Düşünce ve Kuram Dergisi

Din Sorununa Felsefî Bir Yaklaşım ve Kapitalist Modernitede Yabancılaşma

Mehmet Sezgin

İnsan inanç ve maneviyatı çok erken dönemde keşfetmiştir. Toplumlaşma hiç şüphesiz inancın ve maneviyatın birleştiriciliğinde yeşererek gelişti. İnsan toplumsallaşmanın etkileriyle yeryüzünde varlığını böylesine nitelikli kılmayı başararak yaşayan tek canlı türüdür. Böylece o, birlikte yaşamaya dair tüm bilmeleri keşfederek ayakta kalmayı başardı. İlk çağlarda ‘birlikte yaşamak’, doğal afetlere ve yırtıcı hayvanlara karşı ayakta kalmak ve yok olmamak demekti. Bu nedenle de toplumsallaşmanın en gerçekçi nedeni yaşama içgüdüsüne olan şaşmaz bağlılıktır. Yaşamak için insanın birleşmekten başka yolu yoktur. Yaşamak doğadaki en güçsüz ve yetenekleri en sınırlı varlık olan insanı arayışa ve düşünmeye yöneltmiştir. Birlik, beraber paylaşım ve ortak yaşam birer insan icadıdırlar. Komün olgusu yalnızca sosyalist teorisyenlerin ortaya attığı tartışmalı bir kavram değildir artık. Komün sosyolojik ve antropolojik bir gerçektir. İnsanlaşmanın değer kazanmış hali olarak toplumsallaşmaya doğru atılan ilk nitelikli adımdır.

Beyin fonksiyonları geliştikçe ve daha pratik davranmaya elverişli hale geldikçe insan, güdülerinden ve sezgilerinden yavaş yavaş uzaklaşarak aklı esas alan yöntemler geliştirdi. Aklın bu henüz çok erken keşfi, insanı yaşamak için daha planlı ve hesapçı davranmaya gittikçe doğal hayatta hile yapmaya, tuzaklar kurmaya sevk etmiştir. İnsan beyninin ve aklının evrimi insanın tarihsel eyleminden bağımsız değildir. Bu nedenle de doğada karşılaştığı her olay, insanda yeni duygulanımlar ve güdüler yaratmıştır.

İnsan, hikâyesi büyük oranda bilinmeyen bu milyonlarca yıl boyunca, ağır ağır gelişen aklı sayesinde oldukça özgün bir tür olarak hayatta kalmayı başarmıştır.

Dinin gelişimi tam da aklın doğuş dönemlerine denk düşmektedir. İnsan, henüz yeni yeni oluşan topluluğun bir görünmezlik tarafından korunduğunu sanmaya-sezmeye başladığı vakit Tanrıyı keşfetti. Tanrı, insanın bilinen ilk manevi farkındalığıdır. Tüm bilinmezliklere yanıt bulmak için aranan yegâne fenomendir. Tanrı fikrinin birleştirici ve toplumsal hissiyatın oluşumundaki gücü yadsınamaz. Bilim adına da yapılmaya kalkışılsa, kutsallaştırma ve kesinlik düşüncesi var olduğu sürece, Tanrı her biçimde var olmaya devam edecektir. Tanrı felsefi olarak sorgulanmazlık ve kesinlik demektir. O halde din ve tanrı olgusunu günümüzün düşüncesiyle gericiafyon ilan etmeden önce bu gerçeği kabul etmek gerekmektedir. Tanrı sosyal bir yaratım olarak vardır ve kesinlikle gerçektir. O, insanın en büyük anlamsallıklarının başında gelmektedir. Bir toplumsal ürün ve artı değerdir. Böylesine büyük ve kadim bir kavramsallaştırmayı herhalde aydınlanmacı-pozitivist aklın şüpheciliğiyle değil; hakikate bağlılığın bir gereği olarak araştırmak ve anlamlandırmak gerekir. Bir sosyal yaratım olarak Tanrı halen sahipsizdir ve son tahlilde insanlaşmaya saygının asgari bir gereği olarak doğru değerlendirilmeyi beklemektedir. Pozitivist felsefenin ve bilim felsefesinin kurucularının çoğunlukla geliştirdikleri negatif Tanrı algısına karşın aslında önemli sayıda bir düşünür grubu tanrıyı (ya da Allah’ı) toplumla oluşan bağını iyi görerek değerlendirmişlerdir.

 Örneğin Nietzsche “Tanrı Öldü” diye haykırırken aslında modernizmin gelişimiyle birlikte anlamın ölümünü haber veriyordu. Kastettiği manevi değerlerden boşalmış “sarı saçlı, mavi gözlü karınca insanın” yarattığı dehşet dünyasından başkası değildi. Ölen vicdan ve merhametti Nietzsche’ye göre. Başka bir deyişle modernizmle birlikte “Allah korkusu” kalmamış ve insan korkunç bir canavara dönüşmüştü.

