Düşünce ve Kuram Dergisi

Çarmıh Mekanizması: Soykırımın Kültürel Boyutu ve Karşı Duruş

Zülfikar Tunç

Kapitalist modernite karakteri ve zihniyeti itibariyle anti toplumcudur. Arkasındaki devasa uygarlık birikimi tekel ve sömürme kültürü ile bunu gerçekleştirmektedir. Toplumsal kültürleri baskılayıcı, bozucu, çürütücü, kendi sistemine benzetici yol ve yöntemlerini uygulamak suretiyle maddi ve manevi kültürlere dönük soykırım uygulamada ustalaşmıştır. Kullandığı maskeler ise ulus-devlet ve endüstriyalizmdir. Ulus devlet zihniyet olarak milliyetçi, cinsiyetçi, dinci ve pozitivist iken bunu bedene dönüştürme biçiminde devlettir. Yayılmacı, talancı, bölücü, parçalayıcı ve iradesiz kılmada son derece vahşidir. Özellikle Ortadoğu coğrafyasında Arap, Türk ve Fars ulus-devletlerini mahşerin üç atlısı olarak kültürel demokrasi toplumlarının üzerine salmaktan da geri durmaz. Hele ki Ortadoğu’nun en kadim halklarından Kürtler söz konusu olduğunda yaşadıkları coğrafya, kültür, tarih ve yer altı yer üstü zenginlik ayaklarını sonuna kadar sömürmede ellerinden geleni yapmaktan geri durmazlar. O yüzden soykırımı kültürel fiziki olarak genel anlamda irdelerken Kürt soykırımını da ele almaktan geri durulmayacaktır. Halkın etik kültür olarak kendini örgütleyen ulus-devletin son iki yüzyılda halklara yapmadığı kötülük kalmamıştır. Ali Fırat “ulus devlet tüm tekellerin ortak paydası olarak, toplumsal maddi kültürün gaspı, fethetme ve sömürgeleştirilmesi üzerine kurulmak ile yetinmez, kültürün asimilasyonunda da belirleyici rol oynar. Ulusal kültür adı altında çoğunlukla hakim bir etnisite veya dini cemaatin kültür normlarını resmileştirip geriye kalan tüm kültürel varlıklara karşı savaş açar. ‘Ulusal bütünlüğe zararlıdır!’ deyip binlerce yıldan beri varlığını koruyan ne kadar din, etnisite, kavim ve ulus, dil ve kültürü varsa; ya zorla ya da maddi teşviklerle hepsinin sonunu hazırlar. Tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar dil, din, mezhep ve kabileleşmelerde kavim ve uluslar bu politikanın daha doğrusu soykırımın kurbanı olmuşlardır. Maddi soykırımlar manevi soykırımların yanında devede kulak bile değildir.”  demektedir.  ulus devlet ulusal kültür adı altında tekçiliği ideolojik olarak toplumsal kültürlere dağıtırken dincilik e milliyetçilikle de korku yaratıp varlıklarına yönelerek teslim almaya çalışmaktadır.

Asimilasyoncu ve fiziki soykırım metotları ile birlikte “tek bayrak”, “tek devlet”, “tek vatan”, “tek kültür”, “tek dil” teraneleri ile yirmi dört saat egemenliği altında tuttuğu toplumlara tekçiliği dayatır. “Ulusal Birlik” şemsiyesi altında farklılıklara karşı faşizm uygulamaktan da geri durulmaz.

Kapitalist modernite tüm kötülüğünü, milliyetçiliğini, dinci cinsiyetçilik ve zorbalığını, şiddetle güçlendirirken karşısında da tarihsel kültürden beslenip gelen Demokratik Modernite unsurları “kültür olarak direnerek” varlığını korumakla özgürlüğünü sağlama mücadelesi verir. Demokratik Modernite’nin demokratik ulus olarak zihniyetinde çoğulculuk, demokratiklik, özgürlük, adalet, eşitlik, dayanışma özellikleri direnişin bütünlüğü içinde yerini alırken bedensel olarak demokratik özerklikle yönetim olgusunu oluşturup direniş gücünü iradeye kavuşturur. Tarih tek yanlı ezme, yok etme, istediğini yapma biçiminde süregelmiştir. Yanı başında Özgür Halk güçlerinin anlamlı direniş ve inşa kültürleri ile bugüne gelebilmiştir. Dolayısıyla 19 ve 20.yüzyılda Anadolu ve Mezopotamya’da gerek Sykes-Picot antlaşması gerekse de ulus-devlet inşaları ile farklı inanç ve etnik topluluklara acımasızca kapan politikası izlenmiştir.

Binlerce yıl yan yana ahlaki politik dayanışma içinde yaşayan topluluklara dönük boğazlama politikası uygulanmıştır. 1915’te Ermeni Soykırımı Asuri-Süryani topluluğuna yapılan katliam, yine 1919’da Ege, İç Anadolu, Marmara ve Karadeniz’de Grek topluluklarının yerlerinden edilmeleri, mal mülklerine el koymalar ulus-devlet ideolojisinin temel marifetlerindendir. Kasapların mezbahacılığının görünürde uygulayanı Fars, Arap, Türk Ulus devlet iktidar güçleri iken bu kukla güçlere yapma direktifi veren kuklacı kapitalist modernitenin kendisi olmaktadır. O halde kültür, soykırım ve direniş tanımlamaları yapılarak konuya derinliğine eğilinebilir.

