Düşünce ve Kuram Dergisi

“Kültür Yok Olmayı Bilmez, Ya Yok Olur Ya Yaşar”

Recep Bekik

Günümüz dünyasında iki yüz kadar devlet var. Genel olarak toplumlar, adlandırılırken de bu devletlerin isimleriyle adlandırılıyor, onların kültürlerinden bahsediliyor. Yani bu iki yüz kadar ulus-devlet sayısınca toplum kültür varmış gibi. Oysa gerçeklik böyle değil. Örneğin Fransa, Almanya, İtalya, Portekiz, Türkiye, İngiltere, Mısır, Cezayir, Tunus, Fas, Çin vb. adlandırmalarla Fransız, Alman, İtalyan, Türk, Mısırlı, İngiliz, Cezayirli, Tunuslu, Faslı, Çinli vb. toplum ve kültürler kastediliyor. Ancak bunlardan belki Fransa, Portekiz, Almanya ve İtalya haricinde hiçbirinde ne tek bir topluluk ne de kültür mevcuttur. Ne İngiltere sadece İngiliz’dir, ne Türkiye sadece Türk’tür, ne Mısır, Cezayir, Tunus, Çin vb. hiçbiri tek bir halk ya da ulus değildir. Kendi içlerinde birçok halk, topluluk, ulus, kültür barındırırlar. Ancak ulus-devlet mantığı diğer halkları, ulusları, toplulukları ya yok sayar; görmezden gelir ya da onları zor dahil her türlü yöntemle kendi kültür ve toplumsallığı içerisinde eritip yok etmeye çalışır. Bireylerin nasıl bir kimliği varsa, toplumların da kendi kimlikleri, ruhları, maddi-manevi varlıkları vardır. Toplumlar, maddi-manevi varlıklar olarak var olur, kendileri olurlar. Bu maddi ve manevi toplumsal varlık da kültürdür. Toplumları birbirinden farklı kılan, ayıran şey toplumların kültürleridir. Bir toplum kendi kültürüyle varsa vardır. Kendi kültürü yoksa bir toplum olamaz; ne toplumsallığından, ne kimliğinden ne de varlığından bahsedilebilir. O nedenle kültür toplumsal varoluşun, toplumsal kalmanın bir anlamda kendisidir.

Kültür en genel anlamıyla doğada diğer canlılar dışında kendini bilme, farkında olma; yani insan olmanın temel, olarak insanlığın ürettiği tüm maddi-ma nevi değerler bütünü olarak tanımlanabilir. Doğanın evrimi içerisinde insan DNA’larının (genlerinin) yaklaşık olarak %98,5 (yüzde doksan sekiz buçuk) oranında aynı olan primat akrabalarından (özellikle şempanze ve bonobo) farklı olarak kültürel evrimle ayrı bir yol izleyerek insanlaşmıştır. Ünlü arkeolog Gordon Childe’in de dediği gibi, “İnsan kendini yaratmıştır.” Kültür için bir tanımında Ali Fırat şöyle der: “Dar anlamda kültür bir toplumun zihniyetini, düşünme kalıplarını, dilini ifadelendirirken, geniş anlamda buna birikimlerin de (ihtiyaçları gideren, tüm araç gereçler, besinler, besin üretme, saklama, dönüştürme biçimleri, ulaşım, savunma, tapınma, güzellik araçlarının toplamı) eklenmesini ifade eder.”[1] Ali Fırat’ın da belirttiği gibi toplumun tüm üretimleri, varoluşları bir toplumun kültürüdür. Dolayısıyla kültür toplumun kendisidir.

 

Kültürle Toplumsallaşan İnsan

Tür olarak Homo sapiensin Doğu Afrika’nın Rift Vadisi’nde tarih sahnesinde belirmesiyle kendi farklılığını ve damgasını doğa tarihine vurmuştur. Kendi yakın akrabaları olan homo erectus, homo ergaster, homo neandertal’lerden farklı olarak kısa bir zaman diliminde Asya, Avrupa kıtalarında yayılmış. 50 ile 60 bin yıl kadar önce Avustralya’ya ulaşmış. M.Ö. 20 binlerde Sibirya’ya, M.Ö. 11 bin gibi bir tarihte Amerika kıtasına ulaşmıştır. Bu zaman zarfında ana kıtalara ulaşmakla kalmamış okyanusların en ücra adalarına dahi ulaşıp oralara da yerleşmiştir. Homo sapiens yani tür olarak biz insanlar dışında hiçbir hayvan türü dünyamızın bu kadar farklı coğrafyasında farklı farklı iklim ve doğa koşullarında kendini var edememiştir. Belki de doğanın en zayıf (fiziki olarak) canlısı olan insan doğal toplum denilen klandan başlayarak günümüzde uzaya gidebilecek güce ulaşan bir varlık haline gelmiştir. İnsanın, doğanın canlılarına “üstünlüğü” toplumsal bir varlık olmasından kaynaklanmıştır. İnsan tarih boyunca onlarca toplum biçimi, binlerce kültür-dil, gelenek biçiminde toplumsallaşmış, kendini var etmiştir. İnsanlarda bu kadar toplumsal farklılaşmanın nedeni yarattıkları farklı farklı kültürlerdir. Kültür, insan toplumsallığının kimliği olarak diğer toplumlardan farkını belirler ve toplumların kimliği olur. Tarih boyunca insanlar klan, kabile; aşiret, kavim, halk, ulus vb. toplumsal formlarda binlerce toplumsal farklılaşma gerçekleştirmiştir. Toplumları birbirinden bu kadar farklı kılan şey de bu toplulukların her birinin kendi yaratımları olan ve onları biçimlendiren kültürleridir. Toplumlar kültürlerini yaratırken, kültür de toplumları ve onların toplumsal benliklerini ve kimliklerini yaratır. Kültür bu nedenle toplumların kimliği ve kendini yeniden üreterek var etmesidir. Toplumun varoluşu sadece biyolojik üretkenlik ile gerçekleşmez. Toplumu oluşturan bireylerin de yeniden ve yeniden üretilmesi gerekir. Toplumu oluşturan bireyler toplumun kültürü tarafından şekillendirilir. Birey olarak kişilik kazandırılır. Yani üretilir. Kültür toplumu oluşturan bireylere, bireysel ve toplumsal kimliklerini kazandırır. Böylece toplumu oluşturan bireyler, toplumu ve kültürü yeniden üreterek var ederler. İster doğal toplumun klanı ister günümüzün ulusları olsun tüm toplumsallıklar kültürlerinin birey ve toplumlarında yeniden üretimin devamı sayesinde var olurlar. Bu anlamda insan kültürle toplumsallaşır.

