Düşünce ve Kuram Dergisi

Birey-Toplum-Kültür Birliği

Hüseyin Yıldırım

Birey toplum özgürlüğü ve kültür birliği açısından iki temel zeminden söz edebiliriz. Bunlardan biri devletli uygarlık iken diğeri demokratik uygarlıktır. Her iki düzlem birey-toplum ilişkisini ve bağlamını farklı kültürel değerlerle ördüğünü ve geliştirdiğini biliyoruz. Bugün güncel anlamda her iki zeminin ortaya çıkardığı sonuçları görmekte ve yaşamaktayız. Farklı paradigmalar süzgecinden geçen birey toplum karşımıza iki farklı sonuçla veya oluşumla çıkmaktadır. Bunlardan biri ulus-devlet toplumu ve onun yurttaşı/vatandaşı, diğeri ise demokratik ulus ve onun “özgür bireyi” olmaktadır.

Her iki konuya değinmeden önce kısaca tarihsel düzlemde birey toplum nasıl bir seyir izlemiş ve hangi değerleri yüklenip bir kültürel arka plan oluşturmuş buna bakmakta yarar vardır. Zira çoğu zaman farkında olmadan özgürlük düzlemi ile kölelik düzlemini üreten zeminler karıştırılabilmektedir. Çünkü her düzlem karakterine uygun toplum ve birey ilişkisi üretmektedir. Devletli düzlem nasıl ki kölelik, kulluk, vatandaşlık üretiyorsa demokratik düzlem de ahlaki-politik topluma dayalı “Özgür birey” ve yurttaşları üretmektedir.

Ayrıca birey olarak toplumda ilişkimiz, toplum olarak bireyi ele alışımız geleneksel muhafazakar ve devletli uygarlık kirlenmesinin etkilerini taşıyabiliyor. Bu yüzden birey-toplum ilişkisinin bağlamının ele alış tarzı daha önemlidir. Hukuk asla bu konuda yeterli görülmemektedir. Yine ekonomik koşulların yeterliliği de bu sorunu özgürleşme temelinde çözmeye yetmemektedir. Tarih bunların sayısız örnekleriyle doludur. Bu açıdan paradigmaların konuyu ele alış biçimi önemini korumaktadır. Bu da kapsamlı bir analiz gerektirir. “Özgürlük hareketi” ifade ettiğimiz hususları kapsamlı eleştiriye tabi tutarak devlet zemini dışında tamamen toplum değerlerinin özünü taşıyan kültürel öğeler ile beslenerek komünal özgürlükçü bir zemin üzerinde sorunu çözüme kavuşturma çabasındadır.

Ne olursa olsun sorun güncelden kopuk ele alınmadığı gibi tarihsel sonuçlardan bihaber de ele alınamaz. Tüm bunların ışığında birey-toplum kültürel birliğini anlaşılmaya değer kılabiliriz.

 

Doğal Toplum Düzleminde Birey-Toplum

Birey toplum ilişkisi ve bağlamı açısından ilk kültürel şekillenme hiç kuşkusuz temel kültürel toplum olarak atfettiğimiz doğal toplumdur. Bu temel kültür toplumun da birey-toplum ilişkisinin nasıl ele alındığı, hangi düzlemde şekillendiği ve nasıl bir zihniyetle görüldüğünü bilmek açısından oldukça önem taşımaktadır. Doğal toplum aşamasında birey veya toplum kendisini oluştururken toplumun birey ile olan ilişkisini düzenleyen unsurlar ahlak ve politikadır. Doğal toplumlar kendilerini bu kültür içinde şekillendirip form kazanırken daha sonra gelişecek hiyerarşi, iktidar ve sınıflı toplum zihniyeti ile bir ayrışma yaşar. Kendilerine dayatılan sınıf ve devlet kültürü ile çatışır halde bulurlar. Haliyle kendi öz kültürlerini koruma, sınıflı devletli kültüre karşı direniş zamanla iki kültürün iç içe geçişini beraberinde getirir. Bu iki kültürü ayırmak birini sahiplenirken -aynı şekilde bu kültürü geliştirme sorumluluğu ile karşı karşıya iken- diğerini ötelemek ve ona karşı mücadele etmek ahlaki politik toplumun bir gereğidir.