 

Kültür Soykırım ve Direniş

Latince kökenli colera kelimesinden türetilmiştir kültür. Kürtçe’ de çand kelimesine karşılık gelen kültür, Türkçe’de ekin-tarımla ilgili yaşantı anlamına gelmektedir. Ali Fırat da “insan toplumunun tarihsel süreç içinde oluşturduğu tüm yapısallıklar ve anlamlılıklar bütünü olarak genel bir tanıma kavuşturabiliriz.” demektedir. Toplumsal düzlem içinde zihniyetle bağlantılı ele alındığında anlamsallık, özgürlük, ahlak, bilim ve dayanışma ifade etmektedir. Zihniyet ve kültür anlamsal ve yapısal olarak bilinç, irade, inanç ve toplumsallaşma olarak anlamlandırılabilir. Anlamsal ve zihniyetteki daralma, çatlak ve yıkım kendi olmaktan çıkma hali, eş deyişle kendisizlik hali anlamına gelir ki bu durum kültürel soykırım olarak da belirtilmektedir Ali Fırat’a göre.

Soykırım olgusunu ise iki boyutlu tanımlamak olasıdır; maddi ve manevi soykırım. Asimilasyon yöntemi ile üstesinden gelinemeyen toplulukların fiziki ve kültürel olarak tasfiye edilme biçimidir. Etnik kırım adlandırması Lemkin tarafından yapılmıştır. Framik etnolog Robert Jaulin 1970’te yayınlanan kitabına “beyaz barış; etnik kıyıma giriş” adını vermiştir. Kitapta Amerikan yerlilerinin başına getirilenler anlatılır. “Soykırım terimi (ırk)  fikrine ırksal… Yok edilmesi isteğine bağlanıyorsa kavim kırım terimi de insanların fiziksel olarak yok edilmesini (soykırım durumdaki gibi) değil kültürlerin yok edilmesini ifade eder…” Genel olarak soykırım halkların vücutlarını katlederken kavim Kırım onların ruhlarını öldürür. Kavim Kırım aşağı ve kötü olarak değerlendirilen kültürel farklılıkları yok etmek, bir özdeşleşme ilkesine başvurarak başkalarına kendini benzetmektir. Başka bir deyişle kavim kırım çokluğun bir içinde görünmez hale getirilmesidir. Kültürel soykırım döngüsü içine alınan “halkların etnik ve dinsel grupların” ulus-devletin tekelci ideolojisi içinde her bakımından elimize edilmesi amaçlanır. Bu durumda maddi soykırımdan daha ağırdır çünkü maddi ve manevi kültür olarak her şeyinden vazgeçme dayatılmaktadır. Ali Fırat bunu uzun sürece yayılmış kitlesel çarmıha gerilmekle özdeş olarak yorumlar. Direnme olgusu ise tarihsel kültürle ilintilidir. Karşı koyma, dayanma, mukavemet anlamlarına da gelmektedir. Haksız zalimane vahşi saldırılar karşısında ahlaki politik olarak ideolojik kültür olarak örgütlü bilinçli iradeli ve benzeri karşı koyabilme gücü, inadıdır. Başka bir ifade ile direnme sanatı birey ve topluluk olarak kendi öz savunmasına karşı tutum almak suretiyle varlığını koruma özgürlüğünü sağlayabilme edimidir. Sistem güçleri hegemonya olarak direnen toplulukları soykırıma uğratmak için geri adım atmayacaktır. Sistem yok edemediğinde ya asimile edip kendine benzetecek ya da bileğini bükemediği iradenin kimliğini vb. her bakımdan tanımak zorunda kalacaktır. Her halükarda direnme ve inşa olmadan hiçbir şeyin elde edilemeyeceği hakikati göz ardı edilemez. Önemli olan sistemin oyunları karşısında direnme kültürü olarak uyanık durumda olma ve kendi olmaktan çıkmadan başarabilmektir.

 

