Düşünce ve Kuram Dergisi

“İmparatorluk Çağında Kültürel Direniş Hala Mümkün!”

Nasrullah Kuran

Kapitalizmin imparatorluk aşaması ancak kültürel endüstriyle mümkündür. Dolayısıyla kültürel hegemonyacılığa karşı mücadele en zorlu zihniyet mücadelesini gerektirir. Bu sistemin fetih, asimilasyon ve endüstrileştirerek yürüttüğü kültürel savaşıma karşı mücadele hem içerik hem form olarak geliştirilip örgütlendirilmedikçe hiçbir özgürlük, eşitlik, demokrasi mücadelesinin başarı şansı yoktur.

Toplumsal yaşamla ilgili kavramların durağan olmayan, dinamik ve değişime açık anlam yargılarını sorunsuz ve tartışmasız düşünebilmek zordur. Bu tür kavramlar, tartışmaların, çelişkilerin açığa çıkardığı sorunlardan ve bu sorunların kavrayış biçiminden hareketle meydana gelirler. Kültür kavramı da bu türden etkileşimin en yoğun yaşandığı kavramlardan biridir.

Latince “colere” fiilinden türetilen kültür kavramı, 17. yüzyıldan itibaren insanları da kapsamına alacak tarzda yeni bir anlam ve içerik kazanarak kullanılmaya başlanmış, zaman içerisinde kullanımı yaygınlaşmıştır. Öyle ki yapılan araştırmalarda tam 164 ayrı tanıma rastlanmıştır. Buna rağmen kültür kavramının, insan topluluğunun yaşam etkinliğini tanımlayan bir kavram olarak genel bir kabul gördüğünü belirtebiliriz. Kültürel gerçekleşmenin tekil bireylerden değil, örgütlü toplumlar halinde yaşayan, karşılıklı etkileşim içindeki insanların kolektif ortak ürünü olarak açığa çıkması, kültürün toplumsal bir etkinlik olarak tanımlanmasının asıl nedenini oluşturur. Bu nedenle kültür, “tarih toplumun tüm hayat biçimi” olduğu kadar, tarih kültür üreticisi olarak toplumun doğaya kendinden kattığı her şeydir.

Marx “Kültür, doğanın yarattıklarına karşılık insanın yarattığı her şeydir.” derken, insan toplumunun tüm yapıp etmelerini kast eder. Sosyal, siyasal, ekonomik, bilimsel ve sanatsal her şey buna dahildir. Örneğin Thomas Kuhn, bilimsel olguların dahi beklentilerden, teorilerden ve kültürel yapılardan tamamen bağımsız olamayacağını belirtirken, C. Gestz kültürü Weber’den esinle anlam ağları, kültür çözümlemesini de “yorumlayıcı bir bilim” olarak değerlendirir: “Kültür kavramı aslında semiyolojiye ilişkin bir kavramdır. Max Weber gibi insanın kendi eğirdiği anlam ağlarının içinde asılı duran bir hayvan olduğuna inandığından ötürü, kültürü bu ağların kendisi olarak ele alıyorum. Yine kültür çözümlemesini, yasa arayan deneysel bir bilim değil, anlam arayan yorumlayıcı bir bilim olarak kabul ediyorum.” Benzer içerikteki değerlendirmelere sol siyasal anlayışın çeşitli yapılanmalarında rastlamak mümkünse de, kültürü devrimci stratejinin merkezine yerleştirme görevini hiç birinin tam olarak başaramadığını, kimine dair proje olarak teorik düzeyde kalırken kiminde de “yeni bir kültür yaratma” adı altında tarihin ve geleneğin tümden reddi, kültürün dar sınıfçılık anlayışının ve pratikçiğiliğin kurbanı haline getirildiğine tanık oluruz. Bütünlükçü bir toplum stratejisi geliştiremeyince, kültürün eğitici, örgütleyici ve demokratikleştirici rolünü oynaması sağlanamamış, bu da kapitalist modernitenin kültürel endüstriye dayalı hegemonyasını yaygınlaştırarak sürdürmesine yol açmıştır. Bu konuda ‘Ekim Devrim’iyle birlikte içerisine düşülen tartışma ve Lenin’e rağmen yaşanan çelişkili uygulamalar oldukça aydınlatıcıdır. Örneğin sol Bolşevik Bogdanov, işçici tarih anlayışıyla fenomen yeni bir proleter kültürün yaratılması gerekliliğini işaret ederken, Lenin kültür devriminin amacının yeni bir proletarya kültürü icat etmek olmadığını, geçmişten miras kalan kültürü özümseyip siyasi olarak dönüştürme tutumunun daha sağlıklı olacağını belirtir: “Söz konusu olan yeni bir proletarya kültürü icat etmek değil, Marxist dünya kavrayışından ve diktatörlük döneminden proletaryanın yaşam koşullarından ve mücadelesinden yola çıkarak, mevcut kültürün sonuçlarının, geleneklerinin daha mükemmel modellerini geliştirmektir.” Salt proletaryaya dayalı geliştirilecek bir kültürün beraberinde kültürel bir yoksullaşmayı getireceğini öngören Lenin, Bogdanov ve Bogdanovcuları “işçilik” le suçlar ve bu kesimin entelektüellerle ittifakı reddeden, yeni bir sanatı yoktan var etmeyi iddia eden ve sınıfların ilişkisel farklılıklarını ontolojik karşıtlıklar biçiminde donduran anlayışını “işçici yanılgılar” olarak değerlendirir. Bu konuda daha gerçekçi ve uz görülü davranan Lenin, Sovyet iktidarının amaçlanan hedefine ulaşamamasının temelinde yatan etkeni de kültürün değişiminin yeteneksizliklerine bağlar. Doğrudan demokrasinin kültürel bir gerçeklik haline gelmemesi başarısızlığın Lenin’in zihninde kendini daha görünür hale getirdiği açıktır. Lenin bir değerlendirmesinde, Moskova’daki parti kadro sayısıyla partili olmayan bürokratların sayısını karşılaştırır: Dört bin beş yüz parti kadrosuna karşılık çeşitli kurumlardan beş yüz dolayında bürokrat mevcuttur. Yaşanan sorunlardan hareketle Lenin, “Moskova’yı bizim kadrolar yönetiyor gözükse de, aslında Moskova’yı yöneten bu beş yüz bürokrattır. Buna neden olan kadrolarımızın kültürel yetersizliğidir.” tespitinde bulunur. Lenin’in yaşamını yitirmesinden sonra ise, ağırlıkla Bogdanov ’un kültür konusundaki görüşleri yaşama geçirilmiş, dönem dönem de Lenin ve Bogdanov’dan derleme karma kültür politikaları uygulamaya konmuştur. Dolayısıyla, Sovyet iktidarının kültür konusunda içerisine düştüğü açmaz, yaşadığı çözülme ve çöküş sürecinin önemli bir hazırlayıcısı ve hızlandırıcısından biri olmuştur demek, yanlış olmayacaktır.