Öncelikle birey-toplum diyalektiğinde şu tespiti yapabiliriz. Birey-toplum ilişkisi ve diyalektiğinde devletli uygarlıkta hakim olan kurumsal (bürokrasi) yaklaşımdır. Önce kurum ilkesi (devletli toplum) her zaman geçerlidir. Devletli uygarlık öncesi hakim kültür, doğal toplum kültürüdür. Birey toplum diyalektiğinde ve kültüründe başat unsur olarak öne çıkan bütünsel ilişkidir. Örneğin animist düşüncenin hakim olduğu dönem açısından birey-toplum olay ve olgulara ve de doğaya kendisi gibi canlı, ruhlu olarak bakar. İnsan kendisini doğanın bir parçası tamlayanı olarak ele alır. Bu zihniyetin yarattığı insan ve doğanın bütünsel olmasıdır. Fakat bütünsellik kendi farklılığının olmadığı anlamına gelmez. Bilakis İnsanın kendisini bir doğadan farklı olarak iki doğa veya toplumsal doğa olarak inşa etmesi bunun ifadesidir. Haliyle bu ilişki biçimi birey-toplum diyalektiği için de esastır. Bu aşamada birey-toplum diyalektiğinde bir farklılaşma olsa da bir çatışma, karşılaşma söz konusu değildir. Tam tersi animist düşünce dünyası gereği olarak birey-toplum bütünsel hakikatin bir parçası, tamamlayanı olarak ele alır. İnsan doğa ile bütünselliğini sağlarken bir toplumda olan bağlarını daha da güçlendirir ve birbirinden vazgeçilmez olgular olarak ilişki içinde olunur.  Bu nedenle de “ya hep ya hiç” kuralı birey-toplum ilişkilerine damgasını vurur. Birey ya topluluğu (klanı) ile dir,  ya da değildir. Topluluğu ile birlikte ise toplumdur, değilse birey değildir. Birey olarak bu aşamada grubu (klanı) dışında yaşama şansı yok denecek düzeydedir. Bu durumun şöyle de tanımlayabiliriz: Birey klanı olmadan yaşayamaz, yaşamın merkezine aldıkları totem ise sosyalleşmenin ve birey olmanın ana motorudur.

Totem animist düşünce dünyasının bir yansıması olarak görünürlük kazanır. Özünde metafizik kurgunun, tasarımın ürünü olarak kendisini var eder. Toplumsal insanın manevi alandaki somut göstergesidir. Toplum (klan) kendi yapısallığını totemle kurumsalaştırır. Bu toplumsal kurumsallaşmanın bir kimlik, şahsiyet ve öz kazanacağı aşikardır. Bu kurumsallaşmada ortaya çıkan iki kimlikten söz edilebilir; birincisi toplumsal kimlik İkincisi ise bireysel kimliktir. Her iki kimlik de toplumsallaşmanın ana öğeleridir. Doğal toplum aşamasında toplumsal kimlik öne çıksa da merkezi uygarlık aşamasında olduğu gibi biri diğerini ötelememektedir. Toplumsal kimlik ile bireysel kimlik arasında simbiyotik bir ilişki mevcuttur. Totem ise bu simbiyotik ilişkiyi sağlayan metafizik unsurdur.

Totem tüm bireyleri ortak bir paydada birleştirir ve toplumsallığı-bireyselliği inşa eder. Totem toplumsallaşma oyununda (özgür oyunsallık) denilebilir ki ilk karakterdir. Toplum totem aracılığıyla kendisini bireyselleştirir, kişilikleştirir. Birey totemde toplumsallaşırken, toplum totem aracılığıyla bireyselleşir. Totem toplumu kendisinde karakterize ederken bireye de model sunmuş olur. Bu yüzden Ali Fırat “totem kılanın soyadıdır.” der. Bireye verilen isim daha çok tekilliği ifade ederken soyad evrenselliği (tümelliği)ifade eder. Doğal toplum kültüründe çocuklara isim verme şekli buna örnektir. Amerikan kıta yerlileri çocuklara bireysel kimliğini kazanmadan isim vermemektedirler. Bu durumu “erginlenme törenleri” de denilmektedir.