 

Kültürün Süpernovası: Neolitik

İnsanlar günümüzden 11-12 bin yıl öncesine kadar on binlerce yıl küçük avcı toplayıcı klanlar halinde yaşamışlardır. Ancak M.Ö. 8-9 binli yıllarda adına neolitik kültür denilen tarım köy devrimi Verimli Hilal denilen Zagros-Toros dağ silsilesi eteklerinde yeni bir toplumsallık ve kültür geliştirmiştir.

Tarım köy devriminin temelinde neolitik kültürün ilk toplumsal örnekleri, ortaya çıkışından itibaren birkaç bin yılda çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Neolitik kültür birçok toplumca benimsenerek en yaygın kültür olmuştur. M.Ö. 8-9 bin yıllarına dayanan neolitik tarım köy kültürü Zagros-Toros dağ silsileleri eteklerinde Verimli Hilal denilen bölgede ilk köyler, evcilleştirilen bitkilerle tarım üretimi, evcilleştirilen hayvanlarla hayvancılık başlamıştır. Tarihsel, arkeolojik kanıtlara göre ilk evcilleştirmeler, ilk köyler, ilk tarımsal üretim neolitik tarım köy devrimi bu bölgede başlamıştır. Kısa bir sürede 5001000 yılları arasında Doğu Akdeniz ve Anadolu’ya, 1000-1500 yılları arasında Mısır’a, 2000 yıl kadar bir süre de önce Yunanistan Yarımadası’na sonra Avrupa içlerine, Karadeniz kıyılarına, Kuzey Afrika’ya, Asya içlerine, Hindistan’a, Doğu Afrika’ya yayılmıştır. Her ne kadar Çin Neolitiğinin kendine has olduğu söylense de Verimli Hilal Neolitiğinden etkilenmediğini söylemek zordur.

Neolitik kültür Amerika hariç bilinen devletli uygarlık alanları olarak sınıflı devletli uygarlık öncesi bölgelerde (Akdeniz Havzası, Asya, Hindistan, Karadeniz havzası vb.) yaşayan bütün toplulukları etkilemiştir. Bu bölgelerde yaşayan topluluklar neolitik kültürü benimseyerek avcı toplayıcı klan kabile topluluklarının yerleşik köy tarım toplumlarına ya da göçebe çoban toplumlarına dönüşmüşlerdir. Neolitik tarım köy devrimi ile yaratılan değerler (maddi-manevi) günümüzde de birçok toplum ve halk tarafından yaşatılarak sürdürülmektedir. En azından köyün kendisi, neolitik kültür yaratımı ve neolitik kültürün ana rahmi olarak bugün de dünyanın neredeyse her yerinde varlığını sürdürmektedir.

Kapitalist modernitenin endüstri devrimine kadar neolitik kültürün yaratım ve icatları olan temel üretim araçları ve yöntemleri ile üretim yapılmaktadır. Yine neolitik köy kültürü de insanlığın geneline hakimdi. Bugün dahi neolitik köy tarım kültürü varlığını sürdürmektedir. Belki öküzün çektiği saban ve döven (düven) yerine endüstri devriminin icadı traktör, biçerdöver, patoz kullanılıyordur, ancak köy kültürü halen varlığını sürdürmektedir. Neolitik köy ve kültürü; kent, şehir devriminin ana rahmi ve yaratıcısı olmuştur. Sonrasında gelişen bütün sınıflı devletli uygarlıklarda bu zemin, bu kök üzerinde var olmuştur. Başta neolitikle gelişen toplumsal artı ürünün gaspı daha sonra da daha çok artı ürün elde etme temelinde maddi tekel ve iktidar tekeli olarak devletli sınıflı uygarlık halkları, toplulukları köleleştirerek kümülatif biçimde gelişmiştir. Devletli uygarlığın bu saldırıları karşısında demokratik uygarlık unsurları olan köy, kabile, aşiret, etnisite temelli güçler de bir direniş içinde olmuştur. Bu nedenle sınıflı devletli uygarlık sürekli demokratik uygarlık unsurlarına karşı onları yok etme, köleleştirerek yarattığı maddi değerlerin gaspı ve talanı temelinde süreklileşen saldırılarıyla günümüz kapitalist modernitesine kadar gelmiştir. Ancak kapitalist modernitenin bilimsel teknolojik gelişmelerine rağmen temelinde neolitik kültür yaratım ve icatları vardır. Kapitalist modernite bütün “ihtişamı”yla neolitik kültür yaratım ve icatları üzerinde yükselmektedir. Dünyanın yedi milyara dayanan nüfusu neolitik toplumun başta kadının yaratım ve icatları olarak belgelenen evcilleştirilmiş buğday, pirinç, arpa, darı, mercimek, nohut, bakla vb. bitkiler kaynaklı en başta da ekmek ile ve yine koyun, keçi, inek, manda gibi hayvanların sütü ve etleri ile; tavuk, kaz, ördek gibi kanatlı hayvanların et ve yumurtalarıyla beslenmektedir. Elbette bunlara 16. yüzyıldan beri Amerika’nın soykırımına uğratılan halklarının evcilleştirdiği mısır, patates, biber, fasulye, hindiyi de eklemek gerekir. Yedi milyar insanın temel besin kaynakları aşağı yukarı tamamen bu ana ürünlerdir. Yine giydiğimiz elbiselerin yünü evcil hayvanlardan sağlanırken pamuk, keten, kenevir bitkileri de neolitik devrimin kadınlarının bize mirasıdır. Kapitalist modernitenin teknolojisi belki uzaya çıkabiliyor yine laboratuvarlarında hayvan ve bitkilerin DNA’ları ile oynayarak onların yapısında değişimler yaratabiliyor. Adeta “Tanrıcılık” oynuyor olabilir. Ancak henüz neolitik kültürün ürünü olan evcilleştirilmiş bitki ve hayvanlar ile yine Amerika yerlilerinden alınan bitki ve hayvanlara bir yenisini eklenememiştir. Yeryüzündeki insan varlığı için yaşamsal önemde olan neolitik kültür mirasçısı bitki ve hayvanlara bir yenisini ekleyememiş, onlar yerine ikame edebileceği herhangi bir ürün henüz geliştirememiştir ya da evcilleştirememiştir. Sınıflı devletli uygarlık kadının başat olduğu, toplumun temel yaratıcı sürdürücü gücü olduğu komünal neolitik icat, yaratım ve değerlerini gasp ederek başta da kadını köleleştirip, bu gasp ve talan üzerinde devletli uygarlık kültürü olan maddi ve iktidar tekelini geliştirmiştir. Neolitik kültür devrimi adeta insanlık gelişiminde bir süpernova patlaması etkisi yaparak büyük bir sıçramaya yol açmıştır. Oysa kapitalist modernite ve öncülleri sınıflı devletli uygarlıklar bütün toplumsal birikimleri, icatları kendilerinin yarattığını, kendileri önce insanlığın ilkel olduğunu vb. Söylemekte kendilerini de uygarlık yaratıcıları olarak görmektedirler.

