratik kuruluşunu esas alan arayışlarda hiç olmadığı kadar arttı. Demokratik ulus bu yönüyle sadece Kürdistan’da değil, Ortadoğu ve küresel demokratik toplum unsurları açısından da toplumsal ütopyaların ve adil, özgür, eşit toplum ideallerinin hakim sistem toplumsallığına (= toplum dışılığına) mahkum olmadan oluşturulabileceğinin ifadesi olmaktadır. Çok genel bir belirlemeyle diyebiliriz ki Kürt halkının ulusal sorunu esasta iktidarcı sistemin varlığıyla beslenen ve onunla ilintili bir sorundur. Dolayısıyla, önümüzde duran yakıcı sorun bu ve buna benzer toplumsal sorunları iktidar dışı bir yöntemle nasıl çözeceğimizdir? Zira sorun tüm modern toplumlarda olduğu gibi ulusun iktidarla buluşturulmasıyla başlamıştır. O halde asli çözüm iktidarcı-devletçi olmayan bir yöntemle gerçekleşecektir ve demokratik ulus da bu zeminde anlam kazanmaktadır. Ulus iktidardan arındırılmalıdır. Kürt ulusal sorunu, uzun süre devletçi çözüm ekseninde tartışıldı ve bu eksende çözümler üretilmeye çalışıldı. Kürt özgürlük hareketinde bir dönem sorunun çözümünü ayrı bir ulus-devlet (Bağımsız Birleşik Kürdistan) çatısı altında gerçekleştirebileceğini savundu. Ancak Ali Adalı daha sonra analizini yapıp özeleştirisel temelde aştığı bu devletli çözümün, bırakalım çözüm getirmesi, hem Kürt halkı özgüllüğünde hem de bölge halklarıyla ilişkiler düzleminde sorunu daha da ağırlaştıracağını ortaya koydu. Kürt halkının şu veya bu bedelle elde edeceği bir ulus-devletin, Kürt halkının uluslaşma sürecine hizmet etmekten ziyade, onu emperyal sisteme daha fazla bağımlı kılacağı, bölgedeki diğer halklarla daha fazla çatışmalı bir ilişkiye sürükleyeceği, içte de ulus-devletin tekelci özelliği nedeniyle özgürlük değil, daha fazla sömürü, baskı ve kölecilik üreteceğinden uluslaşmayı sağlayan değil engelleyen konumda olacaktır. Çünkü uluslaşmayı devletleşmeyle eşdeğer gören klasik UKK-TH anlayışı tam da kapitalist hegemonyacığın tuzağına düşmektir. Kapitalist hegemonyacılığın en güçlü olduğu ulus-devlet alanında ondan mevzi kazanmak boş bir hayaldir. Bu mevzi alınsa dahi bu bir zafer değil, teslimiyettir, sistem içileşmektir.

Ancak devleti reddetmek ulusun siyasal irade (ve otorite) boyutunu reddetiğimiz anlamına gelmemektedir. Bu ayrıştırmanın ve oradaki farkın da iyi anlaşılması gerekir. Aksine biz ulusun bedenleşmesini en önemli ayaklarından biri olarak ortak siyasi irade oluşturma ve siyasal kurumlaşmasını sağlamak olarak belirtiyoruz. Tam da burada ulusun siyasi irade sahibi olması ve otoritesini kurumsallaştırma (demokratik kurumlaşma) sorunu, bir baskıcı siyasal, askeri ve ekonomik tekel olarak gördüğümüz devlete benzeşmede nasıl çözümlenecek? Sorusu karşımıza çıkmaktadır. İşte burada demokratik ulusun bedenleşmesi olarak demokratik özerklik ve demokratik konfederalizm gündeme gelmektedir. Buradaki temel nokta şudur: demokratik konfederalizm ve demokratik özerkliği demokratik ulus (çünkü ruhtur) kavramı olmadan düşünmek ve pratikleştirmek mümkün değildir. Demokratik uluslaşma zihniyeti ve zemini üzerinden gerçekleşmeyen bir özerklik ve konfederalizm pratikleşmesi, ulus-devlet formuna farklı tezahürleri olmaktan öteye geçmez. Nitekim ulus devletler de özerklik formları vardır ve ulus devletler arasında konfederal yapılar gerçekleşmektedir. Aslında muhalif hareketlerin yanılgı ve yenilgi noktalarından birisi de bu konuda olmuştur. Demokratik ulusu inşa etmeden salt siyasal üstyapıyı ele geçirerek veya değiştirerek hayalini kurdukları adil, eşit topluma ulaşacaklarını sanmalarıydı. Sovyetler örneğinde bu bariz görünür; tüm kurumsal hataları ve eksiklikleri bir kenara bırakırsak aslında Rus sosyalistlerinin Rusya’da kurmaya çalıştıkları siyasal rejimin birçok yönüyle oldukça ‘’zahiri’’ demokratik özellikler taşıdığını söyleyebiliriz. Her şeyden önce sistemlerinde ‘’Sovyetler’’ yani halk meclislerini esas almışlardır. Sovyet, tam da halk meclisleridir, oldukça demokratiktir. Sloganları, ‘’söz, karar ve yetki Sovyetlere’’dir. Bugün bizim de oldukça önem verdiğimiz halk meclisleri oluşumu, demokrasinin tabandan gelişimini ana kurumlarındandır ve Ortadoğu demokratik toplumlar tarihinde de çokça rastlanır. Hristiyanlık kiliseye dayandırır. Kilise, kavram olarak ‘’ecclesia’’ tam da bu halk meclisidir. Yine ‘’cami’’ İslam kültüründe de buna tekabül eder. Tam da topluluk (komün) toplanılan yer (meclis) anlamını taşır. Hem kilise hem de cami demokratik dinsel gelenekte asla sadece ritüelistlik ibadete hasredilmemiştir ve meclis işlevi görürler. Yine (Sovyetler’ de) kendisine katılan tüm halk ve grupları iç özerkliğine resmi olarak kabul etmektedir. Cumhuriyet olarak örgütlenmelerini benimser. Bunların hepsi şeklen çok demokratiktir. Ancak bütün bunlar nasıl oldu da çok katı bir bürokratik merkezi devlete, baskıcı, her şeyin tek merkezde kontrol edildiği bir ‘’kontrol toplumu’’ na yol açtı? Bu sorunun cevabı demokratik ulus çözümünde gizlidir; kendini demokratik ulus olarak inşa etmeden yapılan bu tür hamleler (Sovyetler, cumhuriyetler vs) demokratikleşmeden ziyade, ulus-devlet formunun katı merkezileşmesini içinde erimekten ve onun birer baskı aracı olmaktan kurtulmazlar. Bir kere merkezi yapı ulus-devlet olarak örgütlendikten sonra, geri kalan tüm mekanizma aynı anlayışla örgütlenir. Böylece bir ulus-devletin içinde binlerce ulus-devlet oluşumu gelişir. Merkez çevreyi, çevre merkezi üretir. Sovyetler ulus-devlet modelini, merkezileşmeyi, bürokratikleşmeyi esas aldılar. Kumanda ekonomisini temel form olarak belirlediler. Özerk cumhuriyetler bu sistemde konfederal yapılara görüşmedi, tam tersine her biri merkezin çok katı denetlediği birer valilik olurlar. Sovyetler (meclisler) merkez politikalarını sadece pratikleştirici, icracı kurumlarına dönüştüler. Ali Adalı bu durumu şöyle özetler: ‘’Demokratik çözüm özünde demokratik ulus olma, toplumun kendini demokratik ulusal toplum olarak inşa etme olgusudur. Devlet eliyle ne ulus olma ne de ulus olmaktan çıkmadır. Ulusu dil, kültür, Pazar ve ortak tarihe bağlayan anlayış devlet ulusunu tarif eder ki, reel sosyalizmde benimsediği bu ulus anlayışı demokratik ulusun zıddıdır. Özelikle Stalin’in Sovyet Rusya’sı için geliştirdiği bu tanım, Sovyetler’in çözülmesinin temel nedenlerinden biridir. Ulus-devletin federe ve konfedere hali demokratik çözüm değildir. Farklı devlet biçimli çözümlerdir ki, yine sorunları ağırlaştırmaktan öteye rol oynamazlar.’’ Aslında Sovyetler örneği demokratik uluslaşma olmadan, yani asli toplumsal zemin oluşturulmadan, salt ekonomik veya salt siyasal kurumların zorla ele geçirilmesi ve dönüştürülmesinin ‘’devrim’’ olarak adlandırılmayacağını gösterir

B) Demokratik Ulusun Bedenleşmesi: Demokratik özerklik ve Demokratik Konfederalizm

Demokratik ulus, klasik devlet mantığıyla örgütlenemez. Çünkü bunun toplumsal sorunları çözmekten çok, derinleştirdiği açığa çıkmıştır. Ali Adalı demokratik ulusu “ruh” demokratik özerliği ise “beden” olarak tamamladı. Aralarında yaratıcı bir diyalektik söz konusudur.

