Düşünce ve Kuram Dergisi

Cinsiyetçilik; Cinsel Olan’ın İktidara İçerilmesidir

Aydın Saka

“Uygar adam derki; Ben benim. Ben efendiyim geri kalanlar şey, öteki-dışarıda, altta, altında, itaatkâr. Ben sahip olurum, ben kullanırım, ben araştırırım, ben sömürürüm, ben denetlerim. Önemli olan benim yaptığımdır. İteklerim, maddenin var olma sebebidir. Ben, benim geriye kalanıysa uygar gördüğüm şekilde kullanılacak. Kadınlar ve vahşi doğa!” URSULA LE GUİN

Bir bütün olarak tarih cinsiyetçidir. Tarihin bilinci erkektir, tarihin yöntemi erkektir, tarihin yazarı erkektir, tarihin yasası erkektir. Tarih tercihini erkek aklından, erkek öznelliğinden yana belirlemiştir. Tarihte bu düzeyde erkek aklının merkezi (özne) kılınması, hiyerarşik ve ataerkil tahakküm/hegemonya durumundan kaynaklanır. Hanedanlıklar, kent kuruluşları, devletleşmeler, sınıfsallık vb. her düzeydeki uygarlıkçı gelişme, erkek aklının derinleşerek hâkim hale gelmesi ve kurumlaşması olarak nitelendirilebilir. Dolayısıyla hepsinin kaynağında ve gelişiminde yer ve rol alan temel iktidar biçimi cinsiyetçiliktir.

Bur da vurgulamak istenen, kadının tarihsel gelişim içinde hiç yerinin olmadığı, değil, erkek aklının-zihniyetinin tarihsel gelişme ve tarih felsefelerine hâkim hale gelerek merkezi ve dominant özne olma halinin tüm uygarlıkçı tarih boyunca bir zihniyet biçiminde gelişmesidir. “Tarih, bir anlamda, yükselen sınıflı toplumla birlikte, güç kazanan egemen erkeğin tarihidir” (Abdullah Öcalan)

Toplumsal cinsiyetçiliğin inşası, erkek egemen tarih bilinci ile gerçekleştirilir. Bu anlamda uygarlık tarihi, cinsiyetçiliğin aklileştirilmesinin tarihidir. Toplumsal cinsiyetçilik, erkeğin özne seçilerek toplumun kendi kendisiyle savaştırılmasıdır. Böylelikle içten tüketilen toplumunun, iktidar tarafından teslim alınarak üzerinde tahakküm kurulmasının en temel formu cinsiyetçilik oluyor. Cinsiyetçiliğin nesnesi ise kadın ve cinselliğidir. Erkek akıl tarafından geliştirilen tüm kadın tanımlamalarının amacı, kadının özne olma halinin ortadan kaldırılarak tarih dışı kılınmasıdır.

Bu dışlama ve tanımlama-nesneleştirmenin temel aracı ise “cinsel olan” dır. Öyle ki kadına dair ne varsa cinsellikle özdeşleştirilir. Cinsel içerikli olmayan birçok anlam yüklenimi dâhil kadın cinselliğine bağlanır. İnsan cinselliği bağlamında cinsellik (cinsel olan) tanımlaması zor konulardan birisidir. Bunun sebebi hem “insan” bağlamlı olmanın, hem de egemen erkek aklının adeta alan kapatarak otoriter-bir algı dayatması içinde olmasıdır.

Terim olarak cinsellik, cinselliğe, güdü, davranış ve bunların açığa çıkardığı kültürel kodlamalara işaret eder. Cinselliğin biyolojik kökenlerini açmanın yeri burası değildir. Fakat cinselliğin ne’ liğine dair bir sorgulama yaptığımızda taa ilk neden’e kadar gitme gibi bir durumla da karşılaşıyoruz. Kavram olarak ona yüklediğimiz (dişi ve eril birleşme) anlamının dışında bakmaya çalıştığımızda varlığın oluş haline kadar bizim ve biz bu anlamı yüklemeden önce bu etkinlik bir biçimde vardı. Gerçi tartışırken yine bir anlam yükleniminde bulunacağız ama zaten bu “insan” olmanın bir gereğidir. O halde bizim reddettiğimiz anlam yüklenimleri hem cinselliği aşırı önemsizleştirip “doğal durum” adı altında hayvani güdülere indirgeyen hem de aşırı abartarak yaşamın temel belirleyeni haline getiren yaklaşımlardır. Her iki yaklaşım da buluştuğu nokta anlam yoksunluğudur.

