Düşünce ve Kuram Dergisi

Ortadoğu Çözümü: Demokratik Uluslar Birliği

Abdullah Öcalan

Ortadoğu’da kendine özgü bir tarzda üçüncü dünya savaşının yaşandığı bir gerçektir. Fakat bu savaşın klasik askeri siyasi boyutlardan farklı bir özelliği vardır. Uygarlıklar savaşı tanımı doğru olmakla birlikte, içeriği yeterince doğru yorumlanmamaktadır. Tarihi ve toplumsal boyutları fazla açıklanmamaktadır. Tarafları, yöntemleri ve amaçları net değildir. Çokça plan ve projeden bahsedilmesine rağmen, en plansız ve adeta kendi kendine yürütülen bir savaş söz konusudur. Adeta kaos yaratmayı hedefleyen bir savaşla karşı karşıyayız. 

Özcesi günümüz Ortadoğu›sunda statüko sürdürülemez duruma dayanmış bulunmaktadır. Faşist Almanya ve Sovyet Rusya›nın yarattığı denge politikasından yararlanarak ömrünü bir yüz yıl uzatabildi. Her iki sistemin de yıkılması yeni denge politikasını çok sınırlamıştır. ABD-AB, ABD-Çin gibi ikilemler yeni bir denge oyununa fırsat vermeyecek niteliklere sahiptir. Son dönemde Türkiye›nin önderlik etmeye çalıştığı dayanışma aynı nedenlerle gelişme potansiyeli taşımamaktadır. Gerçekten sisteme kabul edilebilir ölçülerde eklemlenmeyen iktidar blokları, günümüz dünyasının dinamik olduğu kadar en tehlikeli bölgesini ortaya çıkarmaktadır. Bireyin özgürleşmesine ve toplumun demokratikleşmesine imkân tanımayan iktidar blokları, hâkim küresel sistem için kabul edilemez sınırlara dayanmıştır. ABD›nin başını çektiği blok ve kaos imparatorluğunun başı olarak ABD, tıpkı Bir ve İkinci Dünya Savaşları’na girmişçesine, Afganistan ve Irak işgalleri ile bir nevi Üçüncü Dünya Savaşı’nı yaşamaktadır. NATO bölgeye yönlendirilirken, Rusya, Çin ve Hindistan gibi önemli güçler nötralize edilmektedir. Büyük Ortadoğu Projesi ile kaostan çıkış ve çözüm sağlanmaya çalışılmaktadır. Buna karşılık halkların da seçenek oluşturabileceği daha demokratik, özgür ve eşit çözümlerin gündemleşmesi söz konusudur. 

Emperyalizmin evresinde yeni bir evre söz konusu olabilir mi? Demokratik “sistem ölçülerinde” emperyalizm sloganı ne kadar gerçekçidir? Başka seçenekler mümkün mü? Ilımlı İslam, Türkiye modeli kavramlarından ne anlaşılmalıdır? Batılı demokratik modeller ne kadar uyarlanabilir?

Ortadoğu sorunsallığında tanımlanması gereken bazı temel olgular daha vardır. Etnisite, ulus, vatan, şiddet, sınıf, mülkiyet ve ekonomi vb. olgular kavramsal düzeyde tanımlanmış olmaktan uzaktır. Olguların tanımlanma düzeyleri olarak kavramlaştırma hala şovenist ideolojik zırhlarından arınarak yapılamamaktadır. Ortadoğu kültüründe bu olguların gerçek değeri bilimsel olarak ortaya konulmamaktadır. Ya dinsel ideolojinin ya da şovenist milliyetçiliğin gözlükleriyle bakılmakta, kendilerine göre çözümsüzlük yüklü sonuçlar çıkarılmaktadır. Toplumsallık gerçeğinde etnisite, ulus, vatan, şiddet ve mülkiyet ekonominin değeri, yeri, ağırlığı nedir, aralarındaki ilişkiler ne ifade etmektedir gibi sorular sorulmamaktadır. Gerçeklik, ideolojik perspektife kurban edilmektedir. Politika bundan da beter bir perspektifle daha saldırgan ve bencil davranmaktadır. Rasyonel, adaletli ve demokratik yaklaşıma şans tanınmamaktadır. Olguların ideolojik politik dışı bilimsel yaklaşımlarla aydınlatılması sanki tüm oyunlarını bozacakmış gibi bir hisse kapılmaktadır. Ortadoğu’da gerçeklerin karanlıkta bırakılması önemli bir eğitim ve politika görevidir.

Bir kaos döneminden geçildiği açıktır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda da benzer süreçler yaşanmıştır. Birincisinde Sovyetler Birliği, ikincisinde faşist Almanya kaostan çıkışta dengesiz iktidar bloklarının oluşmasına yol açtı. İki büyük imparatorluğun “Osmanlı ve İran” kalıntısından ortaya çıkan tüm devletler ne Sovyet sistemini, ne Batı klasik sistemini hazmedecek durumdaydılar. Sistemler arası güç dengesinden yararlanarak 1990’lara kadar gelebildiler. Sovyetlerin çözülüşüyle bozulan denge iktidar parçalarını daha da serserileştirdi. Yeni hâkim küresel sistemle bu biçimde yaşanamazdı. ABD’nin bir koalisyonla bölgeye girişi bu nedenledir. Sistemin parçalı kriz durumu bölgede tam bir kaos niteliğindedir. Üçüncü Dünya Savaşı benzetmesi kendine özgü koşullar altında pek yabana atılamaz. Aslında Birinci ve ikinci Dünya Savaşları sonrasında bitmemiş hesapların konsolidasyonu söz konusudur. Yeni despotik rejimlerin gündeme sokulması küreselleşmenin mantığına uygun düşmemektedir. Sistem devlet bloklarına değil, talepkar halk yığınlarına açılmak zorundadır. Bu da zenginliklerden pay ve demokrasi gerektirmektedir. 