Bugün bizler demokratik özerkliği daha çok demokratik ulusun devletle olan siyasi-hukuki ilişkisi ekseninde (devlet+demokrasi) tanımlıyoruz. Bu demokratik özerkliğin çok önemli bir boyutunu teşkil etmektedir. Zira uzlaşıcı ve barış başlıkları altında tartıştığımız konularda, çözüm modelimizin devlet+demokrasi formülü ekseninde geliştiğini, dolayısıyla demokratik güçlerin devletle olan ilişki zeminlerini tanımlamaları gerektiği genel çatılarıyla tartıştık. Demokratik özerkliğin bir boyutu işte bu ilişki düzenlemesini içerir. Bunun en genel anlamıyla demokratik toplumun devletle olan ilişkilerinde ulus-devletin merkezi politikalarına karşı kendi özerk yapısını kurması ve koruması olarak tanımlayabiliririz. Devletle ilişkinin esası, devletin toplumların özerk yapısını (özerk örgütlenme, siyaset, hukuk, ekonomi, meşru savunma vb) tanımasına, toplumun birçok işinin toplumsal özerk kurumlara devrine dayanır. Devlet bunu kabul ettiğinde, demokratik toplum da belli alanlarda devletin bazı işlevleri yerine getiren bir konuma olarak var olmasını kabul eder ve bu temelde onunla ilişkilenebilir. Kürt toplumunun güncelde demokratik çözüm ekseninde devletlere dayattığı demokratik özerkliğin esası budur ve tikel olduğu kadar evrenseldir. Ancak bu boyut, demokratik özerkliğin diğer boyutuyla tamamlanabilir; ki buda demokratik toplumun sadece devlete karşı değil, aynı zamanda kendi içinde de demokratik özerk bir yapıya sahip olmasıdır. Bu aynı zamanda demokratik ulus özününde sonucudur. Demokratik ulus, özerk birimlerden oluşur. Zira demokratik ulus her şeyden önce ulus-devletçiliğin homojen ve monolitik toplum modeline karşı toplumun muazzam geniş tayf zenginliğini yansıtma ve yaratma iddiasındadır. Ulus-devlet farklılıkları homojen toplum projesiyle ve aşırı merkezileşme politikalarıyla eritmeye çalışırken; demokratik ulus ise her bir farklılığın kendisini ifade etmesini ve bütünün parçası olarak ancak özgünlüğünü koruyarak var olmasını savunur. Bunun politik tezahürü, her bir farklılığın kendini özerk yapılar olarak konumlandırabilmesidir. Ahlaki ve politik toplum unsuru her farklılık kendini demokratik özerk temelde örgütleyebilir. Demokratik konfederalizm ise burada anlam bulur ki; demokratik ulusun tüm bu özerk birimlerinin birbiriyle ilişkilerini düzenleyen politik işleyiş ve örgütlenme tarzı olmaktadır. Bu noktada konfederalizmi toplumun komünal yapısıyla değerlendirmek daha doğru olacaktır. Toplumun komünal birimleri kendi içlerinde farklılıkların gereği olarak oldukça özerk bir karakter taşırlar. Bu özerk yapıların her birinin sadece kendi özerkliği içinde kalması, homojenleşmek kadar toplumsallığa karşı bir tehdit oluşturur. Dolayısıyla hem kendi iç özerkliklerini koruyacakları, hem de birliklerini oluşturacakları siyasal ve sosyal bir ilişki ağına ihtiyaç duyar. Kapitalizm açık olarak toplumsal, komünal yapılara savaş açar ve tekçi ulus-devlet anlayışıyla bunların kendi içinde eritilmesini-yok edilmesini amaçlar. Demokratik modernite ise tüm bu saldırı durumuna karşı demokratik ulus ve onun bedenselleşmesi tarzında cevap oluyor. “Demokratik modernite gerek tarihsel temel olarak, gerekse güncel karmaşık toplumsal doğa açısında demokratik siyaseti temel siyasi model olarak belirlemekle keyfi bir seçim yapmıyor. Ahlaki ve politik toplumun siyasi çatısını ifade etmiş oluyor. Toplumsal doğanın homojen ve monolitik olmadığını tam kavranmadıkça demokratik konfederalizmi anlamak güçleşir. Resmi modernitenin 400 yıllık tarihi çok etnisiteli, çok kültürlü ve farlı siyasi oluşumlu ve öz savunmalı toplumu, homojen ulus adına bir nevi soykırıma (genellikle kültürel, zaman zaman fiziki soykırımlar) tabi tutma eylemidir. Demokratik konfederalizm ise bu tarihe karşı öz savunma, çok etnisiteli, çok kültürlü ve farlı siyasi oluşumlara ısrar tarihidir.(özgürlük sosyolojisi:3) Bu tarihsel gerçekler ışığında bakıldığında reel sosyalist pratiklerde olduğu gibi komünal kimliğin koruyucusu olarak “devlet siyasal çatısını” önermek demokratik toplum güçlerinin en ciddi çıkmazlarından birisi olmuştur. Halbuki komünal yapılar, yani ahlaki-politik toplum  özünde merkez-kaç eğilimi taşırlar ve varlıklarının devamı için özerkliğe ihtiyaç duyarlar. Devlet ise tam tersi bir uygulama içerir. İster “ulus” ister “sınıf” isterse de “din” kavramlarını ideolojik örtü olarak benimseyen formu olsun her biçimi tekelci oluşum karakteri gereği merkezileşmecidir ve anti demokratiktir. Esas olan sıfatları değil kendisidir. Bu nedenle devleti komünal yapıları ve kolektif kimliğin koruyucusu olarak belirlemek, daha başta kaybetmek demektir.”Demokratik devlet olmaz.” Derken bunu kast ediyoruz. Kürdistan özgürlük hareketinin ısrarla devletli bir yapı peşinde olmamasını bu nedenle doğru anlamak gerekir.

Bu noktada komünalizmin demokrasiyle ilişkisinin iki boyutu öne çıkar. Birincisi; komünalizm devlet ile değil ancak demokrasi ile korunabilir. Devlet çatısı altında yaşanan komünalizm olmaz. İkincisi ise komünalizm demokratik olmak zorundadır. Demokratik olmayan yapılar nihayetinde sınıf ve milliyet eksenli bir devlet kurumsallaşmasına, devlet otoritesinin kutsayıcılığına dönüşürler. Demokratik komünalizm reel sosyalist ve liberalist devlet komünalitesinden ayıran esas husus, komünilatinenin devlet ve egemenlik değil, demokrasi ve toplumsal otoriteyle ilişkili olmasıdır. Bu da demokratik konfederalizmin toplum devlet olmayan siyasi örgütlenmesi olarak komünalitenin özerk yapıların ortak bir siyasi ve sosyal örgütlülüğü altında kimliklerini koruyarak birleşmesini sağlar. Komünalite ile ilişkisi demokratik yapısıyla ilişkili olup sadece siyasal değil, sosyal ve kültürel bir ortaklaşmayı da gerektirir. Bu nedenle devletleşmeye kapalıdır. Her bir özerk birim kendi özgünlüğünü koruyarak, fakat sadece kendisiyle sınırlı kalmayarak daha büyük bir toplumsallığın parçası olur. Böylece “komünler komünü” biçiminde bir ilişki ağı açığa çıkar. Kimsenin kimseye tahakküm etmediği bir ortamdan en küçüğünden en büyüğüne tüm etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel ve cinsel kimlikler sadece kendi dar gettolarına kapanarak değil, aksine, kendi renklerini kaybetmeden diğer bilimlerle ilişki içinde varlıklarını korurlar. Bu açıdan Demokratik konfederalizm “parça ile bütün” , “yerel ile evrensel” ve “tikel ile genel” arasındaki ilişkiyi toplumsal-siyasal bazda en optimal düzeyde kurarak geliştiren, yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya simbiyotik oluşturucu bir ilişkiyle işleyen siyasal bir yapıdır. Özerk yapılar demokratik komünalizm olmadan varlıklarını koruyamazlar. Çünkü demokratik özerklik herkesin kendi dar gettosuna (ulus-devletine) kapandığı bir birim değildir, olamaz. Alain Touraine bu noktayı demokrasi kavramı ekseninde şöyle tanımlar: “Demokrasi herkesi kendi topluluğuna kapatan ve toplum yaşamını sadece bir “hoşgörü” alanına indirgeyen, böylece ayrışmayı, yozlaşmaya ve kutsal savaşlara yer veren kimlik saplantısındaki çok kültürlülüğe de; evrensellik adına özel inançları, aidiyetleri ve bellekleri tanımayıp bunlara karşı koyan Jakoben düşünce biçimini de reddeder.” Demokratik özerklik ve demokratik konfederalizm aslında sadece güncelde üretilmiş bir “modern” çözüm modeli değil, tam tersine gücünün Ortadoğu’nun güçlü tarihsel ve kültürel mirasından almaktadır. Ortadoğu halkları ahlaki ve politik toplum unsurlarını esas alarak tarih boyunca da özerkliklerini korumaya çalışırlar. Kürt tarihi bu direnişin en çarpıcı örneklerini gösterir. Sadece 19.yy isyanları bile bunu kanıtlar. Ortadoğu’daki aşiretler, etnik yapılar, dinsel ve mezhepsel cemaatler tarihsel olarak hep özerk varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır. Özerklik tercihinde bu ısrar, devletli güçlerini de nispeten buna “saygı” duymak zorunda bırakmıştır. Modern öncesi imparatorlukların çoğu, ahlaki-politik toplum unsurlarının ısrarlı direnişleri sonucunda büyük oranda bu özerkliği kabul etmek zorunda kalmıştır. Aynı şekilde ahlaki-politik toplumlarda tarihte konfederalist siyasi çatıyı esas almışlardır. İlk Sümer kentlerinden tutalım kabile-aşiret konfederasyonlarına değin, ilk kilise örgütlenmesinden Medine İslam toplumuna, Med konfederasyonundan Eyyubilere kadar konfederalizm esas ilişki formu olmuştur. Bugün Kürdistan halkının bunu demokratik çözüm ekseninde savunması da bu niteliğinden dolayıdır. Özerklik ve konfederalizm sadece Kürtler, Kürt sorunu ve Kürdistan için değil, Ortadoğu’daki tüm halk ve inanç yapılarının genelde devletli özelde ise kapitalist ulus-devlet kırımcılığına karşı toplumsal hareketleri en iyi koruyup yaşatabilecekleri bir modeldir.