Kendi Olmaktan Çıkarılmaya Çalışılan Winston

George Orwell 1984 kitabında Winston karakteri şahsında sistemin toplumsallığı kendi değerlerinden uzaklaştırıp otomat haline nasıl getirildiğini iyi çözümlemektedir. Hakim eliti ve sistem kültürü zayıf toplulukları sürü haline dönüştürmek için iktidar eliyle kılcal damarlara kadar sızarak denetim gözaltı kontrol mekanizması oluşturmuştur. Büyük gözaltı kıskacında bulunan insanlar sistemin dil ve kültürüne angaje edilmeye çalışılmaktadır. Romanda Winston’un varlığını toplumsallığını düşünme biçimini terk etmeye zorlaması bariz olarak görülmektedir. Winston gebelikte büyük baskı altındaki toplumlar zayıf olduklarından var olan sisteme sorgusuz sualsiz boyun eğmektedirler. Varlıklarının varlıksız hale getirilmeye çalışılması bir nevi kültürel soykırımdır. Bilinç parçalanmaya çalışılmakta, anlamsal ve kurumsal olarak zihniyet yarılması erimesi yaşatılmaktadır. ulus devletler çağında yazılan romanın baş karakteri Winston, oligarşik zorbalığın kafesine alınmıştır. Kendi olma arayışı kapandan çıkma fiilinde bulunmadığı sistemin ördüğü ağı parçalayamamaktadır. Romanda O. Brian Winston’a “… bizi ilgilendiren şey düşüncedir, biz düşmanlarımızı yok etmek için uğraşmayız, onları değiştiririz.”  ve “sen çürük malsın, temizlenmesi gereken bir lekesin… Öldürmeden önce bizden biri yaparız.” der. Burada efendisine benzeşme ve onun eki olma dayatması söz konusudur. Kendini onlardan biri yapmadığı sürece hayatta kalması imkânsızdır. Sistemin kültürünü benimsediği oranda üzerindeki baskı ve iktidarın işkencesi azalacaktır. Zira romandaki topluluk uysal, ıslah edilmiş ve robot gibidirler. Kendilerine ait bir düşünce ve kararları yoktur. Sistem onlar adına düşünmekte ve karar vermektedir. Uyumsuz olanlar aç bırakılmış farelerle cezalandırılmaktadır ve iktidar acı çektirmektedir. Sert ve yumuşak siyaset iç içe uygulanmaktadır. Kapitalist modernitenin ulus-devlet aracılığı ile insani toplumlara hükmetmesi, ona acı çektirmesi, boyun eğdirmesi, varlığını tartışılır kılmasına, Ali Fırat “kitlesel çarmıh” adını vermektedir.

 

Kitlesel Çarmıh

Kitlesel çarmıh, Spartaküs ve arkadaşlarını yol boyunca çarmıha geren Roma imparatorluğunun vahşiliğinin çağrıştırır. Bu uygulama Roma’nın güçlü olmasından ileri gelmektedir. Her ne kadar topluma gözdağı verilmek amaçlansa da esas korku içine giren Roma imparatorluğudur. Zaten hem Hristiyanlığın hem de kavimlerin direnişi karşısında çöküp gitmiştir. Soykırım ve çarmıh ürküntüsü veren siyasi kahramanlardır. Kitlesel çarmıh salt fiziken değil ruhsal olarak da uygulana gelmektedir. Fiziken yaşayan ama kültür olarak öldürülme hali fecaattir. Theodore Boswald “savaşların en soylusu vahşilere karşı yürütülen savaştır.” diyen ABD başkanıdır. Soykırım politikasında yerli topluluğa fiziki ve kültürel uygulamaya “tek iyi kızılderilinin ölü Kızılderili olduğunu söyleyecek kadar ileri gidecek değilim ama onda dokuzunun böyle olduğunu düşünüyorum ve onuncu vakayı daha ince eleyip sık dokumadım” biçiminde dile getirmektedir. Rezervasyon denilen toplama kamplarına alınan komanci Kızılderililerin kabile şefi az buçuk İngilizcesi ile “Tosavi iyi Kızılderili” diye kendini ifade ederken ABD generali ise “şimdiye dek gördüğüm Kızılderililerin hepsi öldüğünde… En iyi Kızılderili ölü Kızılderilidir.” diyerek bir nevi kapitalist modernitenin zihniyet ve kültürünü dile getirmiş olur. Amerika’nın topraklarından 16. yüzyıldan sonra 20. yüzyıl başına varana kadar uygulanan kapitalist modernitenin vahşililidir. Yerliler yok edilmekle kalmamış, yurtlarını terk etmeleri sağlanmış ve korkunç ve kültürel soykırıma tabi tutulmuşlardır. Kültürel soykırım da ötekileştirilen topluluklar sürekli tekçilik ideolojisi ile aşağılanır, kuşku içinde bırakılır, sömürülür ve en ağır işlere koşturmaktan geri bırakılmaz. Farklı olanlar hep tehlikeli gösterilir ama kriz anlarında iktidarlar rahatlıkla bu toplulukları kültürel çarmıha gerip kurban edebilirler. Nitekim 20. yüzyılda Ermeni, Süryani, Çerkez, Yahudi, Rum ve Kürtlerin başına gelenleri bu çerçevede yorumlamak gerekir. Kendisi gibi olmayanı kendisi gibi olmaya zorlamak bir nevi kültürel soykırımdır. Kendisi gibi olmayanlara dönük kin ve nefret ettirerek tek tipleştirme daha bir problemdir. Spinoza nefret üstüne “İnsan kendisini severek kötülük yapmaya çalışır bu çabaya zalimlik de denir. Birinden nefret etmek demek onu kederinin nedeni olarak görmektir, dolayısıyla birinden nefret eden kimse onu ya yanından uzaklaştırmaya ya da yok etmeye çabalayacaktır” der.