 

Karşı Kültürel Devrim: Sümerler

Neolitiğin maddi ve kültürel zemini üzerinde mitolojiler ve tek tanrılı dinler birer toplumsallık ve kültür olarak gelişmiştir. Mitolojik inanç ve dinler aynı zamanda toplumların kendi temel toplumsallığıdır. Neolitiğin maddi-manevi kültüründe kadının yaratıcılığı ve etkin rolü nedeniyle doğal toplumun klanının merkezinde yer alan kadın neolitik köyde ana kadına, sonra tanrıçaya dönüşmüştür. Neolitiğin manevi kültürün merkezinde tanrıça kültürü ve mitolojisi vardır. Kadın neolitik kültürün yaratımındaki etkin rolü nedeniyle manevi olarak da yaratıcı tanrıça katına çıkarılmıştır.

Sümerlerde ise rahip Neolitiğin maddi üretimi olan buğday ve arpayı Fırat ve Dicle’nin Kürdistan’dan alıp getirdiği verimli alüvyonların yığılmasıyla oluşan alanlara ekmiştir. Basra’daki bu alüvyonlu, verimli alanlardan elde ettikleri bire seksen oranındaki büyük verimle toplumu ikna etmenin maddi zeminine kavuşmuştur. Daha fazla verim; daha fazla maddi güç ve iktidar demektir. Daha fazla verim için Basra’nın bataklıkların kurutup ekim yeri tarlalara dönüştürülmesi işe koşulacak emek gücünü Sümer rahipleri (büyük ihtimalle eski kabile şamanları) maddi olanakla birlikte toplumu ikna için neolitikteki tanrıça merkezli mitolojiye alternatif ve karşıt kendi mitolojilerini inşa etmişlerdir. Neolitikteki kadın etkinliği ve onun timsali (simgesi) olan tanrıçalar yerine erkeklik ve erkek tanrılar geçirilmiştir. Bu mitoloji temelinde Zigguratı ve devleti inşa etmişlerdir. Neolitik toplumun demokratik eşitlikçi kolektivizmne komünalitesine karşı erkek egemen mülkiyetçi devletçi sistemi Neolitiğin maddi-manevi yaratımlarını çalarak, gasp ederek inşa etmişlerdir.

Sümer rahipleri yarattıkları mitolojilerinde neolitiğin eşitlikçi tanrıçası yerine erkek tanrıları tüm toplumun efendisi ve yaratanı, insanları ise tanrıların arttığından yarattıkları kul ve köleleri olarak tanımlamışlardır. Bundan sonra insanlar tanrıların ve tapınağın hizmetine koşulan kullar ve kölelerdir. Rahipler ise tanrılar ve kullar arasında tanrı buyruklarını kullara ileten ve tanrılar adına toplum üzerinde iktidar olan yöneticilerdir. Böylece Sümer rahipleri komünal eşitlikçi neolitik kültüre karşı tarihin ilk devleti olan Sümer rahip devletini kurarlar. Başta kadına karşı Engels’in de “Tarihin ilk ve en büyük karşı devrimi” dediği erkek egemen sistemi ve devletli sınıflı uygarlığı bir karşı kültürel devrim olarak inşa etmişlerdir.

Sümer rahiplerinin bu karşı devrimi en başta neolitik toplumların kadınları tarafından kabul görmemiştir. Çünkü rahipler toplumu kullaştırıp köleleştirmek için önce kadını köleleştirmek gerektiğini kavrayıp Neolitiğin özgür yaratıcı kadınını köle kadına, ev ve tapınak fahişesine dönüştürürken tanrıçaları da tahtından indirmiştir. Bu nedenle kadınların direnişi ve karşı çıkışı Sümer mitolojisine de yansımıştır. Önce bu karşı devrimin hikayesi tanrı Marduk’un yaratıcı ilk ilke olan ana tanrıça Tiamat’a karşı savaşı ve hile ile onu öldürüşü biçiminde simgesel mitolojik anlatıya kavuşur. Buna karşın kadının direnişi ise tanrıça İnanna’nın başta Marduk olmak üzere diğer erkek tanrılara karşı mücadelesinin anlatımı ile dile gelir. Tanrıça İnanna neolitik toplumun maddi ve manevi yaratım ve icatlarını simgeleyen 104 ME’sinin peşine düşer ve bu icat ve yaratımlarının erkek tanrılarca nasıl gasp edildiğini anlatır ve onlardan bu icatlarını geri ister ve bunun mücadelesini verir. Bu mitolojik anlatımda neolitik toplumun maddi-manevi yaratım değerlerini gasp eden, başta kadın olmak üzere tüm toplumu kullaştırıp köleleştiren neolitik toplumu komünal demokratik yapısı yerine sınıflı devletli iktidar ve mülkiyet sisteminin kuruluşunu anlatır. Sümer rahip devletinden başlayarak demokratik uygarlık çelişki ve çatışması günümüze kadar devam ede gelmiştir.