Totem toplumsallaşma oyununda (özgür oyunsallık) “üst ben”i ifade eder. Tüm klan ve kabile üyelerinin kendisine örnek ve model olacakları toplumsal bir “üst ben”. Özgür komünal temelde oluşturulan birey, nasıl bir birey sorusuna da cevap oluşturmaktır. Birey kendine has nitelikleri toplumsal karakter olan toteme yansıtıp toplumsallaştırırken totem de olgunlaşan toplumsal karakteri kendisinde bireyselleştirilmiş. Karşılıklı “al-ver” ilişkisinde birbirine dönüşen ikili muazzam bir toplumsallaşmayı da açığa çıkarır ve kurumsallaşır.

Böylece toplumsal kültürel birliğin yanında bireysel kültürel bir yapı şekillenirken, birey bu kültür (yapı) içinde özgünlükleriyle toplumdan, gruptan giderek farklı, bireysel bir kültüre doğru evrilir.  Bu evrilme birbirine karşıt temelde değil farklı kimlikler biçiminde, ilişki birliğini büyütme şeklinde gelişir. Toplum bir bütündür ve bu bütünlük içinde farklılığın oluşması kaçınılmazdır. Farklılaşan toplum kendi zenginliğini de açığa vurur. Her birey aynı oranda bir kültürel tekil toplumdur. Toplum kendisini iki şekilde sürdürür; tümel ve tikel biçimde. Birey toplumdan çıkar ve yine topluma döner. Toplum ise varoluşunu bireyde sürdürür ve birey-toplumla kendisini korur. Bu ilişki türü ahlaki-politik toplumun temel özelliğidir.

 

Birey Görünmek İster

Her çocuk gençlik çağına geldiğinde evden ayrılmak, yalnız başına kendisiyle baş başa kalmak ve kendi hakikatine ermek ister. Tıpkı toplumun birinci doğadan farklı (farkındalığını koyarak) olarak kendisini ikinci doğa olarak oluşturması gibi. Birey toplumdan farklı olarak toplumsal doğayı kendisinde bireyselleştirir ve bunu görünür (fenomenolojik) hale getirir. Birey, toplumsal kimliğinin yanı sıra bireysel kimliğiyle toplumdan farklı bir yapı inşa eder.

Bu durumu, duruşu ve iradesiyle kanıtlamanın peşine düşer. Hiç kuşkusuz birey, bireyselliğiyle vardır. Bireyi sadece toplum olarak kabul edemeyiz. Toplum bireyin kendisinde ayrıca bireydir. Aynı şekilde birey kendisinde toplumdur. Bireyselleşmiş bir birey toplum karşıtlığı olarak algılanamaz. Bu algıyı çarpıtan devletli uygarlığın kendisidir. Birey toplumun tekil temsiliyeti olarak algılanmalıdır. Birey her açıdan kültürel olarak toplumsallığını koruyorsa bu, birey-toplum ilişkisinin doğru temelde kurulduğunu gösterir.

Toplumsallaşma olgusunun baş gösterdiği andan itibaren bireyselleşme olgusu da tetiklenir. Toplumsallığın başat olduğu dönemlerde bireyin paradigmal temelde öne çıkması beklenmese de, toplumsallaşma ontolojik düzeyde kurumsal olarak olgunlaştıkça birey bu sürecin gölgesi altında kendi hakikatini olgunlaştırmaya yönelecektir.

Toplumsallaşma serüveni içinde bireyin kendi macerasını oluşturması da kaçınılmazdır. Bu maceranın özel bir kulvara dönüşmesinde ahlaki-politik kültür özel bir rol oynar. Ancak tarihin bir evresine kadar toplumsallaşma başat kılındığından bireyin kendi hakikatini yansıtabileceği bir form oluşturmadan kendisini devletli uygarlıkla karşı karşıya bulur. Sınıf, kent ve devletleşme olgusu ile çatışır hale gelir. Bu durum aynı şekilde bireyin toplumla çatışması ve gelişmesi anlamına da gelir. Tarihin bu evresinde birey ve toplumu yeni bir aşama bekliyor demektir.

