Düşünce ve Kuram Dergisi

Felsefeyi Kadınla Anlamak

Mahmut Yamalak

Felsefenin ihtiyacı olan şey bütünlüklü bir bakış açısıdır. Varoluşu bütünlük içinde kavramak için kendini bir alanla sınırlandıramaz. Bilimlerden elde edilen bilgileri yorumlayıp tümel yargılara gitmeyi hedeflediğinden, bilimsel verileri daha geniş bir bağlamda yeniden değerlendirip bütününün içine yerleştirir. Varoluşu bütünlük içinde kavramaya çalışan sanat, din gibi alanlara göre daha kapsamlı sayılabilecek felsefe, bu özelliğini bilimle kuruduğu dolaysız ilişkiye borçludur.

Kant, felsefenin temelde üç soruya cevap aradığını söyler: Ne bilebiliriz? Ne yapabiliriz? Neye inanabiliriz?.. Birinci soru varlığın nasıl oluştuğunu sorgular, ikinci soru yaşamın nasıl düzenlenebileceğini araştırır, üçüncü soru ise aşkın bir gücün olup olmadığını, irademizin özgür olma düzeyini, olanaklarını vb. sorgular. Nihai gerçekleri konu alan, şeylerin en genel nedenleri ve ilkeleriyle meşgul olan felsefenin önemi azalmadan devam edecektir. Anlamlandırmada birbirinden farklı felsefi görüşlerin ortaya çıkması bir bakıma kullanılan yönteme de bağlıdır. Felsefi yöntem ayrışmayı derinleştirir. Diyalektik yöntem, kuşku, sezgi vb. gibi yöntemlerin her biri farklı ekollerin, filozofların adıyla özdeşleşir. Ancak kullanılan yöntem ne olursa olsun, genellikle felsefenin ortak uğraşı bize üç şeyin anlamını veremeye dönüktür: Varlık, bilgi, değer…

Bu noktada felsefenin tarihsel gelişiminde kadının yerine bakmak gerekir. Belirleyici karakterlerin, ekollerin seçilmesi ve ayıklanması sürecinde belirleyici güç erkek egemen kesim olduğundan, felsefede kadına çok az rastlıyoruz. Neyin “Felsefe” olduğunu da aynı zihniyet tespit ediyor. Fransız feminist felsefeciler “felsefi özne erildir” derler, kadınların uğraş alanlarına, yeteneklerine dönük ataerkil algı, onların üretimine de önyargılıdır. Örneğin Platon, Aristo, Kant, Rousseau, Schopenhawer, Nietzsche, gibi büyük filozofların kadına dönük tespitleri, ifadeleri küçümseyici hatta yer yer aşağılayıcıdır. Keza felsefe dünyası da bu gibi büyük filozofların kadına dönük ifadeleriyle hesaplaşmaz; suskunluk yasasına riayet ederler.

Her şeye rağmen Simonede Beauvoir, Hannah Arenat,G.E.M. Anscombe, Hilary Putnam, Héléne Cixous, Luce Irigaray, Julia Kristera, Iris Murdoch gibi felsefeci kadınların ortaya çıkması da kadının var olma direncini göstermektedir.Çağdaş filozof kadınlar için şu tespit yapılabilir; felsefe derinleştikçe cins sorunuyla karşılaştıklarından,hemen hepsi de zorunlu feministtir.Bu durum cinsiyetçi bakışın deşifrasyonu için olumlu rol oynarken, felsefi görüşlerinin ikincil plana düşmesine de neden olmaktadır. Her birinin düşünce dünyasına önemli katkıları olmuştur. Ancak kadını bu alanda öteki’leştiren eril zihniyet, bu çemberi kırıp ilerleyen kadına da cins kimliği içine hapsedip tanımlayarak yeni bir ötekileştirme operasyonunu sürdürmektedir.