Ortadoğu kültürü ulus-devletin parçalayıcı-çatıştırıcı ve tekleştirici karakteriyle çelişki halindedir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın belirttiği gibi Ortadoğu’da demokratik konfederalizm toplumsallığın kültürel coğrafi özelliklerin siyasete yansımasıdır. Bugün sorunların temel kaynağı her bir unsurun bir toprak parçasını kendine vatan belleyerek bunu katı ulus-devletçikler biçiminde örgütlemesi, bir ulus-devlet sınırları içinde kendini yegâne hâkim unsur olarak konumlandırması ve bu sınırlar içinde var olan diğer etnik, kültürel ve inanç gruplarını baskılaması, ortadan kaldırmaya çalışmasıdır. Bu iktidarcı yaklaşım ulus-devletin sahibi olduğunu sanan unsuru bile parçalayan, tahakkümü altına alan bir niteliktedir. Çünkü ulus-devlet hiçbir zaman temsil ettiğini iddia ettiği “ulus” un çıkarına değildir. Ulus-devlet sadece iktidar tekeli olarak örgütlenmiş bir avuç egemenin çıkarını temsil eder, örgütler. Türkiye cumhuriyeti, Türk ulusu dışındaki diğer ulusları çok ağır, baskı, sömürü, tenkil ve tehcire asimilasyona tabi tutmakta ve bunu Türk ulusu çıkarı adına yaptığını iddia etmektedir.

Ancak ekonomik ve kültürel sömürü aynı şekilde Türk ulusuna da uygulanmaktadır. Dolayısıyla demokratik özerklik ve demokratik konfederalizm her bir inanç ve halk grubunun bir başkasına tahakküm etme aracı olmadan örgütlenmesi ve diğer unsurlarla bu iç özelliklerini zedelemeden bir araya gelmesi, birbiriyle dayanışma oluşturacak tarzda komünal ilişkiler geliştirmesidir. Komünalite buradaki temel zihinsel arka planıdır. Esasta bu ilişki ağları arasındaki bağı oluşturan enerjidir.

C) Demokratik Ulus’un Ruhu Komünalitedir

Demokratik Ulus’un inşa tarzı olan demokratik özerklik ve demokratik konfedaralizmi komünalite ekseninde düşünmek ve somutlaştırmak ve demokratik siyaseti bu temelde örgütlemek büyük önem taşır. Demokratik siyaset her şeyden önce komünaldir ve toplumun komünalitesine dayanır. Demokratik toplum paradigmasının çözümünün esası, devletçi güçler tarafından parçalanıp ortadan kaldırılmak istenen komünal varoluşu korumak ve yeni inşalarına yönelmektir. Toplumsal sorunların çözümünde komünaliteyi ana eksene oturtmak, demokratik ve ahlaki- politik toplum tasavvurumuzu oluşturmaktadır. Çünkü kapitalist ulus- devlet esas olarak toplumun komünalitesine, ahlak, siyaset ve demokrasisine saldırmaktadır. Komünalite (Komünite=Cemaat=Komünler) kavramı üzerindeki tartışmayı demokratik toplum paradigmasının anlam ve bilme çerçevesi içerisinde yapmak büyük önem taşır. Liberalist veya reel sosyalist algılamaların parametreleriyle komünaliteye anlam yüklenimlerinde bulunmak sakatlıklara yol açacaktır. Komün, komünalite anlaşılmadan, aslında demokrasinin pratikleşme hali, siyaset ve ahlak gibi kurucu kavramları da tam anlamıyla anlaşılmayacaktır. Bu da toplum kavrayışımızda toplumu oluşturan değerler sisteminin neler olduğu sorusunu karşımıza çıkaracaktır. Bu sorunun cevabı topluma yönelik … Saldırı olarak tanımladığımız kapitalist hegemonyacılığa karşı savunma mekanizmaları oluşturmak açısından da zorunlu ve yol gösterici olacaktır. Değer sisteminin eksenine ‘’birey’’i (individua= bölünemez birlik) alan liberalizme göre ‘’toplum’’ bireylerden oluşmaktadır. Bu bireyin tasviri orijinal kavramıyla individual yani bölünemez birlik olarak tanımlanması, her türlü siyaset, ahlak, demokratik değer gibi tanımlamaların bu ‘’atomize’’ unsur üzerinden yapılması anlamına gelir. Burada toplumun kaba bir reddi yoktur. Ancak birey tüm tahlil ve tanımların başlandığı ve bittiği ana eksendir. Toplum ise bir değer ve ilkeler sistematiğinden çok, ancak bu ‘’birey’’ le tanımlanabilen arizi- ilineksel bir olgu konumundadır. Örneğin Kantçı etik anlayışı, evrensel ölçü olarak bireyin maksimlerini esas alır. Buna karşı ortaya çıkan ve özellikle reel sosyalist pratikte somutlaşan ‘’toplumculuk’’ ise tersi kutupta konumlanma iddiasında bulunarak, bireyci değer sistemine karşı ‘’toplumcu değer’’ sistemini savunmuştur.