 

Dinsel Kültürel Direniş

Neolitik yaratımı maddi-manevi kültürün gaspı üzerine önce Sümer mitolojik inanç ve kültürü, sonrasında tek tanrılı dinler gelişmiştir. Mitoloji gibi bir kültür olan dinler de toplumların temel kültürel toplumsallığıdır. Mitoloji Sümer Rahip devletinden başlayarak köleci merkezi uygarlıkların inanç ve ideolojisi olurken tek tanrılı dinler, köleci uygarlığın ve onun ideolojik inançsal dayanağı olan mitolojiye karşı muhalefet olarak çıkarlar. Bu muhalif çıkışı sadece ideolojik, düşünsel bir çıkış değil. Ayrıca köleciliğe, baskıya ve sömürüye karşı da bir çıkıştır. İbrahim’in Nemrut’a, Musa’nın Firavun Sistemine karşı duruşu bunun ifadesidir.

Tek tanrılı dinler Musevilik, İsevilik köleci uygarlık güçlerine karşı çıkmışlardır. Musevilik Firavun sistemi altından çıkış ve Yahudi toplumunun kabile dini olarak gelişirken; Museviliğin bir mezhebi olarak çıkış yapan İsevilik, klasik köleci uygarlığın son temsilcisi Roma İmparatorluğu’nun gölgesi altında ezilen kesimlerin dini olarak gelişim göstermiştir. Hristiyanlık toplumsallaştıkça yıkılışına, iktidarlaştıkça Roma’nın güçlenmesine de vesile olmuştur. İslamiyet ise Muhammet şahsında Sasani ve Bizans İmparatorluklarının baskıları altında Arap yarımadasında sıkışmış Arap kabilelerini birleştiren bir çıkış olarak gelişir. İslamiyet de Hristiyanlık gibi iktidar zeminine oturdukça toplumcu yönü sınırlanmış, iktidarcı-devletçi İslami feodal uygarlığa dönüşmüştür. Tek tanrılı dinler bu anlamda hem demokratik uygarlık düzleminde hem de devletçi uygarlık düzleminde işlev ve rol oynamış, kendilerini kültür ve inanç olarak çeşitli tarikat-mezhepler ile günümüze kadar taşımışlardır. Dinler toplum kültürlerinin oluşumu ve varoluşunu sürdürmelerinde ve kültürlerini yeniden üreterek toplumsal varlığın devamında önemli rol oynamıştır. Başta Yahudiler olmak üzere birçok halk ve topluluk, ulus kendine bir dini veya mezhebi merkezi alarak kültürünü ve varlığını geliştirip sürdürme yolunu seçmiştir. Bugün de milyonlarca insan Musevilik, İsevilik, Muhammedilik ve Budizm gibi vb.’ne mensuptur. Kendi toplumsal varoluşlarını bu dinlerin mezheplerini kendi kültürleri ile sentezleyerek veya o inancı kültürlerinin temeli yaparak sürdürmektedirler. Birçok halk ve ulus merkezi uygarlık saldırılarına karşı bu temelde direnmekte varlığını sürdürmektedir. Ali Fırat “dar anlamda kültür bir toplumun zihniyetini, düşünce kalıplarını, dilini ifadelendirir” derken bu gerçekliğe de işaret etmektedir. Birçok toplum merkezi uygarlık güçlerinin saldırıları karşısında kendi kültürlerini, inanç sistemleriyle bütünleştirerek varedebilmişlerdir. Tarih sayfaları bu tür dinsel mezhepsel direniş ve varoluş mücadelesi ve örnekleriyle yer alan toplumları da yazar.

Asuri Süryani halkı köleci Asur İmparatorluğu’nun kötü mirası nedeniyle Zerdüşti Mes Pers egemen kültürü altında bu varlık-yoklukla karşı karşıya kaldığında Hristiyanlığı benimseyerek kendi halk kültürleri ile sentezlemiş ve birinci yüzyıldan itibaren ilk Hristiyan haklardan biri olarak kendi dilleri olan Aramice ile ibadet ederken ilk İncil’in dilinin de Aramice olması nedeniyle güçlü bir Hıristiyan Asuri-Süryani kültürünü geliştirip yüzlerce yıl Ortadoğu’nun kadim bir halkı olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ancak Asuri Süryani kadim kültürünü yaşatmış olan bu halk 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başında soykırımlara tabi tutularak küçük bir “azınlık” olarak çoğu da vatanından sürülmüş olarak yaşamaya mecbur bırakılmıştır. Türk ulus-devleti bununla da yetinmeyip halen de dini mabetleri ve topraklarına saldırılar yapıp işbirlikçilerince buralara el konulmasını desteklemektedir. Diğer yandan Suriye ve Irak da iktidarcı İslami yapılar bu halka saldırmakta, yok etmeye çalışmaktadır.

Ortadoğu’nun bir diğer kadim halkı olan Ermeniler de üçüncü, dördüncü yüzyıllarda bir halk olarak topluca Gregoryan mezhebi temelinde Hristiyanlığı kabul etmiştir. Bu temelde Gregoryan Ermeni ulusal kilisesini oluşturmuşlardır. İncil’i (kutsal kitap) Ermenice’ye çevirmişler, dini ibadetlerini kendi dilleri Ermenice İle yaparak Ermeni kültürü ile Hıristiyanlığın Gregoryan mezhebi merkezli Hristiyan Ermeni kültürel sentezine ulaşmışlardır. Bu sentez sonucu güçlü bir kültür olarak 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarına dek yaşatmışlardır. Bu kültürün ürünü olarak mimaride ve çeşitli sanat ve zanaatlarda çok büyük eserler verdikleri gibi tüm Osmanlı mimarisini inşa eden ustaları da elbette başta Mimar Sinan olmak üzere yetiştirmişlerdir. Ne yazık ki tıpkı Asuri Süryani halkı gibi bu dönemde soykırıma tabi tutularak Anadolu’da tamamen yok edilmişler, Doğu Ermenistan’da küçük bir ulus devlette varlıklarını sürdürmek zorunda bırakılmışlardır. Yine benzer süreçleri yaşayan bölge halklarından bir başkası da Gürcü halkıdır. Gürcüler de Hıristiyanlığı benimseyip kendi ulusal kiliselerini oluşturup, ibadetlerini kendi dilleri ile yaparak kendi halk kültürleriyle Hristiyanlığı sentezleyip Gürcü ulusal kültürünü oluşturarak yüzlerce yıl var olduktan sonra Asurlular, Ermenilerle aynı akıbeti paylaşarak Anadolu’nun Karadeniz kıyıları ve dağlarındaki ana yurtlarında ya yok edilmişler ya da zorla asimile edilip Müslümanlaştırılmış-Türkleştirilmişlerdir. Kendi kültür ve varlığını koruyanlar ise Karadeniz’in doğusunda küçük bir Gürcü ulus devletinde varlıklarını sürdürmektedirler.