Şimdiye kadar yaptığımız tarihsel toplumsal çözümlememiz ABD›nin kaosta bir imparatorluk gibi hareket etmesini gerçekçi bulmaktadır. Bunu ahlaki ve hukuki bulmamak gerçekçi olmasını engellemez. Bu dönemde başta AB’nin cumhuriyetçi demokratik ulus devletleri olmak üzere, birçok ulus-devlet derin endişeler duyuyor. Bu endişelerinde haklı olabilirler. Ama gerçekçi değillerdir. Sistemlerin küreselliği ve imparatorluklaşması ta Sargonlu Akad devletinden beri sürmektedir. Yüzlerce halka eklenerek, en son İngiltere ve Sovyetler tarafından adeta savaşmadan sunulan dünya imparatorluklarını ABD’nin tekleştirerek sürdürmesi yadırganabilir mi? Kapitalizmin üçüncü büyük küresel hamlesinin kriz derinliği tartışılabilir. Kaotik özellikler sıralanabilir. Bütün bunlar sürecin imparatorluk tarzı bir yönetimi gereksindiğini doğrular. Uygarlıklaşmanın olduğu her yerde devletlerin boşlukları tanımadığı, siyasetin boşluktan hoşlanmadığı ısrarla vurgulanır. O halde arkasına en son bilim ve teknik devrimi de almış, bu alanda öncülüğünü kabul ettirmiş, devasa bir askeri ve ekonomik gücü oluşturmuş ABD’nin sistem gereği bir yayılmayı sürdürmesi kaçınılmazdır. Siyasetin ve devletin doğası gereği böyledir. Bunu söylemek haklı olduğunu söylemek değildir. 

Yine ulus-devlet çağının geçtiğini söylemek, küresel emperyalizmi onaylamak değildir. Daha çok küresel ekonomi, askeri ve siyasi gerçekliğin bu modeli verimli görmediği, bir ayak bağı olarak değerlendirdiğidir. Ulus-devlet, milliyetçi söylemin aksine, tam bağımsızlığın gerçekleştiği devlet değildir. Kaldı ki, hiçbir olgular dünyasında tam bağımsızlık diye bir kavram yoktur. Bağlılık içinde olmak evrensel bir kategoridir. Karşılıklı bağımlılık içinde olmayan hiçbir nesne ve özne yoktur. Ulus-devlet bağımsızlığını fetişleştirmek bir küçük burjuva ütopyasıdır. Ne devletlerin, ne ulusların bağımsızlığı gerçekleşmiş bir olgudur. Her birisinin diğerine değişik özellikler altında bağımlılığı vardır. ABD’nin dayattığı imparatorluk eğilimi en esnek bağımlılık türüdür. Katı sömürgecilik, etnik temizlik, dinsel bağnazlık gibi demode yöntemleri esas almamaktadır. Yeni sömürgecilikten bile daha postmodern bağımlılık biçimlerini denemektedir. Kaldı ki, çok sayıda ulus-devlet, yönetim yapıları gereği, ABD’ye bağımlılığı bir ödül gibi kavramaktadır. Ulus-devlet ortadan kaldırılmıyor. Ama serserice hareketlerine de eskisi kadar müsaade edilmiyor. Yeni küreselleşme döneminde ulus-devletlerin yeniden mevzilenmesi kaçınılmazdır. AB’den Çin’e kadar bu süreç devam etmektedir. Yeni bir savaş için değil, sürdürülen savaşın sonuçlandırılması veya sistem için karlı mecralara dökülmesi için yapılmaktadır. Gerektiğinde ekonomik, gerektiğinde askeri yollarla sistemin kaos yönetimini, ya mevcut durumunu koruyarak, gerilemesini durdurarak ya da daha verimli yeniden yapılandırmalara giderek yürütmektedir. Kendi alternatif planlarını kaostan çıkmış güçlü çözümlerle realize etmeye çalışmaktadır. Bu çerçevede Ortadoğu gerçekliğine yaklaştığımızda olası gelişmeleri nasıl öngörebiliriz?

 

Ortadoğu Kaosundan Çıkışta Üç Senaryo Çizilebilir

Birincisi, eski statükoyu korumaya çalışanlar, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılandırılan bölge ülkeleri, siyasi ve ekonomik olarak ulus-devlet modelinde ısrar etmek isteyecekler. Sovyet-ABD dengesi bozulduğundan ve ABD’nin imparatorluk tarzında bölgeye yönelmesinden ötürü, ulus-devlet modeli eski haliyle zor yürür. Ekonomik, siyasi ve kültürel dönüşümü kaçınılmazdır. Eskiden kalma devletçi, milliyetçi ve dinci siyaset ve ekonomik yapılanmalar küreselleşmenin yeni hamlesi karşısında her bakımdan engeldir. Milli kapitalizm çağı çoktan geçtiğinden ve 20. yüzyılın denge politikasının olanakları da hayli sınırlandığından, sistemle yeniden eklemlenmeleri beklenir. Yapmak istedikleri biraz fiyatlarını artırarak eklemlenmedir. Bunu da kendilerine milliyetçi, muhafazakâr ve sosyal kulplar takarak, kitlesel tabanlarına hoş gelebilecek biçimde medyatik reklam yöntemleriyle sağlamak isteyecekler. Güncel olarak yoğunca yaşanan bu sığ ve kısır “gelişme bile diyemeyeceğimiz” çabalar politika olarak yansıtılsa da, tam bir demagojik yanıltma yöntemidir. Geleneksel devletçi “cumhuriyetçi veya krallık olmaları pek önemli değil” dinci ve mezhepçi bu çıkar gruplarının kurtarmak istedikleri ekonomik ve siyasal ranttır. Sistemi bilgi çağı kriterlerine göre yeniden yapılandırma iddiasındaki önde gelen kapitalist odakların “ABD, AB ve Japonya, hatta Çin” bu rantçı ekonomik ve siyasi yapılarla yürümesi beklenemez. Bunların klasik komprador kapitalizminin aşıldığını anlamaları gerekir. Özellikle Türkiye, Mısır, Pakistan ve İran’ın ayakta tutmak istedikleri statükonun, sistemin yoğunlaşan bölgeye yüklenimleri karşısında dayanması gittikçe zorlaşacaktır. Ne kendi aralarında, ne dışta yeni ittifaklarla kendilerini sürdürme olanakları eskisi gibi vardır. Nazlanarak da olsa, ABD önderliğinde ve büyük proje kapsamında sistemle yeniden eklemlenmekten başka seçenekleri pek rasyonel görünmemektedir.