Ulus devletlerin farklı olandan nefret ettiği aşikârdır. Özellikle kendi hâkim elit kültüründen daha gelişkin kültürlere dönük soykırım örnekleri söz konusudur. Yahudiler maddi ve manevi kültür olarak güçlü olduklarından ilk süreçte onları seven Alman hâkim elit kültür, kendi krizinin kaderinin vb. sebebi olarak Yahudileri gösterip yok etme yoluna başvurmuştur ve bir anda yabancı öteki görülüp zen fobi yani düşmanlık derecesine çıkarmışlardır. Anadolu ve Mezopotamya’daki kadim topluluklara 20. yüzyılda uygulanan zen fobi ve ulus-devlet hastalığıdır. Bu hal makro düzeyde kitlesel çarmıha germe olarak da ifadeye kavuşturulabilir. Son yüzyılda ulus devlet faşizminin halklara yapmadığı kötülük kalmadı. Avrupa’da Hitler üzerinden Yahudi toplumuna yapılanlar, kapitalist modernitenin en büyük insanlık suçudur. Görüntü Hitler ama esas fail kapitalist modernitedir. Yahudiler maddi ve manevi kültür olarak güçlü olduklarından fiziki soykırım üzerinde denendi. Ali Fırat “fiziki soykırım yöntemi genellikle hâkim elit kültürüne yani ulus devlet kültürüne göre üstün konumda olan kültürel gruplara uygulanır. Bunun tipik örneği Yahudi kültürüne ve halkına uygulanan jenositlerdir.” derken maddi ve manevi kültür gerçeği üzerine hâkim elit kültürün uygulamalarına nailde maruz bırakıldıklarını çözümler. Ayrıca kamplardaki uygulamaları tam bir fiziki manevi kültür soykırımıdır. Hâkim elit kültür ulus devlet olarak Alman burjuvazisi maskesi altında Yahudi maddi kültürüne el koymuştur. Ardından da kamplarda maddi ve manevi kültür olarak hedeflenmişlerdir. Hannah Arendt “55 lerin zaferi işkence edilen kurbanın itiraz etmeden idama gitmesi… Darağacını kurmadan önce kurbanı imha etmeyi başarmış bu sistemin… Kuklalar gibi kendi ölümlerine giden bu insan alaylarından daha korkunç hiçbir şey yoktur.” der. Görüleceği üzere hâkim elit ulus devlet olarak faşizmini ruhları öldürme üzerine kurmuştur. Dayatılan kimliksizleşme halidir. Hem fiziki hem de biyo iktidar yoluyla her türlü kolaylık uygulamasına tanıklık edilmektedir.

Varlığından kimliğinden insan olmaktan çıkarılmasının adı Hitler faşizmidir. Maddi ve manevi kültür olarak güçlü olmanın nedenini Hitler faşizmi bir soykırım gerekçesi haline getirmiştir. Kendi olmaktan çıkarma hali “en iyi en iyi Yahudi ölü Yahudidir” felsefesine dönüştürülerek refleksi sinirler alınarak yer almaktadır. Bir nevi insanın iç dünyasını, zihniyetini, kültürünü parçalamaktır. Tam da bu noktada Ingeborg kocaman balina adlı kitabının girişi bölümünde “insanın gerçek ölümü hastalıklardan değildir insanın insana yaptıklarındandır. Savaş artık cephelerde dış dünyada değil insanların iç dünyasındadır. En büyük hedef insanların iç dünyalarını yıkmaktır bu yıkım ve cinayetler artık tarihin belli dönemlerinde değil günlük yaşamımızda yer alır.” Demektedir. Tahakküm ulus devlet eliyle oluşturulurken ulus devletin her bir bireyinin milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, pozitivizmin ideolojisi ile bir zihni kültür biçimlenmesi oluşturduğundan öteki görülen toplum bireylerine yönelik hedeflerini yaparak günlük yıkımlara sebebiyet verirler. Öyleyse zihniyet ve estetik olarak kendi varlığını öz var olma ile güvenceye alma özgürlüğüyle buluşabilme kurtuluşu da önemli bir olgu olarak var olmadıkça sonun felaketine kapı aralamak işten bile değildir.

Sümer devleti tapınakta inşaa sonrasında, sistemin süreklilik kazanması için zihni egemenliğini kalıcı kılmak adına maddi ve manevi kültürü tekeline almıştır. Toplumun; öz zihni değerlerden koparmak için ikna ve zor aygıtını yöntem olarak uygulamış, birikimlere el koymuş ve sömürü tarzını geliştirerek devam ettirmiştir. Amerika’da Kızılderililer Avustralya’da Aborjinler Anadolu’da Helenler, Süryani, Ermeni, Kürt ve Çerkezler Afrika’da kabile topluluklarının başına ne felaket getirildiyse kapitalist modernite ve onun ajan acentesi Ulus devlet tarafından getirilmiştir

Ulus devlet iktidarı kendi bekası bakımından hor görülen üzerinde tahakkümü kurarken “Zihniyet oluşum merkezleri olarak üniversite, akademi, daha aşağıda lise, ortaokul, ilkokul ve anaokulunun verdiği, kilise, havra ve caminin tamamladığı ve kışlanın keskinleştirdiği şey, toplumun kalıntısı kalan zihni, ahlâki ve politik dokularının fethi, işgali, asimile edilmesi ve sömürgeleştirilmesi değil de nedir?” [1]Zihnin kuşatılıp dayanaklarının çökertilmesi ile sömürgeleştirilmesi ve kırıma uğratılması günümüzde medya ile daha fazla yaygın hale getirilmiştir. Zihni fetih sağlanınca toplum Kırım işlemi matematik işlemine dokunmak kadar basit hale getirilir.