Birebir olmasa da benzer bir durumu Mao’nun “kültür devrimi” deneyimi açısından da belirtmek mümkündür. Maoist kültür devrimi her ne kadar Stalinci çizgi karşısında eleştirel bir tutum sergilese ve köylülük eksenli bir özgünlük gösterse de, kendini yeni bir proleter kültür yaratma iddiasının sürdürücüsü olmaktan ve Batı merkezli kültürün etkisinden kurtaramamıştır. Bu nedenle de yeni bir kültür yaratma arzusu yerini birbiriyle çelişkili ve tutarsız uygulamalara terk ederken, tasfiye girişimleri ve darbeler birbirini takip eder hale gelmiştir. Mao bu konuda yaşadıkları zorluklar:, “Geçmişteki Kuzeyde ve Güneyde savaşa girdik. O savaş kolaydı. Çünkü düşman belliydi. Şu anki proletaryanın büyük kültür devrimi ise çok daha zor. Sorun ideolojik yanılgıları ve düşmanla bizim aramızdaki karşıtlıkları ortaya çıkaran koşulların iç içe geçmesi ve böylece belirli bir zaman dilimi boyunca hiçbir şeyin net bir şekilde görülememesidir.” tarzında ifade ederken, kuşkusuz var olan gerçeğe dokunur. Ancak, koşulların iç içe geçmesi ve belirli bir zaman diliminde birçok şeyin belirsizleşmesi durumu, mücadelenin olanağının seyri içerisinde sık sık karşı karşıya gelinen bir durumdur. Belirleyici olan, bu tür durumlarda devrimci önderliğin sergilediği etkinlik ve gösterdiği öngörüsüyle süreci yönetebilmesidir. Burada Mao’nun önderlik gücünü ve etkisini yitirdiğini ve bu nedenle büyük kültür devriminin tıkanıp sapmaya uğradığı düşüncesine sarılanlar da az değildir. Oysa biliyoruz ki bu başlangıç oluşturucudur. Mao’nun büyük kültür devrimi, yoktan var etme iddiasıyla bu oluşturucu kültür ile çatışma içerisine girmiş, hem kendisine hem de bu kültüre kaybettirmiştir. Günümüzün devasa devlet kapitalizmi olarak Çin, bu savrulmanın bir sonucu olarak açığa çıkmıştır. Mao’nun göremediği ya da ıskaladığı nokta, hiçbir şeyin yoktan var edilemeyeceği gerçeğinin Lenin’de nasıl “geçmişten miras kalanı özümseyip siyasi olarak dönüştürmek” bilincine yol açtığıdır.

Sosyalist devrim olgusuna büyük ölçekte damgasını vuran “işçilik anlayışının yol açtığı başarısızlıklar ve sekter tutumlar, sadece endüstriyel gelişmenin yaşandığı kent ve ülkelerde değil, sömürge toplumların örgütlendirilmesinde de rastlanır. Franz Fanon, bu durumu, “sömürge toplumunun akılcı bir çözümlemesinin yapılmamış olmasına” bağlar ve eğer bu çözümleme doğru yapılmış olsaydı sömürgecilik karşıtı; köylülük ile bireyci davranışı embriyo halinde taşıyan işçi arasındaki farkın çok daha iyi görüleceğini belirtir: “Aslında sömürge bir toplumun akılcı bir çözümlenişi eğer yapılmış olsaydı, sömürgedeki köylülerin yapısı bozulmadan kalmış geleneksel bir ortamda yaşadığını, oysa sanayileşmiş ülkelerde sanayileşmenin gelişmesiyle bu geleneksel ortamların parçalandığını onlara gösterirdi. Sömürgelerde bireyci davranışı embriyo halindeki işçi sınıfında buluruz.” Fanon’u bu tespitlere götüren bizzat sömürge halkların sömürgeciliğe karşı geliştirdikleri bilinçli ve örgütlü mücadele deneyiminin kendisidir. Bu mücadele deneyiminde kültürün ve kültürel bir olgu olarak geleneğin yarattığı direnci yakından gözlemleyen Fanon bu bilinçli ve örgütlü direnişin kendisinin en büyük kültür açılımını oluşturduğunu söyler. Bu kültürün gelişim zeminini ise şöyle tanımlar: “sömürgecilik karşıtı dönemin anıları köylerde hala çok canlıdır. Kadınlar, çocuklar kulaklarını sömürgecilere karşı savaşmaya giden savaşçıların şarkılarını fısıldar. Köy çocukları 12-13 yaşlarında son ayaklanmaya katılan yaşlıların adlarını ezbere bilir ve köylerde gördükleri rüyalar şehirdeki çocuklarınki gibi lüks mallar ya da sınavı geçme rüyası değil, bugün kahramanca ölümleriyle onları hala gözyaşlarına boğabilen falanca kahramanla özdeşleşme düşleridir.” Fanon’un tespitleri Ali Fırat’ın neden işçi sınıfına devrimci mücadele içerisinde özne rolünü tanımanın yanlış olduğunu, bunun özne olmayarak özne rolünü yükleyerek daha başta devrimci mücadeleyi kısırlığa ve başarısızlığa terk etmek anlamına geldiği yönündeki değerlendirmesine ve işçilik ilişkilerine haklılık kazandırır.

