Düşünce ve Kuram Dergisi

Hakikatin Sırrı Özgürlük

Mahmut Aba - Sıddık Batur

“Maddenin amacı anlamlaşmak, anlamın amacı maddeyi aşmaktır”

“Oluşmak, var olmak, varlıkta anlamlaşmaya yönelmek; renk ses ve çeşitlilik olmak, her canlıda bir tılsım olup her bitkide bir koku, bir madde haline gelmek; maddenin dönüşüyle anlamlaşmak ve yeni bir oluşuma doğru yol almak. Her yeni oluşla çoğalmak, gelişmek, yeni bir bitki ve canlı türüne yol açmak. Tüm bu devinimler, evrenin bir amacı olduğunu ve kendini görünür kılmak istediğini hissettirir gibidir. Çünkü sürekli bir devinim halinde olup müthiş bir zekâ potansiyeline yol açmayı farklı şekilde düşünmek mümkün değildir. Varlığın özünde görünür kılıp anlamlaşma çabası vardır. Ki canlılık bunu gerektirir. Aksi durumda, varlığın var olma hali ortadan kalkar ki, bu da koca bir boşluk ve hiçlik anlamına gelir.”

Peki, evren kendini nasıl anlamlandıracak? Neyle kendini tanımlayacak? Ya da evren gerçekten tanımlanmak istemekte midir? Kuşkusuz bu soruları yanıtlamak kolay değildir. Ancak imkânsız da değildir.

A. Öcalan, hakikatin sırrına erebilmek için öncelikle insanın bilinmesi, tahlil edilmesi gerektiğini belirtir. Çünkü evrensel arayış ve oluşumun en mükemmel yaratımı insanda somutlaşmıştır. İnsan mikro evren bir oluşum olarak tanımlanmaktadır. “maddenin yapıtaşları olarak atom içi ve atomlar arası oluşumlarla canlılık arasındaki bağ, en iyi insanda teşhis edilebilir.” İnsan, evrenin maddi-manevi tüm özelliklerini varlığında taşımaktadır. Bitkisel, hayvansal ve bir üst aşama olarak zihinsel dünya. Dolayısıyla evrenin dilini bilmek, bu mikro yapının ruhsal, düşünsel ve yaşamsal gelişim öyküsünü anlamakla mümkündür. Bundan hareketle evrensel hakikate ulaşmak olasılık dâhiline girmektedir.

 

Anlamak Özgürleşmektir

Hakikati tanımlarsak, nesnel gerçekliğin zihindeki yansımasıdır. Diyebiliriz. Tabi bu, nesnel gerçekliğin aynısının yansıması değildir elbette. Onun anlam bulmuş ve bir yerde bilince çıkarılmış halidir. İnsan yaşama anlam vermeden yaşayamayacağını bilir. Bu nedenle kendini bilmesi, doğa, evren ve toplumsal yaşama ilişkin merak ettiklerini anlama kavuşturması için bir arayıştır bu. Yani insanın aradığı gerçekliktir.

Hakikat arayışçısı olmak özgürlük bilincini gerektirir. Çünkü anlam, verili olana hapsedilmeyecek kadar sınırsız ve zengin bir içeriğe sahiptir. Ayırdına varmak için zihnin sürekli esnek tutulması ve yerleşik algıları sorgulayan bir pozisyon almayı gerektirir. Yerleşik algılara takılı kalmak, bilincin körelmesi ve dogmatikleşmesini beraberinde getirir. Oysa hayat akışkandır. Herakleitos’un deyimiyle, “her şey hareket halindedir.” Dolayısıyla zamanda gerçekleşen hareket varlığı daha da yetkinleştirerek, yeni anlam ve problemlere kapı aralar. Zihin bu diyalektiksel gelişmeyi yakalamadı mı zamanın gerisine düşüp bildiklerinin cahili ve kölesi olmaktan kurtulamaz. Spinoza’nın “açık düşünceye kavuşan insanın tutsaklığı yok olur. İnsanlar bilmediklerinin tutusağıdırlar, bilgiye erişince özgürleşirler” söylemi, bu noktada daha bir anlam kazanmaktadır. Özgürlük değişimdir.