Halkların kültürlerinde dini-inancın güçlü etkisinin başka bir örneği de kadim Ezidi Kürt halkıdır. Mezopotamya’nın dini-inancı merkeze alan din-kültür-toplumsallık varoluşu ekseninde kaynağını Zerdüşt peygamber ve Zerdüşt dininden yer alan bir kültür de Ezidilik’tir. Yüzlerce yıldır Kürdistan’da Kürt kültürü ve varoluşunun yaşatıcısı, yaratıcısı, sürdürüp taşıyıcısı olarak Ezidi Kürt kültürü de katliam ve kırımlarla karşı karşıya kalmıştır. İslam ordularının Kürdistan’ı istilası ile kanlı bir katliama girişmeleri biri olmuştur. Güney Kafkasya, İran ve Kürdistan’da bulunan tüm Zerdüşti inanç merkezleri, mabetler ve ateşgahları yok etmeye girişmişlerdir. İslam orduları Zerdüşti maddi kültür ürünlerini yok ederken başta Zerdüşti rahip ve din adamları ile dininden dönmeyenleri kılıçtan geçirmiş, zorla asimile etme, soykırımdan geçirme yüzyıllarca sürmüştür. Bu saldırılar karşısında köklerini Zerdüştilikten alan Ezidi inancı geliştirilmiştir. Katliam ve asimilasyondan geriye kalan Zerdüşti Kürtler Ezidi inancı temelinde kendilerini ve kültürlerini var etme ve varoluş mücadelesine girmişlerdir. Ezidilik temelinde ta neolitik tarım köy devrimine dayanan kültürlerine sımsıkı sarılarak kültürlerini, toplumsallıklarını yeniden üretmiş, kendilerini var etmişlerdir.

Ezidi Kürtler de egemen iktidarcı devletçi İslam anlayışı ve egemen İslami devletlerde yok edilmesi gereken kâfirler olarak nitelendirilmiştir. Bu nedenle bu halkın yok edilmesi, soykırıma uğratılması için yetmişten fazla ferman verilmiştir. Bu kadar saldırıya rağmen bin yıllar boyunca tarihin ve coğrafyanın derinliklerine kök salan bir kültürün devamcısı olarak yine de ayakta kalabilmişlerdir. Ancak kapitalist modernitenin ulus devlet zihniyeti ve milliyetçilik hastalığına tutulmuş olan Osmanlı devlet mekanizması ve feodal Sünni Kürt bey ve şeyhlerinden müteşekkil güçlerce, en başta da bu güçlerin oluşturduğu Hamidiye Alayları’nca 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarında soykırıma tabi tutularak yok olmanın eşiğine getirilmiştir. Bu soykırım dalgasından sağ kalan Ezidiler ile Kürdistan dağlarının sarp vadilerinde, geçit vermez yerlerinde kendilerine birer sığınak bularak varlıklarını, varoluşlarını sürdürmeye çalışmışlardır. Ezidi Kürt kültürel varlığının bu soykırım ve asimilasyonlardan arta kalan son temsilcileri de adeta son sığınakları olan Şengal Dağı’nda kapitalist modernitenin yarattığı Frankenstein ya da Golem olarak adlandırılabilecek DAİŞ canavarlığınca yeniden katliama tabi tutulmuş ve tamamen yok edilmek istenmiştir. Devletçi iktidarcı İslam kültürünün en gerici unsurları ile kapitalist modernite ilişkisinden peydahlanan DAİŞ canavarı Ezidi halkı gibi iki bin yıla yakındır varlığını sürdüren başta Arap Hristiyanları, Ermeni, Süryani halklarının, Şii Kürt ve Arapları Kakai Kürtleri ve Şii Alevi Türkmen halklarını ve kültürlerin yok etmek, fiili varlıklarına son vermekle de yetinmemiştir. Mezopotamya halkları ve kültürlerinin maddi, manevi kültürel mirası olan mabetlerini, şehirlerini, heykel, anıt mezar ve ören yerlerini bombalarla yok etmiş, dozerlerle unufak ederek binlerce yıllık insanlık miraslarını yok etmiştir. Tüm devletçi iktidarcı anlayışlar gibi DAİŞ de kendi iktidarcı İslam anlayışını tarihin başlangıcı, öncesiz olarak kabul ettirmek için bu soykırıma girişmiştir.

Kapitalist modernite iki yüz yıla yakındır Ortadoğu’da egemenliğini tam anlamıyla kuramamıştır. Halkların, kültürlerin dini, mezhebi, etnik direnişleri sürmektedir. Bölgenin işbirlikçi ulus devletleri ve işbirlikçi egemenlerine rağmen kapitalist modernite kültürüne karşı bu kültürel direnişler kırılamamıştır. Buna karşın kapitalist modernite güçleri kendi fiili müdahaleleri yerine saldırılarını bu sefer DAİŞ canavarlığını yaratarak onun eliyle yapmışlardır. Devletli uygarlığın binlerce yıllık saldırılarında olduğu gibi son temsilcisi kapitalist modernite saldırılarına karşı da direnişte dini ve mezhebi kültürel rol oynasa da asıl direniş güçleri ve direnenler etnisite toplumları olmuştur ve olmaktadır.

 

Kültürel Direnişin Kaynağı Etnisite ve Dil

Etnisite; halk, ulus vb. formlarda toplumların kimlik bulup toplumsallaşmasında ve kültürleşmesinde temel rol oynar. Etnisitenin tarih sahnesine çıkıp belirginleşmesi ve etnik olarak toplumların varoluş bilincine ulaşması merkezi uygarlıkların gelişmesine denk gelir. Merkezi uygarlıkların gelişip neolitik toplumlar ve onların yurtlarında yaptıkları fetih ve talan seferleri sürecine dayanır. Sınıflı devletli uygarlık neolitik toplumların maddi kültürel yaratımlarına el koyma, bu halkları kullaştırıp köleleştirme amacıyla saldırılar geliştirdikçe bu halklar farklılıkları ve farkındalıklarının bilincine ulaşmışlardır. Bu farkındalıkları ile varlıklarını sürdürebilmek için sınıflı devletli uygarlığın gasp ve talanı yanı sıra dayattığı sınıflaşma ve kullaşmaya karşı da kendi öz benliklerini koruma mücadelesine merkezi uygarlığa karşı duruşa-direnişe geçmişlerdir. Beş bin yıllık sınıflı devletli uygarlık tarihinin her döneminde yok etmek istediği halkların etnisite temelinde karşı kültür direnişleri var olmuştur.