Devrimci mücadele geleneği içerisinde Sovyet, Çin ve diğer deneyimler içerisinde teorik-kuramsal düzeyde kalsa kültür konusunda en gerçekçi ve tutarlı yaklaşımı A. Gramsci sergiler. Sosyalist devrim düşüncesini halk ve kültür, felsefe ve siyaset birliğinin gelişmesi üzerine oturtan Gramsci tam da Lenin’in amaçladığı ama gerçekleştiremediği şeyi yapar; kapsamlı bir İtalya tarihi incelemesi sonucunda, geçmişten miras kalan kültürü özümser ve sınıf bilinci doğrultusunda siyasi olarak dönüştürme çabasına girişir. Tarihi incelemesi sürecinde klasik Roma, Machiavelli ve İtalyan felsefeci Croce’ye dair yaptığı okumalar, onu kültür, ulus, devlet ve demokrasi üzerinde düşünmeye, yeni analizler geliştirmeye yöneltir. Gramsci’ci bakışın farklılığı, kaynağını bu köktenci tarih okumasından ve çözümlemesinden alır. Kültürü devrimci projenin merkezine taşımasındaki amacı da sosyalist özgür bir toplum yaratma hedefine daha gerçekçi bir temel kazandırmaktır. Bu temelde, “Biz bir mücadele örgütüyüz. Bize göre inceleme ve kültür, ivedi ve nihai amaçlarımıza ve bunları eyleme dökme yollarına ilişkin kuramsal farkındalıktan başka bir şey değildir.” derken, Gramsci adeta Ali Fırat ın dilinden konuşmaktadır. Kültürü, tutarlı, bütünleşik ve ulusun geneline sirayet etmiş bir yaşam konsepti olarak değerlendiren Gramsci’nin, bu konuda yaptığı çözümlemeler oldukça öğreticidir. Önceliği kültürün ne olmadığına veren Gramsci, kültür kavramının yanlış kullanımına yönelik önemli itirazlarda bulunur: “Kültürü ansiklopedik bilgi ve insanları da ampirik veri ve birbiriyle ilintisiz ham verilerin tıkıştırılacağı kaplar olarak görmekten vazgeçmeliyiz. Bu görüş olguların onların beyinlerine tıpkı bir sözlüğün sütunlarının doldurulacağı gibi doldurulacağını varsayar ve böylece dış dünyadan gelen çeşitli uyarıcılara tepki verebileceklerini iddia eder. Böylesi bir kültür algısı, özellikle de proletarya için çok zararlıdır. Çünkü bu, çevresine uyum göstermeyen insanlar yaratmaktan başka bir şeye yaramaz. Bu gibi insanlar, insanlığın geri kalanından üstün olduklarına inanırlar, çünkü onlar bir dizi olguyu ve tarihi ezberlemekle ve daha önceden öğrendikleri bu bilgileri her durumda ifade etmekle onları kendileri ve değerleri arasında bir duvara döndürürler.  Ancak bu kültür değil ukalalık; zeka değil zihindir ve buna karşı çıkmak, eleştirmek kesinlikle doğru bir harekettir.”

Peki, o halde kültür nedir? Gramsci’nin buna yanıtı net ve yalındır: “Aslında kültür çok farklı bir şeydir. Kültür örgütlenme, birinin kendini terbiye etmesi, bir insanın öz benliğine hakim olmasıdır. Bir kişinin kendi tarihsel önemini idrakının yardımıyla yüksek bir bilince erişmesi, hayattaki görevinin bilincine varması ve kendi haklarının ve zorunluluklarının farkında olmasıdır. Kendini bilmek, kendisi olmak, kendini yönetebilmek, kendini ayırabilmek, kaos durumunda kendini kurtarmak ve düzenin, ama insanın kendi düzeninin ve onu bir idealin peşinde götüren kendi öz disiplininin bir parçası olmaktır. Bunu amacımızın ne olduğunu unutmadan başarmak zorundayı; kendini bilmek ve diğer insanları kendi aracılığıyla daha iyi bilmek.” Gramsci’nin kültürün “ne”liğine dair düşünceleri burada durmaz, nihai amaç doğrultusunda ilerlerken Sokratesçi fikriyle bağ kurar ve bu tanımlamasını sürdürür; kültür derken şunu kastediyorum: Aklın işleyişi, genel fikirlerin edinilmesi, neden ve sonuç arasında bağlantı kurulması alışkanlığı. Bana göre herkes kültüre mensuptur, çünkü herkes düşünür ve neden-sonuç ilişkisi kurar. Ancak insanlar kültürü ezelden bu yana organik bir biçimde çok deney ve gözlem yoluyla edinmişlerdir. Bu yüzden insanlar durum ve şartlara göre duraksar, dağılır, yatışır ve hiddetlenir, hoşgörüsüz davranır ve huysuzlaşır. Daha açık bir dille ifade etmem gerekirse; tamamıyla Sokratesçi bir kültür fikrine inanıyorum. Düşünce doğruysa bu doğru kimin düşündüğünün ve eğer eylem doğruysa bu eylemcinin kim olduğunun önemi yoktur ve kültürün sosyalizmin temel kavramlarından biri olduğuna inandığım andan itibaren -çünkü bu kavram belirsiz bir düşünce özgürlüğü deyişini tamamlamakta ve somut hale getirmektedir- ben bu kavramı bir başka kavram olan “örgüt” kavramıyla düzeltmek istedim. Kültürü herhangi bir pratik eylemi örgütlediğimiz gibi örgütleyelim.” Kültür, kişilerin onun aracılığıyla içinde yaşadıkları gerçekliği ve kavramlarını daha iyi anlamalarını sağlayan eylem halindeki düşünce ise eğer, yokluğu ya da kesintiye uğratılması durumunda kişi veya toplumda yaşanacak olan nedir peki? Gramsci’nin buna cevabı “kültürün olmadığı durumda sömürülen toplumların tarihteki rollerine ya da haklarına ve ödevlerine yönelik bir kavrayışa ulaşmalarını ummanın olanaksız olduğu” yöndedir. Özgürlük ve toplumsal değişim istencinin “zekice bir derin düşünme” sürecinden kaynaklandığını ve bu nedenle “her devrimin yoğun bir eleştiri, kültürel nüfuz ve fikir yayılması çalışması tarafından öncelendiğini” belirten Gramsci, bu nedenle kültürü bir örgütlenme ve örgütleme ilkesi olarak belirler.