Hakikat insan arayışlarına göre çoklu bir anlatıma sahiptir. Gerçeğin yolu düz ve çizgisel olmadığından, zamanın belli dönemleri için farklı yöntemler (Hakikate ulaşma yolları) geliştirilmiştir. Doğa gibi harika ve gizemli bir dünyayı tekçiliğin dar duvarlarına hapsetmek her zaman sorun olageldiğinden alternatif yöntemler hep denenmiştir. Mitoloji, din, felsefe, bilim hep bu amaçla geliştirilmiştir.

 

Hakikat Yolunda Güçlü Bir Arayış

Tarihin derinliklerine anlam vermeye çalıştığımızda, karşılaştığımız ilk düşünce yöntemi olay ve olgulara ilişkin mitolojik anlatım tarzı olmaktadır. Mitoloji hakikate ulaşmada kullanılan ilk düşünce yöntemidir. Toplumun maddi ve manevi değer yargılarını yansıtan öyküler (söylenceler) bütünüdür. Ama basit veya çocuksu bir anlatım tarzı değildir bu. Arkasında derin bir evren anlayışı/kavrayışı bulunmaktadır. Ana-kadın etrafında gelişen neolitik toplumun hem içsel, hem de dışsal görüş ve inançlarını temsil eder. Toplumsal deneyimin vazgeçilmez düşüncesi olarak doğayı canlı ve ruhlarla dolu kabul eder. Bu durum insandaki canlılık belirtisinin doğal bir yansıması olarak gelişir. İnsanlar bu tarz bir düşünceyi geliştirirken, doğayla aralarındaki simbiyotik ilişkiden hareket etmişlerdir. Diğer tüm canlı türlerinden farklı üremesi, çoğalması, gelişmesi ve yetkin bir toplumsallaşmayla çevreyi düzenlemesi doğayla uyumlu, anlamlı bir yaşam inşa etmesini sağlamıştır. Doğanın da en az kendisi gibi canlı bir yapıya sahip olduğunu, değişip dönüşerek hayat bulduğunu gözlemleye bilmektedir. Bu yolla kendini doğal gerçeklik içinde bir yerlere oturtmaya çalışmıştır. Ama anlamına erişemediği, güç getiremediği olaylar karşısında da hep bir dayanak aramıştır. Tabii dünyaya gözlerini açmasını, topluluk olarak gelişmesini, besinsel ihtiyaçlarını elde etmesini, hayatı zengin bir anlama kavuşturmasını sağladığından da doğayı bağışlayıcı, merhametli ve hep şükredilmesi gereken kutsal bir varlık olarak kabul etmiştir. Dolayısıyla Abdullah Öcalan’ın dediği gibi, “mitoloji yaklaşımın yaşamla bağlantısı kesin çevreci, kaderden uzak, determinist olmayan özgürlüğe açıktır.”

Kutsallıklarla yüklü mitolojiler neolitik dönemin temel zihniyetidir. Neolitik devrimle beraber toplumsal yaşamda meydana gelen değişimlerin insan zihnine yansımaması mümkün değildir. Kaldı ki neolitikliğin kendisi zihinsel gelişmenin bir ürünüydü. Biri diğerini kollamış, öbürü de ona uygun bir dönüşüm gerçekleştirerek anlamlı bir yaşam ve özgürlük seçiminde bulunmuştur. Nitekim düşünce yalnızca mekânı anlamlandırmaya çalışmaz, bağrında geliştiği toplumsal yaşamı düzenleme gibi bir rolü de üstlenir. Bu nedenle, mitoloji bir yandan evren ve doğayı anlamlandırırken, diğer yandan da topluluk üyelerine alt oldukları kültüre, ahlak ve davranış kurallarına uygun yaşamayı öğretir. Bu ise, insan olarak var olmanın ilk kuralını oluşturur.