 

Hakikat Bölünmesi

Hakikat bölünmesinden öncesine kadar toplumun hakikatiyle bireyin hakikati arasında doğru bir orantının varlığından kısmen söz etmiştik. Hakikat bölünmesinden sonra tarihsel sürecin hem toplum ve hem de toplum şahsında bireyin aleyhine sonuçlandığını biliyoruz. Hakikat bölünmeseydi güç dengesizliğini kültürel olarak yaşamayacaktık. Zira güç dengesizliği çatışmayı da kaçınılmaz hale getirmiştir. Bir tarafın diğer tarafa kendi üstünlüğünü dayatınca bilinen iktidarcı, emperyal emeller alabildiğine depreşmiş ve durdurulamaz bir hal almıştır. Bu koşullarda bireyin ezileceği aşikardır. İlk ezilen bireyin kadın olması da, toplumsal kimlikle alakalıdır. Bu durum işin başka bir boyutunu ifade etmektedir. Bozulan birey-toplum dengesi özünde bozulan kadın-toplum ilişkisi anlamına gelir.

Devletli toplum merkezi temelde yapılaştıkça birey-toplum buna paralel zayıflamakta ve güçsüzleşmektedir. Bu düzlem üzerinde birey-toplum dengesi dağıldıkça sınıflaşma artmaktadır. İktidar kendisini tüm alanlara taşıdıkça bu denge ilişkisinden süzülen birey-toplum, kullaşma ile karşı karşıya kalır. Toplum adına devlet tanrılaştıkça birey alabildiğine küçülerek kulluk derecesine inecektir. Birey-toplum çelişkisi devlet eliyle derinleştikçe haliyle bunun karşısında toplumsal muhalefet de artar. Yüzyıllara varan etnik yapıların direnişi buna örnektir. Özellikle Zerdüşt tanrısallaştırılmış devletli topluma, itiraz edercesine devlet dışı toplum adına “söyle sen kimsin” diyerek özgür birey tavrının temsiliyeti olarak karşımıza çıkar. Bu tavır bireysel olduğu kadar toplumsaldır da. Zend Avesta bu toplumsallığın bir manifestosudur. Karanlık-aydınlık ikileminden sonra topluma, hakikat bölünmesinden sonra seçme özgürlüğü sunar. Zerdüşt’ün  bu özgürlükçü tavrı tüm devlet dışı kalmış toplumların özgürlük tavrını bu anlamda ateşler. Devlet kulluğu karşısında bireyin irade olmasını savunur. Devletli uygarlık ile birey-toplum arasında koparılan bağ, yeniden oluşturulmak istenir. Zerdüştî gelenek, bu temelde, daha sonra batıda felsefi ekole, doğuda ise mistisizme/tasavvufi geleneğe kaynaklık eder. Hatta bu geleneğin izi üzerinden Ortadoğu’da Babek, Hürremizm, İslam Komüncüleri (karmatiler), sühreverdi vb. gibi hem bireysel ve hem de toplumsal çıkışlar gelişerek kendi dönemlerinde iktidarcı güçlerce bozulan toplum-birey ilişkisini yeniden geliştirmeye, bunu kendi birey ve toplumlarını kurarak cevap olmaya çalışırlar. Bu durumu en çarpıcı dile getirenlerin başında “Enel Hak- Ben Tanrıyım, hak benim” diyen Hallac-ı Mansur gelir. 9. Yüzyıl tasavvuf bilginlerinden Bayezid-i Bistamin’in göğe (Miraç) çıkma öyküsünde, “gördüğüm her şeyin tanrı değil, ben olduğum” vurgusu, Hallac-ı Mansur’u tamamlar niteliktedir. Feridüddin Attar ise, mantık-ul Teyr (simurg) hikayesinde “Tanrıyı arayan sonunda kendisini bulur” deyişiyle Hallac ve B. bistami’ nin izleğinden yürür.

İktidar olgusuyla toplumun tanrılaştığını, bireyin ise tam tersi hiçleştirildiğini düşünürsek bu vurguların oldukça radikal ve güçlü olduğu görülür. Çünkü iktidarlaşmış İslam’ın, toplum ve birey arasında oluşturduğu derin uçurumu, tanrı olarak anlamsallaşan hakikati kendilerinde mündemiçleyerek tanrı-kul ikilemini ortadan kaldırmak, birey-toplum ilişkisini bir dengeye (optimal) oluşturmak isterler. Bu gelenek, özünde sosyolojik olarak birey de toplumu, toplumda bireyin yansıdığını tasavvufi dille ifade ederler. “Enel Hak-Ben Tanrıyım, hak benim” demek tanrı (toplum) ben de kendisini görünür kılar demektir. Tıpkı totemde ifade edenler gibi.