 

Kültürel Toplum Özgürleşme İddiası ve İradesi Olan Toplumdur

Kültürel özgürlük ve çeşitlilik, vurgulamama izin verin, milliyetçilikle karıştırılmamalıdır. Özgün halkların kendi kültürel kapasitelerini tam anlamıyla geliştirmekte özgün olmanın gerçekliği, sadece bir hak değil, ihtiyaçtır da. Modern kapitalizm eliyle büyük ölçüde kültürsüzleştirilmiş ve tek tipleştirilmiş dünyanın yerine muazzam bir farklı kültürler mozaiği almadığı takdirde, dünya, iç karartan bir yer olur.[1] Dünyayı iç karartan bir yer olmaktan çıkarmak için kendimiz ve kendimiz aracılığıyla arzuladığımız dünyayı yeniden inşa etmemiz gerekiyor. İçi boş ve kırılgan bir kabuğu andıran tek tipleştirilmiş ulus-devlet dünyası, insanlığımıza kattıklarından çok İnsanlığımızdan alıp götürdükleriyle zirve yapmış durumda. O halde ”Ne yapmalı?”, “Nasıl yapmalı?” ve “Nereden başlamalı?” soruları üzerinde yeniden düşünmenin, stratejik aklın ve örgütlü kolektif bilincin öncülüğünde dayatılan kültürsüzleşmeye karşı kültürel direnişi geliştirip büyütmenin zamanıdır.

Kültürel direniş, kültürün “ne”liğine dair aydınlanmış bir zihniyeti gerektirir; bu zihniyet olmadan direnişi dinamik bir olgu haline getirebilmenin ve sürekliliğe kavuşturmanın imkanı yoktur. Demokratik Modernite bu konuda bize açık, özgün, esnek ve çoğulcu bir zihniyet dünyası ve bu zihniyete dayalı bir kültür anlayışını sunar. Demokratik Modernite, kültürü insan toplumunun tarihsel süreç içinde oluşturduğu tüm yapısallıklar ve anlamlılıklar bütünü olarak tanımlar. Yapısallıklar, dönüşüme açık kurumların bütünüyken; anlamlılıklar dönüşen kurumların zenginleşen ve çeşitlenen eşgüdümlü anlamlılık düzeyi veya içeriğini tarif eder. “Biz benzetmeyle tanımlamayı güçlendirirsek” der Ali Fırat “Yapısallığı, yapının maddi, somut çerçevesi olarak, anlamı ise bu maddi, somut çerçevenin İçeriği, hareket ettiren, duygulu ve düşünceli kılan yasası olarak belirlemek mümkündür.”  Kültüre dair bu genel tanımlamanın ardından kültürün dar anlamdaki kullanımının sıklığına dikkat çeken Ali Fırat dar anlamda kültürün çok daha anlam, içerik, yapının yasası ve canlılığı olarak belirlenmeye çalışıldığını belirtir. Buna göre, “Toplum söz konusu olduğunda dar anlamda kültürü toplumun anlam dünyası, ahlak yasası, zihniyeti, sanatı ve bilimi olarak tanımlıyoruz. Politik, ekonomik ve sosyal kurumlar Buda anlamla bütünleştirilerek geniş anlamda genel kültürün tanımına geçilir. Dolayısıyla ancak temelde kurumsal ve İçerik olarak anlamı varsa, bir varlık olarak toplumun kendisinden bahsedilir. Sadece kurumsal veya anlamsal toplumdan bahsetmek oldukça yanıltıcıdır.” Toplumun kurumsal ve anlamsal bütünlüğü Ali Fırat açısından esastır. Ne tek başına yapısallıklar ve ne de tek başına anlamsallıklar toplumu oluşturur. Toplumsal varoluş ancak her iki olgunun, yapısal ve anlamsal bütünlük içerisinde oluşmasıyla mümkün hale gelir ve ancak bu temelde bir varlık olarak kendini kimliklendirip anlamlandırabilir. Bunun dışındaki yanılgılı yaklaşımlar insanca yaşamın aleyhine işlerler ve toplumca sapma, ahlaksızlık ve çirkinlik olarak yargılanmaktan kurtulamazlar. Toplumun kurumsal olarak dağıtılması olgusunu su dolu tas örneğiyle açıklayan Ali Fırat şu çarpıcı değerlendirmede bulunur: “Bir toplum kurumsal olarak dağıtıldıktan sonra artık onun anlamından, dar kültüründen bahsedilemez. Bu durumda kurum su dolu bir tas gibidir. Tas kırıldıktan sonra açık ki suyun varlığından bahsedilemez. Bahsedilse bile o artık tasın sahibi için su değil başka topraklar veya kapıların sahiplerine akmış bir  yaşam unsurudur. Toplumsal anlam, zihniyet ve estetik yitiminin sonuçları daha da vahimdir. Böylesi bir durumda adeta başı uçurulmuş canlı varlıklar gibi bir varlığın ancak çırpınmasından bahsedilebilir. Zihniyet ve estetik dünyasını yitiren bir toplum çürümeye, vahşice parçalanmaya ve yenmeye terk edilmiş bir leşe benzer. Dolayısıyla bir toplumu kültürel olarak tanımlamak için onu mutlaka kurumsal ve anlamsal bütünlük içinde değerlendirmek şarttır.” Ali Fırat, toplumun kültürel olarak tanımlamasını kurumsal ve anlamsal bütünlük içerisinde değerlendirirken dil olgusunu da bu bütünlük içerisinde ele alır ve dili dar anlamıyla kültür olarak tanımlamanın mümkün olabileceğini belirtir. Kültür kavramıyla sıkıca bağ içerisinde dilin kendisi bir toplumun kazandığı zihniyet, ahlak ve estetik duygu ve düşüncenin toplumsal birikimidir; anlam ve duygunun bilince çıkmış, ifadeye kavuşmuş kimliksel ve an’sal var oluşudur. Dile kavuşan toplum, yaşamın güçlü gerekçesine sahip olmuş demektir. Dilin gelişkinlik düzeyi yaşamın gelişkinlik düzeyidir. Bir toplum anadilini ne kadar geliştirmişse, yaşam düzeyini o kadar geliştiriyor demektir. Yine dilini ne denli yitirme ve başka dillerin hegemonyası altına girmeyle karşılaşmışsa o denli sömürgeleşmiş, asimilasyona ve soykırıma uğramış demektir. Bu gerçekliği yaşayan toplumların zihniyet, ahlak ve estetikçe anlamlı bir yaşamlarının olmayacağı, hasta bir toplum olarak silininceye dek trajik bir yaşama mahkum kalacakları açıktır. Benzer bir yaklaşımı “Dil, kültür ve felsefe anlamına da gelir.” diyen Gramsci de gösterir. Konuşabilen her varlığın, birey ve toplum olarak kendine ait bir dili, dolayısıyla kendine ait bir düşünme, hissetme ve yaşama tarzı vardır. Bu nedenle dil ve kültür, toplumun kendisi demektir. Toplum dik ve kültür yoluyla dile gelip kendini anlamlandırır ve görünür kılarken, dil ve kültür aracılığıyla da kendini yeniden üretir.