Zihniyet ve estetik, anlam sağlığı dumura uğratılan birey ve toplum tam anlamıyla yok edilme ile karşı karşıya bırakılır. Kurumsal ve anlamsal bütünlükten alıkonulma biçimi bir nevi kültürel soykırımdır. Söz konusu Kürtler olunca “hem kurumsal hem de anlamsal olarak derin bir parçalanmayı ve zihniyet yitimini yaşadığı için Kürt toplumu ancak bir kültürel soykırım altındaki toplum olarak tanımlanabilir.” [2] Ortadoğu’nun en kadim halkı olan Kürtlere dönük uygulana gelen soykırımın dünyada bir benzerini rastlamak olanaksızdır

 

Şark Islahat Planı Kürt Varlığını Yok Etme Planı

Kürt toplumu dağ, tarım ve hayvancılık kültürü ile tanımlanmaktadır. Zihniyet ve estetik dünyaları ahlaki-politiktir. Bu kültürü en fazla yaşayan ve yaşatan aktaran özne kadındır. Kürt kadının zihniyeti ve estetiği anlamsal ve kültürel olarak ahlaki-politiktir. Kültürel olarak anti sınıflaşma, anti iktidarlaşma, anti devletleşme geleneğine sahiptir. Bu nedenle “jin jiyan azadi” (kadın yaşam ve özgürlük) olgusu kültürel soykırım karşısında kültürel demokrasi olarak direnmesini bilen özneyi ifade eder. Kürt kadının zihin ve estetik canlılığı, yaşamda doğallığı sanat, edebiyat, denbêjlik ve rengârenk giyim kuşamı ile tarihsel kültürün direniş öznesidir. Kürt kadınının şahsında yerellik ve evrensellik iç içe geçmiştir. Ana kadın tanrıçanın çocuğu da olan Zerdüşt oluşturduğu anlam dünyası ile bu gelenek ve kültürü yani direnişi taşımanın onuru, iradesi içinde olmuştur. Ali Fırat da bu evrensel gelenek ve kültürün çocuğudur. Dolayısıyla kültürel soykırım kıskacındaki bir halkın varlığını koruması ve özgürlüğünü sağlaması uğruna verdiği bedellerin bir anlamsallığı bulunmaktadır. Kültürel soykırım son yüzyılda Kürtlere yöneldikçe yönelmiştir. 1925 Şeyh Sait komplosu ve Şark Islahat Planı ile yürürlüğe konulup bugüne kadar güncellenerek getirilmiştir. 8 Eylül 1925 ve 2536 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile Şark Islahat politikası yürürlüğe konulmuştur. Mehmet Bayrak Şark Islahat Planı kitabında Kürtlere yönelik eritme, komplo, sürgün etme planını en ince ayrıntısına kadar anlatmaktadır. Planlamanın ana hatları içinde askeri yönetim 5 genel müfettişlik bölgesi Kafkas, Laz, Gürcü topluluklarının Kürt coğrafyalarına yerleştirilmesi, yurtsever kişi ve ailelerin zorla sürgün edilmesi, memurların hâkimlerin Kürtlerden seçilmemesi, Kürtçe konuşmaların cezalandırılması, kadınların Türkçe konuşmalarının sağlanması, karakol, demiryolu karayolu ve Kürt coğrafyasında hükümet binalarının çoğaltılması suretiyle TC hâkimiyetinin iyice tesis edilmesinin sağlanması…

Bu soykırım planlaması olduğu kadar vatansızlaştırma harekâtıdır da. Kürtlük adına ne varsa beyaz Türk komplosu ile ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Kürt varlığını tarihsel ve kültürel olarak tasfiye etme planlamasıdır. Bununla sınırlı kalınmamış 5 yıl aradan sonra, bu kez 1930’da İçişleri bakanlığınca valiliklere yollanan çok gizli ve kişiye özel genelgelerle Türkleştirme politikasının hayata geçirilmesi salık verilmiştir. Bu genelgelerin çarpıcı bir maddesini Mehmet Bayrak söyle belirtmektedir: “Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve toplum gelenek ve göreneklerinde milliyet ve ırk hislerini daima uyanık tutan, toplumları geçmişlerine bağlayan bağlar olduğu unutulmamalı, bundan dolayı lehçe ile birlikte bu gibi aykırı gelenekleri fena ve zararlı görmek ve bilhassa kötü göstererek… kötülemeli ve ayıplamalı…” Haliyle toplumu var eden gelenek ve kültür dokusunun kökten silinmesi hedeflenmiştir. 12 Eylül sonrasında annesi Kürt gelenek ve kültürü olarak renkli şalvar, tülbent giydiği için veya kendi Kürtçe dilinde konuştuğu için çocuklarının Medeni toplum içinde ya da arkadaşlarının yanında utanması, esas itibariyle “kötülemeli, ayıplamalı” şark ıslahat politikalarının varlığının sürmesidir. Özünde kadının kıyafeti bir geleneğin kültürün tarihselliği yaşantısı iken, bundan utanma bu kültürden utanma olup Türkleştirme kültürünün yarattığı ağır zihinsel estetik tahribatın kendisidir.