İkinci senaryo, ABD’nin ağırlığı altında yeniden yapılanmadır. İngiltere ve Fransa’nın Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaptıklarına benzer bir uygulama tasarlanmaktadır. Ulus-devletle yeni sömürgecilik arası bir statü olarak düşünülebilir. ABD’nin bölgedeki ısrarı sürdükçe ve genişletilmiş, kendisine daha çok bağlanmış yeni NATO’ya hedef olarak bölge statükosunu gösterdikçe, buna BM’yi de dâhil ettikçe, en çok realize edilmek istenecek senaryo bu ikincisi olacaktır. Örneklendirmek istersek, İkinci Dünya Savaşı sonrası Marshall Projesi çerçevesinde Avrupa ve Japonya›nın yeniden yapılandırılmasıdır. Buna kendi komşuları Meksika ve Kanada›yı da ekleyebiliriz. Fakat Ortadoğu’daki yapılanmanın geçmiş örneklerden oldukça farklı geliştirilmek durumunda olduğu da açıktır. Artık başta Mısır olmak üzere Arap diye nitelenen devletler, İran, Afganistan, Pakistan ve Türkiye dâhil Türki devletler, eski tarz sürdürülemeyeceğine göre, yeniden yapılanma derslerini iyi okumak zorundadırlar.

Ekonomide liberalleşme, toplumsal alanda “özellikle kadında” özgürleşme ve siyasette sistem çerçevesinde “burjuva demokrasisi” demokratikleşme bu yeniden yapılanmanın esas mantığıdır. ABD arkasına Avrupa ve Japonya’yı alarak, yine BM ile meşruiyet sağlayarak, gerektiğinde yeni NATO sopasını göstererek, bu ülkelerin kısa, orta ve uzun vadeli dönüşümlerinde ısrar edecektir. Engel çıkaranları eldeki tüm bu askeri, siyasi, ekonomik (İMF-Dünya Bankası) ve diplomatik seçenekleri kullanarak hizaya getirecektir. Bu senaryoda siyasi sınırlar pek fazla değişmemekle birlikte, Afganistan, Irak, hatta Gürcistan ve Balkanlar’da görüldüğü gibi, katı merkeziyetçi bürokratik yapıdan esnek, yerel yönetimleri güçlendirilmiş federasyona kadar gidebilen daha demokratik bir siyasi yapılanma tercih edilecektir. Ekonomik olarak devletçi ekonomi çözdürülerek, özelleştirme ve dış şirketlerle karma “çok uluslu” şirketlere dayalı bir ekonomik yapıya öncelik verilecektir. Kadın özgürlüğü ve bireyselleşmeye dayalı kültür ve sanat çalışmalarına yatırım yapılırken, medya gücü de bu yeniden yapılanmanın hizmetinde olacak biçimde yeniden yapılandırılacaktır. Irak ve Afganistan bu senaryonun prototipi olabilir.

Fakat bu senaryonun en zayıf tarafı, tek taraflı sistem iradesiyle yürütülmesinin çok zor olmasıdır. Bir yandan eksi statükocu ulus-devletler, diğer yandan toplumsal muhalefetin artan talepleri karşısında tavizlere zorlanacaktır. Sistemin tek taraflı iradesiyle eklemlenmeyi sağlayamaması, daha karma yapılanmalara açık olmasını getirecektir.

Üçüncü senaryo, bu gereksinime yanıt verme temelinde geliştirilecektir. Başat, hegemon gücü kendisi olmak koşuluyla, her iki tarafa uzlaşmayı dayatacaktır. Eskiden boyun eğdirme dediğimiz şey günümüz koşullarında uzlaşmaya dönüştürülecektir. Yine eskisi gibi başına buyruk ulus devlet ve israfçı, verimsiz ekonomilere fırsat tanınmayacağı gibi, halkları tarafından geniş kapsamlı ve uzun süreli ulusal kurtuluş veya ayaklanmalara da fırsat tanınmayacaktır. Ya hızlı uzlaşma ya da ezilme seçeneklerini dayatacaktır. Bu senaryonun somut ifadesi bir nevi Doğu Avrupa ülkeleri ve eski Batı Avrupa ülkelerinin günümüzde yaşadıkları statünün bir benzeri olabilir. Yani bir Meksika ve Kanada gibi olunmayacak, fakat Türkiye, Mısır ve Pakistan gibi de kalınmayacaktır. Aşılma daha çok geliştirilmiş burjuva demokrasisine doğru olacaktır. Halk güçlerinin etkinlik kazanması ve statükocu ulus-devlet güçlerinin giderek etkisizleşmesi beklenebilir. 

Halk temelli demokrasiyle burjuva devlet temelli demokrasi arasında ilginç bir deneyim yaşanabilir. Kaostan çıkışta güçlerin denge durumu bu tür seçenekleri de göz ardı etmemeyi gerektirir. Dikkat edilmesi gereken temel husus, sistemin tüm yeniden yapılanmaları karşısında kör bir direniş kadar ilkesiz bir uzlaşma içine girilmemesidir. Birçok deneyimde yaşandığı gibi toptan kazanayım derken toptan kaybedilmemesidir.

Muhtemelen önümüzdeki çeyrek asır içinde bu senaryoların iç içe karışımıyla daha da artabilecek seçeneklerle Ortadoğu kaosundan çıkılmaya ve çözümler geliştirilmeye çalışılacaktır. Fakat daha da önemli olan, Porto Alegre Toplantılarıyla kendini belli eden halk emekçi sosyal tabanlı güçlerin senaryosunun, ütopyasının nasıl geliştirileceğidir. Tarih hiçbir zaman tahakkümcü güçlerin tek taraflı iradesiyle belirlenmemiştir. Kalıcı belirlenmeyi toplumların komünal demokratik duruşu sağlamıştır.

Ortadoğu’da kendini iki yüz yıldır inşa etmeye çalışan Kapitalist Modernite’nin kendisinden bir reformist dönüşüm beklemek gerçekçi gözükmemektedir. Ancak AB ile işbirliği içinde reform olanağı yasayabilir. Bu durumda ise bölgenin kriz ve kaotik durumu sürekli derinleşir. Güncel gerçeklik bu yargıyı doğrulamaktadır. Reform için AB sistemini asmak bu nedenle şarttır. AB türü reformlar için Ortadoğu’nun ne tarihsel akışı ne de güncel toplumsal koşulları elvermektedir. Yeni yollar aranması bu gerçeklikten kaynaklanmaktadır. Radikal İslam, İslami Cumhuriyet, cemaat arayışları ne teorik ne pratik olarak Kapitalist Modernite’yi aşmak derdinde değildir. Azami programları İslami cilalı bir Kapitalist Modernite’dir. Yani İslamın ya yeni selefileri ya da Protestanları -Calvinist- olmak devleti ve toplumu bu temelde ele geçirmek derdindedirler. Laiklerin seküler dini olan milliyetçilikle yapmak isteyip de tam başaramadıklarını İslami maskeyle tamamlamak istemektedirler. Özleri aynıdır ve Kapitalist Modernite’dir. Laikliğin sol kolu olarak reel sosyalizmin zaten modernite karşıtlığı diye bir sorunu yoktur. Tüm başarmak istediği liberal kapitalizm yerine devlet kapitalizmini geçirmektir. Sonuç liberal kapitalizmden daha acımasız, yıkıcı bir modernite inşası oldu. 