Etnisite toplumsallığının merkezinde dil vardır. Dil bir toplumun öz benliğidir. Her etnisite kendi dili temelinde klan, kabile, aşiret, kavim, halk ve ulus gibi örgütlenmelere gitmiştir. Dil insan toplumunun ikinci doğa olarak doğa içerisinde kendini var etmesinde temel rol oynar. Dil ile maddi-manevi her şey kavramlaştırılır. Somut düşünce olarak aktarılabilir. Düşüncenin gelişiminde bu kavramlaştırmanın büyük önemi vardır. Dil ile kavramsallaşan maddi-manevi üretimler toplumun tamamına aktarılır. Toplumun en temel iletişim aracı dildir. Dil bir iletişim aracı olmanın da ötesinde toplumsal örgütlenme, toplumsal vicdan, toplumsal ahlak ve politikanın geliştirilmesinin temel aracıdır. Kendine has dilleri gelişen toplumlar diğer topluluklardan farklılaşarak etnik farklılıkları oluşturmuşlardır. Bu farklılık üzerinde her etnisite kendi maddi, manevi üretimleri ile kendi kültürünü yaratır ve o kültür temelinde var olurken etnik kültürel farklılıkları ile ayrı ayrı topluluklar olurlar. Etnisiteler merkezi uygarlıkların asimilasyon, kültürel toplumsal dayatma ve egemenlik kurma, iktidar olma saldırılarına karşı direniş halinde olmuşlardır. Etnisite ve etnik direnişin günümüze kadar gelen önemi buradan kaynaklanır. Devletli merkezi uygarlıkları benimsememişlerdir. Devletli merkezi uygarlığın son temsilcisi olan kapitalist moderniteye karşı direnişleri de bu temeldedir. Merkezi uygarlığın dışında ve merkezi uygarlık karşıtıdırlar.

Etnisitenin merkezi uygarlık karşısındaki direnişlerine ve etnisitenin gücüne tarih sayfalarındaki en iyi örneklerden biri Medlerin köleci Asur İmparatorluğu’na karşı direnişleri ve Asur’u yıkmalarıdır. Medlerin bu direniş ve zaferi kutsal kitaplara da konu olup yazılmıştır. Ortak bir dil ve kültürü paylaşan Med aşiretleri bir araya gelerek Med aşiret konfederasyonu oluşturmuşlardır. Asur saldırıları başta Med aşiretlerinin konfederal birliğinin sağlanmasına neden olurken; bu birliğe akrabaları olan Farslar ve başka haklar da katılmış ve oluşturdukları ortak güç ile Asur egemenliğine son vermişlerdir. Bu olay tüm Ortadoğu halklarını yakından ilgilendiren bir olaydır. Bu olay başta Yahudiler ve semitik halkların özgürlüğüne kavuşmasını sağladığı gibi Kürt ve Fars halklarının halklaşmaları, uluslaşmalarında ruhsal ve manevi bir olay olarak bu halkların, başta da Kürtlerin ulusal miti haline gelmiştir. Etnisiteler sınıflı devletli uygarlığa karşı varoluşları temelinde direnirken form ve kimlik kazanmışlardır.

Etnisite ve dil birbirlerine varoluşsal temelde etki eder. Bir anlamda dil toplumların ruhu olurken etnisite de onun can bulduğu beden gibidir. Etnisiteler merkezi uygarlıklara karşı sürekli bir direniş halinde olmaları nedeniyle sınıflı devletli uygarlık dayatmalarını kabul etmemeleri ile merkezi uygarlık güçlerine karşı beş bin yıldır direnmektedirler.

 

Kültürel Soykırım ve Yabancılaşma

Tarih boyunca birçok halk ve kültür devletli sınıflı uygarlık güçlerince yok edilmiş, soykırıma uğratılmıştır. Fiili soykırıma uğratılmayan birçok halk asimile edilmiştir. Asimile edilen halklar, kendileri olmaktan çıkmış, kendilerine yabancılaştırılarak kendileri dışında başka bir toplumsallığı yaşar hale gelmişlerdir. Devletli uygarlığın bu saldırıları karşısında demokratik uygarlık unsurları olarak adlandırabileceğimiz başta etnisite temelinde, kabile, aşiret, kavim vb. olarak halklar direnişe geçmiştir.

Sümerlerde kent devletlerinin birbirleri üzerinde egemenlik kurması ile başlayan sonra tarihin ilk imparatorluğuna evrilen süreçte onlarca kent ve kültür yok edilmiştir. Tarihteki ilk imparator Sargon yok ettiği haklar ve kültürleri soyarak, bu halkların kesik başlarından nasıl tepeler, kuleler yaptığını övünçle anlatan kitabeler dikmiştir. Sargon’un ardılları olan bütün imparatorlar, krallar, fatihler, devlet yöneticileri de aynı yolu izlemişlerdir. Ancak beş bin yıllık sınıflı devletli uygarlık tarihinde hiçbir uygarlık kapitalist modernite kadar yıkıcı, yok edici olmamıştır.