Fransız feminizminin uğraş alanı tam da bu sorunsaldır. Kristeva, Cixous ve Irigaray’ın oluşturduğu bu ekol, felsefenin eril öznesiyle, inşa edilen cinsiyet kültürüyle ve kadının ötekileştirilmesiyle uğraşır. Cezayir asıllı Fransız filozof, yazar Cixous, kadın varoluşunu Hegel’in efendi-köle metaforuyla açıklar. Efendi(erkeközne) tanınmak için köleye (kadına-nesneye) ihtiyaç duyar. Kadını bu şekilde baskılayan erkek hem kendi eril kimliğini inşa eder hem de kadını “öteki” konu-munda tutar. Eril zihniyetin oluşturduğu cinsel kimlik oluşmuş, inşa edilmiş olduğundan, biyolojik cinsiyetten farklıdır. Cixous gibi Iragaray da felsefedeki eril özneyle hesaplaşmaktadır. Taraflı ve egemen söyleme hizmet eden erillik-dişilik kimliklerinin insanın bilinçaltına yerleştirilen bir toplumsal inşa süreci olduğunu söyleyen Iragaray, ilk yapılması gerekeni de bu eril dilden kurtulmak olarak tespit eder. Kadının bedeni üzerinde aşağılama, küçümseme, ötekileştirme gibi gerçekliklerle hesaplaşan Kristeva ise felsefesini bu temalara dayandırır.

“Kadın olarak doğulmaz, kadın olunur” diyen Beauvoir’in “kadın filozof” denilince akla gelen ilk isim olması, esas olarak varoluşçu felsefedeki yerindendir. Ona göre insan, kendi yaşamını oluşturması ve ona anlam vermesi gereken içsel özden yoksun bir varlıktır. Yoksun oluşundan dolayı varlığı arzular ve onu açığa vurmak ister. Kadın varlığını “karşılıklı bağımlılık” ilişkisi içinde edinir. Her bilinç ancak bir başka bilinci yok ederek var olur.”Ben” ile “öteki” ilişkisi özne-nesne ilişkisine dönüşür diyen Beauvoir, bu ilişkide erkek-özne, kadın-nesne özdeşliğinin kurulduğunu söyler. Buradaki erillik, tarihsel olarak kadını ötekileştirerek oluşmuş bir kimliktir. Toplumsal cinsiyet kimliği de kadın cinsinin ötekileştirilmesi üzerinden oluşmuştur. Kadın için temel problem erkek tarafından belirlenmiş bir varlık olmasıdır. Toplumsal cinsiyet kimliğinin oluşması ve kadının ötekileştirilmesi bu belirlenmişliğin göstergeleridir.

Bu isimlerin yanında kadın sorunundan çok felsefenin, politikanın değişik sorunlarına ağırlık veren filozoflar da sayılabilir. H. Arendt esas olarak totalitarizmin tarihsel-toplumsal analizine yönelmiştir. Amerikalı filozof H.Putnam matematik, mantık, dil ve zihin felsefeleriyle ilgilenmiştir…

Daha da sayılabilecek kadın filozoflarına rağmen başta belirttiğimiz sorun var olmaya devam ediyor.

  1. Felsefede kadınlar sayıca azdır. Var olanlar da genellikle son iki yüzyıldır ortaya çıkmışlardır. Bu filozofların çoğunluğu da felsefi görüşlerin çok kadın kimlikleriyle öne çıkmışlardır.
  2. Felsefede cins olarak da kadının varlığı yoktur. Felsefi özne erildir; bu eril öznenin cins kimliği kadının ötekileştirilmesi üzerine kurulmuştur.

Yukarıda sayılan iki nokta sorunun en genel çerçevesidir. Esas sorun ise daha derindedir; bu da felsefede kadın bakış açısının eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Felsefenin keşfe yöneldiği şeyler kavrayış yetisinin geliştirilmesini gerektirir. Varsayımları, genel kabul görmüş değerleri ve terimleri tartışmak, anlamak ve keşfetmek için sezgi gücü, empati gerekir. Felsefe evreni ve içindeki varlıkları bütünlüklü kavramaya, anlamaya çalışmak gibi insan için temel olan bir alana eğilir. Varlığın doğasını açığa kavuşturmaya, hakikatin bilgisini kavramaya soyunur. Bilim ve disiplinlerin yanında felsefe, “neden?” ,”niçin?” sorularına, bu soruların bağlamlarına sınırlarına, özelliklerine dair her şeyi merak eder. Bilgiye nasıl ulaşabildiğimizi, nasıl bilebildiğimizi; ahlaki sorumluklarımızın kaynağı; toplum, doğa, özgürlük gibi kavramların anlamını araştırır. İnsan için bu denli önemli bir alanın eril bakış açısına terk edilmesi, kadının bu alandan dışlanması, dahası ötekileştirilmesi, felsefenin de önemli sorunlarındandır.