Din ve Tanrı somut (Totemizm)ve soyut (Animizm)halleriyle bir anlam arayışına yanıt olarak doğmuşlardır. Bu anlamda bir toplumsal karşılık söz konusu olduğu gibi anlama ilişkin oldukça geniş bir boşluğu doldurduğu inkâra gelmez. Tanrıyla barışmak ve yeni bir sözleşme yapmak günümüz toplum bilimlerinin önemli bir görevi olmalıdır. Pek çok kitap ve değerlendirmede onu artık sosyal bir yaratım olarak gören ve Tanrının insanlık üzerindeki gücünü dikkate alan ifadelere rastlansa da gerçek bir ilahiyat ya da tanrıbilim için sosyal bilimler henüz çok hazırlıksızdır. İnsanın neden tanrıya ihtiyaç duyduğu yanıtlanması oldukça zor bir sorudur. Toplumun anlam yoğunluğu olarak Tanrı ve din, çağdaş felsefe ve bilim tarafından reddedilmiştir. Bir anlam ve toplumsal yorum olarak Tanrı olgusuna ve tanrısallık denilen manevi dünyaya daha temkinli ve saygılı yaklaşmak yerine inkâr ve kesin reddi tercih etmek, bilimin toplumla olan muhayyel ilişkisine de darbe vurmuştur. Bunun bir sorgulanamazlık yarattığı ve toplumsal hissiyatta anlama kastettiği çok açıktır. Çünkü kesinlik ve sorgulanamazlık paradoksal olarak yalnızca dinlerde vardır. O halde en katı metafizik ve düşüncenin(ya da inancın) engellenmesi bizzat bilim adına hareket edenlerce gerçekleştirilmiştir.

Toplum bir oluşumdur ve din çok uzun zamandan beri bunun motive edici gücüdür. İlk dinsel devrimlerden beri toplumun birleşimi din sayesinde mümkün olabilmiştir. Çıkışları itibariyle Dinler halkın adalet, eşitlik ve özgürlük istemlerine en güçlü yanıtları vermeyi başarmış ve ciddi toplumsal ayaklanmalar sonucu büyük devrimler yapmışlardır.

Toplumu bir bütünen değiştirmeyi esas alarak bunu büyük oranda başardıkları dinlerin süren büyük etkisi göz önüne alındığında görülecektir. Ancak, dinin tarihsel bir olgu olarak vardığı bugünkü düzey ve yarattığı sonuçlar üzerinden onu mahkûm etmek bizleri hakikate yaklaştırmaz. Bugün bir sorun alanı olarak toplumsal değişim ve özgürleşmeye olumsuz bir etki yapması ve dahası gerici bir işlev kazanmış olması tüm bu tarihi hakikatleri ortadan kaldırmaz. Dinler, adına bilimsel bilgi ve epistemoloji denilen kavramsallıklar oluşmadan önce toplumların düşünce ve eylem (teori-pratik)kılavuzlarıydı. Toplum dinsel düşünceyle, ihtiyaç duyduğu düşünce gücünü yarattığı bu maneviyattan almış; ahlakı, değerleri ve normlarıyla toplumsallaşmayı ilerletmiştir. Din yalnızca duygulara hitap eden inançsal bir sanrı(hezeyan) değil, bir düşünce sistematiğidir. İnsanlığın ilk dönemlerine ve toplumsal aklın erken bir evresine denk gelmesi, onun bu hakikatini değiştirmemektedir. İlk inanış olarak kabul edilen totemizm ve animizmden, büyük Urfa çıkışıyla tek tanrılı dinleri başlatan İbrahim’e ve büyük ahlak filozof-peygamberi Zerdüşt’e, Musa, İsa ve en son Muhammed’e kadar Peygamberler ve öncülük ettikleri dinler toplumu özgürlük, eşitlik ve adalete ulaştırmaya çalışmışlardır. Bunu ahlakı hep göz önünde bulundurarak, sürekli bir yöntem olarak uygulamakla gerçekleştirdiler. Ahlak, iyilik yapmak, vicdan, adalet ve direniş gibi erdemler her toplumsal ayaklanmada olduğundan daha fazla dinlerin de temel yöntem ve buyrultularından biridir. Dinlerin toplumsallaşmaya en büyük katkısı, ahlakı salık veren ve yücelten, onu bir insanlık erdemi olmanın yanı sıra bir tanrı buyruğu olarak toplumsal gözeneklere zerk eden yönüdür. Gerçekten de hemen hemen her dinde ahlakın bir kavramsallık ve anlam olarak böylesine yoğun işlenmesi, doğru ve yerinde bir ideolojik mücadelenin verildiğini göstermektedir. Nitekim ahlak zaten doğal toplumun en belirgin erdemlerinden biri ve komünün yazılı olmayan ilişkiler bütünlüğüdür. Dinlerin belki de en olumlu yönü günümüzde hala bir insan erdemi olarak ahlakın varlığını sürdürmesine katkı sunan bu ısrarcı yaklaşımıdır. Kürt halk önderi Abdullah Öcalan, Ahlak ve Din ilişkisine dair şunları söyler: ”Dinin uygarlık öncesi bir kurum olması tartışmasızdır. Ahlakın daha çok yasaklayıcı, sakınılması gereken hususlarını, merhamet ve bağışlayıcı unsurlarını kapsamına alıyor. Süreç içinde çok daha katı bir gelenek haline geliyor. Bu anlamda ahlakın en katı, kutsal emir ve kural düzenleyiciliği dini oluşturuyor. Ahlakın içinden doğmasına ve ilk başlangıçta bir parçasını teşkil etmesine rağmen, zaman ve mekân koşullarının değişimiyle güçlenerek, kurum ve kurallarını çok daha katı ve uyulması şart olan kanunlar haline getirerek (Musa’nın tipik On Emir düzeni)bağımsızlığını ve başatlığını ilan ediyor. Hukukun da benzer bir çıkış olmasıyla kıyaslanabilir. Önceki ahlaki kuralların bir bölümü olan hukuk kuralları, devletleşmeyle birlikte zorla yerine getirilen kanunlara dönüşerek bildiğimiz hukuku oluşturdu. Uygarlık sürecinin gelişmesiyle birlikte din bir farklılaşma daha yaşadı; sömürü ve iktidar güçlerinin çıkarlarına dönüştürülen boyutlarıyla toplumu ağır cezalandırabilen bir tanrısallık gücü haline getirildi. Hukukun devlet eliyle yürüttüğü tekel çıkarlarını, yeni uygarlık damgalı din tanrı eliyle yürütmeye çalıştı.