Varlığın ikilem halini kabul ediyoruz. İkilemin de birbirinde çoğalarak, değişerek ve farklılaşarak (ama eskiyi de içinde taşıyarak) yeni oluş’ lara yol açtığını söylüyoruz. Yani varlık; iki özne halinin bir birinde eriyerek yeri bir ‘bir’lik (özne) oluşturmasıdır. Ve bu birlikler bir üst aşamada, kendi ikilemleriyle birleşerek çokluklara doğru varlık halini farklılaştırarak devam ettiriyor. Buna pozitif diyalektik diyoruz. Başkaları başka tarz hareketine bir adlandırma yapmadan önce varlığın hareket tarzının niçin, amacını belirlemek daha anlamlı olabilir. Bu çok zor bir cevaptır. Abdullah Öcalan bu amacın özgürlük olabileceğini söyler ve devamla “anlamlaşma” amacının, varlığın kendisini görünür kılmasından çıkarsana bileceğini ifade eder. Demek ki varlığın oluş amacı ile tarzı arasında paralellik olmak durumundadır. O halde tarzı amaca bağlamak doğru olandır. Amaca bağlanmış tarz, tarzdaki sapkınlıkların (özellikle tarzın amaç yerine geçmesinin) önüne geçmek için elzemdir. Oluşun amacını özgürlük ve bağlantılı olarak anlamlaşma (bilinçli oluş) olarak belirliyorsak, tarzımızı (diyalektiğimizi) buna bağlamak durumunda (ahlakında) yız. Kuşkusuz tarzın amaca uygunluğu çok farklı süreç ve mekânlar da, çok farklı koşullar ve birikimler (içsel, sezgisel, güdüsel, tarihsel, toplumsal) sonucu ve çok etkenli (hepsine Muvaffak olamayacağımız) durumlar altında belirlenir. Bu bir nevi akan suyun yatağını bulması gibidir.

Mevcut ikilem hali en alt oluşumlardan en üst organizasyonlara ve en üst organizasyonlardan en alt oluşumlara doğru (basitten karmaşığa, karmaşıktan basite) sürekli bir akış halinde yaratıcı-oluşturucu bir tarzdır. Canlı türleri için de aynı diyalektik söz konusudur. Cinselliğin canlı türleri için kaynağı “üreme” olarak adlandırılır. Kuşkusuz üremeyi basit bir güdüsellik olarak tanımlarsak ciddi bir anlam yoksunluğuna yol açarız. Bir şeyin basit ve anlaşılır olması onu anlamsız (sıradan) kılmaz. Aksine amaçta ve tarzdaki berraklığın işaret eder o halde üreme, canlı varlığın oluş amacının en basit ve temel tarzı oluyor.

Canlı türlerindeki üreme ve ona dayalı cinsellik çok geniş bir yelpazede tarz farklılıklarını barındırıyoruz. Eşeysiz ve eşeyli üreme ile her canlı varlığın farklılaşarak kendine uygun tarzı yakaladığını gözlemiyoruz. Elbette bu farklılaşma sadece “uygunluk”, “biyolojik-evrimsel temellik” vb. nasyonlarla sınırlandırılamaz. Bunu iddia edersek biyolojizm ve fizikalizmi temel haline getirmiş oluyoruz ki, cinselliği en anlam yoksunu kılan bu tarz yaklaşımlardır. Örneğin birçok hayvanda bile cinsellik bir sosyalleşmeyi veya öğrenmeyi içeren bir nitelikti gözlemlenir. Cinsel hareketler (ereksiyon, penis gösterme vb.) güvenlik, saldırganlık veya arkadaşlık içeren ama cinsellikle ilgili olmayan nedenlerle yapılabilmektedir.