O halde Ortadoğu’da Demokratik Modernite antitezini, Kapitalist Modernite’ye karşı geliştirmek her geçen gün derinleşen kriz ve kaotik durumu aşmak için gerekli olasılıkların başında gelmektedir. Tarihsel ve toplumsal koşullar şansını arttırmaktadır. Yaşanan somut koşullara ilişkin belirlenebilecek temel slogan “Ya sürekli kriz ve kaos, ya Demokratik Modernite” dir. AB deneyiminden alınacak önemli bir ders, ekonomik toplum kökenli bir reformcu çıkış halkası yakalamaktır. Buradan alınacak mesafeyle diğer toplumsal, siyasal inşaalar mümkündür. Çelik ve kömürün endüstriyalizmin temel malzemesi olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda ekolojik toplumla çelişkisini daha iyi anlayabiliriz. AB’nin ekolojik topluma erişimini engelleyen yapısal nedeni de budur. Çelik ve kömür üzerine inşa edilen topluluklar anti- ekolojiktir. Demek ki sistemde reform kendi başına yeterli değildir. Eğer amaç ekolojik toplumsa tabi! 

Ortadoğu’da Demokratik Modernite’nin güncel, somut bir adımı tarihsel ve toplumsal koşullarına dayalı olarak atıldığında gelişme şansı olabilecektir. Dışarıdan kopyalama elbette tutunamaz. Son iki yüz yılın modernite kopyalamalarının tutunmakta zorlanması bu yargıyı doğrulamaktadır. Neolitik toplumun ve antitezi uygarlığın boy verdiği ekolojik ortam Demokratik Uygarlık’ın ve modernitesinin de alanı konumundadır. Nil, Dicle, Fırat ve Pençav nehir vadilerinde gelişen 5000 yıllık merkezi uygarlık alanları günümüzde bölgesel kriz merkezleridir. Son 200 yılda Kapitalist Modernite’nin en tutucu ayakları olarak inşa ettirilen ulus-devletler bu krizin temel etkenidir. AB izinde reformlara yetenekleri olmadığından şiddetli kırılmalarla kriz ve kaotik aralık büyümektedir. ABD-AB sistemin ittifak halindeki hegemonyası olarak yüklenmelerine rağmen, çıkış bulmakta zorlanmakta ulus-devletin yeniden inşası gerçekleşememektedir. Bu durum hem küresel krizi derinleştirmekte ve sürekli kılmakta hem de tersinden etkilenip kaotik karmaşayı çoğaltmaktadır. Dolayısıyla sistemin yapısal krizi en çok merkezi uygarlığın anavatanında kalıcılaşmaktadır. Adeta intikamını almaktadır. Kendine özgü bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın yaşandığı inkâr edilemez. Kapsam ve süre olarak ilk ikisinden daha derin ve uzundur. Bölgede sistemin ne kendini yenileme potansiyeli bulunmakta ne de oluşmaktadır. Gelişen çürüme ve dağılmadır. Bu koşullar altında Sümer uygarlığının neolitik çağın antitezi olarak gelişmesinden günümüzün Kapitalist Modernite’sine kadar geçen sürenin bastırılan tüm kültürel birikimlerini temel alan Demokratik Modernite’nin kendini öncelikle tezleştirip sonra antitez olarak sisteme yüklenmesi en güçlü çıkış olasılığı teşkil etmektedir. Tarihin merkezi akışında tez-antitez-sentez döngüsü bir kez daha harekete geçmek durumundadır. 

Günümüz Ortadoğu’sunda dünya genelinde de olduğu gibi son iki yüz yıllık ulus-devlet kimlikleri yıpranmış ve küreselleşmeyi yoğunlaştırmak isteyen kapitalizmin önünde bir engel konumuna gelmiş bulunmaktadır. Yapısal krizin temelinde ulus-devletin tutucu direnci yatmaktadır. Sistemin kendi içinde yaşadığı baş çelişki budur. Fakat çözüm bulamamaktadır. Afganistan’dan Fas’a kadar; Kafkasya’dan Hint Okyanusu’na kadar ulus-devletçilik ile küresel kapitalizm arasında çelişkiler bir yandan artarken, diğer yandan sıkça yaşanan savaşlara yol açmaktadır. Kapitalizm yayılmasını önemli oranda borçlu olduğu ulus- devleti tam tasfiye edemeyeceğini gayet iyi bilmektedir. Reformdan geçirmek istediklerinde ise sürekli direnişle karşılaşmaktadır. Ulus- devletle çok aşırı palazlanmış kesimler daha rasyonel bir kapitalizme direnmektedirler. Sonuç kriz ve savaşlar olmaktadır. ABD’nin son BOP projesi bu gerçekten kaynaklandığı gibi neden yürütülemediğini de yine bu gerçeklikten anlayabiliriz. Bölgedeki tıkanma sistemin Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’ndaki bunalımından daha derindir. Öyle olduğu içindir ki, bir türlü çözümlenemiyor. Yapısal kriz kavramı da anlamını gerçeğin bu niteliğinden almaktadır. 

O halde Ortadoğu; gerek tarihsel-toplumsal kültürün bütünlüksel gelişiminden, gerekse kapitalist modernitenin iç çelişkilerinden kaynaklanan, kapalı ve katı ulus-devlet kimliği aşılmadan hiçbir soruna anlamlı bir çözüm bulma olasılığına sahip değildir. Irak’ta ve Afganistan’da ulus- devletin yeniden inşası için gösterilen tüm çabalar boşa gitmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD tarafından yıkılmış Avrupa için verilmiş sınırlı bir yardımı (Marschal yardımı) yeniden inşaları için yeterli olmasına karşın; Irak çapında küçük bir mekân için kat be kat daha fazla destek sunulmasına karşın yeniden inşa gerçekleşemiyor. Irak’ta olup-bitenler aslında tüm bölge gerçeklerini yansıtmaktadır.