Kapitalist modernite daha ilk yüz yılında gerçekleştirdiği katliamlar, soykırımlar, kültürkıyımlarla kendisinden önceki dört bin beş yüz yıllık devletli uygarlık güçlerinin katliam ve yıkımlarını katbekat aşmıştır. Kuzey ve Güney Amerika halkları ve uygarlıklarını birkaç yıl içerisinde neredeyse tamamen yok ederken onların tüm maddi üretimlerini gasp ederek oldukça büyük bir sermaye birikimi yapmıştır. Ne Kuzey Amerika’nın yerli halkları ne Güney Amerika’nın Maya, Aztek, İnka devletli uygarlıkları ve halkları ne de diğer yerli toplulukları bu birkaç yıllık büyük katliamdan kurtulamamıştır. Bu halklardan geriye biber, domates, patates, karpuz, kabak, mısır, fasulye, tütün, kakao, hindi, lama ve alpakalar ile Maya, İnka ve Aztek tapınak, şehir, mabet vb.lerinin kalıntıları kalmıştır. Kapitalist modernite bu katliam ve uygulamalarını sömürgeleştirdiği Afrika, Asya ve Avustralya toplumlarının da başına getirmiştir. Katliamlardan geriye kalan haklar zorla asimilasyona tabi tutulmuş zorla Hristiyanlaştırılıp kendi halk, kabile vb. kültürleri yok edilip kendileri olmayan sömürgecileri gibi giyinen, konuşan ama gerek toplumsal gerek tek tek bireysel kişilikleri çarpık, bir nevi ucubeler haline getirilerek kendileri dışında varlıklara dönüştürülmüşlerdir. Bu şekilde halklar onlarca yıl sömürgeci rejimlerin sömürgeleri olarak kalmıştır.

Tarihin ilk sınıflı devletli uygarlık güçlerinin talan, gasp ve köleleştirme saldırılarına karşı klan, kabile, aşiret, kavim vb. var olan toplumsal formlarıyla halklar karşı duruş ve direnişe geçmişlerdir. Bu direnişler kültürel temelde gelişmiş, giderek etnisite kültürünün gelişimini sağlamıştır. Böylece halklar kendi kültür ve varlıklarını savunmuştur. Kapitalist modernitenin sömürgeci imparatorlukların sömürgeci ulus devletlerine karşı verilen bağımsızlık ve ulusal kurtuluş mücadeleleri de birer kültürel direniş hareketi olarak başlayıp ulusal kurtuluş hareketlerine dönüşmüştür. “Bağımsız” ulus devletlere dönüşseler de tüm bu mücadelelerin temelinde kültürel direniş hareketleri yatar. Direnemeyen toplumlarsa ya fiilen yok edilmişler ya da asimilasyona uğrayarak, kendilerine yabancılaştırılarak, kendileri olmaktan çıkarılmışlardır. Örneğin 1789 öncesi Fransa’da onlarca farklı kültür mevcut iken bugün bunların varlığından bahsedilemez. Ali Fırat. bu durumu şu şekilde anlatır: “Ulus-devlet, tüm tekellerin ortak paydası olarak, toplumsal maddi kültürün gaspı, fethi ve sömürgeleştirilmesi üzerine kurulmakla yetinmez; manevi kültürün asimilasyonunda da belirleyici rol oynar. Ulusal kültür adı altında çoğunlukla hâkim bir etnisite veya dinî cemaatin kültür normlarını resmileştirip, geriye kalan tüm kültürel varlıklara karşı savaş açar. ‘Ulusal bütünlüğe zararlıdır’ deyip, binlerce yıldan beri varlığını koruyan ne kadar din, etnisite, kavim, ulus, dil ve kültür varsa, ya zorla ya da maddi teşviklerle hepsinin sonunu hazırlar.”[2] Ali Fırat.’ında belirttiği gibi kapitalist modernitenin ulus-devletin kendinden önceki ardılı olduğu uygarlıklardan katbekat fazla katliam, soykırım yaptığı gibi ondan daha da fazla kültürel kıyım yani asimilasyon gerçekleştirmiştir. Bu nedenle her ulusal kurtuluş hareketi-mücadelesi; ulusal veya etnik direniş hareketi bir kültürel direniş hareketidir ve öyle başlar. Sömürgeciliğe, ulus devlet egemenliğine karşı duruş başkaldırı kültürel direniş ve kültürel başkaldırıdır. Kendi kültürünü yaşama, kendisi olarak var olma, toplumların varoluş mücadelesi, Kürtçe’de belirtildiği gibi Xwebûn mücadelesidir.

 

Kültür Direniş Diyalektiği

Sömürgeci kapitalist modernite Güney Amerika’da, Afrika’da, Ortadoğu’da sınırlarını, yapılarını belirlediği ulus devletler oluşturmuştur. Gerek bu ulus devletler gerekse de sömürgeciler ulus devlet sınırları içerisindeki farklı etnisite, dil, din, mezhep topluluklarını hatta ulusları fiziki soykırım olmasa da kültür-kırıma yani asimilasyona tabi tutmuşlardır. Zorla asimile etmeye çalışmışlardır. Buna karşı Latin Amerika’nın yerli halklarının direnişleri gerilla mücadeleleri temelinde kültürel direnişler olmuştur. El Salvador’da Santinistler, Kolombiya’da FARC, Meksika’da Zapatista’lar, Peru’da TUPACAMARU’lar vb. Latin Amerika halklarının kültürel direnişleridir. Koskoca Afrika kıtasında ulus devlet sınırları ile çevrelenmemiş, sınırlanmamış bir avuç coğrafya dahi kalmamıştır. Ancak ulus devletler klasik sömürgecilik döneminden başlayarak gerek fiziki soykırımlarla, gerek kültür kırımlarla binlerce yıllık avcı toplayıcı klan kabile kültürü, göçebe çoban kültür temelinde var olan toplulukları yok edememiştir. Afrika’nın Sanları, Masaileri, Buşmanları, Pigmeleri, bazı Zulu kabileleri hala doğal toplum yaşamı diyebileceğimiz avcı toplayıcı klan kabile kültürü temelinde kültürlerini yaşatmakta, var olmaktadırlar. Kuzey ve Orta Afrika Sahra Çölü’nde yaşayan Berberiler ve Tuareglerin yurtları olan Sahra Çölü 4-5 ulus devlet sınırları içinde parçalanmış ve ulusal sınırlarla bölünmüş olsa da bu halklar göçebe çöl toplulukları olarak varlıklarını sürdürmekte ulus devletlerin sınırlarını tanımamaktadır. Bu nedenle de ulus devletlere karşı varlık ve savunma savaşı vermektedirler.