Kültürel toplum dediğimiz olgu, bu güçlü ilişkilerin oluşturduğu düşünsel ve duygusal bağlar sonucunda açığa çıkar. Gerçek anlamda köklülük ve hakikatlilik bildiren toplumsal varoluş, kültürel toplumla açığa çıkan varoluştur. Onu uygarlık karşısında kalıcı kılan da bu güçlü kültürel oluşma halidir. Uygarlık ve devletler hızlı ve çoklu bir değişim özelliği gösterirken, kültürler bunun karşısında sınırlı bir değişim gösterirler. Ali Fırat’ın demesiyle kültürel toplumlarda “hiç değişme olmaz demek yanlıştır. Fakat hep değişen kültürler, hızlı değişen kültürel değerlerden bahsetmek de ilki kadar, yani hiç değişmez diyen anlayışlar kadar yanlıştır. Modernitenin her şeyi bir an’a sıkıştırmasıyla, müthiş bir değişim temposu, özünde değişmemeyi ifade eder. Kendini tekrar eden anlık yaşamlarla son sürat değişimler aslında mümkün değildir. Bir yanıltma ideolojisi inşa edilmiştir. Liberalizmin damgasını taşıyan bu ideolojik yanılsamalar, tarih ve toplum algısını, bilincini çarpıtma amaçlıdır.” Kültürel toplum, toplumların ortak zihniyet dünyasını ve bu dünyanın düşünüş, beğeni ve ahlaklarını içerdiğinden, zor, hile, soykırım uygulamalarıyla işgale uğramadan kolay kolay zihniyet ve yaşam formlarından vazgeçmezler. Yaşamlarını özgür ve özerk varoluşları üzerine kuran kültürel toplumların en belirleyici özelliği, dış kaynaklı saldırılar karşısında her koşulda özgün ve özerk yaşamlarını savunmaları ve direniş göstermeleridir. Bir kültürel toplum olarak tarihsel toplumun gerçekleşme süreçleri bunun örnekleriyle doludur. Yenilgilerle karşılaştığında, Braudel’in deyimiyle, kendine yaslanmak uygarlık sisteminin hakimiyet alanlarının uzağında yaşamayı tercih etmeleri de bu yine direnişçi kültürel özünün güçlülüğünden kaynaklanır.

Toplumsal gelişmenin kaynağı, bu anlamda kültürel gelişmenin kendisidir. Her iki gelişme de birbirlerini oluşturan ve dönüştüren özdeş bir ilişki sergilerler. Bu ilişki içerisinde zihnin esnek ve özgür gelişim bulma imkanı ne kadar olanaklıysa simgesel dile dayalı anlam, düşünce zenginliği üretmek de o kadar olanaklı hale gelir. Bu, beraberinde “ihtiyaçları gideren tüm araç gereçler, besinler, besin üretme, saklama, dönüştürme biçimleri, ulaşım, savunma” vb. gibi maddi kültür araçlarına da sahip olmayı getirir. Dikkat edilirse kültürel gelişme ve kültürel toplum haline gelme bir özgürleşme eylemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Kültürel toplum haline gelm özgürleşmeyi sağlarken, özgürleşme de kültürel toplum haline gelmeyi sağlamaktadır. Burada aklımıza Ali Fırat’ın kültürel yapısallıklar ve anlamsallıklar tarzında geniş bir tanımlamaya tabi tutarken, Hegel’in “doğa” ve “tin” kavramlarına yakınlaştığının söylenebileceği vurgusu gelir.