Toplumcu gelenek, libaralizmin ‘’toplumun bireylerden oluştuğu’’ iddiasını reddetmez. Fakat bireyin kendi öznellik halini de kayda değer bulmaz. Öte yandan toplum tasavvuru da oldukça donuk ve tek renklidir. Adeta toplum tekil bir birey olarak düşünülmektedir. Bu anlamda toplumun özelliği reddedilmemekte fakat bu cemaat-komün tasavvuru bir nevi Hegelyan devlet-Cemaat egemenlik ekseninde oluşturulmuş bir komünalite olarak algılanmaktadır. Atomize olmuş ve soyut bir bireyi değer sisteminin eksenine koymak kadar, çerçevesi ve içeriği çok soyut ve sınıf eksenli belirlenmiş ve hatta çoğu zaman hâkim modernist algı tarafından belirlenmiş soyut bir toplumculuğu koymak da aynı derece hatalıdır. Bu tartışmada esasta gözden kaçan veya kaçırılan şey komün/ komünalitedir. Bu açıdan tartışmanın yürütülüş tarzı ve mantığı karşıtlaştırıcı bir pozitivizme dayanıyor. Oysa birey ve toplum arasındaki ilişkinin bu kadar üst düzeyde bir çatışmayı içermediği açıktır. Kuşkusuz orada belli bir gerilim ve çelişme vardır. Fakat bu gerilim ve çelişme ikisi arasındaki varlık- yokluk mücadelesinden ziyade, oluşan tarzındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Kaldı ki bir gerilim gelişmeyi sağlayan temel( ilerlemeyi kastetmiyoruz) bir enerji de üretmektedir. Toplumsuz birey yoktur. Birey kendilik bilincine ancak toplum içerisinde erişebilir. Fakat birey kendi gelişimini her zaman ve her şekilde gerçekleştirme gücünde değildir. Bu noktada toplumsal değerlerle uyumlu olmak zorundadır. Toplumsal değerleri zorlamaya başladığında gerilim çıkar ve toplumun öz savunma refleksi, ahlak ve gelenek devreye girer. Toplumlar varoluşun zorluklarının bilincindedir. Dolayısıyla gelebilecek tehlikelere karşı hassastırlar. İlke ve yasalarını varlık-yokluk ikileminde oluştururlar. Fakat bu ilke ve yasalar zamanla işlevsiz kalmaya yüz tutabilirler. Dolayısıyla yarardan çok, gelişmelerin önündeki dogmalara dönüşürler. Bu açıdan değişime karşı oldukça direngendirler. Fakat tüm direngenliğine rağmen bireye alan açmak zorundadır. Zira bireysizde toplumun varlık sorunu çıkabilir. Bu ikili tercih karşısında toplumu değişime zorlayan bireydir. Ne kadar toplum tarafından belli düzeylerde sınırlansa da birey bu sınırları her zaman zorlamıştır. Bu yolla hem kendisi olmuştur hem de toplum aidiyetini geliştirmiştir. Yani iddia edildiği gibi birey ve toplum karşıt olgular değil, tam aksine oluşu ve gelişmeyi sağlayan yaratıcı bir ilişki ve enerji tamamlayanıdırlar. Tam da bu noktada Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Özgürlük Sosyolojisi olarak ifade ettiği yöntemsel yaklaşımda komünü- komünaliteyi eksene alarak bu çıkmazdan kurtulmanın yolunu göstermiştir. Değer sistemimizin eksenine toplumun temel varoluş biçimi ve özelliği olarak komünü koyduğumuzda aşırı bireycilik ve aşırı toplumculuk olarak adlandırılan yanlış yaklaşımların dışına çıkmış oluruz. Çünkü komün hem bireysel bir kimlik gibi özerktir hem de bir toplum gibi komünaldir. Ali Adalı komünün bu niteliği için şunları söyler: ‘’Toplumsal varlığın oluşumundaki komünal nitelik biçime değil, öze ilişkin bir husustur. Toplumun ancak komünal tarzda varlığını sürdürebileceğini kanıtlar. Komünal niteliğin yitirilmesi, toplum olmaktan çıkış demektir. Komünal değerlerin aleyhindeki her gelişme, toplumdan bir takım değerlerin kaybolması anlamına gelir. O halde komün halindeki yaşamı temel yaşam biçimi olarak değerlendirmek gerekir. İnsan türü varlığını bu yaşam biçimi olmadan sürdüremez.’’ (BHS) Bunların ışığında bir noktaya daha açıklık getirmekte fayda var. Çoğunlukla yanlış olarak komün ve toplum aynı anlamda kullanılmaktadır. Sanki toplum dediğimiz tek bir komünmüş gibi algılanmaktadır. Hâlbuki komünler küçük, ahlaki, politik birimlerdir. Özgün ve özerktirler. Toplumun bir parçasıdırlar ama toplum değildirler. Yani toplum sadece komünlerin toplamı da değildir. Aynı zamanda kendi bütünlük özelliklerini oluşturmakta ve bir komün zihniyetiyle hareket edebilmektedir. Bundan dolayı ‘’komünler komünü’’ de denilmektedir.

Zaten klasik toplumcu anlayışın aşıldığı nokta da burasıdır. Klasik yaklaşımda tekil bir yargı olarak ele alınırken, Kürt Halk Önderi’ nin yaklaşımında toplum özgün ve özerk yaklaşımlardan oluşmaktadır. Toplumlar komünaldir dediğimizde tek bir komün ve komünaliteden değil, çok farklı alan ve düşüncelerle geliştirilmiş komünlerden oluştuğunu kast ederiz. Toplumu komünal yapan bu komünlerdir. Komünsüz bir toplum tek tip ve seri üretim yapan bir fabrika düzeneğidir ki, buna toplum demek mümkün değildir. Bunlara binaen şunu diyebiliriz; toplum tarih tezimiz gereği; toplumsal öznelerimiz komünlerdir. Bu, bireyi yok saydığımız ve görmezden geldiğimiz anlamına gelmez, aksine liberal tezin giderek bireyi devlet denilen aygıt karşısında çırılçıplak bırakarak varlık sahasından silmesine karşılık, bireyin gerçek politik ve ahlaki zeminini çok güçlü kurarak onu korumaktır. Komün ve komünal vasfı toplumsal vasfın özneliği konumuna yerleştirmek, (yani demokratik komünalizm) hem aşırı bireycilik, hem de aşırı toplumculuk sarmalından kurtulmaktır. Komünal yapı çok farklı gerçekleşmeler ile ortaya çıkabilir. Ali Adalı bunları Özgürlük Sosyolojisi’nde ahlaki politik toplum unsurları olarak tanımlanır; etnik, kültürel, dinsel, mezhepsel, aşiretsel, kabilesel ve ekonomik cemaatler- komünler veya modern cemaatleşmeler olarak gerçekleşebilirler.( Daha önce tarihsel gelişme ahlaki, politik toplumu temel gelişme birimi olarak ele almamızın nedeni de budur. Yani komünalitenin ona içkinliği, onun özünü teşkil etmesidir.) Burada en önemli nokta; komün-cemaat, kolektif kimliğin oluştuğu, ifade edildiği zemin olarak anlam kazanır. Bu nedenle komünaliteyi inşa etmeden toplumsallığın yeniden kuruluşu söylemi ancak boş bir retorik olacaktır. İşte tam da bu noktada ahlak, politika ve demokrasiyi komünalite zemini olmadan tahayyül edemeyiz ve pratikleştiremeyiz. Kapitalist Modernite’nin topluma, ahlaka, siyasete ve demokrasiye saldırısı olarak ifade ettiğimiz durum, toplumun komünal yapısına ve komünalitesine yapılan saldırıdır. Yoksa saldırı soyut bir toplumsallığa değil, ki kapitalizm de kendisini bir toplum olarak tanımlamaktadır. Ve son tahlilde bir ‘’toplum’’u inşa etmektedir. Tam da toplumun komünal yapılarına saldırarak yapmaktadır. Modernleşme ve aydınlanma hamleleri, toplumun tüm komünal yapılarını, etnik, kültürel, aşiretsel, dinsel ve mezhepsel her bir topluluğu ( cemaati) ilerleyen tarihin gerisinde kalan ve tasfiye edilmesi gereken ‘’gerici’’ yapılar olarak görür ve ortadan kaldırmaya çalışır. 19. Ve 20. yy devrimci muhalefetinin ana açmazlarından birisi de toplumculuğu savunmalarına rağmen, komünal yapının ana ekseni olan ahlaki ve politik toplum unsurlarını aynı aydınlanmacı- ilerlemeci bakışla gerici, ilkel ve tasfiye edilmesi gereken unsurlar olarak tanımlanmalıdır. Böyle bir yaklaşımın oluşturacağı toplumcu anlayış da, aynı liberalizm gibi toplumun bireylerden oluştuğu tezinden hareket etmek zorunda kalır. Tezin öncülü liberal soslu olduktan sonra, ikinci önermesinin toplumu öncelemesinin pek bir anlamı kalmayacaktır. Aslında bu reel sosyalist, ulusal kurtuluşçu veya dinsel kurtuluşçu hareketlerin cemaatçil komünal özlerini önemli oranda yitirmeleriyle ilgilidir. Cemaatsel, komünal öz, toplum denen olgunun kendini çok farklı, çok renkli, çok kültürlü gerçekleştirme formu, toplumun heterojenliğinin ana kaynağıdır. Aydınlanmacı ulus-devletin homojen toplum projesi tam da bu ana kaynağa saldırarak, kolektif kimliğin vücut bulduğu bu zemini, bu ruhu, ortadan kaldırarak gerçekleşmektedir. Bu homojenleştirme ister ‘’ulus’’, ister ‘’sınıf’’, ister ‘’din’’ veya ister ‘’mezhep’’ adına yapılıyor olsun değişen herhangi bir şey olmayacaktır. Dolayısıyla demokratik ulusun kuruluş tarzı olan demokratik siyasetin kendini komüne ve komünaliteye dayalı gerçekleştirme söylemi tarihsel ve toplumsal bir hakikate dayanmaktadır. Demokratik Ulus’un komünalizmi; ahlak, politika ve demokrasinin anlam bulduğu gerçek zemindir. Komün/ cemaat, ahlak ve politikanın gerçekleştiği ve bireyin de ona katıldığı yapıdır. Bireyin toplumla bütünlüklü ilişkilenme halidir. Aydınlanmacı akıl bunları ters yüz ederek komünal yapının çöküşünü ve yerine bireyin ikame edilmesini sağlar. Bunu da ahlaki-politik toplumu aşındırarak hukuka ve bürokrasiye dayalı bir sistemle geliştirir. Kurumlaşan devlet yapısı hukuk aracılığıyla tüm toplumu tek bir vatandaşa dönüştürerek komün kırıma girişir. Siyasetin yerini ise bürokrasi alır. Demokratik ulus önermesi hukuka dayalı ahlak dışılık yerine komünal ahlakı, bürokrasi yerine ise demokratik siyaseti esas alır. Demokratik siyaset demokratik ulusun inşa tarzıdır. Demokratik ulus demokratik siyasetle inşa edilmez ise ve demokratik siyasetin kanallarını açık bırakmaz ise en kestirme yoldan ulaşacağı nokta, devletçi bürokrasidir.