Tekrar belirtilmeli ki, yaşanan kriz ve savaşlar sadece 200 yıllık Kapitalist Modernite’nin değil, aynı zamanda 5000 yıllık sınıflı-devletli uygarlığın da yapısal krizi ve savaşlarıdır. Olası çözümler bu gerçekliği esas almak durumundadır. 

Ortadoğu jeokültürünün, ulus-devlet parçalayıcılığıyla derinliğine çelişki içinde olması bütünlük, entegrasyon eğilimlerine güç vermektedir. Bölge tarihinin hiçbir döneminde, ulus-devletler dönemindeki kadar bir parçalayıcılığı yaşamamıştır. Yaşanmış parçalanmışlıklar dahi iktidar boyutlarında kalmış, kültürel yaşamı fazla etkilememiştir. Etnik ve dinsel farklılıkların binlerce yıl iç içe yaşayabilmeleri jeokültürün bütünselliğiyle ilgilidir. Hatta iktidarla ilgili hegemonik yükselişler bile hep bölge çapında gelişmiştir. Tarihin kaydettiği ilk hegemon Akad Kralı Sargon’dan en son Osmanlı hegemonyacılığına kadar iktidar olarak da bütünlük ağır basan yön olmuştur. Her yükselen yeni güç hızla bölgesel olmuştur. İster sınıf ve devlet temelli uygarlıklar, ister etnisite, din ve mezhep boyutunu aşamamış demokratik uygarlıklar olsun hepsi bölgesel kültür olarak yaşanmış ve iz bırakmışlardır. Bir Japonya, Çin, Hint hatta Britanya gibi ucu kapalı bir uygar kimlik Ortadoğu jeokültüründe yaşanmamıştır. Şüphesiz benzer jeokültürler Afrika ve Latin Amerika için de söz konusu olmakla birlikte Ortadoğu’daki kadar gelişmiş merkezi uygarlık düzeyinde değildir. Kapitalist Modernite unsurları bölgenin tarihsel olan her iki jeokültür eğilimiyle çelişki ve çatışma yaşamaktadır. Ortadoğu ve sorunlarının çok tartışılıp da bir türlü çözümlenememesi bu derin çelişkilerle bağlantılıdır.

 

Üçüncü Dünya Savaşı’nın Kaderi: Kürdistan 

İki Dünya Savaşı arasındaki dönem modern Kürt ulusal hareketinin gelişeceği dönemdi. Kürdistan’ın parçalanması, üzerindeki cılız hareketlerin tasfiyesi ve ardından ağır asimilasyonist politikaların uygulanması, modern ulusal hareket olma şansını ortadan kaldırmıştır. Hamidiye Alayları aynı engelleyici rolü Birinci Dünya Savaşı öncesinde oynamıştır. Her iki dönem yaklaşık yarım asır demektir. Bu yarım asırlık dönemde dünya çapında benzer nitelikteki tüm halklarda ulusal hareketler gelişme ve olgunlaşmaya başlamışlardı. Kürtler Hamidiye Alayları ve parçalama operasyonları sonucunda modern ulusal hareket olma ve başarma şansını kaybetmişlerdi. Günümüze kadar süren çözümsüzlükleri hesaba kattığımızda, yaklaşık yüz yıldır emperyalist sömürgeci oyunlarla nelerin kaybedildiğini daha iyi anlayabilmekteyiz. 

1990’dan itibaren Birinci ve İkinci Körfez Savaşları bağlamında devreye giren Kürt Federe Bölgesi oluşumunu doğru yorumlamak için dikkat çektim. 1990’da başlatılan Birinci Körfez Savaşının temel amaçlarından biri de Kürt ulus-devletine giden yolda adım atmaktı. 1990 sonrası Ortadoğu’da Körfez Savaşı bağlamında başlatılan olguyu ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın önemli bir versiyonu olarak değerlendirirsek, Birinci Dünya Savaşından sonra yenik Osmanlı İmparatorluğu’ndan minimal Proto-İsrail olarak bir Türk ulus-devleti, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerçek İsrail Devleti ve ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ versiyonundan da İsrail Devletinin temel güvenlik aracı olarak Proto-İsrail Kürt ulus-devleti inşa edilmiş olmaktadır. Dolayısıyla 1990 sonrasında Kürt Özgürlük Hareketi’nin karşısına kapitalist modernite hegemonik güçleri başta olmak üzere (ABD ve AB güçleri, Japonya vb.), bölgedeki İsrail ve Türk ulus-devletince desteklenen Kürt ulus-devletçiği alternatif olarak dikilmek istenmiştir. 1990 sonrası Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik NATO destekli Gladio savaşları bu gerçeği gayet açık doğrulamaktadır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin devrimci halk savaşı alternatifinin Kürdistan çapında yol açtığı halk ulusalcılığı karşısında devlet- ulusçuluğu ile tedbir alınmakta, boşa çıkarılmaya ve tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. Tüm yetmezliklerine ve yanlışlıklarına rağmen, 1990’lardan sonraki devrimci halk savaşı deneyimi hem Batılı hegemonik güçlerin, hem de bölgesel güç olan Türk ve İsrail ulus-devletlerinin Birinci Dünya Savaşı sonrası Kürdistan politikalarını boşa çıkarmıştı. Hem kavram hem de olgu olarak bu böyleydi. Demokratik Ulus kavramı boyutlandıkça, bu gerçeklik iyice açığa çıkıyordu. Bu açığa çıkış İkinci Körfez Savaşı’yla (2003-2010) tamamen somutluk kazanan bir gerçeğe dönüştü. Bu süreçte kanıtlanan en temel husus, Kürt Özgürlük Hareketi’nin Kürt ulus-devletini kuramayacağı, inşa edemeyeceği, ideolojik ve pratik olarak durumunun buna elvermeyeceği, ama ideolojik yapılanmasında potansiyel halde bulunan halk ulusalcılığının da Demokratik Ulus alternatifi olarak gerçekleşmekten alıkonulamayacağıydı. 