Kuşkusuz bu boşuna yapılmış bir vurgu değildir. Çünkü Hegel’de de düşünce, varlığı diyalektik oluş içinde kavrayan, bir hedefe doğru ilerleyen ve hedefi kendi bilinç ve özgürlüğüne erişmek olan dinamik bir süreçtir. Süreç Hegel’de üç basamaklı bir diyalektik biçiminde işlerken, “kendi başına”, “başka bir şey” ve “kendini yeniden bulma” biçiminde ugraklar oluşturur. Bilinç başlangıçta henüz açılmamış “kendi başına” bir gizil güçtür. Doğaya açılmak ilk gerçekleşmesini doğada bulur, fakat bu sefer kendi başınalığından kopup “başka bir şey” olmuş, kendisine yabancılaşmıştır. Bilinç bu çelişkisini, üçüncü basamak olan kültür ve tarih dünyasında yeniden “kendini yeniden bulmak”la, yani toplumsal bilinçlenme ve özgürleşmeyle aşar, kendine yeniden döner. Yalnız burada kendine dönüş, kendini yeniden bulma; toplumsal doğayı deneyimleme, özümleme ve bu doğrultuda eyleme pratiğinin yol açtığı kendini tanıma, kendisi aracılığıyla başkalarını, doğayı ve evreni kavrama olgunluğuna erişmedir. Ortadoğu geleneğinde ve Ali Fırat’da ifadesini bulan insan-ı kamil ya da militan haline gelmedir. Bu anlamda evet, Ali Fırat’ın kültür tanımlaması Hegel’in “doğa” ve “tin” kavramlarıyla ilişkilenmeyi red etmez, aksine kültürün oluşturucu gücünün varlığın kendini tanıma sürecinin esas dinamiği olarak belirler.

Ali Fırat’ın geliştirdiği “Demokratik Modernite”, Bookchin’in de özlemini duyduğu “kültürel çeşitlilik ile birleşik insanlık idealini bir araya getiren radikal bir toplumsal bakışa duyulan ihtiyaç”ı karşılamakla kalmaz, bu bakışı canlı ve dinamik bir inşa eylemine dönüştürür. Demokratik Modernite, kasap tarzı kültürel bütünlüğü parçalayıp doğrama hareketi olan ulus-devletçiliğe karşı kültürel çeşitliliğin zengin dünyası özgün cumhuriyeti koyarken, birleşik insanlık idealini olmak da Demokratik Komünal Toplum, Demokratik Sosyalizm alternatifini koyar. Bu da yerel ve evrensel özgürlük bilincinin kültüre yaşamda kendini yapısal ve anlamsal olarak yeniden üretmesi, özgün ve özerk ortak yaşamın öz yönetimler temelinde örgütlendirilmesi demektir. Burada her kültür özerk ve yerel olduğu kadar, birleşik insan toplumunun bir parçası olma özelliğiyle de o kadar evrensel özgürlük bilincine mensuptur. Bu bilinç, tekillik ve evrensellik ilişkisini doğru kuran bir bilinçtir. Kapitalist modernitenin yarattığı müthiş bireyciliğin tekilliğe tekabül ettiğinin ve bunun evrensel olanı görünmez kıldığının farkındadır. Kapitalist modernitenin kültürüyle bezenmiş kültürel yaşamın dağılma ve direnişten başka bir şey getirmediğini, liberalizmden beslenen postmodern yaşam kültürünün evrensellik adı altında pazarlanmasının da bu zihniyete katkı yapmaktan başka bir işe yaramadığını bilmektedir.

Çünkü bu bilinç, tekillik ve evrensellik ilişkisini diyalektik bütünselliği içerisinde kavramakta ve kendini bu kavrayış temelinde kurmaktadır.

Peki tekillik ve evrensellik ilişkisini diyalektik bütünlüğü içerisinde kavramak ne demektir? Ali Fırat’ın buna yanıtı, her şeyden önce liberalizme yem olmamaktır: “Liberal zihniyetle geliştirilmek istenen parçayı bütünden ayırma çabaları, toplumsallığa kurulan bir tuzaktı. Bunların tümü, varlığı evrensel doğasından koparıp kolayca yutma operasyonlarıdır. Bu operasyonların şekillendirdiği zihniyeti aşmamak, milliyetçilik, tekçilik hastalığına götürür… oysa evrensellik, farklılık ve çeşitliliğin özgür tercih temelinde birbirleriyle ilişkisi, birbirini koruması ve tamamlamasıdır. Doğru bir tekillik ve evrensellik ilişkisi ancak böyle kurulabilir, aksi takdirde liberalizmin postmodern evrensellik aldatılmasına ve milliyetçilik tuzağına sapkınlıklarına kapılmaktan kendimizi kurtaramayız.” Evrensellik, insanlığımızın ortak bilgisidir. Bizi insan kılan ortak değerlerimiz üzerinde düşünme, yeni ortaklıklar kurma, eşitlikçi ilişki ve işbirliği içinde çalışma ve üretmenin diyalektiği ve bilincidir. Bu nedenle kültürü evrensel özgürlük anlayışından, evrensel özgürlük anlayışını da kültürel direnişten bağımsız değerlendiremeyiz. Bu tıpkı B. Zahor’un “Bilimler bize dünyanın birbirinden ayrı tecrit olmuş parçalardan değil, daha çok karmaşık, karşılıklı ilişkiler içindeki sistemlerden oluştuğunu göstermektedir. Herhangi bir parçadaki bir değişiklik bütünü etkiler. Kuantum fiziği bir evrenin gerçekte dinamik enerji kalıplarından, tıpkı bir girdapta olduğu gibi kendi kendini örgütleyen ve her birinin sınırları bütün ötekilerle iç içe geçen dalga kalıplarından oluştuğunu söylemektedir.” tanımlamasına benzer. Bu kuantumik tanımlama, tekillik ve evrensellik ilişkisi açısından olduğu kadar toplumsal kültür ve kültürler açısından da geçerlidir. Çünkü toplumsal doğa, tıpkı evren gibi karmaşık karşılıklı iç içe geçen bir ilişkiler ağı bütünlüğüdür ve bundan azade tek bir doğa yoktur.