Hele ki o dönem Kürtlerin Türk ocakları yatılı bölge aracılığı ile asimile etmek kız okullarını çoğaltma temel Türkleştirme stratejisidir. En son dersim direnişinin bastırılması stratejisi sonrası kürt çocuklarının alıkonulup okullarda Türkleştirilmelerini duymayan bilmeyen yoktur.

Bugün dahi bu türden okullarda zihin ve kültür yıkımı gerçekleştirilmektedir köy ilçe kasaba illerde açılan okullarda Türkleştirilmesi seferberliği söz konusudur. Türkçe düşünüp konuşup Türk gibi ya şam özendirmektedir.i Öyle ki Kürtçe konuşan ana babaları kendi çocukları ihbar eder hale getirilmiştir Koçgiri  Agirî, Palu ve Dersim’de yaşamış yaşanan kıyımlar Kürt coğrafyasında “ekonomik ve siyasi açıdan sömürge askeri açıdan işgal ve kültürel açıdan soykırım” altına alınan Kürt gerçekliğine işaret ediyor.

Elbette yaşananlar uluslararası bir planın parçalarıdır. Ali Fırat “…1925’te İngilizlerin senaristliğini yaptığı Kürt kıyımında bu temel gerçeklikler belirleyici olmuştur. Anadolu’daki azami karın garanti edilmesi tıpkı Ermeni, Rum ve Süryani kırımında olduğu gibi Kürtlerin de köklü hallini gerektiriyordu. Hegemonik güç olarak İngilizlerle Yahudi sermayedarlar ve Siyonist kadrolar bu konuda Türk bürokratik burjuva unsurlarla sıkı, gizli ve komplo vari bir ittifak temelinde uzlaşmışlardır” demektedir. Böylesine kirli ittifakla Şeyh Said’e ve direnişe yapılanlar, Musul-Kerkük’e İngilizlerin el koyması sosyalist ve İslam ümmetçilerinin de tasfiyesine yol açtığını irdeler Ali Fırat. Dolayısıyla Şark Islahat Planı ve mecburi iskân politikası (güncelde devam ettirilmektedir) ulus devletin ideolojik tekelci faşist zihniyeti ile hazırlanmış ve yürütülmüştür.

Şüphesiz ki kültürel soykırım karşısında belli bir direniş sürdürülmüştür. Gelinen aşamada var olma savaşı özgürlüğünü sağlama mücadelesi olarak sürdürmektedir. Direnme ve inşa en temel güvence olmaktadır.

 

Direnerek Var Olma Hali Olarak Özgürleşme

Kültürel hareketler; gelenek ve kültür olarak varlığın temeline direniş ve özgürlüğü yerleştirir. Varlık temelini direnişe dayandırdıkça zihniyet ve kültür olarak anlam ve kurumsallık olarak süreklilik arz eder. Bir nevi toplumun kendi olmada ısrar ve inat halidir de. Ali Fırat, “özyönetim kendi toplumsal doğasındaki erki düzenleme ve denetlemeyi, böylece toplumun sürekliliğini sağlamayı ve beslenip korunmasını” sağladığını belirtmektedir. Özyönetim olmak ahlaki politik olmaktır. Ahlaki-politik toplum, yönetim olmayı başardığı oranda kendini sömürge asimilasyon ve soykırım gibi yönelimlerden korumayı başarabilir. Özyönetimler aşağıdan yukarıya doğru taban demokrasisidir. Bir başka ifade ile radikal demokrasiyi işlettiği, toplumun bu işlere kattığı oranda beynini koruduğu gibi zihniyetini demokratik, özgür ve dayanışmacı kılmayı bilir.

Toplum köy, ilçe, il, sokak, mahalle ve semtlerde meclis-komün olarak örgütlü olduğu oranda yabancı yönetimin asimilasyoncu, soykırımcı, milliyetçi, dinci ve cinsiyetçi saldırılarına karşı direnebilir. Politika ve ahlak diri ve işler oldukça zihniyet ve estetik olarak öz savunma toplumsallığını korumayı başarır. Çünkü toplumsal işlere katılım kadar ulus-devletçi sistemin saldırıları karşısında bilinçli, inançlı ve iradeli yaşam duruşu güçlü biçimde sergilenir.

Daha somut olarak Hitler faşizmi Sovyetlere saldırdığında, toplumsal direniş ahlaki-politik direnişten beslenmiş ve direniş dünya ölçeğinde faşizmin iktidarda olduğu her ülkede anti-faşist hareketleri oluşturup mücadele etme bilincine dönüştü.

1968 yıllarında ise gençlik hareketleri feminist, ekolojik, anarşist ve ulusal kurtuluş hareketlerinin direnişi kapitalist modernite ve ulus devlet karşısında demokratik direnişi yaygınlaştırmıştır. Bu anlamda tarihsel kültür kendisini gelenek ve kültür olarak sürdürmüştür. Ali Fırat “zaten gelenek ve kültürün kendisi direniş demektir” devamla, “kültürlerin direnişi kayaları delerek varlıklarını kanıtlayan çiçekler misalini andırır” demektedir.