İnsan cinselliğine geldiğimizde ise bu süreç çok daha karmaşık bir hale gelerek farklı anlam yüklenimlerine bürünebiliyor. Çoğu filozof bu tarz bir farklılaşmayı insanın kendisini hayvandan ayırma istemine bağlarken, çoğu da tam tersinden cinselliği insanın içindeki hayvansallık olarak tanımlar. Tam da burada amaç ve tarz arasındaki diyalektiğe dönüş yapmak durumundayız. Diğer canlı türleri için “özgür değildirler” diyemeyeceğimize göre, insandaki özgürlük amacını tamamlayan, onda hayvanlardan farklılaşma istemi uyandıran anlamlı (bilinçli oluş) varlık olma amacı doğru yolu gösterir gibidir. Anlam, toplumsal insanın ( ki toplumsuz insan yoktur) özgürlük bilincidir. Dolayısıyla insan cinselliği toplumsal, sosyo-kültürel ve tarihsel bir inşa halini alır. Kuşkusuz kendi içinde üreme amacını taşır. Ama anlamlı oluş olmanın bir sonucu olarak geliştirdiği farklılaşma çok muazzamdır. Toplumsal insanla birlikte, artık oluşa yön veren tarzı değil, üreme tarzını şekillendiren özgürlük amacını anlamlı toplumsal yaşamda gören insandır. Yani toplum cinsel ilişkiyle neyi amaçladığını ve nasıl yapacağını bilinç yoluyla belirleyerek üreme olgusu üzerinde belirleyici olabilmektedir. Nitekim her türlü üreme çoğalma durumu ya kendi içinde ya da dışarıdan başka üreyen türler tarafından fiziksel olarak dengelenirken insanda bu dengeyi( günümüzde dengeden bahsetmek pek mümkün olmasa da) sağlayan insanın bilinçli tercihli hareket tarzıdır. Zira insan, hareketlerinin amaca uygunluğunu analiz ederek doğru veya yanlış olanı çıkarsayabilme potansiyeline sahiptir. Dolayısıyla cinsellik olgusuna biyolojik veya fiziki değil, ahlaki ve toplumsal ölçülerle yaklaşabilmekte, ölçü koyabilmektedir.

Cinsellik olgusunu insanda en karmaşık hale getiren hususlar ise haz, aşk sevişme vb. yeni anlam yüklenimleriyle genişlemesidir. Bu kavramlar üreme kaynaklı olsalar da, onu çok aşan anlam yüklenimlerini taşırlar. Kuşkusuz anlamlı bir oluş olan insan, kendi cinselliğini hayvanlar gibi yaşayamaz, Ama hem birleşmeden doğan hazzın, hem de birleşmeyi aşan zevk, aşk ve sevişme gibi çeşitli biçimlerdeki cinsel artıların tartışması devam eden konulardır. Fakat biz bunların biyolojik-fiziksel yanlarını kabul etsek de, insana özgü anlama yüklenimlerinin daha esas olduğuna inanıyoruz. Çünkü toplumsal olanın devamlılığını sağlayan üreme değil, toplumsal olmaktan kaynaklı anlamlı yaşamdır. Ve insan gerçekleşmesinde cinsiliğe dair kavramsallığı sadece üreme boyutuyla sınırlandırmak belki de en büyük anlam yoksunluklarından birisi oluyor. Çünkü anlamlı insan cinsel güdüyü (ürüme ve çoğalma amaçlı) toplumsal anlam yüklenimleri yoluyla ahlaki ölçülere bağlayarak, ondaki tüketici, düşkünleştirici ve hayvanileştiren yanları aşmayı esas alır. Peki, nasıl tarz oluyor da bu kadar pozitif ve tüm insan için (kadın-erkek) geçerli ve birlikte yapılan bir oluş tarzı, cinsiyetçilik biçiminde bir “ikicilik” halini alıyor? Üstelik bu ikicilik negatif anlamda bir çatışma tarzına dönüşerek özne-özne’ den özne x nesne’ ye evriliyor ve kadına karşı bir nesneleştirme mekanizmasına dönüşüyor? Cinselliğin (cinsel olanın) bu kadar tek taraflı bir yönelimle kadına dönük tahakküm biçimine dönüşmesi kesinlikle iktidar bağlantılıdır.