11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelere düzenlenen komplo olasılığı yüksek saldırı, aslında kapitalist sistemin ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatma girişimiydi. NATO tarafından, dolayısıyla dünya hegemonik sistemince Sovyet Rusya’nın 1990’lardaki çözülüşünden sonra çoktan yeni düşman olarak ilan edilen radikal İslâm aslında ideolojik maske olarak kullanılmaktaydı. Özünde ise amaç, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’daki Müslüman kültürlü ülkelerde yarım kalan kapitalist hegemonyanın tam tesisini sağlamaktı. Özellikle asi, eşkıya devletler denilen İran, Irak, Suriye, Libya vb. devletleri sisteme düzgün biçimde entegre etmek, genelde de ABD’nin dünya hegemonyasını pekiştirmekti. ABD hegemonyasında girişilen ‘Üçüncü Dünya Savası’ ile Sovyet sisteminin çöküşü sonrasında doğan hegemonik boşluk doldurulacaktı. Ayrıca muhtemel yeni rakip olan Çin’in yükselişinin de önüne geçilecekti. Afganistan’a yönelik ilk hamlenin amacı, Orta Asya’da doğan hegemonik boşluğu Rusya ve Çin’in doldurmaması için acil davranıp inisiyatif almaktı. El Kaide ve Taliban bu amaçla kullanılan paravan araçlardı. İstense yirmi dört saat içinde sonları getirilebilirdi. Fakat savaşın meşruiyeti için varlıklarının gündemi sürekli işgal etmesi gerekirdi. Yapılan hazırlıklar doğrultusunda savaşın ilk hamlesi başarıyla geçti. Irak hamlesi teknolojik üstünlükle aynı hızla amacına ulaştı. Amaç Saddam Hüseyin rejimini düşürmekti. Bu amaç gerçekleşti, ama asıl zorluk siyasi alanda baş gösterdi. Irak gibi asi bir rejim (Sistemin isyan eden valiliği de denilebilir) devrildikten sonra, uygarlıklar tarihi boyunca biriktirilen tüm kötülükler Pandoranın Kutusu açılmışçasına bir bir dökülmeye başladı. Abartmaksızın diyebilirim ki, bana yönelik komplo Birinci Dünya Savaşı’na gidişte Avusturya Veliahdının bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesinin oynadığı rolden çok daha fazla rol yüklenmiş bir içeriğe ve amaçlara sahiptir. Komplo ile bağlantılı olarak geliştirilen Ortadoğu’ya yönelik ABD ve müttefiklerinin işgalleri için ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ demek belki abartılı kaçabilir. Fakat yol açtığı gelişmeler ve sonuçları itibariyle rahatlıkla ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın en yoğun ve sonuç alıcı aşamalarından biri olarak tanımlanabilir. Bu kapsamda değerlendirirsek bana yönelik harekâtı gerçek anlamına kavuşturabiliriz. ‘Birinci Dünya Savaşı’nın Sırbistan’ına karşılık ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın Kürdistan’ı diyebiliriz. Kürdistan jeopolitik ve jeostratejik açıdan Ortadoğu kaynaklı ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlatılışında, geliştirilmesinde ve sonuç alınmasında merkezî alan konumundadır. Napolyon’un 1798’de Mısır üzerinden geliştirmek istediği işgal için Kürdistan ve Ermenistan’ın stratejik öneminden bahsetmesi bu gerçeğin çok erken kavrandığını göstermektedir. Napolyon sonrası bölge üzerinde işgalini geliştirmek isteyen İngiliz İmparatorluğu’nun attığı ilk adımlardan birinin 1800’lerin başında Güney Kürdistan’da Süleymaniye üzerinden atıldığını bilmekteyiz. Bunun sonucu olarak modern ilk Kürt isyanı Süleymaniye’de Baban aşiretinden Abdurrahman Paşa önderliğinde başlatılmıştı. İngilizler Ortadoğu’yu işgal etmek ve her türlü etkinliği sağlamak bakımından Kürdistan’ın stratejik önemini en iyi bilen güç konumundaydılar. Gerek Osmanlı ve İran İmparatorlukları’na, gerekse Ermeniler ve Süryanilere ilişkin politikalarında Kürtlerin rolünü tamamen stratejik maksatları için amansızca kullanmaktan çekinmemişlerdir. Amaçları için kullandıkları güçlerin hepsi kaybetmiştir. Ama en çok ve trajik olarak kaybeden güçlerin başında Kürtler gelmektedir. 

Direniş tek başına modern hegemonyayı yıkmaya ve alternatifini geliştirmeye yetmez. Karşı moderniteyi inşa etme ustalığını gerektirir. Kürdistan Devrimi bu konuda gerekli olan inşa görevine öncülük edebilir. Kürdistan’ın konumu her bakımdan buna uygundur. Öncelikle bölgenin üç büyük ulusunun ortasında yer almaktadır. Arap, Türk ve Fars ulusunca kuşatılmıştır. Zaten bu uluslar Kürdistan’ın birer parçasını kendi ulus-devletlerinin egemenliğinde bulundurmaktadır. Ayrıca Kürdistan ülke olarak da kendi içinde diğer kadim kültürler ve halkları barındırmaktadır. Başta Ermeniler ve Süryaniler olmak üzere Türkmen, Arap ve diğer birçok ulusal ve kültürel unsurlar Kürdistan’da az veya çok yerleşiktirler. Kürdistan tarih boyunca birçok din ve mezhebin de çıkış ve öz savunma merkezi konumundadır. Tarihin Homo Sapiens insan devrimi başta olmak üzere mezolitik, neolitik, antik kölecilik ve ortaçağ feodal devrimlerinin beşiği rolünü de oynamıştır. Günümüzde Kapitalist Modernite’nin bir nevi ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın kaderi de Kürdistan’daki gelişmelerle belirlenebilecektir. 

Türkiye ya sisteme uyacak ya da Irak ve İran’a uygulanan politikaların kendisine de uygulanmasına katlanacaktır. Sisteme tam uyması Kürtlerle uzlaşmasını, Suriye ve İran’la olan ilişkilerine mesafe koymasını gerektirmektedir. Sistemden kopup yeni eksenler araması veya oluşturması halinde, kesinlikle Irak’takine benzer bir operasyona tabi olmayı göze alması gerekmektedir. Bu durumda sistem tüm gücüyle Kürt ulus-devlet hareketini destekleyecek ve Irak’taki Kürt ulus-devlet çekirdeğini genişletecektir. Bölgede büyük sonuçları olacak İsrail-Irak Kürt yönetimi-KCK bloklaşması beklenebilir ki, bu da Ortadoğu’yu büyük dönüşümlere zorlayacaktır. Türkiye şimdilik Araf’tadır. Kesin tercih yapamamakta, her iki tarafla klasik dengeci bir politika gütmektedir. Hegemonik sistem Ortadoğu’da geri adım atamaz. Atması durumunda Israil’in tasfiyesinden tutalım irili ufaklı birçok Arap devletinin ortadan kaldırılmasına kadar dünyayı kökünden sarsacak gelişmeler kaçınılmaz olacaktır. 