Toplumsallığın aşırı derecede dogmatizme saplandığı bu çağda, insanı (bireyi) iktidarlaşmış toplum karşısında bir irade olarak çıkarmaları ve hatta insanın kendisinin “Tanrı” olması gerçeği sosyolojik anlamda bir devrimdir. İnsanı kulluk mertebesinden özgür birey-toplum düzeyine çıkarmaları büyük bir düşünsel-fikri devrimdir.

Bu devrimin yıkıcılığı karşısında 14. yüzyıl tasavvuf bilgini ve eylemcisi Şeyh Bedreddin, bu hakikati kendisiyle sınırlı bırakmaz, bir adım öteye taşıyarak toplumsal bir eyleme dönüştürür. Şeyh Bedreddin “varidat” adlı eserinde bu durumu toplumsal derecelendirmeye indirger.” Hakikat, gizli tarikat kuralları içinde hiçlikten bir anda tanrılık gerçeği ile karşılaşması bireyi çıldırtabileceği, bu nedenle birey hakikate alıştıra alıştıra yüzleştirilmelidir.”[1] der. Bahsi geçen aşamalar için Şeyh Bedreddin, şunları dile getirir: “Dini dogmanın bireyi kullaştırma, iradesizleştirme hareketine karşılık birey irade, kişilik, öz saygınlık, disiplin, kültür oluşturma aşamaları ve dereceleridir. Birinci aşama, kişiyi tanıma ve kulluk derecesi nedir? İkinci aşama, kişiyle dostluk, insan olduğunu hatırlatma, sosyalleşme ve insani ilişki kurma. Üçüncüsü, kuşkuculuk, yani bireyi ortaya çıkaran akımı, düşünebilme, sorgulayabilme ve muhakeme yeteneğini kazandırmaktır. Dördüncüsü soru sorma ve cevap almaya yöneltir. Beşincisi, öğrendiklerini bir başkasına anlatması ve sır saklamayı öğrenebilmesidir.”[2] Tüm bu derecelendirmeler belli bir kültürel yoğunluk içinde bireylerin kişiliğine yedirilir. Son aşamaya gelen birey artık dinsel dogmaların, yasaların ve kültürlerin tümünden kurtulmuş olur. Artık kişi (birey-toplum) benliğiyle başbaşadır. Artık kendi olma (xwebûn) sürecini başlatmıştır. Külli iradenin başat olduğu egemen tahakküm anlayışı birey üzerinden silinir ve tümden ortadan kalkmış olur. “İnsanı iyiliğe sürükleyen kendi gücüyle melek, insanı kötülüğe sürükleyen kendi gücüyle şeytandır.”[3] düsturuyla doğru ve yanlışı seçme özgürlüğü ile birey artık bir öznedir.

Özetle Şeyh Bedreddin, kulluk düzeyindeki birey-toplumu özgür iradeye sahip özne haline getirerek bir “ortaklar topluluğu” oluşturmak ister. Ne var ki doğu toplumsallığının yarattığı aşırı merkeziyetçi yapısı buna müsaade etmez. Bireysel ve toplumsal zihni sorgulamanın önü kapatılarak özgür temelde bir çıkışa izin vermez. Tüm bu özgür çabalar birey toplum kültür birliğini oluşturmaya yetmemiştir. İktidar olgusunun gölgesi altında kalarak bu çabalarını devlet dışı kalmış toplum zemininde sürdürmeye devam etmişlerdir.

Doğu toplumsallığı düzleminde yaşanan birey-toplum tıkanıklığına karşılık bu defa 15. Yüzyılda, Batı toplumsallığı  düzleminde özgür birey-toplum arayışları gün yüzüne vurarak bu konudaki ısrarını ortaya koymuştur.