Elbette iktidar sadece cinsel olanın üzerinden geliştirilen bir tahakküm durumu değildir. Fakat cinsellik iktidarın en yoğun ve en yaygın bir biçimde hegemonya aracı kıldığı bir alandır. Ve hatta ilk iktidar şekillenmesinin biçimlendiği alandır da diyebiliriz. Dolayısıyla iktidarı çözümlemenin belki de en can alıcı yanı cinsiyetçiliğin çözümlenmesidir. Çünkü iktidar ‘cinsel olanı’ cinsiyetçilik biçiminde bir anlam yüklenimiyle dönüştürerek bu alandaki ilişki tarzını tüm topluma dayatır. İktidar her zaman hakikatten beslenir. Hakikat ne kadar çarpıtılırsa iktidarcı güçler o kadar tahakküm kurarlar. Bu anlamda cinslere biçilen yanlış roller, iktidarın cinsel olan hakikatinden beslenmesini sağlar. Bu yolla hem cinsiyetçilik toplumsallaştırılır hem tahakküm durumu derinleştirilir. Foucault’a göre böylelikle cinsellik, iktidar bağlantılarının en büyük araçsallığa sahip öğelerinden biridir. Ve bir nevi iktidar gerçekleşmesinde “menteşe” rolünü oynar. “Cinsellik daha çok erkeklerlekadınlar, gençlerle-yaşlılar, ana-babalarla çocuklar, öğretmenlerle öğrenciler, papazlarla laikler, bir merkezi yönetimle halk arasındaki iktidar bağıntıları için son derece yoğun bir geçiş noktasıdır” (1) Böylece yukarıda tartıştığımız doğal ve ahlaklı olan bir toplumsal oluş hali-hakikatini, özne-nesne biçiminde ikinci bir karaktere büründüren iktidar sahipleri, toplum üzerindeki hegemonyanın en ideolojik düzenini kurmuş olurlar.

Cinsiyetçiliğin in temel ve ilk inşası erkek aklının özne biçiminde belirlenimidir. Bunun için kadınlık ve erkeklik tanımlarının inşasına girişilir. Kuşkusuz bu tanım ve anlam yüklenimleri doğal gerçeklikler üzerinden yapılır. Zira meşruiyet sorununun aşılmasının en temel koşulu hakikat zeminine dayanmaktır. İktidar, hakikati çarpıtarak kendisine zemin haline getirir ve meşruiyet sorununu gidermeye çalışır.

Uygarlık tarihi boyunca cinsiyetçiliğin en temel iktidar formu ataerkilliktir. Ataerkillik erkeğe adeta bir tür “doğurtuculuk” ile payelendirmedir. Yani kendisinde olmayana kendisini özne kılmaktır. E. Fitcher, erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakküm ilişkisinin erkeklerin döl verme kapasitelerini keşfetmesinden sonra geliştiğini söyler. Ataerkillik bir nevi bu fark edişin ideolojik inşasına dayanır. Böylece erkek aklı etrafında örülen, erkeğin toplumsal yaşamın öznesi kılındığı geri kalan kesimlerin ise nesneleştirildiği, tüm uygarlık tarihine egemen olan kesintisiz olarak varlığını koruyup geliştiren-kurumsallaştıran ataerkillik en yaygın ve en yoğun iktidar tarzı olarak karşımıza çıkıyor. Bu iktidar tarzının bu uygulanış biçimleri sadece biyolojik ve fiziksel olarak değil, ahlaki, politik, sosyal, kültürel, hukuki vb tüm toplumsal alanlara dayatılır.

Doğal toplumda ara eksenlilik tahakküm içermiyordu ve bir tür toplumsal düzenlenişi içeriyordu. Cinsellik ise kadının belirleyiciliğinde gelişen ve hem doğal hem de toplumsal durumun “sağlıklı” sürdürülmesini sağlayan bir alan olarak pratikleşiyor. Kadın kendi toplumsallığını koruma ve geliştirme temelinde cinselliği düzenleyici bir ilke olarak görüyor ve bu çerçevede kurallara bağlıyordu. Hatta neolitik toplumun son dönemlerinde tanrıça tapınaklarında gelişen ve bir tür eğitim-eğitme işlevi gören cinsel ritüeller ve kendini tanrıçaya adayan kadın adaylarının düzenlenişinden söz edilir. Bu düzenlenişi daha sonra uygarlıkçı sistemle gelişen fahişeleştirme olgusuyla karıştırmamak gerekir. Muhtemelen neolitikteki bu uygulama kutsal tanrıça düzeninin düzenlenmesi ve bu toplumsallığın kutsanma tarzlarından biriydi. Ayrıca unutmamalı ki günümüzdeki gibi bir anlam yüklenimi ile cinselliği değerlendiremeyiz. Belki de bu yolla cinselliğin gücünün ve tehlikesinin farkında olan toplumsallık ona bir tarz kutsallık yükleyerek ilkelere bağlamaya ve bu yolla toplumsal hakikati verimli kılarak toplumu eğitmeye çalışıyordu. Simgeler çağından bahsediyoruz. Bu durumda cinselliğin rol aldığı çeşitli anlam yüklenimleri vardır. 1) Türün varlığının devamı, 2) Ortak duyguları paylaşım, 3) Haz-mutluluk. Tüm bu anlam yüklenimleri toplumsal ahlaka bağlanıyordu.