Her iki dönüşüm de önemlidir. Tarihin en önemli iki kırılma anını temsil ederler. Yükselen iktidar ve krallık otoritesinin kendini tanrısal kavramlarla niteleyerek güçlendirmesi, ideolojik hegemonyanın temel kuralıdır. Tanrı kavramını kazıdıkça, her defasında altından baskı ve sömürü tekellerinin, devlet ve iktidar aygıtlarının zorbalığı, talanı, kölece çalışma gücü ortaya çıkar. Fakat dinin demokratik, toplumsal boyutta olan kısmının ahlakla özdeş olan unsurlarının giderek doğa ve toplum birimlerine dönüştüğünü tespit etmek çok önemli bir husustur.

Böylelikle uygarlık tarihi boyunca dinin iki karakterli kimlik, gelenek ve kültür olarak gelişmesini anlamlandırmak mümkündür. Uygarlık güçlerinin kimliği olarak din ve tanrı, ne kadar korku, ceza, cehenneme atma, aç bırakma, yok etme, merhametsizlik, savaş, tahakküm, hükümran, sahip, tapınma kavramlarıyla (Unutmamak gerekir ki, bu kavramlar en çok uygarlık güçlerini, kişiliklerini niteler) yüklüyse, ahlaki ve politik toplum güçlerinin din ve tanrı kimliği de cesaret, af, bağışlayıcılık, umut, rızıksız bırakma, var etme, merhamet, sevgi, barış, özünde erime, kavuşma kavramlarıyla yüklüdür.

Ahlakın dogmatizmi, püritenliğe, katı ve kapalı toplumsal kurallara neden oldu. Böylesi bir abartı ve yanlış yorumlayış dogmatizmin büyük gücünden ileri gelmektedir. Dinlerin bugünkü yorumla böylesine katı, dogmatik, değişmez ve baskı unsuru haline gelmeleri, dogmatizmin etkisini göstermektedir. Nitekim aynı gerçeklik çağdaş felsefeyi ve özellikle dünya halklarını son yüz elli yıldır etkilemiş olan Marksizm gibi bir felsefeyi de sarmalamış, değişimi kendisinde dondurmasına neden olmuştur. Dinlerin daha özel olarak dogmatizmi benimsemeleri Ortadoğu coğrafyasının tüm dinlere ebelik etmiş olmasının yanı sıra toplumsallaşmanın yoğunluğuyla ilgili bir husustur. Dolayısıyla baskıcı, tutucu ve düşüncenin yasaklanmasına dayalı olarak dogmatizm salt dinlerin değil tüm düşünce sistemlerinin baş etmek zorunda oldukları bir sorundur. Ancak daha özelde dinler birer inanç sistemidir ve onların toplumu ve bireyi itaate hazırlamak gibi işlevleri bulunmaktadır. Bu haliyle dogmatizm ve din ilişkisi oldukça sıkıdır. Dinlerin metafiziği, dahası katı yasakları olması doğası gereğidir. Din insana ‘merak etme, sorgulama ve özellikle tanrının ve kutsal kitabın hükümlerini sorgulama’ der. Bir başka deyişle söylenen sadece ‘iman et’ oluyor. Bu sebeple dogmatizmin dinlerle böylesine iç içe geçmiş olması anlaşılır bir husustur.

 

Felsefedeki Kesinlik-Mutlaklık ile Din İlişkisi

Hep söylendiği gibi doğada hiçbir şey yok olmaz. Başka bir şeye dönüşür ama yok olmaz. Toplum ve ona dair üretimler için de aynı durum geçerlidir. Din bilim ve sosyal bilim çevrelerince uzun süre inkâr edilerek reddedildi ve bilim adına toplumun ilerlemesini sağlamak için mutlaka yok edilmesi gerektiği var sayıldı. Pozitivizm ve toplumsal mühendislik düşünceyi de kesip biçerek insana şekil verebileceğini sandı. Bu önerme insanlığa tüm değerleriyle yoğun bir saldırıya ve soykırımlara neden olan Pozitivizmin temel hatalarından biridir. İnsana dair olan din, kültür, ahlak ve gelenekler gibi metafizik olguları anlamak yerine reddetmek, büyük bir düşünce sefaletine ve faşizmlere yol açtı. Ancak her durumda dinin anlaşılma ve anlamlandırılma sorunu vardır.

Papa’nın tanrının kendisinden bile daha muktedir olduğu Ortaçağ Avrupa’sında özgür düşüncenin doğuşu giderek tanrının yerine bilimin, dinin yerine felsefenin yer aldığı bir dönüşümle gerçekleşti. Elbette bu, tarihi yüz yıllarca süren savaşların, yıkım ve alt üst oluşların sonunda mümkün olabildi. Bu anlamda Rönesans’a boşuna ‘yeniden doğuş’ denilmiyor. Avrupa halkları dini dogmatizmin etkisinden yüzlerce yıl savaşarak uzaklaşabildi. Dogmatizm bu nedenle salt bir felsefi kavram olmayıp; etki gücü son derece yüksek bir olgunun adıdır. Aynı zamanda insanlığın her çılgınlığı ve fanatizmi gözü dönmüşçesine uyguladığı alandır. Evrensel tarihte dogmatizmin hayattaki karşılığı, inançlar dinler ve düşünceler-idealler uğruna on milyonlarca insanın yaşamına mal olan savaş ve kıyımlardır. Dogmatizm ister felsefî ister dinsel inanışlarda olsun sorgulanmaz mutlak kesinliktir. Büyük düşünürler onun ‘az bilen çok inanan ve dehşet salan insanlar’ yarattığı görüşünü sıkça vurgulamışlardır. Ancak diğer taraftan insan olmaya dair çok temel erdemlerin savunulması da bir dogma olayıdır. Dogma ve dogmatizm tıpkı bilim ve bilimcilik gibi iki ayrı duruma işaret eder.