Konuya bu içerikle yaklaşıldığında görülecektir ki kapitalist sistemin ulus-devlet, milliyetçilik ve kültür endüstrisi eliyle yaratmak istediği şey, toplumun kendisi kültürünü üretmez hale getirerek tekçi ve kısır, tüketici zihniyetine mahkum etmek, böylece toplumu toplum olmaktan çıkarmaktır. Toplumsal yaşamın ve ilişkilerin her alanına taşırılan bu saldırı, özünde toplumsal doğaya ve evrensel işleyişin özüne yöneltilmiş bir saldırıdır. Çünkü sistem, çeşitliliğe ve farklılığa, renkliliğe ve canlılığa düşmanlıkla kendini ayakta tutmaktadır. Kendini her alanda ve her biçimde görünür kılan bu düşmana karşı geliştirilecek çözüm, kültürel direniş ve kültürel devrimdir. Kültür devrimi olmaksızın kapitalist moderniteyi alt etmenin imkan ve koşulları yoktur. Tabi kültür devrimi derken, yoktan yeni bir kültür yaratmaktan söz etmiyoruz. Bin yıllarca saldırılara maruz kalan, iktidarlarca yok edilmek istenen ama buna rağmen direnişiyle kendini her daim var kılan “tarihsel toplum” kültürünün, komünal demokratik kültürün yeniden canlandırılması ve 21. yüzyılın toplumsal ihtiyaçlarına göre kendini yeniden üretmesinden söz ediyoruz. Demokratik Modernite kültürü, bu yönüyle aynı zamanda köklülük bildiren bir öze dönüş devrimidir. Felsefi bir yoruma tabi tutacak olursak, kültür devrimi, varlığın kendini bilmek, kendisi olma, kendini yönetebilme,  kendini özgürleştirecek kendi düzenini kurabilmesi durumudur. Kişi olarak, halk ve hareket olarak başarının ölçüsü, buna göre varlık bulmak ve özgürlüğünü kazanmaktır.”

Demokratik Modernite perspektifinde kültür devrimi bir öze dönüş devrimi olduğuna göre, toplumsal özün ana kadın etrafında oluşan özgürlük bilincine ve onun kadın öncülüklü ideolojisine dayandığını unutmamak gerekir. Devlet ve iktidar merkezli uygarlık sistemi bunu unutmadığından, sürekli kadını hedefleyip ele geçirme ve ele geçirdiğinde kendi amacının aracı, metası haline getirerek kadın üzerinden toplumu ve kültürü hedefleme operasyonlarına asla son vermemiştir. Bu, uygarlık sistemi ve kapitalist uygulamalar açısından değişmeyen en temel yöntemlerden biri haline gelmiştir. Toplumu fethetmek istiyorsan önce kadını fethet! Özel savaş sisteminin “önce kadınları vurun” düsturu ve savaşlarda sömürgeci faşist güçlerin kadınlara yönelik geliştirdiği sistematik cinsel saldırılar da bu amaçtan bağımsız değildir. Ele geçiremediğinde direneni vur ya da tecavüzle özgüven yıkımına uğrat, ez ve kullan! Bununla bilinen bir kültürsüzlük kültürünü, erkeği ve kadınıyla, işçisi ve memuruyla herkesin herkesin “karşılaştırdığı iktidar” ve devlet kültürünü hakim hale getir! Cinselliğini pazarlayarak kadını her türlü ticaretin süs objesi, iktidar oyunlarının baştan çıkarıcı şeytani varlığı , oyuncağı haline getirmek ve seksist bir kitle yaratmak, bir zihniyet masal ve kültür üreticisi olan toplumu güdülenden ibaret bir tüketim canavarına dönüştürmek, kapitalist sistemin kendini sürdürebilmesi açısından vazgeçilmezdir. Bunun da anlamı şudur: İktidar ve devlet var oldukça, kadın üzerinden topluma ve toplumsal kültüre yönelik saldırısı ve fetih girişimleri kendini sürdürecektir. Bu durumda kadın üzerinden yürütülen mücadele, önemli oranda ve aynı zamanda toplum ve kültürü hedefleyen bir mücadeledir.