İşte ataerkillik tüm bunların ters yüz edilmesidir.

Özellikle şaman etrafında gelişen ve bir tür karşı ev olarak gelişen hiyerarşik düzenleniş kendi içinde kadın karşıtlığını taşıyarak boy verdi. Zira karşısında geliştiği düzenin belirleyici unsuru kadındı. Hiyerarşik düzenleniş ise erkek etrafında örülen sistemik bir yapıdır. Yeni gelişen hiyerarşik düzenin temel tarzı özne-nesne ayrımına dayalı oluşumudur ve bu tüm topluma dayatılan cinsiyetçiliktir. Bu anlamda kadın sadece cins olarak değil insan olarak nesneleştirilmektedir. Dolayısıyla topluma dayatılan tüm bu nesneleştirmenin temeli cinsiyetçilik oluyor. Tüm erkeklerin tüm kadınlara yönelttiği bu saldırı hâkim erkeklerin tüm topluma dayattıkları bir tahakküm tarzına dönüşür.

İlk saldırı biçimleri ideolojiktir. Özellikle mitolojik tanrı-tanrıça çekişmelerinde bunuapaçık gözlemleriz. Bu ideolojik mücadelelerin en temel özelliği kadınlık ve erkeklik olgularının inşa edilmesidir. Kadın ve erkek sistemleri arasındaki mücadele artık tüm toplumsal mücadelelere içerilecektir. Hâkim ideolojik yapı ataerkillik olduğu için kavramsal inşalar ona aittir. Bu temelde kadın birçok kavramsallaştırma ile bir cendereye alınır. Duygusal, irrasyonel, pasif, şehvet ve arzuların körükleyicisi, şeytani, yoldan çıkarıcı, eksik yaratılışlı, zayıf vb birçok olumsuz yakıştırma yapılır. Elbette şehvetli, adaletli, anne, verici vb olumluluklar da eklenir ama bunlar kazanılmış toplumsal özelliklerdir. Ve iktidarın değil toplumun kendi inşalarıdır. Erkek ise aktif, buyurgan, güçlü, rasyonel vb niteliklere bürünür. Bu tarz ayrımların belli boyutlarda doğal durumdan kaynaklı yanları varsa da bu tanımlamalar daha çok ataerkil aklın iktidarcı yakıştırmalardır. Son yıllarda kimi feminist çevreler “doğal durumun” kullanılmasına karşı çıkarak bunun kadın üzerindeki tahakkümün meşrulaştırılmasına yol açtığını söylemektedirler. Ataerkil aklın amacının bu olduğu söylenebilir. Fakat doğa durumundaki kimi özellikleri sırf bu yüzden inkar edip erkek ve kadın kişiliğini matematiksel olarak eşitlemek de tartışmalı bir husustur. Bu anlamda özcü yaklaşımları aşmak kadar öze sahip çıkmak ve özden hareketle tanım geliştirmek daha doğru geliyor.

Kadın ve erkek inşalarıyla sistemik bir hal alan ataerkillik, erkeklere daha yaşamsal ve gerçekçi görevler vererek onları bilinçli, rasyonel, planlı, üretken, aktif vb biçimde roller biçerken kadınlara ise daha çok doğa durumu ile özdeşleştirilerek aradaki tahakküm durumu görünmez kılar. Böylece tıpkı kölenin efendisinin bir parçası olması şeklinde hareket etmesi ve bunu yaptığını inkâr ederek kendisi için pratikleştiğini iddia etmesiinandırması gibi kadın da erkekle arasında böyle bir gölgesi olarak boyutlanır. Öyle ki aslında ataerkil mantık dâhilinde hareket ediyor. Olsa da bir şekilde kendi özerk mantığını izliyormuş gibi gözükecektir. Kadın bağımlılığının aldığı en nihai biçim baş eğici ve müşfik bir tavırla hareket ettiği zamanlarda kendisini özerk bir fail olarak algılayışıdır.