İnsanı diğer canlı türlerinden ayıran düşünebilme kapasitesidir. Bu saye de ikinci doğa denilen toplumsallaşmayı geliştirmiştir. Bunun ilk aşamasına doğal veya neolitik toplum diyoruz. Hakikatin en somut yaşandığı toplum biçimidir. AnaKadın(tanrıça) öncülüğünde gelişen bu toplumsallık doğanın işleyiş esaslarına uygun, ahlaki-politik toplumun ideal bir örneğini sergilemiştir. Bu toplumsallaşmanın da ilk halidir aynı zamanda. Bu toplumsal birimde birey ve toplum gibi bir yarılma söz konusu değildir. Birey toplumuyla (klan9 var olmakta, toplumda ona huzur, güvenlik ve esenlik bahşetmektedir. “Haklar eşit, bireyler özgür, toplumda kutsaldır.” Toplumsal üretim ve tüketim kolektif esaslara dayanır. Her şey ortak kullanılır ve paylaşılır. Bireysel birikim ve tüketime yer yoktur, ayıp karşılanır. Bu ortaklık, ana kadının paylaşımcı doğasından kaynağını alır. Yani “ kadının üretim ve verimliliğine şükretmenin ifadesi olarak şekillenmiştir.” Kadının bereketi kutsal kabul edilmiştir. Dolayısıyla kadın yüceltilmiş ve ana tanrıça olarak manevi bir otoriteye sahip olmuştur. İnsanlığın kaybolmuş cenneti olarak ifade edilen yaşamın temelinde, kadının duygu ve düşünce dünyası, emek, hüner ve icatlarının yatması; sınıf, tekel ve iktidarcılığın bulunmaması; eşit, özgür ve adil bir yaşamın yer alması toplumsal yansımasını bu şekilde bulmuştur. Zira “ topluluk için verimli ve kalıcı üretim yapabilme hayati önemdedir ve haklı olarak kutsanır, sadakat gösterilir.”

 

Adım Adım Toplumsal Yabancılaşmaya Doğru

Sümerlerle birlikte toplumun sınıf ve katmanlara bölünmesi mitolojileri niteliksel bir dönüşüme uğratmıştır. Mitolojiler artık gelişmiş hiyerarşilerin, iktidar ve devlet sahiplerinin meşrulaştırıcı aracına dönüşmüştür. Eskinin eşitlikçi, özgürlükçü ve âdete dayalı hakikat söylemi, giderek yerini köleliği tanrısal bir buyruk sayan, sınıfsal ve aynı zamanda cezalandırıcı bir hakikat anlayışına bırakır. Sümer rahiplerinin ziguratlarda geliştirdiği bu hakikat tarzı yeni bir toplumsal inşayı ifade etmektedir. Üçlü erkek ittifakına dayanan (rahip+ yaşlı bilge+ avcı erkek) sınıflı kent toplumudur bu. Tabii inşanın başında rahip bulunmaktadır. Zira bilginin kutsallığı inşacının da kutsallığını gerektirir.

Erkek rahip yeni toplumun zihinsel dünyasını inşa ederken, ilkin kadını, kadın şahsında ahlaki-politik toplumun ( doğal toplumun) eşitlikçi yapısını hedef alır. Kadını etkisizleştirmeden, düşürmeden, sömürgeleştirmeden düşüncesinin varlık kazanmayacağını iyi bilmektedir. Bunun için müthiş bir mücadeleye ( zora, baskıya ve hileye dayalı) girişir. Zamanın mitolojik anlatımlarına bakıldığında bu görülebilmektedir. Bir taraftan kadının, kutsallıklarını koruma ve sahip çıkma direnişi; diğer yandan da, erkeğin bu kutsallıkları gasp etme, sahiplenme, dejenere edip sınıflı kent toplumunun bakiyesinde kullanma hırsızlığı. Uzun soluklu mücadelenin sonunda erkek galebe çalmıştır. Erkek adeta kadın bedenini parçalara ayırarak bunlar üzerinden yeni bir dünya inşa etmiştir. Tabii bu, eşitlikçi ve özgürlükçü bir inşadan ziyade baskıya, sömürüye, köleliğe, sınıfsallığa, iktidarcı ve devlet anlayışına dayanan bir gerçekleşmedir. Açık ki, burada toplumsal yabancılaşmanın ilk ve ciddi adımı atılmış olmaktadır.