Biri insana dair bir anlam ilkesiyken diğeri bunun abartılarak tahriki ve fanatizme vardırılışıdır. Benzer ilişki ve çelişkiyi pek çok alanda bulabiliriz. Spor ve spor endüstrisi, alet yaparak hayata katılmakla başlayan endüstriyle doğayı ve insanı yok eden ‘endüstriyalizm’ ya da ulus ve onun abartılarak faşizmle karşıtına dönüştürülmesi gibi… Kürt halk önderi Abdullah Öcalan bilim, düşünce ve dogmatizm ilişkisi hakkında şu belirlemeleri yapar:” Bir ilkeye, bir bilince, bir inanç dogmasına inanmadan insanın yaşamını sürdürmesi çok zordur. Ancak ilahlaşması gerekir ki, hiçbir ilkeye ve dogmaya dayanmadan yaşayabilsin. Böylesi insan olduğunu iddia eden çok kişi çıkmışsa da, böyle olan kimse ya hiç yoktur ya da ömrünün bazı sınırlı anlarında bunu yakalamış çok az kişilik söz konusu olabilir.

Bu konuda hatalı olan anlayış, dogmaları katı ve değişmez hakikatler olarak kabul etmektir. Nitekim dinsel dogmalar çoğunlukla böyle kavranmış ve insanlık tarihini trajedilere boğmuştur. Felsefe ve bilimsel düşünce dogmaların bu tarz dogmatikleşmesine karşı gelişen daha sağlıklı pozitif düşünce biçimleridir. Felsefe ve bilimin dogmatizme üstünlüğü evrensel yaşam gerçekliğini bütün farklılığı ve canlılığı içinde kavramasından ileri gelir. Felsefe ve bilimde ilerleyen her toplum, bu nedenle inanç dogmatizmini aşamayan veya hakimiyetinde kalan toplumlar karşısında daima üstünlük taşımıştır…”

Felsefenin Avrupa’da Katolik kilisesinin tüm ekonomik, sosyal ve siyasal gelişimi durdurduğu bir dönemde orta çıkışı, salt Avrupa için değil dünya halkları için de yeni bir çağ ve yaşam demekti. Hristiyanlığın ilk yüzyıllarındaki aziz ve azizeler hareketiyle bağını koparan ve giderek devletleşen kilisenin her türlü özgürlüğün önünde duran katı düzeni, toplumu daha fazla baskılayamadı. Zira düşünce nehri ilk fırsatta uygun kanallara kavuşarak kendi mecrasına akmaya başladı. Bilimin doğuşu ve felsefenin yeniden ortaya çıkışı, kendisine dayanak yaptığı İncil’in okunmasını bile dinden atmak ve insanları diri diri yakmakla (özellikle binlerce kadının ‘cadı’ denilerek yakılması) cezalandıracak kadar gözü dönmüş bir karanlık düzene karşıdır.

“Aydınlanma dönemi” oldukça kahırlı bir süreçle gerçekleşiyor. Ortaçağda tüm baskı, düşünceye sansür ve dogmatizme(skolastizm)rağmen henüz yeni yetişen birçok bilim insanı, araştırmacı ve resmi ideolojiden giderek farklı düşünen din adamı, engizisyon mahkemelerinde mahkûm edildikten sonra kürek mahkûmiyeti, linç ve sürgün cezalarının yanı sıra yakılarak öldürüldü. Bu kahırlı dönemi ve onun hakikatte ısrar eden gerçek aydınlarını anlatan sayısız direniş öyküsü bulunmaktadır. Birçok değer yaratan sayısız insanlık öncüsünün yanı sıra özellikle Giordano Bruno büyük bir hakikat insanıdır. O da Sokrates gibi, hegemonik devletçi sistem tarafından öldürülünceye kadar canlı doğa anlayışını esas aldı ve doğal toplum değerlerini, yani insana dair öz erdemliliği savundu.

Aydınlanma devrimi böylesine anlamlı çıkışların eseridir. Önemle belirtmek gerekir ki; Pozitivizm, liberal ideoloji ve dolayısıyla kapitalist modernite bu büyük anlam ve hakikat devrimini çarpıtan öğelerdir. Gerçekte Aydınlanma devrimi denilen Reform ve Rönesans hareketleri insanın yeniden doğuşu anlamına gelmektedir. İnsanlık tarihinde önemli ve değeri büyük bir devrimdir Rönesans. Leonardo da Vinci’den Michelangelo, Montaigne, Rembrandt ve Cervantes’e büyük bir sanatçılar kuşağı Avrupa’da yeni bir anlam devrimi gerçekleştirdiler. Bu hiç de kolay olmadı. Rönesans karanlığı alt eden insanlığın en büyük zaferlerinden biridir. Dikkat çekmeye çalıştığımız, Pozitivist bilimciliğin ve liberalizmin komple bir olgu olan Rönesans’ı çarpıttığıdır. Dahası bireyciliği tahrik ederek en büyük saldırısını semavi dinlerden ve inançlardan sonra Rönesans’ın değerlerine karşı yapmıştır. Rönesans etik, estetik ve politik değeri yüksek bir uyanıştı. Ancak hegemonik baskıcı sistemlerin tümü gibi burjuva liberalizmi de Rönesans’la gelişen bu değeri yüksek kazanımlara el koyarak başat güç haline geldi.