Böylece öğrenilmiş kadınlık ve erkeklik rolleri kabul edilmiş iktidar ilişkilerini besler. Yani cinsiyetçilik iktidar ilişkisi olur. Kadına içerilen anlamlar topluma, erkeğe, içerilen anlamlar ise devlete yakıştırılır. Böylelikle üst toplum alt topluma karşı yönelimde hem altta olma durumunu dayatır. Hem de bunu cinsiyetçi bir tarzda yapar. Erkek sistem kadına nasıl rol biçip davranabiliyorsa aynısını topluma da dayatır.

Mitoloji, din, felsefe ve bilim tüm bu cinsiyetçi uygulamaları hem içerirler hem de meşrulaştırırlar. Kadına karşı başlatılan şeytanlaştırma, fahişeleştirme, cadılaştırma vb. tüm dayatmalar aynı iktidar aklının topluma karşı dayattıkları cinsiyetçi yaklaşımlardır. Böylece zayıf düşürülen kadın, her türlü erkek tasarrufuna açık hale getirilir. “Bu anlamda kadınlık kadının özü olarak kişiliksizleştirmesidir.” (A. Öcalan). Kişiliksizlik hem erkek tarafından dayatılır hem de “kadınlık” biçiminde kadına öz-şiddet yoluyla dayatılır. Yani kadınlar kendilerine karşı kullanılan baskı durumunu “kendilerine döndürmeyi ve içselleştirmeyi öğrendiler.” (4) Bu öğrenme durumu için erkeklik tam tersi bir seyir izledi. Erkeklik halinin kişinin kendisinde ve başkalarına sunuşunda içerdiği anlam hâkim ve iktidar sahibi olmayı ifade ediyor. Bunu düşünce tarzından tutalım duruş ve davranışına fiziğine yüklediği değer ve geliştirdiği egoya kadar hemen her zaman kendisini gerçekleştirmesinde gözlemleyebiliriz. Artık tüm doğa ve toplum eril özne ve dişil nesne diyalektiğine bürünmüştür. Dişiyi nesne bırakmanın en etkili yolu kadınlığı topluma içermektir. Kadınlık içerilmiş köleliktir. Ataerkil aklın geliştirdiği bu tanım iktidarın topluma yönelim tarzı haline gelir. Böylece toplumsal cinsiyetçiliğin üretimi kendini doğuran erkek ve kadın eliyle süreklileşir ve kurumsallaşır. Bu zora dayalı bir ele geçirme ve tecavüz-tahakküm durumu ataerkil aile devlet din hukuk bilim ve benzeri tüm unsurlarca beslenir hale geldi.

Cinsiyetçiliğin en görünmez kılındığı yer ailedir. Aile tüm olumlu kazanımlarının yanında en yoğun toplumsal cinsiyet üretim merkezidir. Zira hem rol modeldirler hem de en güçlü (kutsal) zırhlarla koruma altına alındığı için adeta sorgulanamaz durumdadır. Ataerkil ailenin bu öğütücü karakteri ilginç bir paradoks taşır. Bütün insanların amacı “aile olmaktır”. Ama aynı zamanda aile olan bütün insanlar sistemle birleşmenin (özellikle kadınlar) hayal kırıklığını bir biçimde yaşarlar. E. Goldman “buraya giren herkes umutlarını dışarıda bırakır” der.

M. Meis’in tanımıyla “Bütün erkekler” olarak devlet ataerkilliği temel bir ideolojik bileşen olarak görmüş ve erkek aklının kurumsal yapısı olarak süreklilik kazanmıştır. Devlet aklı denilen tahakküm durumu özünde erkek aklıdır. Devletin kuruluş bileşeni erkeklerden oluşur. Cinsiyetçiliğin tüm topluma yönelimini örgütleyen de devlettir. Buna rağmen devletin bu yönü hemen hemen hiç görünmez. Sanki toplumdan bağımsız ve toplum üzerinde bir yapı olarak “nötr” muamelesi görür. Devlet bu konumlanışı “insan” genellemesi yaparak sürdürür. Fakat bu insan erkektir. Çünkü devleti oluşturan, yasasını, tarzını ve işleyiş esaslarını belirleyen erkektir. Dolayısıyla bir yerde devlet varsa orada cinsiyetçilik üretiliyor demektir.