 

Kapitalist Modernite Kıskacındaki Birey-Toplum

Birey-toplum kültürel ilişki ve bağlamını Doğu-Batı ekseninde ele aldığımızda; doğu tarihsel toplum çerçevesinde uygarlık ve sonrasında bu ilişkide hep belirleyicidir. Sonrasında liberalizmin birey-toplum ilişki ve diyalektiğinde başat rol “bireye” ve felsefesine devredilir. Doğu toplumsallığının maneviyatı, Batı toplumsalliğının rasyonalitesi bu diyalektiğin kurulmasında temel rol oynar. Batı felsefesiyle birey büyük bir tecrübe kazansa da bahsi geçen birey toplum birliğini oluşturmaktan çok uzaktır. Zira devlet olarak buna izin vermedi. Devlet yapısal olarak ya toplumu tanrılaştırıp tüm belirleyenlerin önüne koyuyor ya da bireyi aydınlanma ideolojisine olduğu gibi tanrılaştırıp aynı şekilde toplumda olduğu gibi tüm belirleyenlerin merkezine alıyordu. Özünde birey-toplum diyalektiğinin belirleyen birey de olsa toplum da olsa sonuçta bu ilişkiye damgasını vuran devletli toplumun kendisidir. Aradaki ilişkinin (birey-toplum) demokratik, kültürel olmasına asla izin vermiyor. Uygarlıkla başlayan bu durum kapitalist modernite birlikte aradaki ilişki daha da katmerleştirilerek sömürüye hep açık tutuldu. Kısaca kapitalist modernite dönemi açısından birey-toplum ilişki ve bağlamını ele alırsak neler söylenebilir!

Hiç kuşkusuz kapitalist modernite birden bire ortaya çıkıp yoktan var olmadı, bir arka planı her zaman vardı. Modernitenin arka planını uygarlığın doğuşuna kadar götürmek mümkündür. Kapitalist modernite en nihayetinde merkezi uygarlığın bir devamıdır. Ne var ki kapitalist moderniteye geçişi genel kabul gören tarih 15. Yüzyıldır. Buna kısaca Avrupa Tarihi demek de mümkündür. “Modernlik ilk dünya sisteminin kuruluşundaki merkeziliğin yönetiminin meyvesidir. 15. Yüzyılda hümanizm ile başlayan modernleşme süreci 16. yüzyılda İspanya’nın yönetiminde kolonizasyona, daha sonra Hollanda’nın öncülüğünde kapitalizme, 17. yüzyılda Fransa’nın yönetiminde rasyonalizme (aydınlanma) sonra da Britanya’nın elinde liberalizme doğru evrilir.”[4] Jürgen Habermas ve benzerleri kapitalist moderniteyi aydınlanmayla (akılcılık) özdeş kullanıyorlardı. Kimileri de moderniteyi 14. yüzyılda kentlerin yeniden modern şekilde ortaya çıkışıyla bağlantılandırıyorlardı. Buna benzer tanımlar daha da sıralanabilir, özce kapitalist modernite 15. yüzyılda başlıyor olsa da devletli, sınıflı ve kentli uygarlığın bir devamıdır.

Kapitalist modernite iktidarlaşmış toplumun ardından iktidarlaşmak isteyen bireyin önünü açarak merkezi uygarlıktan farklı bir şey yapar. Kapitalist modernitenin özgünlüğü buradan gelir. Toplumun geleneksel ahlaki bağlarını çözerek toplumu her yönüyle sömürüye açar. Mevcut kültüre saldırarak metalaştırır ve bireyciliğin önünü sonuna kadar açar. Toplumu ahlaken (etik temelde) çözülmeye uğratarak toplum-birey ilişkileri tümden dumura uğratır.

Bir yandan geleneksel kalıplar yıkılırken diğer taraftan insan egosu kutsanırcasına öne çıkarılır, birey toplumuna, toplumda  bireye yabancılaştırılır. Kolaycı, faydacı, vb. ilişkilere birey-toplum teşvik edilerek tüketim kültürü bir fenomen olarak yaygınlaştırılır. Her açıdan parçalanmış toplum haliyle parçalanmış bireyi açığa çıkaracaktır. Parçalanmış , iradesizleşmiş bireyi yönetmek kolaylaştırdığı gibi sömürmek de kolaylaşmıştır. Öyle ki birey bir obje, meta düzeyinde alınıp satılabilir duruma indirgenmiştir.