Kültürel hareketler ahlaki-politik oldukları kadar devletçi iktidarcı değil, toplum odaklı demokratik ulus zihniyetli kendilerini varlıklarını sürdürürler. Bugün dünyanın birçok yerinde kentlilik, yerellik ve bölgesel özelliklerin gelişmesini engelleyen ulus-devlet ve onun katı yapısıdır. Özgür kent yurttaşlığı sosyolojik-ekolojik bilince sahip olduğunda; kent yıkımı yurttaşsızlık, katılımsızlığa dönük mücadele içinde olur. Türkiye’de Gezi direnişi kentlilik, demokratiklik ve komünlülük bilincine dayalı konfederalizm zihniyetliydi. Kentin her şeyi hakkında söz ve karar sahibi olabilme iradesiydi. Ölü yurttaş değil canlı, özgür, demokratik bilinç ve kültür sahibi yurttaşlığın dile getiriliş biçimiydi. Aynı şey yerel yönetimler açısından da geçerlidir. Halkın katılım sağladığı ve denetlediği söz ve karar sahibi olabildiği demokratik yerel yönetim anlayışı gerekli hatta zorunludur. Belediye, il, ilçe meclisleri işlevsel kılındığı oranda toplumsal irade açığa çıkacak ve merkezi, katı tekçi yapı bu durum karşısında kendini değiştirme yoluna gidebilecektir. Merkezin ataması, yandaş partici olguları yerine halkın seçtiği bir yönetim demokratiklik ilkesine hayat verecektir. Örgütlü, bilinçli, iradeli bireylerden oluşan toplum, demokratik ahlaki-politik toplum olup her türlü anti demokratik müdahaleler karşısında kendini ve kurumlarını canla başla korur.

Meksika’da Zapatista özerk yönetim modeli de bu bakımdan dikkate değerdir. “Yerli halkın aldığı karar doğrultusunda, Meksika Devleti’nden yerli topraklarındaki faaliyetler karşılığında ‘Toprak kullanım’ belgesi talep edilmektedir. Bu talep karşılanmadığında devletin yapmak istediği faaliyete izin verilmemektedir. Devletten gelen bu vergi ise halkın kullanımı için açılmış olan Yerli halk Bankası’na aktarılmaktadır.”[3] Aynı biçimde Katalan Özerk Yönetimi’nde de bu gelenek ve kültür geçerli olmaktadır. Kendi kendini yönetme, yerel ve evrensel bilinç anlamında demokratik toplumsallaşmadır. Alttan üste doğru örgütlülüğe sahip olmak İspanya’nın merkezi yapısı karşısında çoğulcu demokratik toplum bilincini iradeye kavuşturmaktır.

Dünyanın birçok yerinde ulus devletlerin katı merkeziyetçi, tekçi yapısı artık aşılmayla karşı karşıyadır. Kürtler bu durumu Ali Fırat ile güçlü çözümleyerek asimilasyon, soykırım ve sömürgeleştirme zihniyeti karşısında demokratik moderniteye dayalı demokratik uluslaşma, demokratik konfederalizm, demokratik özerklikle köy, ilçe, il, mahalle, semt daha genel anlamda kent, yerel ve bölgesel özerklikle, yerellikle evrenselliği iç içe geçirmek suretiyle radikal demokrasinin yetkin geliştiricileri konumundadırlar.

Ali Fırat, Kürtlerin yaşamını “kültürel yaşamı uygarlık yaşamına tercih etmeleri basit bir gericilik veya ilkellikle izah edilemez. Yaşadıkları kültür bir kent sınıf ve devlet kültürü değildir. Kendi içinde otoriterleşmeye, sınıflaşmaya yer vermeyen ve kabile demokrasisinde ısrar eden bir kültürdür. Kürtlerin kolay zapturapt altına alınmamaları bu kültürel demokrasi ile ilgilidir” tarzında tarihsel kültürel olarak çözümlemesi anlamlıdır. Sümer uygarlığında günümüz kapitalist modernitesine karşı halkların özelde Kürtlerin yürüttüğü mücadele hiç şüphesiz gelenek ve kültür olarak direnmede, kültürel demokraside ısrardır. Özgürlük hareketi kültürel soykırımın amacına ulaşacağı noktada tarih sahnesine çıkmış, yok olmanın eşiğinde duran bir halkın varlığın koruma, form kazanmasına öncülük ederek tarihi tersyüz etmiştir. “Tarihin betonları arasına gömdük” denilen noktada sömürgeci ulus-devlete karşı gelenek ve kültür olarak direniş geliştirilmiştir. Sistem de buna karşı kültürel soykırım politikalarını özel savaş ve gladio politikaları ile güçlendirerek özgürlük hareketinin üzerine yürümüştür. 12 Eylül 1980 ile birlikte fiziki ve kültürel soykırım yaygın hale getirilmeye çalışılır. Buna karşı Amed zindan direnişi, akabinde 1984 atılımcı ruhu sömürgeci politikalara dur demiştir. Nato’yu arkasına alıp JİTEM, Hizbullah, gladyocu  yöntemlerle 1990’lar sonrası soykırım “tam gaz ileri” denilmiştir. Binlerce köyün boşaltılması milyonların göçü faili belli cinayetler, on binlerce tutsağı ve metropollerde okullarda çocukların zihinsel, ruhsal öğütülmeleri, yatılı okulları biyoiktidar yöntemleri soykırımın boyutunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