D) Demokratik Ulusun İnşa Tarzı Demokratik Siyasettir

Politika, komünal yapıların kendi iç işlerini düzenlenme faaliyetidir. Bu anlamda ahlaki ve politik toplumun sürdürülmesini sağlamanın temel yolu demokratik siyasettir. Siyasetle demokrasi arasındaki ilişki komünalite arasında gelişir. Siyaset eğer komünün kendi işlerini kendisi tarafından yapılması olarak açığa çıkarıyorsa buna demokratik siyaset diyebiliriz. Devletli sistem, komüne ait olan ‘’kendi işini( kendi siyasetini) kendi yapma’’ hakkına el koyarak siyasetin demokratik niteliğini ortadan kaldırır. Demokratik olmayan siyaset ise bürokratik siyasettir. Nitekim hem liberal hem de reel sosyalist anlayıştaki temel ortaklık siyasetin demokratik niteliğini baypas etmedir. İşte demokratik ulus bu çarpıtmayı ortadan kaldırarak kendisini demokratik siyasetle inşa etme ve demokratik siyasetle sürdürme iddiasındadır. Tabi, şayet örneğinde olduğu gibi kurumsal olarak ‘’demokratik’’ örgütlenme modellerini savunmanın ve hatta bunu somutta inşa etmiş olmanın demokratik toplum ve demokratik ulusu inşa etmede yeterli olduğu yanılgısına kapılmamak gerekir. Demokrasi sadece kurumların yapılarına indirgenecek bir olgu değildir. Sadece biçimsel olarak kurumların yapısına, sadece bazı isimlere indirgenmiş demokrasi kavramı, özünden boşaltılmış ve bir egemenlik perdesine dönüştürülmüş olur. Nitekim 19. Ve 20. Yy devrimcilerinin burjuva demokrasilerini bu temelde eleştirmeleri ve onun aslında yoğun kurumlaşmış bir tekeli, baskıcı bir iktidar aygıtını, özde ‘’diktatörlüğü’’ gizleme aracı olduğu yönündeki doğru bir gerçeği ifade ediyordu. Ancak tam da bu nokta, onlarında düştüğü ve aşamadığı temel yanılgılar olur. Bu, hâkim perspektifle demokrasiye ve toplumsal kuruluşa bakmaktır. Nitekim reel sosyalizm en baskıcı ve otoriter sistemi, en demokratik yapılar olan halk meclisleri üzerinde inşa etti. Hakeza mevcut neo-liberal sistem, demokrasinin temel kurumları olan; seçim, parlamento, sivil toplum kuruluşlarını(N.G.D) yapısal olarak içinde barındırmaktadır. Ancak bu araçların hemen hemen hepsi kapitalist modernitenin iktidar aygıtlarına, yani toplumu daha da iktidarcı sisteme bağlamanın sömürmenin araçsallıklarına dönüşmüştür. Örneğin demokratik toplumun en önemli unsuru olarak değerlendirebileceğimiz N.G.O’lar (JTK) halkın iktidar dışı örgütlenmesi olmaktan öte, iktidar dışı kalanların iktidara bağlanması, iktidar için rıza üretimi kurumları olmuşlardır. Bütün bu ‘’demokratik’’ kuruluşların her biri modernitenin (sağ veya sol) kontrol toplumu mekanizmalarının ‘’giderek daha fazla demokratik’’, giderek daha fazla toplumsal alana içkin hale geldiği,( komuta mekanizmalarının) yurttaşların beyinleri ve bedenleri üzerinden dağıtıldığı’’(Negri- Mardt)’’ aygıtlarıdır. Kontrol toplumu dediğimiz, bireyi ve toplumu tamamen kuşatmayı hedefler. Dışsal iktidarı içkinleştirir. İktidarı çok katı, baskıcı aygıtlarla değil, her bireyin bedeninde ve beyninde yer alan ‘’içkin kabuller’’ ile genelleştirir. Görünüşte yapısal olarak demokratik olan her bir kurum ve işlev beyinde karakol kurmanın, beyni iktidarın işleyen ağının bir parçası kılmanın araçları haline gelebilir. Peki, çözüm nedir? Bu demokratik kurumların işlememesinin sebebi nedir? Bizleri çokça eleştirdiğimiz ve devrimin zıddına dönüşmesi olarak tanımladığımız süreçlere düşmekten koruyacak olan mekanizma nedir? Bunlar, bugün yeni bir kuruluş arifesinde olduğumuz an ve coğrafyamızda cevaplama görev ve sorumluluğunda olduğumuz can alıcı sorulardır. Elbette bunlar ciddi soru ve sorulardır ve verilecek mucizevî cevaplar yoktur. Fakat Kürt Halk Önderi Abdullah Öacalan’ ın savunmalarında ayrıntılı olarak ortaya koyduğu düşüncelerinden hareketle şöyle söyleyebiliriz: Devlet, egemenliği örgütleyen birlik ise, demokrasi, özgür toplumsal öz yönetimi örgütleyen birliktir ve birbiriyle bağdaşmazlar. Yapısal olarak da iki farklı alandır. Kuramsal olduğu kadar, kurumsal yapıları itibariyle de ayrışırlar. Fakat kuram’ı (zihniyet) ve kurum’un (yapı) yanı sıra bu ikisinin ayrıştığı en önemli üçüncü ayak ise işleyiş biçimidir. Yani siyasetlerinin karakteridir. Devlet bürokratik siyaseti yürütürken, toplumsal yönetimler demokratik siyaseti esas alır. Bürokrasi demokrasinin zıttı olarak elitleşen bir siyaset tarzı olarak devletin özünü oluşturur. Bu nedenle bürokratik siyaset devletin asli işleyişidir ve siyasetin toplumdan çalınması, toplumsal ahlak ve politikanın inkârı anlamına gelir. Bürokrasinin geliştiği her zemin ve kurum kendini nasıl ve neyle adlandırırsa adlandırsın(ister Sovyet ister konfederalizm) devletleşmiş demektir. Bu kurumların yapısal olarak tabana dayalı kurumları yetmemektedir. Aynı zamanda işleyişlerinin de demokratik kılınması gerekmektedir. Demokratik siyaseti işleyişinin esası olarak benimseyen her kurum nihayetinde bürokratikleşmekten, devletleşmekten kurutulamaz. ‘’Sovyet Rusya deneyiminde başlangıçta revaçta olan konfederalizmin merkezi devlet adına hızla ortadan kaldırılması, reel sosyalizmin çözülüşünün en temel nedenidir. Ulusal kurtuluş hareketlerinin başarılı olmayışı ve kısa süre içinde yozlaşmaları demokratik siyaseti ve konfederalizmini geliştirmemeleriyle yakından bağlantılıdır.’’ Dolayısıyla her şeyden önce demokratik konfederalizm, demokratik siyaseti kendi işleyişinin esasına yerleştirerek kendini bürokratik siyasal sisteme – devlete kapatmalı ve onlara alternatif olarak gerçekleştirmelidir. Demokratik siyaset, demokratik konfederalizmin, kendisini devletten ayrıştırdığı en temel hususlardan birisidir. ‘’Ahlaki ve politik toplumun kendini en iyi ifade etme yolunun demokratik siyaset olduğunu sıkça dile getirdik. Demokratik siyaset demokratik konfederalizmin inşa tarzıdır. Demokratikliğini de bu tarzdan alıyor. Karşı modernite gittikçe merkezileşen toplumun en iç gözeneklerine kadar yayılan iktidar ve devlet aygıtlarıyla kendini sürdürmeye çalışırken aslında politikasını da yok etmiş oluyor. Buna mukabil demokratik siyaset toplumun her kesimine ve kimliğine kendini ifade etme ve siyasi güç olma olanağını sunarken politik toplumu da birlikte oluşturmuş oluyor. (Özgürlük Sosyolojisi =cilt III) Halk yönetiminin kuruluş tarzı, devlet yönetimi ilkesinden kopuş ve özgün bir yaratımı esas almadan başarılı olmayacaktır. Toplumsal yapılar işlevleriyle bağlantılı olarak kendi içyapısında değişimlere gider. Demokratik siyaseti yapının işleyiş formu olarak belirlememiz, aslında kurumların- yapıların dogmatikleşme, katılaşma ve dolayısıyla bürokratikleşme eğlimine karşı en önemli güvenlik mekanizmasını toplumun kendisine vermektedir. Temel çatışma bürokratik = devletli toplum ile demokratik toplumun işleyiş tarzı, yani ‘’siyasetleri’’ arasındadır. Alternatif hareketlerin temel bir yetersizliği de, özellikle kurtuluş aşamasında, bu farkı pek görmemeleridir. Bürokrasiyi zorunlu bir durum, demokrasiyi devletin bir yönetim biçimi, siyaseti de sadece egemenlerin iktidar aracı olarak tanımlama temel hataları olmuştur. Marks’ın ve diğer devrimcilerin demokrasiyi Grek ve Batı demokrasisi şahsında tanımlamaları, analizlerinin doğru yönleri olsa da, daha sonradan demokrasiyi, demokratik siyaseti tümden dışlamalarına neden oldu. Daha doğrusu devletli sistemde yaşanılan şeyin demokrasi olduğu sanıldı ve devletle beraber demokrasinin de sönümleneceği iddiası buradan çıktı. Batı devletli sisteminin kendisine esas aldığı demokrasinin antik yunan versiyonu devletli zihniyetle iç içe örülü bir gerçekleşmedir. Bir bakıma devletçiliğin süreklileşen bürokratik düzen bunalımına format çekmedir. Bu format devlet dışı toplumun birlik ve direniş formu olan demokrasinin dejenere edilerek öz yapılarında soyutlanarak bürokratik sistemin açıklarını kapatmak için kullanılmasıdır. Devlete giydirilmiş bir gömlektir.