Sistemin cinsiyetçi üretimi sadece kadın üzerinden gelişmez her zaman sistem karşıtı sosyal ve ruhsal yapılarıyla muhalif olma potansiyelini taşıyan geçlikte direk cinsel saldırı yoluyla bu cendereye alınır. Zeus, Prometheus’un yarattığı ve tanrılardan akıl çalarak verdiği erkeklerin şımarık ve terbiyesizliği karşısında Hephaistos’u onların başına bela olacak bir insan yaratması için görevlendirir. Hephaistos’un yarattığı Pandoradır. Pandora’da bir fahişenin düşünce tarzı bir hırsızı doğal yapısı bir köpek kalbi bir tilki huyu olduğu belirtilmektedir. (5) Böylece genel toplumsal cinsiyetçiliğin yöneliminin yanında cinsel olan aracılığıyla sistem kendine bağladığı kadını kullanarak gençlere yöneltmektedir.

Benzer bir yönelimi Antik Yunan’da görmekteyiz. Antik Yunan’da gençlerin yetiştirilmesinin yollarından biri de genç “oğlan”ların filozoflarca eğitilmesidir. Birçok filozofun oğlanı vardır. Bu uygulamanın temel amacı sistemin başına bela olabilecek olan genç erkeklerin iradeleri ve onurlarının kırılarak sisteme bağlanmasıdır. Gerçekten de “oğlan” olarak seçilen bu gençlerin çoğu üst sınıflara mensup ve yönetime her an katılabilecek olanlardır. Platon mevcut durumu över ve 3. cins yorumuna girer. Zira kadın sadece doğurganlık işlevine sahiptir. Asıl ilişki ise erkeğin kendisine yönelerek geliştireceği ilişkidir. Aristotales de bir tür ataerkilliğin (ya da erkeğin) kadının rolüne büründürme hevesinde görünür. Zira Aristo’daki akıl erkektir ve dölleyici bir özle türsel yaşamın devamlılığını sağlar. Böylece kadına ait yaratıcı doğurganlık erkeğe havale ediliyor. Ataerkilliğin günümüze kadar gelen rasyonelizasyonu bu şekilde belirlenmiş oluyor. Bu aslında tarihin en büyük hırsızlıklarından biridir. Kadının en temel fonksiyonları yani dişiliği erkeğe mal edilerek ataerkilliğin kendisi akılcı bir dişiliğe bürünüyor. Patriyarka kendini aşmış rasyonelleşmiş ve yenilemiş bir matriyarka’ya dönüşür. Aristo üreme işini ise erkeğin madde (kadın) üzerinden amaca yöneliminin etkisi olarak ifade eder. Erkek kadını dölleyerek kendini üretir. Yani kadının sadece işleyen bir nesne durumundadır. Böylece tıpkı Platon’daki gibi erkek kendini üreterek kendine yönelir ve kadın sadece taşıyıcı bir araç olarak kalır. Çünkü kadın kısır bir erkektir. Bu tarzda yaşamın kadının tüm dişil doğurucu yapısı erkek dölleyeciliğine içerilir.

Cinsiyetçiliğin tarihsel seyrini aktarma durumunda değiliz. Üretim mantığı açısından temel parametreleri böyle ifade edebiliriz. Bu parametrelerin günümüzde uygulanış biçimleri ise çok daha geniş bir yelpazede ifade edilebilir.