İnsan merkezci düşünceye göre insan doğa ve diğer canlılar üzerinde her türlü tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Elimizdeki tüm bilgilerin insan yaratımı olduğu şüphesizdir. Ama tüm evrensel yaşamı salt insana özgü bir konforla ele almak doğaya ve insana yapılan en büyük kötülüklerin temel mantığıdır. Buna karşı Hegel “İnsan ölümcül hastalığa yakalanmış bir hayvandır. “ der. Ona göre bu hastalık akıldır. Akıl insana dair tüm hoyratlığın ve bilimle edinilen devasa gücün sağladığı yok ediciliğin temel silahıdır. İnsan aklı bizzat insanca abartıldığında yıkıcı olmuştur. Rönesans bir estetik, etik ve hakikat devrimiydi. Ancak Reform çağı ve Rönesans’la özgüven kazanarak gücü tanrılardan devralan insan aklı, Kapitalizmle birlikte evrensel tarihin en yanlış bir cevabını geliştirdi. Kapitalizm hakikat, etik ve estetik gibi insanlığın kadim arayışlarına verilen en kötü cevap oldu. Elbette bu ne bir tercih ne de zorunluluktu. Kapitalizm, yalnızca Rönesans devriminin asıl sahiplerinden daha örgütlü ve yeni düzene yön vermeye daha hazır, bir avuç sömürücü ve tekelci tarafından geliştirildi. Bu “tercihi” devletli uygarlıktan bir çıkış umudu demek olan Rönesans ile birlikte değerlendirmek yerinde olur. Kuşkusuz kapitalizm bir sınıflı ve sömürücü sistem olarak kendisinden önceki devletçi çağlardan kopuk değildir.

Felsefedeki kesinlik aslında varlığı felsefeci ve düşünürlerce halen tartışılan bir konudur. Ancak yine de insan düşüncesinin sistemli ve sorgulamaya açık, eleştirel hali olarak felsefenin bir kesinlik sorunu vardır. Rasyonalizmde akıl, salt insanlara özgü bir özellik (özne)olup, evrende yaşayan diğer canlılar ve doğa (nesne) edilgen varlıklardır. Bu açık ki; insan merkezci düşüncedir. Buna göre her olgu ve düşünce, aklın ve bilimin rehberliğinde gerçekleşme şansı bulabilir. Felsefede 17. Yüzyılla Descartes’ la başlayan rasyonalizm, ampirizme ve pozitivizme doğru gelişim göstererek Antik Yunan felsefesinden sonra çağdaş batı felsefesinin temelini atmıştır. Özellikle Descartes’ la rasyonalizm ve septisizm, J. Locke, Hume (duyumculuk), Francis Bacon(“Bilgi güçtür”),

  1. Hobbes ve G. Berkeley ile deneycilik, bilme ve anlama yöntemleri olarak felsefe ve bilimde gelişmelere yol açtı. Bu düşünürlerden birkaç yüzyıl sonra bir felsefi akım olarak olguculuk doğdu. Olguculuk tarihsel olarak, Avrupa’da Aydınlanma’ nın ve yeniçağ bilimlerindeki önemli gelişmelerin bir sonucudur. Olguculuğu geliştiren düşünür A. Comte’ un asıl amacı, toplumsal olayları bilimsel yöntemlerle inceleyerek topluma yeni bir şekil, yeni bir yön vermektir. Yani bugünkü deyimle toplum mühendisliği yapmaktır.

Burada toplumun bir kobay olarak, ya da üzerinde her türlü tasarrufun yapılabildiği edilgen bir alan olarak yönetilmesi vardır. Bunun için sosyolojiyi tıpkı matematik ve fizik gibi bir bilim olarak kurmuştur. Sosyolojiye fizik ve matematiğin yöntemlerini uygulamaya çalışarak formüllere-kurallara bağlamıştır.

Toplumsal yaşamda felsefe ve bilimdeki bu kesinlik, matematik ve ölçülebilirlik nedeniyle kökleşmiştir. Bu bakımdan pozitivizm, deneyci felsefenin bir türüdür. Bu nedenle de katı bilimciliği toplumsal yaşama uyarlayan Batı felsefesinin düşünsel merkezi konumundadır. Comte’a göre toplum da tıpkı doğadaki pek çok varlık gibi ölçülebilir, sayılarak ele alınabilir ve ona yeni biçimler kazandırılabilirdi. Toplumun kültürel, ahlaki ve düşünsel gerçeğini tamamıyla hurafe ve bilim dışı sayarak reddeden olguculuk, materyalizmin de bilim adına içine düştüğü temel felsefî yanlıştır. Batı’nın faşizm ve totalitarizm ile sonuçlanan ve toplumu yekpare, homojen ve kesin kuralları olan bir nesne olarak gören pozitivist düşüncesinin ana ekolüdür. Pozitivizm toplum, doğa ve evrende şeylerin matematik ve geometriyle bilinebileceğini ve üzerlerinde her türlü dışsal müdahaleyi gerçekleştirebileceğini var saydı. Bu haliyle o, kesinliği mutlak yöntem olarak öne çıkaran bir tür anti-felsefedir. En katı bilimdir.