Toplumsal yabancılaşmanın başında kadın köleliği gelmektedir. Ancak Sümer rahiplerinin kurguladığı toplum modeli için kadının yalnızca fiziksel sömürüsü yetmemiştir. Tüm toplumun köleliğe açılması için fiziksel sömürünün yanında ruhsal ve zihinsel kölelik de geliştirilmiştir. Nasıl ki kadının özgürlük durumu toplumun özgürlük düzeyini yansıtıyorsa, köleliği de kendine yabancılaşma düzeyini belirtir. Rahip bunun bilincindedir. Bu nedenle kadın musakaddim denilen (ilk genelev) evlere kapatılarak erkek toplumuna sunulur. Bu yolla derin bir ahlaki çöküntü içine giren toplum, iktidar güçlerinin istismar aracına da dönüşmüş olur.

Hakikat yitimi özgürlük sorununu da beraberinde getirir. Sümer uygarlığı bu konuda ilk çarpıcı örnektir. Sümerolog S.N.Kramer “SÜMER” adlı kitabında konuya ilişkin şöyle bir değerlendirmede bulunur. “ Bu bölgede… insanın kayıtlı tarihinde ilk kez olarak ‘özgürlük’ sözcüğünün kullanıldığını görüyoruz; bu sözcük düz anlamıyla ‘ana dönüş’ anlamına gelen Amargi sözcüğüdür.” Burada çok çarpıcı bir özgürlük tanımı yapılmıştır. Özgürlüğe yüklenen anlam, ana merkezli doğal topluma dönüş şeklindedir. Anaya dönüş öze yani yitirilen hakikate dönüş olarak anlam kazanmaktadır. Dolayısıyla baskı ve sömürünün başladığı yerde özgürlük arayışının da başlamış olduğunu ifade etmektedir. Daha önce doğal ve nesnel bir şekilde zihinde yansımasını bulan özgürlük (doğal toplum) ters yüz edildikten sonra, hem kavramsal, hem de bir ideal olarak gelişmesine yol açmıştır. Bu ise, hakikat dediğimiz arayışın kendisi olmaktadır. Hakikat ancak özgürlük gibi bir somutlaşmayla anlam kazanabilmektedir.

Sümerlerin özünü değiştirip özünü egemen bir kült haline getirdiği mitolojiler, daha sonra dinsel dogmalara dönüştürülerek zihinlerde niteliksel bir dönüşüme uğrar. Evren, insan ve toplum hakkında yeni yorumlar geliştirilip farklı anlamlar oluşturur. Hakikatin merkezine aşkın bir yaratıcısı (Tanrı) yerleştirerek, onu yegane güç ve irade sahibi kılar. Evren ise içindeki tüm canlılarla birlikte yaratıcının bir eseri, “eki” ve lütfu olarak tanımlar yaratan-yaratılan, yöneten-yönetilen, tanrı-kul, vb özne nesne ayrımına dayalı bir ikilem geliştirilir. Tanrı göklere çıkartılıp her şeyin sahibi ve hâkimi kılınırken, insan biat etmekle yükümlü, kaderine razı gelmesi gereken iradesiz bir varlık olduğuna inandırılır. Bunun için her söz bir tanrı kelamı, her dogma mutlak suretle uyulması, tartışılmaması, yerine getirilmesi gereken bir inanç ve ibadet sayılmıştır. Açık ki sömürünün daha rahat yapılması için her söz böylesi bir zihinsel dönüşüm ile katı kurallara ihtiyaç duyulmuştur. Çünkü başka şekilde sömürünün gerçekleşmesi mümkün değilse. Zorbalık bunu gerektirir. Bilge insanın dediği gibi, “bir anlayışta ne kadar katı bir hüküm varsa orada zorbalık ve sömürü gizlidir.”

Aslında görünmez kılınıp yaratıcı mertebesine yükselten Sümer rahip geleneğidir, yani egemen sınıfın kendisidir. Egemenler bu yolla kendilerini özne konumuna yükseltirken, toplumu basit nesnelere indirgemiş olur. Maskeli tanrıların inşa edildiği eşiktir bu. Konuya ilişkin Abdullah Öcalan şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Bu Tanrının aynı zamanda toplum üzerinde buyruk ve sömürüyü gerçekleştiren şef, despot olduğu kolaylıkla sezilmektedir. Aşırı maskeleme insan anlayışını aldatmakla yakından bağlantılıdır. Zaten ilk çıkışlarında tanrı krallar olarak kendilerini adlandırmaları bu hususu yeterince açıklamaktadır. Akabinde kendi sözlerini kanunlaştırmaları, kesin hakikat olarak sunmaları yaygın görülen bir tarihsel durumdur.” Böylece hakikat veya özgürlük somutlaşması farklı bir hal almış olur. İnsanlar için artık yalnızca bir teselli, kaderlerine razı gelme, dünyanın yalan, boş ve asıl olanın öte dünya olduğu üzerinden şekillenir. Yani bu dünya han, insanlarda basit bir kervancıdır artık! Tabii bu sömürü diyalektiğinin büyük kaybedeni yine kadın olmuştur.