Kapitalist modernite parçalanmış, yozlaştırılmış kültürü toplum ve bireye tek ve doğru kültür olarak dayatır. Bu durumu araştırmacı Meyer Schapiro: “Bencil duyguların tatmini öne çıkarıldığı gibi, toplumsal değerler ikinci plana düşürülmektedir.”[5] şeklinde açıklamaktadır. Yine benzer bir tanımlamayla “modern kültürü” “plastik özgürlük”6 olarak tanımlar. Plastik özgürlük yani sahte özgürlük karşılığında sonuna kadar sömürüye dayalı bir ilişkiyi birey topluma dayatır. Tarihsel olarak bireyin kaba gücünden yararlanan merkezi uygarlık, bugün kapitalist modernite eliyle daha da inceltilmiş yöntemlerle birey ve toplumun tüm yeteneklerini birer sömürü aracına dönüştürür.

Kapitalist modernitenin bir devamı niteliğinde olan postmodernizm ise modern kültürü, tüketim kültürü olarak yüceltir. Jean Baudrillard, postmodern dünyayı “belli bir özü ve doğası olmayan bir simülasyon dünyası”[6] olarak tanımlar. Moderniteyle bağı kopan birey postmodernizmle simülasyon dünyasına alınır. Bu duruma gelmiş birey kendisini artık tanımlayacak durumda değildir. Post modernizm, ideolojik yaklaşımı oldukça bireyci, cinsiyetçi, eril ve teknolojist (doğa dışı ve bireyci) vb. özellikleriyle fütursuzcadır. Toplum ve bireyi mitoloji, büyü, ahlak (etik) vb. den arındırarak maddeleştirilmiş ve güncel çıkarlara, egoist söylemlere mahkum etmiştir.

Bu kadar parçalanmış, kendi olma (xwebûn) gerçekliğinden uzaklaşmış bireyin, yeniden gerçek kimliğine dönmesi, toplumla olan bağlarını yeniden demokrakratik temelde kurması, güçlü tarihsel-toplumsal gerçekliğin varlığını gerektirir. Özünden, anlamından ve maneviyatından boşaltılmış birey-toplum yeniden komünal kültürel özüne, ahlaki politik gerçekliğine dönmesi gerekir. Birey ve toplumun kendi kültürel birliğini sağlayabilmesi için bu öz üzerinden güçlü manevi bir anlam dünyasına, felsefi, kültürel, estetik ve özgür bir bakış açısına ihtiyaç vardır.

Birey-toplum kültürel birliğini ve bütünselliğini yeniden doğru bir temelde oluşturmanın zemini genelde devletli uygarlık, özelde ise kapitalist modernite olmayacağı açık ve nettir. Birey-toplum kültür birliği ve hakikatini ancak ahlaki-politik düzlemine dayalı toplumsallıkta sağlanabilir. Kısaca bu düzlemde, demokratik ulusla boy veren özgür yurttaşa değinerek sonuçlandırmak istiyoruz.

 

Özgür Yurttaş

Yurttaşlık, siyaset kuramı ikk hukuk kuramında bir devletin ya da şehrin üyelerinin hakları veya ödevlerini anlatmak üzere kullanılır. Örneğin Antik Yunan’da yurttaşlık “özgür insanlar”la sınırlıydı. Yurttaşlık “özgür insanlara hizmet” karşılığında verilirdi. Yurttaşlık kavram olarak Fransız ve Amerika devrimlerden sonra yeniden canlanmış ve birey haklarıyla özdeşleştirilmiş ve kurumsallaştırılmıştır. Kabaca yurttaşlığı böyle tanımladıktan sonra konfederalizm ile gündeme gelen özgür yurttaşlığın bahsi geçen yurttaşlıktan çok öte bir anlam ifade ettiğini belirtmek gerekir. Biri devletli uygarlık zemininde boy veren devlet üyeliğini (birey-toplum) tanımlarken, diğeri özgür yurttaş devlet dışı kalmış toplumların komunal üyeliğini (birey-toplum bağlamında) tanımlar. Biri devletin verdiği haklar (bireysel haklar) hukuk zemininde ilerlerken diğeri (özgür yurttaş) ahlak-politika temelinde vaad edilen demokratik haklar temelinde ilerler. Kısaca iki farklı yurttaşlıktan söz ettiğimizi belirtmek gerekir.