2000’lerden sonra özgürlük hareketinin direnişi karşısında tıkanan, ideolojik olarak yenilen sömürgeci zihniyet milliyetçiliği de arkasına alarak özel savaşa taktik olarak dinciliğe sarılmasıyla topal ördek misali yoluna devam etmektedir. Yeni özel savaş, Yeşil, kara ve beyaz faşizmle birlikte 2016’da soykırıma yönelirken özgürlük hareketinin özyönetim direnişi ile çöktürme planını (modern şark ıslahat planı) boşa çıkarmıştır.

Fiziki ve kültürel soykırımı, devlet kurmakla değil, toplumun demokratik ulus ve onun bedeni olan demokratik özerkliği inşa etme ile ortadan kaldırmak mümkündür. 21. yüzyıl bu anlamda Kürtlere devlet kurma değil kültürel demokrasiyi inşa şansını ve em rini vermektedir. Yarım asra ulaşan özgürlük hareketi mücadelesinin deneyim, tecrübe ve birikimleri sistemik paradigmasal olarak rojava’da görünür olmaya başlamıştır. Rojava devrimi, kapitalist modernitenin gözünde uyumsuz bir toplum toplumsal modeldir. Çünkü uyumlu modeller yabancı yönetime dayalı ulus devletçi modellerdir. O yüzden uyumsuzluk hali haklar bakımından devrim halidir. Rojava devrimi demokratik toplum devrimidir. Tarihsel kültürden beslenen kadınlar ve onların öncülüğünde özneleşen “politik komün”ün kendisi olmaktadır. Kadın “Jin Jiyan Azadi” olarak demokratik ulus ruhunu ve öz yönetimini inşa ederken demokratik modernitenin özne partisi özgürlük hareketin temel kadrosu öncülüğüdür.

Rojava, devletçi-uygarlıkçı sistemin kadın şahsında tarih boyunca düşürdüğü toplumu yeniden zihniyet estetik ve ahlaki politik olarak uyandırma ve her türlü soykırım karşında bilinçli örgütlü kılıp mücadele eder hale getirmenin modelidir. Rojava Halk Meclisi radikal demokrasinin çekirdeği olan komüne dayanmaktadır. Komünleşmelerle kadın savunma, ekonomi, siyasi, sivil toplum, özgür toplum, adalet, diplomasi vb. alanlarında kendi kendini yerelden genele radikal demokrasi temelinde örgütlemiştir. Halk meclisi aşağıdan yukarıya komünleşmenin, meclisleşme’nin zirvesi olmaktadır. İç örgütlenme ve çalışma sisteminde ise kongre-gel sistemini esas almaktadır. Kooperatif ve akademiler ile konfederalizm sisteminin daha fazla yetkinleşmesi sağlanmaktadır. Demokratik konfederalizm demokratik uluslaşmanın kendisidir. Demokratik uluslaşma da radikal demokrasi ile kendi olma biçimidir, bilinci ve yaşamıdır.[4]

Rojava’da inşa edilen demokratik ulus modeli sadece Kürtlerin değil, o  topraklar üzerinde yaşayagelen tüm farklılıkların özgürce bir arada demokratik birlik içinde yaşamasıdır. Sadece kendini düşünmeyen, farklı toplulukları özneleştiren Suriye’nin bütünlüğünde demokratik sistemi inşa mücadelesi veren ve Suriye şahsında Türkiye, Irak ve İran toplumlarına da model olma gücündedir. Bunlarla yetinmeyen Ortadoğu ve insanlık bakımından güzellik ve evrensellik ilkesine hayat veren özgür birey özgür toplum yaşayış biçimidir.

 

Sonuç yerine;

Ortadoğu’da halkları kapana almaya çalışan çarmıh mekanizmasını düzeneğini kuran kapitalist modernite ve onun celladı, ulus devletin kültürel soykırımına karşı halkların da kültürel demokrasi temelinde demokratik modernitenin özgürleştiren, demokratik ulus, demokratik konfederalizm ve demokratik özerklik modeli ile bu kıskaçtan kurtulabileceğini belirtmek gerekmektedir. Bunun için de Ingeborg Bachman’ın dediği gibi “yeni bir dil olmadan yeni bir dünya olamaz” sözüne kulak vermek kadar yeni bir zihniyet olmadan da doğru bir dünyanın olamayacağını bilerek her türlü soykırıma karşı Ali Fırat’ın “…sosyalizm sadece devrim demek değildir, topluma demokratik katılım ve kapitalizme karşı bilinçli ve eylemli yaşamdır” ilkesinin de özümsenmesini gerektirmektedir.

[1] Ali Fırat, Özgürlük Sosyolojisi, s. 95.
[2] Ali Fırat, Demokratik Ulus Çözümü, s.19.
[3] Demokratik Modernite Dergisi, Sayı 9.
[4] Demokratik Modernite Dergisi, Sayı 16.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.