Dinler tarihine bakıldığında (üç büyük din) klasik köleliğe karşıt bir duruş içinde geliştirdikleri görülür. Toplumsal ahlak olgusunda mesafe kat etmeleri klasik köleliğin aşılmasında yardımcı olmuştur. Buna rağmen toplumsal özgürleşmeyi sağlayamamıştır. Bunun en büyük nedeni, toplumsal eşitsizliklerin tanrısal bir yasa olduğunu savunmasıdır. Bu yasa sınıflı, ayrıcalıklı ve iktidarcı olduğundan Sümerlerden beri süregelen kadın köleliğini de doğal karşılamıştır. Hatta bu konuda daha katı kurallarda getirmiştir. Kadın köleliğinin içselleşmesi ve yaşam tarzına dönüşmüş olduğu için mitolojisinden felsefesine, sanatından efsanesine kadar bin bir söylem geliştirilmiştir. Kadının eksik, yetersiz, iffetsiz, günahkâr, güçsüz, fitne ve fesada yol açan bir yapıda olduğu iddia edilerek, eskiden beter bir şekilde dört duvar arasına, yani eve kapatılmıştır. Yeri geldiğinde, cennet anaların ayakları altına denilmiş, ancak cennet ayakları altına serilirken toplumsal yaşam alabildiğine ayaklarının altına çekilmiştir. Böylelikle kadın şahsında toplumun yarısı mezara gömülürken, özgürlük sorunu katmerleşerek devam etmiştir.

Hakikat arayışında felsefe yeni bir ufuk açmıştır. Felsefe herhangi bir yaratıcıya ihtiyaç duymadan, insan aklı ve iradesiyle doğa ve toplumu anlamaya çalışması hakikate yakın bir yöntem oluşturmuştur. Buna en gerçekçi hakikat arayışı demek de mümkündür. Yöntem olarak varlığı bütünlüklü görmesi, kuşkulanması, sorgulaması ve hep bir arayış içinde bilgiye yönelmesi, belli oranda onu gerçekçi kılmaktadır. Dinin sorgulamayı kabul etmeyen, salt inanca dayalı dogmatik düşünce yapısıyla kıyaslandığında muazzam ön açıcı bir önem taşıdığı görünmektedir. Ayrıca felsefenin temel yöntemi olan diyalektik, ilkeleriyle düşünüldüğünde hakikate daha çok yaklaştırmaktadır. Çünkü bu yöntem sayesinde nesnel gerçeklik doğru bir şekilde öğrenilmekte, zihinde doğru bir yansıma bulmaktadır. Elbette zihne yansıyan hakikatle nesnesi arasında tam bir benzerlik olmayabilir. Nesnel yapının bir de iç özellikleri, yani gerçeği vardır. Özünü görmek, anlamak için nesnenin parçalanıp içine bakılması gerekir. Ancak bu sefer dışsal görüntü ortadan kalkmış olur. Bu anlamda hakikat göreceli bir anlama sahip olmaktadır.

Tabii her şeye rağmen felsefe de kusursuz değildir. Onunda kendine has kusurları vardır. Bu da içinde geliştiği mekânla, yani kentle ilgili bir durumudur. Maddi uygarlık olarak kent, toplumsal sorunun merkezi olduğu gibi felsefi düşüncesi zorunlu kılmada da etkilidir. Ama kent organik toplumdan kopuş anlamına geldiği için bağrında gelişen düşünceyi de bu yetmezliğiyle serpiştirir. Bu konuda Abdullah Öcalan şöyle bir tespite bulunur: “Doğadan kopmuş bir zihniyet, kent ortamında kolaylıkla biçimlenir. Her türlü soyut, kaba metafizik ve materyalist düşüncenin ana rahmi, çevreye ihanet temelinde kurulan kent uygarlığıdır. Demek ki felsefe, bir yandan düşüncede hamle iken diğer yandan çevreye yabancılaşmanın bir diğer düşünce biçimidir.”