Bilim adına en korkunç bir dini ve canavarca bir metafiziği yaratmıştır. ‘Diktatör’ filminde Charlie Chaplin şöyle demişti: “Bilgimizi olumsuz, zekâmızı sert ve kaba kullandık. 20. yy’da çok fazla düşündük ama çok az hissettik. Makinelerden çok insanlığa ihtiyacımız var. Zekadan çok şefhat ve kibarlığa ihtiyacımız var. Bunlar olmadan yaşam şiddet dolu olur ve her şeyi kaybederiz.”.

Bilmeyi kendi düşünce sistematiğinde hapsederek donduran pozitivizm, kendisini pozitif, diğer düşünceleri negatif ilan eder. Bizzat A. Comte’ un 1848 Paris devrimi sırasında kendisini Pozitivizmin peygamberi ilan ettiğini ve devrimi engellemek için işçi hareketine karşı bildiriler yayınlayarak gerici bir tutum aldığını biliyoruz. O halde felsefede Pozitivizm, kapitalist modernitenin dinidir. Kürt halk önderi Abdullah Öcalan şöyle der: “Pozitivizmin bilimsellik hükümranlığından kurtulmadan, başta ulus-devlet olmak üzere hiçbir iktidar hükümranlığından kurtulunamaz. Pozitivizm çağımızın gerçek putçuluğunun dinidir.”

Dinlerin bilim yapma ve insanların her şeyi bilebileceği ve dolayısıyla insan aklının evrendeki her şeyi matematik ve fizikle kavrayacağı gibi bir iddiası yoktur. Bir başka deyişle zaten tanrının gizemine ve evrenin sonsuzluğuna ilişkin felsefeye göre halinden daha memnun ve kabullenmiş bir durumdadır. İnsanın her şeyi bilemeyeceğini kadercilik ve insan aklına olan güvensizlikten ötürü dinsel bir inanç olarak kabul etmektedir. Ancak Rönesans devriminden sonra özgüven kazanan insanla birlikte; batı felsefesinin ve pozitivizmin abartarak tahrik ettiği akılcılık elindeki bilimle büyük devrimler gerçekleştirdiği gibi büyük çılgınlıklar da yaptı. Pozitivist bilim ve felsefenin kayıtsız inanmayı salık vermesi ve şeyleri kesin ölçülerle mutlaklaştırması insanlığın kapitalizm çağında kıyımını getirmiştir. Bilim eldeki kanıtlanabilir ve somut bilme biçimi olduğuna göre toplum hakkında da “bilimsel yöntemlerle” en kritik kararlar alınabilir ve kestirmelere gidilebilirdi. Yine 

Pozitivist-Aydınlanmacı felsefeye göre “özne” olan insanın “nesne” olan doğaya karşı amansız tahribatını ve başta kendi türdeşi olan insana karşı olmak üzere diğer canlılar üzerindeki tarihin gördüğü en kitlesel soykırımların ve yıkımın pozitivist bilimcilikle bağı açıktır.

 

Kapitalist Modernitede Şeyleşme

Pozitivizm, inancı ve anlama dair olan tüm insan üretimlerini yaşamdan kovmuştur. Toplumun etik, inanç, kültür ve estetik başta olmak üzere tüm değerleri ‘bilim dışı’ denilerek reddedilmiştir. Geriye kapitalist modernitenin anlamdan, duygudan ve sezgiden uzak, maddiyata tapan kulları kalmıştır. İnancın, anlamın ve estetiğin yaşamdan kovulmasıyla birlikte, üreten ve tüketen diye türdeşleştirilen insan; tek yönlü ve edilgen hale getirilmiştir. Tarihin en anlam yoksunu insan tipi kapitalist modernitede yaşayan, dolayısıyla liberal ideolojiyle kuşatılan insandır. Sosyal, kültürel, etik ve estetik değerlerden kopmuş insan, tarihin en içi boş insan tipidir. Kürt halk önderi, bu insan tipini kireçlenmiş beyinli ve teneke yürekli olarak tarif eder.