 

Sorunu Tanımlama

Felsefenin kadına dair söz söylediği alan cinsiyetle sınırlanmış gibidir. Dikkatli bir okumayla bu yaklaşımın “soyun sürdürülmesi”, “cinsel devrim” gibi tartışmalarla sınırlanmış olduğu görülür. Marksizm’in kadına dair sözleri içerik olarak sınıfsal söylemi aşamaz. Kurtuluşunu sağlayacak olan proletaryanın içindeki proleter kadınlar da kurtulmuş olacaklardır diyen sosyalist literatür, böylece kadın eğilmişliğiyle sınıfsal sömürüyü birleştirir. Liberalizm kadının pazara, kamusal alana çıkmasını yeterli görür. Çıkılmak istenen kamusal alanın konumuyla ilgilenmez, kölelikte eşitliği savunur. Feminist olarak tanımlanan ve birbirinden çok farklı olan görüşlerin üzerinde uzlaştıkları noktalardan biri ise cinsel devrimdir. Reel sosyalizmin başlangıç yıllarında bazı sosyalist ideologlarında sorunun merkezine konan bu olgu için A.Öcalan “cinsiyet farklılığı kendi başına hiçbir toplumsal sorun nedeni olamaz” der. Kadının düşünce dünyasındaki yerini güçlendirmek için başlangıçta önemli olan sorunun tanımının doğru yapılmasıdır.

Varlığın eril ve dişil yönleri olmadan var olmasının olanağı yoktur. Bu ikili karakter hem oluşumu gerçekleştiren, hem de ayrışarak farklı kimlikleri somutlaştıran yandır. Ayrışan öğeler anlamı aramayı tetikler. Böylece anlam arayışı her iki yönün ortak eylemi haline gelir. Bugün ataerkil-devletçi sisteme karşı anlamı, eşdeyişle felsefi sorunların cevabını bulmanın yolu, kadın etrafındaki köleleştiren ilişki ağını parçalamaktan geçer. “Cinsel devrim”, “soyun sürdürülmesi”, “kamusal alana çıkış” gibi hedefler bu ağı parçalamada ancak genel yönelim içinde konumlandırılabilir.

Felsefi anlama ulaşmanın temel koşulu tam özgürlük ve eşitliktir. Kadının önünde soyun sürdürülmesinin yol açtığı demografik felaketi durdurmak, zeka ve kültür düzeyinin gelişimine katkı sunmak, mülkiyetçiliği, iktidar tekelini aşmak gibi görevler dururken felsefeye katkısının sınırlı olacağı belirtilebilir. Bu da anlamın kendisinde sınırlı kalması demektir. Tam eşit siyaset yapma, cinsiyetle ilgili tüm alanlarda-ilişkilerde eşit söz ve iradeye sahip olma, etik ve estetik gelişmişlik, ekonomik eşitlik ve sorumluluk gibi alanlarda kadın var olursa, insan varlığın eksik yönü tamamlanmış olur. Anlam arayışında eylem de ancak böyle ortaklaşabilir. Wirginia Wolf ’un “Kendine ait bir oda” sındaki “Shakspeare’in hayali kız kardeşi” öyküsü felsefi alana da uyarlanabilir. Platon’un, Aristo’nun, Kant’ın, Hegel’in hayali kız kardeşleri olduğunu düşünelim. Eril egemen sistemin olmadığı bir ortamda eşit şartlara sahip olduklarını, aynı toplumsal imtiyazlardan yararlandıklarını, aynı teşviklerini gördüklerini düşünelim. Bunun olmaması felsefede kadını eksiltmiştir; ama daha da önemlisi felsefeyi de eksiltmiştir.