Batı demokrasisinin bu karakteri başattır ve aslında demokrasinin kendisiyle hiçbir alakası kalmamış bir bürokrasidir. Kuşkusuz bunları ifade ederken oradaki demokratik yapı ve ahlaki- politik toplum unsurlarını yadsımıyoruz, sadece günümüzde devlet demokrasisinin kökeni olması bakımından önemsiyoruz. Çünkü bu kötü izdivaç gerçekten de demokrasiyi oldukça dejenere etme nedeninin temeli ve tarzı olmuştur. Bu geleneğin dışında toplumların özyönetim biçimi olarak tanımladığımız demokrasi, ya da güncelde ifade ettiğimiz biçimiyle radikal demokrasi ile devletin değil, toplumun sorunlarına çözüm yöntemidir. Demokratik ulus da en genel anlamıyla bunun ifadesidir. İşte 19. ve 20. yy. muhalefetini çokça çabalamalarına, bedel ve emek vermelerine, oldukça adil, özgür, eşit toplum ideallerini/ ütopyalarını savunmalarına rağmen, devrim ideallerinin ve özgürlüğün ölümüyle sonuçlanan katı bir bürokratik aygıta dönüşmeleri, demokrasiyi ve demokratik siyaseti esas almamaları nedeniyledir. Tüm çabaları devlet aygıtının ele geçirilmesi, dönüştürülmesi ve güya sönümlenmesi üzerineydi. Toplumsal sorun iktidar sorunuyla eş değerde gördüler. İktidarcı sistemin, yönetim sorunlarını çözeceğini, toplumun sorunlarını çözmeye yeteceğini varsaydılar. Bu ise, aydınlanmacı, devletli demokrasinin etkileriydi ve toplumun özgürlük coğrafyasından oldukça uzaktı. Demokratik siyaset tüm toplumsal sorunlara (iktidar sorunu da dâhil) bütünlüklü bir çerçeveden çözüm bulma arayışının adıdır. Kendini bürokratik siyaset çözümü içine hapseden hareketlerin bir çok toplumsal soruna ilgisiz kalmaları sadece kuramsal bir yetersizlik veya ilgilerini çekmemiş olmanın bir sonucu değildir. Çok daha fazlası, devletli sistemin epistemolojik alanı içinde toplumsal sorunlara yer almamasıdır. Bu nedenle devletli bürokratik sistemi çözümlerken salt siyasal organlarda değil, aynı şekilde diğer alanlardaki görünümlerini de görmek gerekmektedir. Ulus, siyaset, özerklik ve konfederalizm kavramlarını sürekli ‘’demokrasi’’ ön ekiyle tanımlıyoruz. Ancak önceden de vurguladığımız üzere bu demokrasi kavramı, Batı siyasal aklının oluşturduğu ve devlete giydiren bir örtü olan ‘’demokrasi’’ den hem öz hem de biçim olarak farklıdır. Batı siyasal aklı, özellikle de sözleşmecilik, demokrasiyi toplumun yönetim işlerine katılımı olarak tanımlar. Ancak bu yönetim toplum dışında ve hatta toplum üstü örgütlenmiş bir devlet aygıtının mekanizmalarını işletecek olan bir yönetimdir. Devlet mutlakıyetçiliği tekel tarzında örgütleyen birliktir. Mutlakıyetçiliği belirleyen şey devletin bir monarşi gibi örgütlenmiş olması değildir ki ulus-devletin kendini sözde mutlakıyetçiliğe karşı bir siyasal sistem olarak sunar. Krallığı yıktığını, egemenliği halka devrettiğini söyler. Ancak yine de en mutlakıyetçi sistemdir. Fakat mutlakıyetçiliği belirleyen sadece ‘’devletin’’ yerine getirdiği işlevlerin sayısı da değildir. Nitekim ulus-devlet hiçbir devlet biçiminde işlev yüklenmiştir ve hayatın her alanını –doğumdan ölüme kadar- düzenleme iddiasındadır. Fakat bu işlevsellik toplumun yönetime katılması değil, devletin toplumun kılcal damarlarına kadar sızması, işgal etmesidir. Yani devlet mutlaklığı aslında toplumu yönetime katma adı altında, bütün siyasal ve sosyal alanlara sızarak kendisini bu ilişkilere hâkim kılar. Dolayısıyla ulus- devlet mutlakıyetçiliğiyle toplum, yönetime değil, devlete katılır. Bu çok tehlikeli bir örgütlenme tarzıdır. Modern öncesi devletlerde çoğu hala toplumsal alana ait olan işlevler toplumdan gasp edilerek devlete ait kılınmış, merkezileştirilmiş ve en önemlisi de nihai egemenlik tesisi için toplumun komünalitesi- komünleri yok edilerek toplum devlet karşısında hiç olmadığı kadar güçsüz bırakmıştır. Şimdi böylesi bir sistemde uygulanan rejimin demokrasi olarak adlandırılması bir aldatmacadan öte bir anlam taşımaz. Demokrasinin inkârıdır. Çünkü demokrasinin asli kurumları olan ahlaki ve politik toplumların/ komünlerin varlığı reddedilmiş, komünalite parçalanmıştır. Burjuva demokrasisini kendisini temsili demokrasi olarak sunması bu yanıltmacayı gizlemeye yetmemektedir. İlerlemeci tarih anlayışının sağ ve sol unsurlarının ‘’temsili’’durumunu ilerleme olarak yutturmaya çalışmaları, asıl olarak devlet aygıtının işleyişini aklama girişimidir. Bu aslında demokrasinin ulus-devlet eliyle yozlaştırılmasıdır. Ali Adalı, demokrasinin tarihsel formunu ahlaki ve politik toplum olarak açıklar:’’ Toplumsal doğanın hem tarihsel, hem bütünlülük anlamını veren, farklılıklar içinde birliği temek varoluş özelliği olarak temsil eden ana unsur ahlaki ve politik toplumdur. Politik toplumun işlevselliğine zaten demokrasi diyoruz. Gerçek anlamda politika ve demokrasi özdeş kavramlardır.’’ Radikal demokraside tamda bu noktadan yola çıkar; her temsilin, özellikle devletli temsilin demos’un inkârı olduğunu, bunun içinde demos’un başkaları tarafında değil, kendisi tarafından temsil edilmesi gerektiğini savunur. Âdem-i merkeziyetçi bir sistem olarak demokratik konfederalizm bu nedenle radikal demokrasiye dayanır. Temsili çok sınırlı ve zorunlu olduğu koşullarda (örneğin ciddi uzmanlık isteyen yönetimsel –bilimsel konularda) ve katı bir demos denetiminde kabul edecektir. Ancak her temsili bir merkezileşmeyi, bir güç tekelleşmesini ve ya potansiyelini ifade ettiğinden, radikal demokrasi demosu –halkı ilgilendiren tüm alanlarda, yerel veya genelin kendi kararını vermesi ve pratikleşmesini savunur. Bu nedenle komünal birimlerin –her düzeyde- varlığı radikal demokrasi için vazgeçilmezdir. Mahalle, köy, kent gibi yerleşim bölgesine dayalı komünal birlikler, meclisler kadar etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel ve cinsel gruplara dayalı meclisleşmeler ve ekonomik (üretimsel kooperatif, birlik, ortaklık) eğitsel ve sportif gibi toplumsal alanlara dayalı meclisleşmeler radikal demokratik siyasetin, yani halkın doğrudan kendi işlerini yürütmesi için zorunlu, vazgeçilmez birimlerdir. Zaten demos’un bir anlamı da (‘’halk’’ın yanı sıra) Grekçe2de ‘’meclis’’ anlamındadır. Demokrasi de halk meclisleri yönetimi oluyor. Şimdi bu çerçevede burjuva demokrasisinin gücün dağıtımı(güçler ayrılığı) ve gücün kullanımının denetimi sorunlarını radikal demokrasi de çok büyük oranda başlangıç anında yapısal olarak çözümlendiği görülebilir. Ulus-devlet, gücün merkezileşmesi yani tekelleşmesi iken; demokratik ulus, gücü, radikal demokrasi ile tüm yerellere dağıtır ve âdem-i merkezileşmeyi esas alır. Demokrasi, modern dönem Batı siyasal düşüncesinde güçler ayrılığı ve gücün denetimi ile tanımlanır. Güçler ayrılığı olarak tanımlanan ise esas olarak devlet kurumlarının daha sağlıklı işleyişi, tekeller arasındaki güç dengesini sağlama ve aralarındaki dengelerin korunması için devlette merkezileşen gücün(siyasi, askeri, ekonomik, yapısal) devletin idari kurumları açısından dağıtılmasıdır. Burada aslında şekli anlamda bile olsa demokratik bir husus yoktur. Bu dağılımın diğer bir amacı da, aynı işlevselliği korumak adına gücün denetiminin sağlanmasıdır. Yani güçlerin birbirinden ayrılarak(genellikle yasama, yürütme ve yargı biçimindedir.) birbirlerini denetlemeleri gerektiği savunulur. Oysa ulus-devlet içinde her denetim yeni bir ‘’bürokrasi’’ demektir. Kısır bir döngüdür; demokrasi bürokrasinin bürokratlar eliyle denetimi olarak konumlandığı her denetim yeni bir bürokrasi ve daha az demokrasi demektir. Bu açıdan savunulan biçimiyle güçler ayrılığı ilkesi pratik bir değere sahip olmadığı gibi, düşünsel olarak da bir safsatadır. Gücün demokrasiden alınıp bürokrasiye verilmesinin teorik aklıdır. Demokratik siyaset her şeyden önce gücün merkezileşmesinin engelleyecek tarzda toplumun her alanda, tüm yerellerin kendilerini meclisler tarzında örgütlenmesini esas aldığından güçler ayrılığı gibi bir sorunu bulunmamaktadır. Tüm güç yerellerin, meclislerindir. Halkın yönetmesini bilmediği hiçbir güç yoktur. En karmaşık organizasyon olan toplum kendini komünler halinde var etmeyi biliyorsa, her türlü güç birikimi de kanalize edebilecek demokratik bir anlayışı sahiptir. Günümüzde devletin merkezi organlarının yüklendiği işlevlerin ezici bir çoğunluğu yerel özerk birimlerin kendi öz yönetim faaliyetleri olarak ele alınmak durumundadır. Geriye sadece çok cüzi bazı ortak işler kalmaktadır ki, bunlar da yerellerin demokratik iradesiyle oluşmuş genel meclisler ve organlar eliyle yürütüldüğünden, denetleme işlevi ilk kademe meclislerden itibaren tam demokratik siyasetin özüne uygun olarak tolumun kendisi tarafından yapılacaktır.