Bir ulus-devlet tasarımı olarak laik yurttaş, birey fenomenini irdelemekte yarar var. Burada liberal düşüncenin yarattığı kendisinden başkasının varlığıyla, toplumun ve doğanın sorunlarıyla ilgilenmeyen, bireysel yetenekleri ve toplumsal etkinliği neredeyse sıfırlanmış ”bireyinden” söz ediyoruz. Komşuluk, bir arada yaşam ve dayanışma gibi toplumsal ilişkileri hor görerek, ulusdevletin muhbir vatandaşlığını bir şeref payesi olarak gören bir küçülme halidir. Dini, ahlakı, estetiği ve toplumsal kültürü önemsemediği için bu değerler uğruna bir kimlik mücadelesi verenlere karşı büyük bir öfheyle saldırır. Bu, ulus-devletin yaratmak için uğruna kan döktüğü insan tipinin ta kendisidir. Asker, polis, en kullanımlık işlerde devlet memuru (örneğin cellatlık, gardiyanlık gibi) ve devletin en azaplı, zor ve kirli işlerini bir ibadet gibi görerek yapanlar bu tip kişiliklerdir. Bu nedenle topluma işsizlik, üretimsizlik ve atalet dayatılır. Üretimden düşen insan daha kolay yönetilir ve en temel hakları için yalvarır duruma düşürülebilir. Ulus-devlette topluma ve doğaya duyarlı demokratik toplum bireyine yer yoktur. Din, felsefe, inanç, ahlak, kültür ve estetik gibi toplumun moral değerlerine sırt çevirerek yoğun stres ve ağır şartlar altında sürekli çalışan ve kendisi dışında başka kimseyle ilgilenmeyen insan yaratımı, kapitalist modernite için yönetilmesi en kolay insandır. Buna laik vatandaş veya makbul vatandaş denilir. “Laik vatandaş” la kastedilen insanın anlamla ve inançla ilişkisi olmadığı için herhangi bir dinin, düşünce grubunun veya ideolojik hareketin etkisinde kalması düşünülemez. Bunun yerine içinde kendi gündelik çıkarını gördüğü ulus-devlete ve onun kurallarına iman eder. Ulus-devletin “laik vatandaşı“ ötekinin sorunlarıyla ilgilenmek bir yana yeterince motive edildiğinde kendisi dışındakilere soykırım uygulayacak kadar sağlıksız, dengesiz ve saldırgan kılınmıştır. Kendi türüne karşı en acımasız varlık olarak insanın Kapitalizmle buluşması felaket çağına neden oldu. Kapitalizm insanın felaket çağıdır. Bu nedenle başta kadın ve çocuklara yönelik şiddet, halklara ve inançlara yönelik soykırım ve diğer suçlar kapitalizmin sonucudur. Adorno’ nun soykırım, savaş ve doğa katliamı karşısında dehşete düşerek tüm kitaplarını yaktığı bilinmektedir. Kitaplara ilişkin ”bu denli büyük acılara ve yıkımlara çare olamayacaksanız neden varsınız? Bu kadar felsefe, bilim ve inanç birikiminden sonra kitaplar acılara son veremiyorsa yok olmalıdır” diye tavrını ortaya koyar. Tavrı insanın kıyımı ve doğanın yıkımını engelleyemeyen başta tüm batı felsefesi ve pozitivizmi olmak üzere tüm inançlara yöneliktir. Aslında Nietzsche gibi kapitalist moderniteye karşı ‘delirme’ sınırındadır. Çaresizce olsa da soykırımlar ve savaşlar gerçeğini ahlaki olarak protesto etmiştir.

Bundan 150 yıl kadar önce Marks “İnsana dair olan hiçbir şey bana yabancı değildir” derken elinde yalnızca üretici ve tüketici olarak tarif ettiği bir insan vardı. Yine meta’ya yani şeye ilişkin değerlendirmeleri de oldukça yerindeydi ve sanayi toplumunun gözüyle emeğe yoğun göndermeler içeriyordu. Ancak günümüzde kapitalizmle birlikte meta da insan da değişim yaşadı. Bu değişim tarihsel materyalizmin aksine ileriye değil daha da gerilere doğru bir değişimdir. İnsan kapitalizmle birlikte yeniden tanımlanmaya muhtaçtır. Kapitalizm toplumsallaşmış insana anti-insanla saldırmıştır. Liberal ideolojiyle toplumsallaşmadan intikam almanın adıdır. Yani kapitalizmde insan; erdemleri, ahlaki, etik ve estetik değerleriyle alt edilerek kullanım aracına dönüştürülmüştür.

Şeyleşmedir bu. Şey metadır ve insanın ürettiği metanın(malın) bizzat kendisi haline gelişi, bir başka deyişle araçsallaşmasını kasteden bir dönüşümdür. Marks şeyleşmeyi yabancılaşma olarak tarif eder. Günümüzde meta tapıncı ve tüketime olan bağımlılık bir hastalık haline gelmiştir. İnsan ürettiği şeye karşı böylesine çılgınca bir zaafla saldırıyorsa, kendisi de metanın metası haline gelmiştir. Bu nedenle de anlamın ölümü dediğimiz problem hiç de soyut bir durum değildir. Anlamın ölümü, insanın anlamdan giderek tümüyle ayrılması, şeyleşmesi demektir. Toplum ve birey olarak İnsanın anlamdan(manâdan) uzaklaşması, bireysel ve toplumsal etkinliğini ilerletmek bir yana son derece donanımlı bir varlık olan insanı en âtıl hale getirmektir. Sonuçlar üzerinden bir çözümleme yapacak olsaydık sadece tüm gerçekliğiyle kapitalizmin finans-kapital, ulus-devlet ve endüstriyalizmle olan kapkara gerçeğini açımlamak yeterli olurdu. Ancak düşünsel olarak anlamsız yaşamak, bir başka deyişle Pozitivizmle rehin alınmak(demir kafese kapatılan insan) tüm ahlaki melekelerini yitirmek ve hızla hayvanlaşmaya gelip dayanmış olmakla özdeştir. Ya da tersten şu soruyu sormak gerekebilir: İnsana dair metafizik olmayan bir değer var mı? Nietzsche “Önemli olan metafizik yapmak değil, iyi metafizik yapmaktır” demiştir bunun için. O halde moral değerleri ya da manevi kültür olmaksızın insan kuşkusuz en fakir varlık olurdu. Çağımızda kapitalist yaşamın ve ona dayalı liberal ideolojinin insanlığa yaptığı katkı onu tür olarak böylesine en fakir ve atıl varlıklara dönüştürmektir. Adeta ek uzuv takmıştır ona. Bir organizmanın doğal gelişiminden saptırılması ona ek yapmaya kalkmaktır. Tıpkı günümüzde gen teknolojileriyle söz gelimi kırmızı güllerin mavi renkli güllere dönüşümü gibi kapitalizm insana ek yaparak insanın dokusuyla oynamaktadır. İnsan kapitalizmde mutsuz, yoksul ve doyumsuzdur. Bu nedenle kapitalist pazarda bulduğu bir yığın şeyle (takı, aksesuar, ev eşyası, giyim ve bakım malzemeleri gibi) avunmakta, teselli bulmaktadır. Yine böylesine çılgınca alkol tüketimi ve her üç kişiden birinin kullandığı uyuşturucunun yaygınlığı bunu kanıtlamaktadır. Çözümsüz toplumlar çaresizce ‘şeylerde’ teselli ararlar.