Yaşamın doğurgan tarafında olmanın kadına verdiği yetiler olmalıdır. Kadının kendi varlığının ayırtına varması ötekiyle iç içe oluşur. Kadın için “öteki” onun varlığının bir parçasıdır, erkek için yalnızca “öteki”dir. Erkek ötekinden sakınır, onu gözeterek kendini tanımlar; sadece kadını değil kendi hemcinsini de gözetir. Buna karşın kadın etkileşim içine girdiği her varlıkla dolaysız ilişki kurar. Burada, her bilincin son tahlilde ötekini nesneleştirme meyilli olduğu gerçeğini yadsımıyoruz. Ancak kadın bu nesneleştirme eyleminde daha pozitif tavır alır. Yaşamın kadın yönü eksik kaldıkça ötekini nesneleştirme de artar. Varlıklar bu nesneleştirilmeye, ötekileştirilmeye karşı direnerek kendisini oluşturur. Erkek bilinci ötekiyle çatışarak, kadın bilinci ötekiyle sentezlenerek var olmaya çalışır. Öcalan’ın “doğa diyalektiği” burada kadının var olma eyleminde somutluk kazanır. Nesneleştirilen varlık tutsaklaştırılmış olur. Oysa bilinç özgür olmak ister. Kadın bilinci ötekiyle kaynaşarak özgür olmayı hedeflediğinden diyalektiğe daha yakındır. Felsefe dünyasından kadın bakışının eksik olması, pozitif diyalektiğin önünde önemli bir engeldir. Çünkü “pozitif diyalektik”in öznesi bütünlüklü öznedir.

Kadın doğal yaşamın merkezinde, yaşamın doğasına daha yakın, yaşamda durağan değil, akışkan tarafta yer alır, bu yönüyle özgürlüğe daha yakındır. A.Öcalan, “Özgürlük Sosyolojisi” adlı eserinde bu durumu enerjimadde ikilemiyle açıklar, maddenin durağanlığına karşın enerji değişken ve akışkandır. Madde tutsak enerji, enerji özgür maddedir. İktidarla somutlaşan erkek durağan, tutsak tarafta yer alır. Erkek, gücü de elinde bulunduran taraf olduğundan, toplumsal enerjiyi de durağanlaştırır.

 

Felsefenin Erilleştirilmesinin Sonucu: Felsefe Kriz

Maddi dünyayı tanıma, bilme konusunda insanlığın önemli bir aşamayı yakaladığı söylenebilir. Yine de felsefeyi krize sokan eksik bir şeyler var. Bilinenlerin amacını ve anlamını, açığa çıkarmada yetersiz kalınıyor; yaşamın nedeni, hedefi, amacı ve anlamı hala büyük oranda ısrarını koruyor. Yaşamak ve üremek neredeyse birbirlerinin nedeni olarak gösterildiğinden, konu paradoksal bir hal alıyor maddi dünyayı anlamak için yaşama yakın duran kadının sezgisel bakışına ihtiyaç var; eksik felsefi öznenin tamamlanması gerekiyor. Bilinmek istenen evrenin insanda somutlaştığını söylerken Öcalan, felsefenin gündemine yeni sorular da taşımış oluyor. Bilinmek istenen nedir? Neyi anlayacağız? Tanrı’yı mı, Tini mi, Teoria’yı mı, maddeyi mi? Evren ile anlamın özdeş olduğunu kabul ettikten sonra, evreni anlamanın aslında insanı da anlamak olduğunu bildiğimizden, dış dünyayı tanımayla kendimizi tanıma eylemimiz aynılaşmaktadır.

Anlamı, evreni kavramak isteyen insan eksik bir varlıktır; kendi yarısını iktidar ve cinsiyetçilik uğruna tutsak kılmıştır. Kendini eksilten insanın anlama ulaşma eylemi de, bulacağı anlam da eksik kalacaktır. Bilinen evrenin en yetkin zeka formu olarak bildiğimiz insanın da aslında eksik olduğu yarısının tutsak kılındığı anlaşıldığında, bulabildiği her “doğru” yeniden yorumlanmayı gerektirir. Aslında toplumsallığında inşa edilmesiyle insan anlama ulaşmak için muazzam bir güç elde etmiştir. Ancak bu avantaj, kadının dışlanmasıyla zayıflatılmıştır. Bundan sonra yaşamın eril tarafının toplumsallaşması ne kadar abartılsa da sonuç, giderek anlamdan uzaklaşma olacaktır.