E) Demokratik Ulus Bir Kadın Uluslaşmasıdır

Genelde tüm uygarlık, özelde ise kapitalist modernite cinsiyetçi bir karakter taşırlar. Cinsiyetçilik en yoğun iktidar pratiklerinden biri belki de en yoğun olandır. Sadece kadın ve erkek arasında gelişen ve kadını nesneleştirilmesini esas alan bir ilişkiden bahsetmiyoruz. Bir kere toplumun yarısı nesne diye belirlendiğinde bütün toplumsal alanlar bu nesnellik durumuna göre dizayn edilir. Böylece cinsiyetçilik aynı zamanda tüm iktidar ilişkilerinin içerildiği bir tarza da dönüşür. Sınıfçılıktan dinciliğe, milliyetçilikten bilimciliğe değin uzanan özne-nesne ayrışmalarının tamamından hâkim tarz cinsiyetçiliktir. Belirleyen- belirlenen ilişkisidir. Bu açıdan cinsellik iktidara içerilerek toplumsal cinsiyetçilik üretilir. Ulus-devlet mantığının her varoluş alanı cinsiyetçidir. Hiç oradan örnek seçip diğerlerini söylemezlik etmeyelim. Zihniyet ve uygulama alanı olarak hem cinsiyetçi, kadın kırımcıdır, hem de tüm iktidar ilişkilerini cinsiyetçilik tarzında örgütler. Bu açıdan ulus-devlet ataerkil bir varlık düzenidir. Kapitalist modernitenin kapitalizm ve endüstriyalizm boyutlarıyla düşünüldüğünde modadan reklam, pornodan fuhuşa dek uzanan her türlü seksist yozlaşma sistemin arızi değil, özgül karakteri geri ortaya çıkan pratiklerdir. Sistem bunu kadın şahsında yaparak kendini erkek, toplumu ise kadın yerine koyar. Kadının karılaştırılması(en çok kapitalist modernite döneminde görülmektedir.) ile toplumun karılaştırılması arasından büyük bir paralellik yerleştirilir. Bu anlamda kapitalist modernite ve ulus- devlet boyutu kadın kırımcı bir erkek sistemidir, erkektir, erildir. Demokratik ulus ile en öncelikli konulardan birisi olarak toplumsal sorunların tamamına sinmiş ve toplumun yarısı olan kadınların binlerce yıldır devam eden patriarkal ezilme durumudur. Yani toplumsal cinsiyetçiliktir. Demokratik Kürt Halk Önderi’ nin tanımladığı biçimiyle en eski ve en çok sömürülen kadın ulusunun bu makûs tarihine bir set çekmek ve siyasetten ideolojiye, örgütlenmeden öz savunmaya, ekonomiden diplomasiye kadar her alanın cinsiyet özgürlükçü bir tarzda örgütlenmesini inşa etme sürecidir. Hatta dişil öğenin daha baskın olduğu bir oluşu gerçekleştirmektir. Bu açıdan da demokratik ulus dişildir. Çatıştıran, ezen, yok eden, baskılayan ve tekleştiren erkek sistemi olarak ulus-devlete karşı; paylaşımcı, doğurgan, yaratıcı, oluşturucu, renkli, özgün, canlı ve coşkulu bir yapı olarak demokratik ulus dişil niteliklerle varlık kazanır. Bu anlamda toplumun eşit ve özgür cinsler mantığıyla inşa edildiği bir demokratik modernite boyutudur. Demokratik ulus önermesinin olmazsa olmazı niteliğindedir. Toplumsal cinsiyet sorunu her şeyden önce iktidarcı devlet aklının ürettiği bir sorundur. Devlet bu nedenle tarihin başından itibaren rasyonalite kazanmaya patriarkal yapının tezahürüdür. Çünkü hiyerarşi ve ataerkilliğin hanedan tarzında örgütlenmesini takip eden ve temel bileşeninin erkeklerin oluşturduğu kent ve sınıf tekelinden oluşmuştur. Bürokrasi bu erkek aklının kurumlaşmış hali iken, bürokratik aklın bilme yöntemi olan pozitivizm ise,-ki geleneksel ve modern tüm biçimlerini kastediyoruz- en kaba egemenlikçi erkek aklının bilim tarzı/bilme yöntemidir. Batı ‘’demokrasisi’’ bu nedenle en fazla köleci Atina’nın erkek demokrasisi olabilir. Şeklen biçim değiştirmiş olsa da öz olarak halen bu geleneğin devamcısıdır. Pozitivizm ile devletli aklı birbirinden ayrıştırmak mümkün değildir. Pozitivizm iktidarcı bir bilim yöntemi olarak etnik, kültürel ve dinsel demokratik toplum geleneğinin, doğanın ve en çok da kadının sesini bastırır, değersizleştirir. Bu noktada en güçlü zırhı bürokrasi giyer. Gerçekten de bürokrasi erkek aklının en soğuk ama en gerçek yüzüdür. Toplumsal ilişkilerdeki hiyerarşiden tutalım tüm toplumsal kurumlara dek cinsiyetçiliği yayılması ve derinleştirilmesinde bürokrasi tam bir iktidar mekanizmasıdır. Sadece kadın-erkek ilişkileri bağlamında değil, bürokrasinin hâkim olduğu her ilişki, cinsiyetçilik üretir.