Üçüncü Dünya Savaşı derken, bu olası gelişmeleri de göz önünde bulunduruyoruz. Nükleer silah dâhil en gelişkin silahlar kullanılacaktır. Sonuç herhalde İkinci Dünya Savaşı sonrasının Avrupa’sından pek farklı olmayacak, hatta çok daha ağır olacaktır. Şu son on yıllık aşamadaki gelişmelerle kıyaslandığında, olası gelişmelerin dehşeti daha anlaşılır olacaktır. Bölgede kalması halinde hegemonik sistem mevcut durumla yetinemez. Her hegemonik sistem gibi galebe çalmak isteyecektir. Bu da İran’ın Şia eksenli bölgesel etkinliğinden vazgeçip, Şahlık dönemindeki gibi uysal bir konuma gelmesini gerektirecektir. İran rejiminin olası bu durumu kabul etmesi ölümüyle özdeştir. Bütün belirtiler bölge üzerindeki etkinlik çabalarının artarak devam edeceğini göstermektedir. ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın yeni bir aşaması olasılık dışı değildir. Şu anki kararsız denge durumu uzun süre devam edemez. Her üç durumda da Kürdistan’ın coğrafya olarak ve Kürtlerin de müttefiklik açısından konumları stratejiktir. Dengenin hangi taraf lehine veya aleyhine sonuçlanacağını belirleyecek konumdadır. Kürdistan ve Kürtler tarihin bundan sonrası için geleneksel satranç tahtası ve piyon olma rollerini terk edip özne konumuna gelebilirler. Bunda takip edilecek siyaset, iç ve dış ittifaklar belirleyici rol oynayacaktır. İmralı’daki yaşam deneyimimin sürecin bu yönlü gelişmesindeki payı küçümsenemez. Sistemin ve Türkiye’nin komplocu güçleri açısından kesinlikle olumsuz olmuş, uzlaşmacı güçler açısından ise önemli bir fırsat sunmuştur.

 

Karşılıklı Besleme ve Ortak Yaşamlar

Sonuç olarak, tüm bu çözüm ve tezlerimden “Uygarlıklar birbirleriyle uzlaşmadan, birbirini yok edip zafer kazanıncaya kadar savaşırlar” gibi bir yargı elbette çıkarılamaz. Yok, edici diyalektik anlayıştan kaynaklanan bu tür yargıları, felsefi anlayışımda da açmaya çalıştığım gibi evrensel akış diyalektiğine uygun bulmuyorum. Yok, edici uçlar bulunsa bile esas olan, karşılıklı bağlılık ve birbirini besleyerek gelişmedir. Toplumun doğasında daha çok bu diyalektik öz işler. Uzlaşan, birbirini yok etmeyen, karşılıklı beslemeyi esas alan ortak yaşamlar toplumların esas halidir. Tarih ve güncellik bu doğaya ilişkin ezici bir çoğunluk sunmaktadır. Yok, edici, aşırı ötekileştirici ilişki biçimleri istisnaidir. Tıpkı aslanların hayvanlar âleminde istisnai olmaları gibi.

Devletli uygarlıkla demokratik uygarlığın bir arada, birbirini yok etmeden, uzlaşarak yaşamaları mümkündür. Bunun için ilk şart uygarlıkların birbirlerinin kimliğini tanıyıp birbirlerine saygılı olmalarıdır. Kendi kimliğini diğerine zorla veya çeşitli avantajlarına, öncülüklerine dayanarak kabul ettirmek uzlaşma değil yok etme yöntemidir. Bu yöntem tarihte bolca karşımıza çıkan ve günümüzde de toplumların hücrelerine kadar yaydırılan iktidar-savaş yoludur. Avrupa ve kısmen ABD, kapitalist sistemin hegemon güçleri olarak, dört yüzyıl boyunca uygulanan iktidar-savaş yönteminden gerekli dersleri çıkarıp ulus- devleti tümüyle yıkmadan (Çünkü iç ve dış savaşların temel nedeni iktidarın bu tip örgütlenmesidir), yeniden federal birlikler halinde inşa etmeye çalışıyorlar. İnsan hakları, sivil toplum ve demokratikleşme argümanlarını katıştırarak. Açık ki, ulus-devlet eski katı biçiminden esnetilerek, daha çözümleyici bir araç durumuna getirilmek isteniyor. Rusya ve Çin’de de benzeri gelişmeler vardır. Katılıkta ısrar eden Kuzey Kore, Irak, Suriye, Türkiye, İran ve benzeri ulus-devletlere daha sert yükleniliyor. Irak ibretlik olarak hedef seçildi. Artık kaotik bir hal alan krizden en az kayıpla ve fazla yara almadan çıkmak istiyorlar. Sistemin Roma türü bir imparatorluk yaşayıp yaşamadığı tartışılıyor. Şüphesiz günümüzde Roma’nınkinden çok daha etkili bir küresel yönetim vardır. İster hegemonik güç ister imparatorluk olsun, bu iradenin gücü tartışılamaz bir ağırlığa sahiptir. Sistemini sürekli restore edip ayakta tutmaya çalışacaktır. AB türü kıtasal çaptaki düzenlemeler Asya, Afrika ve Amerika’da da gündemdedir. Ortadoğu için Büyük Ortadoğu Projesi geliştiriliyor. BM’nin reformasyondan geçirilmesi düşünülüyor. Ekonomik, kültürel ve sosyal yeniden düzenlemeler süreklilik kazanmaktadır. Karşımızdaki ve halen içinde güdüldüğümüz uygarlık sistemi son çağının en kaotik döneminden geçse de boş durmuyor. 

Uzlaşı refleksi var mı denilirse, bence bu yöntemi de hiç eksik etmiyor. Kaldı ki, tarihinde sıkça denediği ve asıl sonuç aldığı yöntem budur. Karşı tarafın bilinçliliği, örgütlülüğü ve özgürlük inisiyatifi zayıf kaldıkça, sistem uzlaşma süreçlerinden hep başarılı çıkmıştır. Örneğin başta SSCB ve Çin örneğinde gördüğümüz gibi reel sosyalizmi bu yöntemle etkisizleştirmiştir. Onların modernizm zaaflarını (ulus- devlet, endüstriyalizm, pozitivizm) kullanarak bu başarıyı elde etmiştir. Ulusal kurtuluş güçlerini ve sosyal-demokratları daha kolay asimile edip etkisizleştirmiştir. Anarşist, feminist, ekolojist ve bazı radikal hareketleri ise marjinalleştirmeyi başarmıştır. 