Uygarlık sistemiyle bu konuda içine girilen keskin çatışma sürecini Ali Fırat kendi pratiğinden deneyimle çok güçlü tanımlar: “Sömürgeciler böyle bir kültür yaratmak için boşuna en ulaşılmaz, ücra noktalardaki köylere ulaşmaya, öncelikle kadını ve kız çocuklarını kazanmaya çalışmadılar. Kazanılan kadın, onlar için kazanılan aile, kazanılan aşiret, kazanılan toplum demektir. Pkk’nin direnişçi ve özgürlükçü yaşam kültürü bu oyunu bozdu. Bize bu kadar öfkeli olmaları bundan kaynaklanıyor. Sürdürülen yüz yıllık oyunu sadece bozmakla kalmadık, kadının kendi tarihsel değerinin farkına varmasını sağlayarak yüksek bir bilince ulaşmasını ve binlerce yıllık esaret zincirini parçalayarak yaşamdaki gerçek yerini yeniden almasının yolunu açtık. Bundan daha büyük ve değerli bir kültür devrimi olabilir mi? Mao da kültür devrimini gerçekleştirme iddiasındaydı. Ama gördünüz, kadın konusundaki yanılgılı yaklaşımı onu ve onun şahsında sosyalizmin Çin deneyimine neler kaybettirdi. Bizim farkımız bu konuyu bin yıllık tarihi içerisinde ele almamız ve kültür devrimini olup biten bir süreç olarak değil, sürmekte olan, kendini her an yeniden kuran ve geliştiren bir süreklilik olarak değerlendirmemizden kaynaklanıyor. Kendini her an yeniden kurmak ve geliştirmek, olmazsa olmaz bir ilke düzeyinde ele alınmalıdır. Çünkü kapitalizm günlük olarak binbir çeşit saldırı düzenlemektedir. Kadın etrafında geliştirilen tüm ilişkileri siyasal tahakküm ilişkilerine dönüştürerek ve bu tahakküm ilişkisinde cinselliği öne çıkararak kadına en büyük saldırıyı yapmıştır. Cinsellik alanında geliştirilen bu saptırma, topluma sanıldığından büyük ve ciddi sonuçlara yol açmaktadır. Cinselliği adeta çağın afyonu haline getirerek topluma ağır bir darbe indiren kapitalizm, yaşattığı seksist toplumla tam bir felakete doğru yol almaktadır.

Bugün cinsellik dincilikten de milliyetçilikten de beter bir afyon özelliğinde yaygınlık kazanmış durumdadır. Doğada bile planlı ve sınırlı bir şekilde ve ancak belirli dönemlerde gerçekleştirilirken, insan gerçeğinde bunun günlük ve neredeyse güne yaydırılmış bir ilişki biçimine vardırılması, insanın insan ve toplumun toplum olmaktan çıkarılmasından başka bir şey değildir. Bu insanın moral ve zihniyet anlamında tüketilmesi, kaba güdüsel bir varlık düzeyine çekilerek bitirilmesidir. Kapitalizmin yaşattığı seksist toplum, bunun en somut göstergesi olarak önümüzde durmaktadır. Bu toplumda yaşam neredeyse tamamen biyolojik ve güdüseldir. Yaşamın tamamen biyolojik düzeye indirgendiği bir yerde, kaçınılmaz olarak varlık bulacak olan faşizmdir, faşist yaşam anlayışıdır. Bu anlamda ‘güdüsel, biyolojik sınırlara indirgenmiş bir yaşam faşizm üretir’ demek yanlış değildir. Benim kadın ekseninde geliştirdiğim direniş esas olarak kapitalizmin bu saldırılarına her cepheden yanıt veren radikal bir dönüşümü amaçlayan tarih ve kültür bilincinin yarattığı bir direniştir. Demokratik Modernite ve özgür cumhuriyet çözümümüz bu direnişin kadın-erkek eşitliği temelinde özgür eş yaşam pratikleşmesinde somutluk ve derinlik kazanarak sistemleşmesi doruklaşması anlamına gelir.

Kapitalist sistemin fetih, asimilasyon ve endüstrileştirerek yürüttüğü kültürel savaşıma karşı mücadele Demokratik Modernite paradigmasıyla günümüzde hem içerik hem de form olarak yeni bir aşamaya geçiş yapmış bulunmaktadır. Özgürlük, eşitlik ve demokrasi mücadelesi alter- modernite kuramıyla içerisine girdiği stratejik hamle sürecini yarattığı ve yaratacağı örgütlenmeler ve yol açtığı daha da açacağı gelişmelerle başarıya götürme iddiasındadır. Ali Fırat’ın bu amaçla somutlaştırdığı Demokratik Ulus Birliği ve Ortadoğu Demokratik Uluslar Konfederasyonu önerileri Kuzeybatı kültürel dünyasının bölgesel çatı örgütü olma iddiasını korurken, ‘Demokratik İslam kongresi’ önerisi de kültürel bütünlüğün küresel örgütü olma iddiasını korumaktadır. Hakiki bir başlangıç ve hakiki bir kültürel direniş, bu örgütlenmeleri topluma mal etmek ve yaşamsallaştırmakla mümkündür. Toplumsal kültürün özgürlükle ilişkisi açık ve nettir. Toplumsal özgürlüğün yolu, toplumsal kültürü korumaktan geçer. Militan bir ruhla kültürü sahiplenmek, toplumsal varoluşunu, ruhunu, özgürlük, eşitlik ve demokrasi bilincini sahiplenmektir!

Belirtildiği gibi özgürlüğün evrensel şifresi kültürel direniş ise, direniş zamanın ve mekanın her yerinde yaşam belirtisi gösteren her insan varlığında söz ve eylem olarak dile gelmek, kendini gerçekleştirmek durumundadır. Tıpkı özgürlüğü tanımlayan kavram olarak Amargi’nin Ana’ya dönüş, öze dönüş anlamına gelmesi gibi, toplumsal varoluşun dayatılan kültürsüzlüğe karşı anlamsallık ve yapısallık üreten ana olarak kültüre dönüşü de bir öze yani özgürlüğe dönüş eylemidir. Bu anlamda toplumsuz ve kültürsüz kalmak, Ana’dan ve özgürleşmeden yoksun kalmak demektir. Ana’dan ve özgürleşmeden yoksun bir varoluş ise ancak piçleşmede ve nesneleşmede karşılığını bulabilir. Demokratik Modernite kültürü ve bilinci, dayatılan bu kapitalist kötülüğe karşı radikal iyinin reddi ve xwebûnî olarak kalmaktaki militanca ısrardır.

 

Kaynakça:

Fırat. A, Demokratik Ulus Çözümü
Negri. A & Hardt. M, Ortak Zenginlik
Negri. A, Çokluk
Gramsci, Kültür Antropolojisi
Fanon. F, Yeryüzünün Lanetlileri  
Memmi. A, Sömürgecinin ve Sömürgeleştirilenin Portresi

 

 

[1] M. Bookchin
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.