Felsefi olarak anlama ulaşmak, hakikate ulaşmaktır. Bilimsel veya sosyal bir teoriyi açıklarken verilerden yola çıkar, verileri rasyonel ifadelerle birleştirilip yorumlayarak anlama ulaşırız. Yorumlamanın da ilkeleri ve yöntemleri vardır. Örneğin Demokratik Uygarlık Paradigmasının anlaşılması için öncelikle A.Öcalan’ın yönteminin anlaşılması gerekir. Bilgi ancak doğru bir yöntemle anlama dönüşebilir. S.M.T ura anlamı şöyle açıklar: “fiziksel bilimler maddenin tüm özelliklerini açıklayamaz organize maddenin anlamı yorumsamayla anlaşılabilir. Anlam, fiziksel olmayan (fizik bilimi tarafından incelenmeyen) maddi bir özelliktir.(1) Fizik bilimler verileri açığa çıkarır ancak bunları açıklamakta yetersiz kalır. Anlam metafiziktir; sezgi, duygu, empati gerektir. Öcalan’ın doğa diyalektiğinde yasa da budur: Anlama ulaşmak için;

  1. Fizik açıklama,
  2. Yorumsal açıklama gerekir.

Bu iki yan anlamın diyalektiği oluşturur. İkisinin birleşmesiyle anlamın diyalektiği oluşur. Parça iler bütün, tekil ile evrensel, madde ile mana arasındaki bütünlük diyalektikseldir. Rasyonel bir tutarlığın oluşması için diyalektikteki tarafların eşit katılımı kendi bireysel kimlikleriyle yapmaları gerekir.

Anlam arayışında kadının eksik olması felsefi kısırdöngünün nedeni olarak görülebilir. Yaşamın anlamına en yakın olan kadın bu anlamdan uzak tutulmuş, var olan bireysel çabalar da yine eril dünya tarafından cins kimliği içinde tanımlanarak felsefi önemi gizlemeye çalışılmıştır. Geçerli-egemen paradigma kadınla yaşamın anlamını aramayı sadece çoğalmayla, üremeyle sınırlandırır. Anlamı açığa çıkarmaya değil, gizlemeye dönük bu olgunun özgürlükçü ideolojilere de paylaşılmış olması sorunu daha karmaşıklaştırmıştır.

 

Kadın ve Felsefe

Felsefe insan doğasına en yakın etkinliktir. Dışımızdaki dünyayı tanımaya, anlamaya, yorumlamaya dair bir bakıştır. Bu alanda sergilenen bakışın karakteri, insan doğasının ne olduğunu da gösterir. İnsan ile nesne, insan ile diğer varlıklar arasındaki ilişki ancak felsefeyle anlam kazanır. Dış dünyayla ilişki kuran, onu tanımaya-anlamaya çalışan insan-özne kimdir sorusuna Fransız feministlerin cevabını yukarıda vermiştik; eril özne. Felsefenin eril özneye terk edilmiş olması, onun eksin anlamlandırılmasına yol açmıştır. Eril özne eksiktir, tamamlanmamıştır, tahakkümcüdür, dişil özneyi ötekileştirerek, baskılayarak var olmaya çalıştığından çatışmacıdır, pozitif diyalektiğe terstir. Bu felsefi öznenin hakimiyetindeki felsefe de kaçınılmaz olarak krize girecektir.

Felsefi yönelimin bir yönü de dilsel ve zihinseldir. Dış dünyayı tanımaya çalışan insan onunla kurduğu ilişkiye ve bu ilişkiye yüklediği anlama göre bir dil oluşturur. Söylem giderek zihniyeti de oluşturup ortak kod ve sembollerle tamamlar. Eril öznenin oluşturduğu dil ve zihniyet de eril ve iktidarcı olmuştur. Kadın bu söylemsel bütünlüğün içinde silinmiş, kadın yaratımları küçümsenmiş, var olanlar da salt cinsel kimliğe hapsedilerek tanımlandıktan sonra kabul edilmiştir. Eril özne kadını ve kadına ait her şeyi nesnelleştirerek gelişim göstermektedir. Felsefi söylemin kirlenmesinin, tahakkümcü kılınmasının, giderek krize sokulmasının da sorumlusudur.