Metanın hegemonyası bireyi oyalamaktadır. Onu özgürleşmekten ve kendi hakikatine merak duymaktan alıkoymaktadır. Teknolojik-bilişsel çılgınlıkla görünmeyenin, görselliği olmayanın yok sayıldığı bir dünyada, o sihirli halenin içine (görsel dünyaya)girmek ister. Aslında tüm yetenekleriyle köreltildiği için kendisini bir hiç gibi hissetmektedir. Bu nedenle de görünür olmak ona var olduğunu hatırlatır. Görünür olmak arzusu bir yetenek ve farklılık gerektirmez.

Birey olarak gösteri toplumunun karşısında olmayı zaten bir ‘yetenek’ olarak görür. Yapayalnız ve çaresiz olduğu için teknolojik cihazlar, çok amaçlı, akıllı telefonlar ve sanal dünyanın olağanüstü cazibesi onu avutmaktadır. Kullanım amacından saparak oyuncağa dönüşen teknolojik cihazlar teselli araçlarıdır. Kapitalizm her “bireyin” bir akıllı telefon edinmesini ‘sağlayarak’ nasıl mutlu ve özgür bireyler olduklarını hissettirir! Tüm bu uygulamalarla kapitalizmin aklı toplumun ortak aklını alt eder. Bu nedenle kapitalizm akıl dışı akılcılıktır.

Sosyal bilimciler anlamla ve daha özelde tanrıyla yeni bir buluşma gerçekleştirmeyi henüz denememişlerdir. Sosyal bilimlerin günümüzde böylesi bir derdi yoktur. Sonuçta anlam ve toplumla ilgilenen ve bunun için günümüzün zigguratları olan akademilerden maaş alarak yaşayan toplum bilimciler bir çatışma ve kaos alanı olan Tanrı ve Din konularına yaklaşmaktan akademik saygınlıkları zedelenir endişesiyle uzak durmaktadırlar. Din sorunu hep çetrefillidir ve bu nedenle böylesine riskli bir konuda görüş belirtmek oldukça zordur. Dini reddetme ve küçümseme üzerine kurulu sosyal bilim dünyası onu yeniden ele alma cesaretini gösteremiyor. Din, teoloji ve inançlar konusunu sosyolojik olarak derinliğine tartışmak ve yeni bir başlangıç yapmak kendi varlığını inkâr etmek olur. Bu, akademik kariyerlerin tümüyle değişmesi anlamına gelebilir. Oysa din gibi komple bir olguyu ve tanrı gibi büyük bir anlamlandırmayı tartışmamak, onun toplum üzerindeki etkisiyle ilgilenmemek oldukça sorumsuz ve bir o kadar da korkakça bir tutumdur. Hep ardılları olduklarını söyledikleri Rönesans aydınlarının büyük hakikat arayışçılığına ihanet etmektir.

Yazımızın konusu özetle insana dair en temel hakikatlerin başında gelen inanç olgusunun ölümü olduğu için, insanın nasıl anlamdan ve maneviyattan soyutlandığını tartışmaktır. Kapitalist modernite yaşam değil ölüm sistemidir. Tür olarak insanın maddi ölümü,(kitlesel yok ediliş ve soykırımlar) anlamın ve inancın ölümüyle gerçekleşmiştir. Günümüzde insanın en büyük sorunu var olmaya ilişkin kapitalizmle olan bu yıkıcı ilişkisidir. Değerlerinden koparılmak ve biyolojik bir varlık derekesine düşürülmek, insan için dayanılmaz ve yok edicidir. O halde insanlık kapitalizmi bünyesel olarak reddetmelidir. Günümüzde pek çok kesim ve düşünür de bu tespiti yapmaktadır. Kapitalizmden sözlü olarak duyulan ‘nefret’ öylesine bir yaygınlık kazandı ki, 1 Mayıs’ı yasaklayan ve dünyada işçi ölümlerinin en fazla yaşandığı ülkelerden olan Türkiye başbakanı R. Tayyip Erdoğan bile Avrupa’daki bir konuşmasında kapitalizmi eleştirmişti. Bu söylem bir moda halini almış gibidir. Ancak yine de günümüz toplumları için Keynes’in “Kapitalizmden hepimiz nefret ediyoruz, ama onunla nasıl baş edeceğimizi bilen yok” umutsuzluğu büyük oranda geçerliliğini kaybetmiştir. Kürt halk önderi Abdullah Öcalan bir umuttur. Hem ortaya koyduğu ideolojik-politik, felsefi çözümlerle düşünür olarak, hem de Kürdistan halk özgürlük hareketinin sosyalist önderi olarak bir umuttur. En son 1 Mayıs ve Demokratik İslam Kongresine gönderdiği mesajlarında yaptığı değerlendirmelerde ahlaki-politik topluma, demokrasiye, özgürleşmeye ve sosyalizme giden yola işaret etmesi bu gerçeği göstermektedir.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.