Hakikat arayışı sonucunda gelişen bir diğer yöntem de bilim olmuştur. Bilim, bir bilgi edinme yöntemi olarak evren, doğa ve toplumun anlaşılmasında insanlığa önemli kazanımlar sağlamıştır. Özellikle doğa bilimindeki gelişmeler çığır açan bir nitelik kazanmıştır. Ancak buna rağmen felsefeyle kıyasladığımızda hakikati ifade etmede yetersiz kalmaktadır. Çünkü bilim bilginin merkezine salt nesneyi koyarak parçalardan bütüne ulaşmaya çalışır. Bu biraz da fili kıllarıyla tarif etmeye benzer. Oysa gerçek, yani evren, doğa, toplum bir bütündür. Bütün, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı olduğundan, birini diğerinden soyutlayarak veya yalnızca gözün kestire bildiğinden hareket ederek hakikate ulaşmak mümkün değildir. Bilme açısından belki bir kolaylık sağlayabilir ama hakikatin tümünü ifade edemez. Zira kuantum fiziğine göre yer, zaman ve nesnesi arasında kesin yorumlar yapmak mümkün görünmemektedir.

Düşünsel gelişim zamansal oluşun bir yansıması olduğundan tarihten günümüze kullanılan her yöntem (mitoloji, din, felsefe, bilim) hakikatle direk iç içe olmuştur. Bu yöntemlerin kullanım amacına bağlı olarak, yetmez ve sorunlu yanlarını öz olarak anlatmaya çalıştık. Önemli olan, bu yöntemlerin kullanım amacı ve neye hizmet ettiklerini kavraya bilmektedir. Anlatımımızda görüldük, önemli oranda egemen sınıfın çıkarlarına hizmet edecek şekilde, biri diğerini ya inkâr etmiş, ya diğerinden üstün tutulmuş, ya da hakikatin parçalanıp tek yönlü bir yaklaşımın gelişmesine malzeme yapılmıştır. Bu durum, yöntemler arası çelişki ve çatışmayı doğurduğu gibi bilgiyi de köksüzlüğe itmiştir. Tabi bu durum, yalnızca soyut ve zihinsel olanla sınırlı kalmamıştır. Direkt toplumsal yaşama yansıyarak toplumun atomize olması, bölünüp parçalanması, kendine yabancılaşması gibi sorunların doğmasına da sebebiyet vermiştir. Oysa hakikatin asıl amacı iyi, güzel, anlamlı ve özgür yaşamın sırrına ulaşıp onu yaşamsal kılmaya çalışmaktır.

 

Simülatif Hakikat Algısının Gelişimi

İnsanlığın son dört yüzyılına damgasını vuran diğer bir gelişme kapitalist modernitedir. 16. Yüzyıl Avrupa sın da gelişen bilimsel felsefik düşünce devrimine (Rönesans, Aydınlanma ve Reform) dayanan kapitalist modernite, hakikatin son ve en güçlü temsilcisi olduğunu iddia etmiştir. Uygarlığın izdüşümü üzerinden yürüyerek mitoloji, din ve felsefe gibi insanlığın hafızasında yer etmiş tüm zihniyet biçimlerini hakikatten uzak, geri, çağı geçmiş, gelişmeyi önleyen ve özgürlüğü ortandan kaldıran bir yapıya sahip olduğunu savlayarak, yeni bir yöntem ve ideolojik yaklaşım geliştirmiştir. Geliştirdiği hakikat rejimi ile güya insanlar özgürleşecek, toplum aklın ve bilimin öncülüğünde aşkın gücün (yaratıcıtanrı) “zorbalığından” kurtularak hem müreffeh bir yaşam sürecek, hem de kaderini eline almış alacaktır. Ne yazık ki son dört yüzyıllık gelişmeler, özellikle de son iki yüzyıl içinde yaşananlar, kapitalist modernite koşullarında her şeyin daha da kötüye gittiğini, hakikatin tamamen tersyüz edildiğini göstermiştir. Hakikat diye sunulan bireysel özgürlüğün aslında özgürlük olmadığı, özgürlüğün suiistimal edilerek özünden boşalttığı açığa çıkıştır. Bunun temel nedeni kapitalist modernitenin dayandığı zihinsel argümandır. Sorunun doğasını çözümleye bilmek için ilk önce zihinsel argümanı tanımlamak gerekir.