Ortadoğu’nun Arap, Türk ve Farslardan sonra en kalabalık halk olan Kürt halkının yaşadığı toprakları-yurtları dört ulus devlet tarafından bölünmüştür. Bu ulus devletler de fiziki ve kültürel soykırımlarla Kürt halkının varlığına son veremeseler de asimile etmeye çalışmışlardır, halen de çalışmaktadırlar. Bütün bu saldırılara rağmen Kürtler kendi kültürleriyle direnmektedirler. Doğal toplumun klan kabilesi de olsa, avcı toplayıcı kültürü de olsa, kavim ya da ulus kültürü, mezhep, din, etnisite de olsalar kültürler yok edilmezlerse kendi varlıklarını sürdürür; inatla yaşarlar, direnirler.

Latin Amerika’da olduğu gibi çağdaş ideolojiler altında gerilla olarak ya da Afrika’nın Buşmanları, Sanları, Pigmeleri, Masaileri ileri ve bazı Zulu kabileleri gibi klan kabileler halinde avcı toplayıcı göçebe çobanlar olarak varlıklarını, kültürlerini sürdürürler. Yine Sahra Çölü’nün yılmaz savaşçı Tuareg göçebe halkı gibi en zorlu yaşam koşullarının olduğu çölün derinliklerinde de olsa inatla varlıklarını, kültürlerini sürdürürler ve bunun için çeşitli ulus devletlere karşı direnme savaşı verirler. Aynı demokratik modernite paradigması ile tüm sisteme alternatif bir paradigma ile binlerce yıllık kültürleri üzerinden direnen Kürt halkı gibi varoluşlarını sürdürür ve yaşarlar. Ali Fırat. bu nedenle “Zaten gelenek ve kültürün kendileri direniş demektir. Ya yok edilirler ya da yaşarlar, çünkü teslim olmayı bilmezler. Böyle bir özellikleri vardır. Fırsat buldular mı daha yoğun direniş sergilemeleri özleri gereğidir. Ulus-devlet faşizminin hesaplayamadığı gerçeklik budur. Bastırmak, hatta asimile etmek bitmeleri anlamına gelmez. Kültürlerin direnişi kayaları delerek varlıklarını kanıtlayan çiçekleri andırır.”[3] diyerek bu gerçekliği açık bir şekilde vurgulanmıştır.

 

Kadın Şahsında Kültür Direnişleri Direnmeyi de Öğretir

Kültürlerin bu denli ısrarla var olması ve yok edilmeye karşı direnmesinde en temel etken toplumların kendisidir. Toplumlar kültürleri temelinde var olurlar. Toplumları oluşturan bireyler ne kadar kendi kültürlerini yaşar ve bunu gelecek kuşaklara aktarırlarsa kültür o temelde var olur, toplumun devamlılığı sağlanır. Bir toplumun kültürüne sahip çıkan, kültürünü yaşayıp yaşatan ve gelecek kuşaklara aktaran asıl güç hep kadınlar olmuştur. O nedenle asimilasyona karşı direnişin merkezinde yer alır. Ta neolitikten bu yana erkek egemenlikçi sınıflı devletli uygarlık saldırılarına karşı kadın, direniş halindedir. Kültürel direnişlerin merkezinde bu nedenle kadınlar vardır. Kültürleri yaşatan devam ettiren o toplumların kadınlarıdır. Kürt kültürel ve ulusal direnişinde de dağ kültürü ya da dağ diyalektiği önemli olsa da Kürtlerin varoluş mücadelesinin asıl var edip yürüteni kadınlardır. Kürt kadınları neolitik kültürün yaratıcısı olan ana kadının ve neolitik kültür mirasçısı olarak binlerce yıldır devletli sınıflı uygarlık saldırılarına karşı direndikleri gibi egemen ulus devletlerin saldırılarına karşı da direnmektedirler. Kürt dilini kültürünü yaşatıp sürdüren yeniden üretenler Kürt kadınlarıdır. Kürt halkı bugün varlığını Kürt kadınlarına borçludur.

 

Sonuç olarak;

Kapitalist modernite, kendinden önceki devletli sınıflı uygarlıklar gibi kendisinin öncesiz olduğu ya da kendinden önceki tarihi insanlığın ilkel, geri ve yaşanması zor olan, hatta vahşi bir dönemi olarak niteler. Bu nedenle kapitalist modernite olarak tüm insanlığı refaha kavuşturduğu, insanlığa özgürlüğü sunduğu, kendi iktidarı altında yaratılan icatlar, üretim teknikleri, bilimsel kültürel gelişmeleri tarihsel arka planları ve yaratıcılarından ayrıştırarak kendi yaratımları olarak sunar. Bilimi de dini değerleri de kullanarak kendi mitolojisini yaratır ve tüm insanlığa köleleştirip sömürüsünü ve tüm insanlık üzerindeki iktidar tekelini, ekonomik tekelini doğaya ve yeryüzüne zararlarını gizlemeye çalışır. Kendisine, sömürüye, köleliğe ve yok olmaya karşı direnen bütün güçleri ilkel, geri yok edilmesi gereken, yaşam hakkı tanınmaması gereken güçler olarak görür. Kapitalist modernite bu nedenle insanlığın salt maddi kültürel üretimine el koymayla yetinmeyerek tüm manevi kültürel üretimleri ve manevi değer ve kültürlerini yok etmeye çalışır. Kendisine alternatif kültürlerin var olmasına asla izin vermez. Kendi hegemonyasını ne pahasına olursa olsun hakim kılmak için en vahşi kanlı savaşlarla, katliamlarla, soykırımlarla binlerce yıllık tarihsel, toplumsal mirasları yok etmekten geri durmaz.

Ancak buna karşı çeşitli güçler de başta kültürel direniş temelinde direnerek kapitalist modernite hegemonyasına girmeyi reddederler. Etnisite direnişleri ulusal kurtuluş direnişleri, mezhebi, tarikatsal, dinsel direnişler, feminizm vb. kadın direnişleri, sınıfsal direnişler kapitalist moderniteye karşı direnmiştir, direnmektedirler. Bu direnişler sadece kapitalist moderniteye karşı değil tarihte neolitik devrime karşı geliştirilmiş olan tarihin ilk karşı devrimi olan erkek egemenlikli sınıflı devletli uygarlığa karşı beş bin yıldır kültürel direnişler olarak sürmektedir.

[1] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Çözümü, s. 27-8.
[2] Ali Fırat, Özgürlük Sosyolojisi, s.209.
[3] Ali Fırat, Özgürlük Sosyolojisi, s.209.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.