Kapitalist ulus-devletle bürokrasi arasındaki bağın en temel bir özelliği cinsiyetçiliği üretilerek tüm topluma dayatılmasıdır. Devrimci geleneğinde bürokratikleşmesinde ve komünal niteliğini yitirmesinde bu bürokratik tarz belirleyicidir. Her konuda ‘’devrimci’’ olanların kadının ezilmesi, kadın emeği ve cinsiyetçilik konusunda kuru eşitlik sloganlarına sarılması sonucu değiştirmemiştir. Zihniyet olarak da endüstriyalizm ve ulus-devletin dışına çıkmamak, cinsiyetçiliği üreten aynı mekanizmaların içinde yer almak anlamına geliyordu. Öte yandan diğer bir temel sorunda pozitivist iktidarcılığın erkek aklına dayalı parametrelerle hareket ederek toplumsal sorunlara çözüm üreteceği yanılgısı cinsiyetçilik üretimine neden olan diğer bir yanılgı olmuştur.

Oysaki bu akıl(erkek aklıdır)zaten cinsiyet sorununu çözme değil, cinsiyetçilik dâhil, tüm toplumda sorun üretme üzerine kuruludur, kurgulanmıştır. Patriarkal- erkek egemenliğinin en kurumlaşmış hali olan ulus-devlet, bu nedenle toplumsal cinsiyet sorununun en ağırlaştığı formdur. Ulus-devletin tüm somut gerçekleşme hallerinde inkar, imha, asimilasyon, parçalama gibi özellikleri kadın üzerinde tüm sistem halinde yürütülür. Kadın üzerinde yürütülen iktidarın en ağır formu kendini yabancılaşma ve metalaştırma noktalarında görülür. Metalaştırma, hep azami kâr dürtüsüyle hareket eden hareket eden kapitalist tekelciliğin en temel özelliğidir. Her şeyi metalaştırabildiği ve sermaye piyasasına sürdüğü oranda kârını azamileştirebilir. Bu pazarda en çok metalaştırılan, Kürt Halk Önderi’ nin deyimiyle, ’’Metaların metası, metaların kraliçesi’’ haline getirilen ‘’nesne’’ ise kadındır. Ulus-devlet iktidarcılığının parçalara ayrılma vahşeti, kadın üzerinde bedensel uzuvlara kadar uygulanmıştır. Kadın, -kapitalizmin toplumsal gerçekliğe dayattığı parçalanmanın aynısı- ruhsal, duygusal, düşünsel ve bedensel bütünlüğü kalmayacak, her biri bir iktidar nesnesi olacak derecede parçalanır. Ulus-devlet soykırımı sadece etnik veya dinsel mezhepsel topluluklara uygulamaz, soykırımın en acımasız, sürekli ve tüm toplumsal alanda kadın cinsi üzerinde yürütür. Faşizm ve totalitarizm boşuna kendini ‘’cesur erkekler topluluğu’’ olarak tanımlamaz. Kapitalist sistem, üzerinde yükseldiği kartezyen düalist özne-nesne ayrımını en katı biçimde erkek-kadın, daha doğrusu sistem ve kadın tarzında somutlaştırır. Özcesi ulus-devleti erkek olarak da okumak mümkündür.

Dolayısıyla bu formun tümel reddi gerçekleşmeden ve buna alternatif bir toplumsal sistem kurumlaşmadan, cins sorunu başta olmak üzere diğer toplumsal sorunlara çözüm bulma arayışı sonuç alıcı olmayacaktır. İşte demokratik ulus kavramı- ki demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü toplum paradigmasına dayanır.- bu anlamıyla ulusun demokratik kuruluşu ile ezilen toplumsal cinsiyetin demokratik kuruluşunu özdeş görür. Demokratik ulusu düşünmeden cins özgürlüğünü, cins özgürlüğünü sağlamadan da demokratik ulusu inşa etmek imkânsızdır. Bugün özellikle bölgemizde, binlerce yıl önce kadının tarım ve köy devrimini gerçekleştirdiği bu topraklarda, demokratik ulusun kuruluşu da ‘’dişil’’ bir karakter taşımaktadır. Çünkü bu topraklarda kadim geleneğin kadın renginin her düzeydeki baskınlığına tanık olmuştur. Muhyeddin Arabi’nin deyişiyle’’ Biz dişileriz, biz de doğurma özelliği olduğu için ve Tanrı’ya hamd ediyoruz, âlemde erkek diye bir şey olmadığı için’’. İşte demokratik ulus bu anlayışıyla inşa almaktadır. Nitekim tarih adeta Rojava Kürdistanı’nda tekerrür etmektedir. Kürdistan özgür kadın hareketi başta olmak Ortadoğu olmak üzere, ulus-devletin inşa ettiği her duvarı yıkmanın öncülüğünü yapmaktadır. Kadının evrensel uluslaşması ile demokratik uluslaşma arasındaki ilişki kadının devrimci özne halinden dolayıdır. Başta siyaset ve sosyal alan olmak üzere yaşamın bütün alanlarında aktifleşen kadının nasıl bir dönüştürücü güç olduğu Rojava devriminde açığa çıkmıştır. Demokratik ulus ile kadın özneliği arasındaki en devrimci ve en toplumsal ilişkiyi burada görmek mümkündür. Kadın emekliliği ve hassaslığında inşa edilen devrim, demokratik ulus inşasının temellerini en sağlam zemine oturtmaktadır. Sadece Rojava ve Kürdistan açısında değil, tüm dünya açısından yeni bir çağın eşiğindeyiz. Bu demokratik uluslar çağıdır.

Demokratik ulus, 21. yy’ı kadın yüzyılı yapacak olan demokratik modernite formudur ve demokratik ulus aynı zamanda inşa edilecek olan kadın uluslaşmasıdır. Tüm bu hususlar ışığında demokratik ulus hususunu şu şekilde özetleyebiliriz: Demokratik ulusun bedeni olarak demokratik özerklik ve demokratik konfederal model Kürdistan sorunu başta olmak üzere, Ortadoğu’da kangrenleşen tüm toplumsal sorunlara çözüm iddiasının somut projesi olarak şekillenmektedir. Devletin düşman kılığı uluslar, halklar, inançlar, mezhepler ve kültürler kendilerini yeniden demokratik inşa için kurumlaştırmaları yüzlerce yıllık sorunların ana çözümü olacaktır. Ortadoğu kültürel coğrafyasının özelliklerinin/çok renkliliğinin siyasete yansıması olarak adlandırdığı demokratik konfederalizm, tüm bu zenginliklerin birlikte yaşam alanı olacaktır. Ortadoğu toplumları özgürlüklerine düşkündürler. İktidar odakları tarafından çok bastırılıp zayıf düşürülmüş olsa da, demokratik, ahlaki ve politik toplumsallığın kök saldığı topraklardır ve bu niteliğini kolayca yitirmez.

Devletin topluma dayattığı krizin esas nedeni, demokratik, ahlaki ve politik toplumun yadsınmasından kaynaklanmaktadır. Bunun çözümü de toplumun ahlaki ve politik ilkeler ekseninde yeniden inşa alarak geliştirilecek olan çabalarla gerçekleşecektir. Bu nedenle bizim devrimimiz herhangi bir devleti ele geçirerek yıkmak veya herhangi bir devlet inşası değil, ahlaki ve politik toplumun inşasına dönüktür. Elbette devletli sistemin buna kolay ikna olmayacağı da açıktır; devrimin, devletle silahlı mücadele de dâhil, her alanda mücadeleyle örüleceği görülmektedir. Amaç devletli sistemi demokratik ulus yapısına saygı duyup tanımasını sağlayacak noktaya getirmektedir. Devletli gücün silahlı saldırı ve zordan vazgeçmesi ve demokratik siyaset ve örgütlenme üzerindeki tahakkümünü kaldırması halinde demokratik siyasal çözümün olanakları oluşmuş demektir. Demokratik siyasal çözüm süreçleri, demokratik toplumun devletli sistemle çelişkilerinin bittiği değil, bu çelişkilerin silahlı şiddet yöntemleri dışında bir mücadele halinde olduğu bir süreçtir. Devletli güçlerin şiddet yöntemleriyle, hatta farklı alanlardaki orantısız biçimde( çünkü güç dengeleri farklıdır.) baskılamalara yönelmesi durumunda ise demokratik modernite unsurları meşru savunma çerçevesinde direnişe geçerler. ‘’Demokratik pozisyon, içinde şiddeti de barındıran bir savunma sistemine sahip olsa da, esas olarak hâkim zihniyetle savaşarak kendini bizzat özgürce oluşturma kültürünü kazandırmasıdır. Direnme ve savunma savaşlarını çok aşan bir yaklaşımdan bahsediyoruz. Bu temelde devlet odaklı olmayan bir yaşam anlayışına ve pratikleşmedir.’’

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.