Kapitalist zihniyet bilimsel yöntem olarak pozitivizme (olguculuk), ideolojik olarak da liberalizme dayanır. Pozitivizm toplumun inanç ve ahlaki değer yargılarını bilim adına sorgulayıp dağıtırken, liberalizm de özgürlük adına bireyi şahlandırıp ahlaki çöküntüye uğratılan toplum zemininde tanrılaştırmaya çalışır. Bu şekilde tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar ahlaktan yoksun, sorumsuz, bencil, maddi ve yalnızca çıkar peşinde koşan bir bireyciliğin ortaya çıkmasına kapı aralamıştır.

Pozitivizme göre bilginin sınırları duyusal alanın ötesindeki bir dünyayı kapsayamaz; çünkü bilgi, deney verileri ve bu verilerin akıl yürütme yollarıyla çıkartılan yeni bilgilerle sınırlıdır. Bilginin sınırını ise bilim belirler. Bunun dışındaki bilgilerin doğruluğu hem şüpheli, hem de tartışmaya her zaman açıktır. Bu yaklaşım, özünde müthiş bir inkârcılık ve köksüzlük barındırmaktadır. Olguya dayalı bilginin dışındaki kalan tüm bilme (Hakikat) biçimlerinin reddedilmesi, aslında tarihin yaşanmadığını, yaşanmışsa da yanlış yaşandığını kabule zorlamaktadır. Elbette buradaki amaç önemlidir. Amaç toplumu şah damarından vurmaktır. Kapitalizm, tarihsel toplumu şah damarından vurmadı mı, hafızasız bırakmadı mı kurumsallaşamayacağını çok iyi bilmektedir. Toplum zihnen savunmasız (ahlaksız) bırakıldığı ölçüde iktidar güçlerinin denetimine, güdümüne ve çıkar şebekelerine alet edilebilirdi. Nihayetinde bu olgucu yaklaşım tarzıyla toplumun manevi değer yargıları zayıflamış, doğa geri dönüşü zor bir tahribatla karşı karşıya gelmiş, toplumsal cinsiyetçilik alabildiğine derinleşmiş, nesnel pazarlık konusu olmayan hiçbir şey bırakılmıştır. Abdullah Öcalan’ın belirttiği gibi, “Başta üç (S)’ler seks endüstrisi peşi sıra ve iç içe spor ve sanat kültür endüstrileri geniş bir medyatik reklam kampanyasıyla yoğun ve sürekli olarak duygusal ve analitik zekâyı bombalayarak tamamen işlevsizleştirerek gösteri (temaşe eden) toplumun zihniyet fethi tamamlanmıştır.”

Liberalizm ise özgürlük olarak tanımlanmıştır. Ama nasıl bir özgürlük? Liberalizme göre birey özgürdür, irade sahibidir, topluma dayanmadan da varlığını sürdürebilecek bir güç ve niteliğe sahiptir. Bireyi özgürlüğünden alıkoyan, sınırlayan, bağlayan ve gerçek niteliğini ortaya koymasını engelleyen ise dış dünyadır. Diğer bir deyişle toplumdur. Liberalizme göre toplum, bireyi baskılayarak rıza göstermediği bir yaşama tabii olmasını dayatır. Bu nedenle birey, toplumdan gelebilecek müdahalelere karşı korunmalıdır.

Liberalizmin merkeze aldığı özgürlükten ziyade aslında bireydir. Birey üzerinden toplumu tanımlanmaya çalışmıştır. Ona göre toplum bireylerden oluşmuştur. “ özgür bireyler” bir araya gelerek toplumu oluştururlar. Ama özgürlüğün zedelenmemesi için bireyler üstü bir yapı olmalıdır ki özgürlük (birey) korunabilsin. Toplum daha baştan suni, baskıcı ve sınırlayıcı kabul edildiğinden, üst yapının devlet (ulus-devlet) olarak tarif edilmesi kaçınılmaz olmuştur. Burada çok ilginç bir paradoks söz konusudur. Tarihte çıkışıyla birlikte köleliği doğuran devlet, ne hikmetse liberalizmle birlikte özgürlük militanı kesilmiştir. Tam da Hobbes’in düşünce tadına göre bir ziyafet!