Kapitalist modernite, cinsiyetçiliği neredeyse en temel ilişki biçimi haline getirir. Erkeğin kadın, eteğinin, erkek patronun işçi askerin sivil politikacının halk, sömürenin sömürülen vb. tüm özne-nesne ilişki biçimlerinde sistemin cinsiyetçi uygulamasıyla karşılaşırız. Bu anlamda tüm topumun “karı”laştırarak tahakküm nesnesi kılınması söz konusudur. En üsten en alta doğru dayatılan (ki yatay ilişsilerde de bunu gözlemleriz) bir kadınsılık ve teslim alma yönelimini gözlemleriz ve sistem bunu topluma içerir. Siyasal alan böyle işler, ekonomik, sosyal, kültürel, diplomatik, askeri vb. tüm alanlar bir cinsin diğerine egemenlik ve sahipliği mantığıyla örülür. 24 saat esasına dayanan bir cinsellik söz konusu. Bütün erkekler bütün kadınları vajina olarak görür. Bu durum toplumsallıktan çıkarak hayvansılaşma biçiminde dayatılmaktadır. Kadının her organı erkeğin iktidar nesnesine dönüşür. Cinselliği bulaştırılan “akıl” cinsel olanı ortadan kaldırarak sonuna kadar anlam yitimine yol açmıştır.

Ataerkillik kapitalizmin ruhunda vardır. Bu ruhun beslenme tarzı bilim ve nesnellik olgularıdır. Modern bilimin cinsiyetçiliğin nesnelik nasyonuyla meşrulaştırması tarihin en kapsamlı iktidar ilişkilerine yol açmıştır. Cinselliğin anlamsızlaştırılması kadının cinselliğinin ortadan kaldırarak cansızlaştırılması ve makineleştirilmesi anlamını da içeriyor. Gerçekten de günümüzde cinsellik en çok zihinsel alanı dolduran ama en anlamsız yapılan bir durum haline gelmiştir. Yani anlamsızlığın temel bir duruş tarzına dönüşmesi söz konusu. Sistem erkek lehine işliyor gibi görünse de aslında tıpkı Aristo’nun ön gördüğü gibi sistemi üretmekten başka bir şey yapmıyor. O habire bir örüntüsü olan erkeklik bilincini yaşar, kendisini kendine ispatlamaya çalışır ve kendisini verilen role uygunluğunu sınar.

Sistemin diğer ideolojik saldırılarında da cinsiyetçilik bir tarz olarak uygulanır. Bir yerde tahakküm ve iktidar varsa, orada cinsiyetçilik var demektedir. Dolayısıyla cinsiyetçiliğin esasını (kadına dayatılan tahakküm durumu) gözden kaçırmadan ve gizlemeden, tüm sömürü ve iktidar ilişkilerinde korlarına rastlarız.

“Modern” Batı toplumlarının diğer dünya halklarına dayattığı sömüren-sömürülen ilişkisine bu gözle baktığımızda tecavüz kültürünün derinlik düzeyini daha iyi kavrarız. Sömürülen ülkelere dayatılan özünde kadınlıktır. Kadınlık ve erkeklik olguları nasıl birbirini besleyip iktidarı üretiyorsa sömüren-sömürülen ilişkisinde de benzer bir iktidar örüntüsü vardır. Sınıfçılık, devletçilik, dincilik, milliyetçilik vb. tüm özne/nesne ikilemlerinde tecavüz ve cinsiyetçilik dayatılır. Elbette iktidarı cinsiyetçilikle aynılaştırmıyoruz. Tüm bu iktidar biçimlerinin farklı tarzları da vardır. Ama bu iktidar ilişkilerindeki cinsiyetçiliği görmez ve oradan mücadeleye başlamazsak hep esası kaçırmış oluruz.

Dolayısıyla cinsiyetçiliği aşmanın yolu cinsel olanın özgürleştirilmesi ve ahlaki-toplumsal değerlere bağlanması vazgeçilmez görünmektedir. Bunun için öncelikle mevcut kadınlık ve erkeklik inşalarının aşılması ve reddedilmesi gerekir. Mevcut kadını ve erkeği ret, cinsel olanın iktidar zemininden uzaklaştırmasının ve insanın özgürlük ve anlamlı oluş amacına bağlanmasının nirengi noktasıdır. Bu cinsiyetçiliğin aşılmasının önemli bir başlangıcı olabilir. Diğer yandan kendimizdeki iktidar ilişkilerini (ve tabi genelde iktidar) çözümlerken de ondaki cinsiyetçi özü hep yakalamak ve reddetmek durumundadır.

 

Yararlanılan Kaynaklar

1 Cinseliğin Tarihi/M.Foucault
2 Son sömürge Kadınlar/ M.Mess
3 Gıdıklanan Özne/ S. Zizek
4 Felsefe Ansiklopedisi/A. Cevizci
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.