Anlama ulaşmak varlığın kendi bilincine varmasıdır. Felsefi öznenin eril olması varlığın tanımlanmasını da güçleştirmektedir. Kendi varlığını tanımlamaya çabalayan özne felsefede yalnızca eril özneyle karşılaşınca söylemdeki cinsiyetçiliğe hapsolma tehlikesi yaşar. Erkek bu söylem üzerinden kendini tanımlayıp “felsefi özne= erkek” özdeşliğine göre düşünürken, kadın bu söyleme çatışmaya koyulur. Sonuçta felsefi söylem cinsler arası parçalanmayı yaşayarak bütünlüğünü yitirir. Artık her cinsin öznesi, dış dünya tanımı, söylemsel bütünlüğü farklılaşır. Sonuçta felsefenin temel işi olan anlam arayışı bu çatışma içinde tali plana düşer.

Yönelme, anlamlandırma, tanımlama işi dolaysız bir ilişkiyi gerektirir. Erkeğin felsefik söyleme hakim olması, toplumsal imkanlarının daha geniş olması ve egemen erkek dünyasının sağladığı entelektüel ortama girebilmesi onu dolaysız ilişkide avantajlı kılıyor. Bilginin peşinden giderken bilgi kaynaklarına, bilginin nesnesine, bağlamlarına, çalışma alanlarına, atölyelere, kurumlara, eğitimli bireylere ulaşma imkânına sahiptir. Bilgiyi sınayabilir, eleyebilir, doğrulayabilir. Tüm bu süreçlerde bilginin oluştuğu her aşamanın eril bir dünyanın şemsiyesi altında olması sebebiyle, kadının dıştalanmış olması da yeterince sorgulanmaz. Schopenhaver’in kadın düşmanlığı sayılabilecek söylemleriyle, Kant’ın cinsiyetçi ifadeleriyle hesaplanılmamasının nedenleri burada aranmalıdır.

Felsefe alanını bir erkekler kulübüne benzetebiliriz. Burada kadının aşağılanması, dıştalanması, nesnelleştirilmesi veya hakkında dedikodular yapılması grup içinde kalan ve sorgulanmayan şeylerdendir. Kadının felsefeye yönelmesiyle birlikte, öncelikle kulüp ortamının sağladığı güvence bozulmuştur.

Kadın felsefedeki eril söyleme, eril zihniyete karşılaştıkça eril özneyle çatışmaya girmekte, bu çatışma kaçınılmaz olarak cins kimliğini öncelemektedir. Erkek özne felsefesi söylemi erilleştirip zayıflattığı gibi, kadın öznenin felsefeyle ilişkisini de tepkisel bir cinsiyet kimliğine hapsedip zehirlemektedir.

Felsefe bir bütünlük ister. Anlam yaşamın eril-dişil yanlarının madde-mana yanlarının ortaklığıyla açığa çıkar. Daha başta bozulan bu bütünlük sonucunda evrensellik, hakikat, varlık, değer, bilgi gibi genel felsefik kategorilerden günlük sıradan ilişkilerin anlamlandırılmasına kadar her alanda bir söylemsel tek taraflılık oluşmuştur. Zihniyet kadınların bu dizilimi toplumsal ilişkilerdeki cinsiyetçiliği meşrulaştırmış, iktidarın cinsiyetçi yönelimlerini meşrulaştırmıştır. Felsefedeki cinsiyetçilik aşılmadan toplumsal yaşamın diğer alanlarına sirayet eden cinsiyetçiliğin aşılması zordur. Değişim öncelikle yaşama en yakın olan felsefe alanından başlamalıdır.

Hem dış dünyayı anlama, hem onu inceleyen özneyi varlık olarak tanımlama hem de kendi kendisini anlamlandırma misyonuna sahip felsefe, insan için vazgeçilmezdir. Yaşama en yakın olan olması gerçekliği onu kadına da yakınlaştırır. Kadın da felsefe gibi, varlığın yaşama yakın yanıdır. Felsefeyi kadınla anlamak da yaşamın özüne yakınlaşmaktır.

 

1) Madde ve Mana, Saffet Murat Tura, Metis Yayınları syf. 114

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.