Demokratik ulus düzleminde gelişen özgür yurttaşlık ilk ulus-devlet düzleminde gelişen vatandaşlığı/ yurttaşlığı da birbirinden ayırmak gerekir. Keza özgür yurttaşlık ile devlet yurttaşlığı ayrı şeylerdir. Yurttaşlık devlet üyeliği (modern köle) anlamına gelirken, özgür yurttaşlık demokratik komün üyeliğini ifade eder. Yurttaşlık, devlet kültürü geleneği içinde köleleştirme statüsünün inceltilmiş halinin ifadesi olurken özgür yurttaşlık devlet sınırlarını aşıp bu sınırlara ait kültürü reddedip , tamamen demokratik toplumun geleneğinin günümüzde kendisini demokratik ulus üyeliği biçiminde ifadeye kavuşturur.

Ali Fırat özgür yurttaşlığı şu cümlelerle özetler: “Demokratik olmayan komün veya topluluk, politik olamaz. Politik olmayan komün veya komün ise özgür olamaz. Komünün demokratikliği, politikliği ve özgürlüğü arasında sıkı bir özdeşlik vardır… Özgür birey-yurttaş ancak bu demokratik komünal yaşam içinde gerçekleşebilir. Genelde demokratik ulus birey-yurttaşlığı özelde ve daha somutlaşmış biçimi olmaktadır.”[7] Özgür yurttaş merkezi uygarlığın tarih boyunca gasp ettiği birey-toplum temel hakları -ki bunları özetlersek; bireyin yaşama ve kişiliğini koruma özgürlüğü, din, vicdan ve inanç özgürlüğü, düşündüklerini ifade etme ve örgütlenme özgürlüğü, bunları korumada sonuna kadar özgürlük hakkı, bir eko topluluk içinde ve ideolojik dengeye uygun yaşama özgürlüğü, kültürel gelişme ve ulusal kimliğini edinme özgürlüğü vb. için mücadele eder.

Özgür yurttaş (birey-toplum kültür birliği temelinde), en tabi demokratik haklarına sahip oldukça ve bunları korudukça toplumsallığını ve özgür komünü, ahlaki-politik toplumsallığını, özgür birey ve yurttaş haklarını da korumuş olmaktadır. Birey-toplum, özgür birey birey-yurttaşlık bilincine sahip olur ve bu doğrultuda mücadele ederse, birey-toplum kültür birliğini sağlamış olmaktadır.

Sonuç babında konuyu özetlersek şunlar belirtilebilir: Doğal Toplumda oluşan birey-toplum kültür birliği devletli-kentli ve iktidarlaşmış toplumla birlikte sekteye uğrar, parçalanır buna paralel devletli uygarlık gelişip yayıldıkça kendisini köleci, feodal, kapitalist formlar biçiminde yapılandırdıkça, bu parçalanma derinleşmekle kalmadı, hem toplum denilen olguyu ve hem de birey denilen olguyu kendilik olmaktan çıkardı. Kapitalist modernite döneminde toplum devletin bir uzantısı hâline gelirken, birey ise bireycilik denilen tamamen nesnelleşmiş bir konuma getirilir. Tüm bu tarihsel akışa koşut bir şekilde ise devletli uygarlıkla bütünlüğü koparılmaya çalışılan birey toplum kültür birliği kendisini demokratik uygarlık düzlemi içinde kurmaya çalışır. Demokratik modernite, birey-toplum kültür birliğinin sağlanacağı dönem, demokratik ekolojik kadın özgürlükçü topluma dayalı özgür yurttaş ise, bu toplumun bireyini ifade eder. Bu ise doğal toplumdaki birey-toplum kültür birliğinden, çok daha gelişkin, kapsamlı bir ilişki demektir.

[1] Şeyh Bedreddin ,Varidat.
[2] A.g.e.
[3] A.g.e.
[4] C. Harsson-P. Wood, Sanat ve Kuram, Küre Yayınevi, 2011,
[5] A.g.e. 6 A,g,e,
[6] Jean Baudrillard, Sanat Komplosu, İletişim Yayınları, 4. baskı, 2012.
[7] Ali Fırat, Demokratik Ulus Çözümü, 5. Cilt, s. 205.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.