Tüm bu göstergelere rağmen, sistemin gücü her şey değildir. Daha da ötesi, sistem en zayıf dönemini yaşıyor. Eğer demokratik uygarlık cephesi hâlâ istediği gerekli ve hak edilmiş olan kazanımları elde edemiyorsa, bunun temel nedeni halen esas alması gereken paradigmatik devrimini tam yapamaması (temel bilimsel yaklaşım), yeterli program, örgüt ve eylem gücüne erişememesidir. Bunlar elde edilemeyecek ve erişilemeyecek hedefler değildir. Demokratik uygarlık hareketi kendi asli kimliğine (özgürlük, eşitlik, demokrasi) sahip çıkarak, tarihsel-sosyal çözümlemesini güçlü yaparak program, örgüt ve eylem biçimlerini dünya, bölge ve yerel çapta inşa edebilir. Dünya Demokratik Konfederalizm’i, Asya, Afrika, Avrupa ve Avustralya için bölgesel Demokratik Konfederalizm’leri gündemleştirilebilir. Özellikle Ortadoğu için Ortadoğu Demokratik Konfederalizm’i projesi mevcut kaotik ortam içinde oldukça anlamlı bir çalışma olacaktır. 

Tüm uygarlık tarihinde olduğu kadar modern zamanlarda da sistemlerin birbirlerini imha etme ve tekelleşme çabaları sonuç vermediği gibi, bunun bedeli de ağır olmuştur. Şüphesiz taşıdığı körlükler bu sistem savaşlarının bilançolarını çok ağırlaştırmıştır. Sistemler birbirlerine ağır basarak yaşamaya devam etmek isteyeceklerdir. Küresel düzeyden yerel düzeylere kadar hep hegemonyalar dayatılacağı gibi, karşıt direnişler de deneylerden çıkardıkları derslerle daha da güçlenerek devam edeceklerdir. Çözümsüzlükler devam ettikçe barışı ve savaşı hep beraber yaşamaya devam edeceğiz. Çözümlemeler ve çözümler daha başarılı oldukça, doğruyu, iyi ve güzeli daha çok yansıttıkça, elbette barışsızlık ve savaşsızlık hali diyebileceğimiz daha arzulu, güzel bir dünyayı hayal edebiliriz, gerçekleştirebiliriz. Elbette daha çok barış, daha az savaş da değerli bir haldir ve gerçekleştirme çabaları soyludur. Yalnızca ilkeli, onurlu olmak kaydıyladır. Tüm koşullar önümüzdeki sürecin olası gelişmelerini çağdaş tarihteki büyük Fransız ve Rus Devrimleri kadar önemli kılmaktadır. İster savaş ister barışla gerçekleşsin, Kürt Halkı, kendisi için sadece ulusal demokratik sorunu çözmüyor, bütün Ortadoğu bölgesi ve insanlık için büyük anlam ifade edecek olan bir çıkışı gerçekleştiriyor. Bu çıkışla sayıları her gün çoğalan kapitalist modernitenin ulus-devlet aygıtlarına bir yenisini eklemiyor; modernitenin çoktan hazırlamış olduğu kapitalist statüye, tekellere ve sanayi dünyasına katılmıyor; yeni bir uygarlığın, modernitenin ışıklarını saçıyor. Demokratik Modernite olarak da adlandırılabilecek bu modernite çıkışı, tarihinin en kaotik dönemlerinden birini yaşayan Ortadoğu kültürüne gerekli çözüm yolunu gösterebilecektir. Bu rol çözümleyici değerini daha şimdiden özellikle Irak (Uruk) üzerinden kanıtlamış bulunmaktadır. Yaşanan ve bir nevi ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ diyebileceğimiz bu süreç, Kürt Özgürlük Hareketi’ni tıpkı uygarlık tarihinin şafak vaktinde Zagros-Toros eteklerinde Proto Kürtlerin oynadığı rolün bir benzerini bu sefer sınıfsız, devletsiz, ekolojik kent, kârsız ekonomi ve demokratik toplum doğrultusunda yeni uygarlık ve demokratik modernite lehine oynamaya aday kılmaktadır. 

Kürdistan Devrimi’nin evrenselliğe giden yolu Ortadoğu Demokratik Uluslar Birliği’nden geçecektir. Kapitalist Modernite’nin ulus-devlet birimlerine dayalı birçok bölgesel birlik (Avrupa, Asya, Amerika ve Afrika’daki ulus- devlet birlikleri) ve BM, kurulduklarından beri hiçbir küresel ve bölgesel soruna çözüm bulamamışlardır. Çünkü ulus-devletin bünyesel olarak yaşadığı çözümsüzlük, sorun geliştirme ve erteletme kapasitesi bu tür bölgesel birlikler ve BM birimleri için de fazlasıyla geçerlidir. Bu başarısız örneklerin yerine ulus-devlet birimlerini aşan birimlerle yeni birliklerin oluşturulması ertelenemez bir ihtiyaçtır. Bölgesel Demokratik Ulusal Birliklere ihtiyaç olduğu gibi, mevcut BM yerine ulus-devletleri aşan demokratik ulusal birimlerden oluşan Dünya Demokratik Uluslar Birliği’ne (DUB) de şiddetle ihtiyaç vardır. İster bölgesel ister küresel düşünelim, Demokratik Uluslar Birliği’nin sadece devlet birimlerinin değil, demokratik sivil toplum örgütlerinin de katıldığı bir birlik olması gerekir. Dünya barışı savaşın kaynağı olan ulus-devletlerle sağlanamaz. Aynı zamanda krizlerin kaynağı olan modernite kurumlarıyla kalkınma da sağlanamaz. Mevcut örnekler bu gerçeği fazlasıyla kanıtlamaktadır. Dünya barışı demokratik uluslardan geçtiği gibi, dünya halklarının çalışma hakkı ve temel ihtiyaçlarının giderilmesi de kapitalizmin çılgın kâr peşindeki finans tekellerinden değil, herkesin çalıştığı ve çalışmanın özgürlük sayıldığı komünal ve ekolojik ekonomi ve ekolojik sanayileşme birliklerinden geçer.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.