Kapitalist sistem pozitivizmde olduğu gibi burada da Ali Cengiz oyunu oynamıştır. Amaç, sanal bir özgürlük anlayışı yaratarak, gönlünce at koşturabileceği bir alan açamaya çalışmaktadır. Özgür olduğunu iddia ettiği birey, tamamen iktidarı tekelinde tutan kapitalist şebeke ve ortaklarından başkası değildir. Yoksa iddia ettiği gibi bir özgürlük söz konusu ise ve herkes özgürse o zaman günümüz “köleliği” de neyin nesi oluyor? Çevre sorunu, kadın sorunu, nüfus sorunu, işsizlik sorunu vs. daha da sıralanabilecek bir yığın sorun. Açık ki, liberalizm kendini gizlemektedir.

Liberalizm, bireyi doğa ve toplum karşısında ilgisiz ve duyarsız kalmaya itmiştir. Birey, toplum dışında özgür olabileceğine inandırılarak topluma, toplumun inanç ve değer yargılarına kuşkuyla yaklaşmasına yol açmıştır. Günümüz bireyinin yaşadığı kimlik bunalımı, yabancılaşma, ahlaki dejenerasyon gibi sorunları bu kuşkulu yaklaşım dışında düşünebilmek mümkün değildir. Günümüz de özgürlük dendiğinde adeta keyfince yaşamak, dolaşıp seyahat etmek ve kimi bireysel hakların elde edilmesi gibi saptırılmış nesnel yönelimlerin ilk elde akla gelmesi kaynağını buradan almaktadır.

Tabii işin en yürek burkan tarafı ise, yaşamın yaratıcısı olan kadının toplumsal dejenerasyonun en temel aracına dönüştürülmesi ve büyük bir mağduriyeti yaşar hale getirilmesidir. Ne var ki, kapitalizm en çok övündüğü meziyetlerinin başında da kadın özgürlüğü gelmektedir. Kapitalist sistem kadını eve hapsinden kurtarıp toplumsal yaşama özgürce katılmasını sağlamakla çok övünür. Ne yazık ki gerçekler tam tersini söylemektedir. Kadın göreceli olarak belki belli bir özgürlüğü yakalamış olabilir, ancak yeni bir meta gücü olarak toplumsal yaşama katılması aleyhine sonuçlar doğurmuştur. Özellikle kadın sömürüsünün (cinselliği) daha da kapsamlılaşıp meta olarak topluma sunulması, ucuz işgücü olarak yararlanılması vs kadına yeni ek görevler yüklediği gibi daha da tanınmaz hale getirmiştir. Beş bin yıldır süren tecavüz kültürü kapitalist moderniteyle birlikte sokaklara, yollara, umuma açık yerlere taşıp daha vahşi bir aşamaya varmıştır. Her gün onlarca kadının namus cinayeti adı altında katledilmesi, yol boylarında, toplu ulaşım araçlarında toplu tecavüz vakalarına maruz kalması kapitalizmin azgınlaştırdığı bireyin (erkek toplumunun) bir dışa vurumudur. Bu ve benzer olayların yaşanmasında cinselliğin endüstrileştirilerek sunulması belirleyici etkendir. Yalnız başına bu durum bile, kapitalist modernitenin nasılda Simülatif bir hakikat algısı oluşturduğunu ortaya koymaktadır. Kapitalist modernite için adeta turnusol işlevi görmektedir.

 

Sonuç olarak

Hakikatin yitirilmesi kadının köleleştirilmesiyle başladı. Özgürlük sorununa da paralel bir şekilde gelişti. Ardından gelen her sistem adeta bir kez daha gücünü sınar gibi kadını daha derin bir kölelik cenderesine almayla işe başladı. Başta temel yaratıcı güç iken daha sonra erkeğin bir uzantısı, sadece soy sürdürme aracı, zevk nesnesi erkeğin nasıl isterse öyle sürebileceği ve ne isterse onu ekebileceği bir “tarla” durumuna düşürüldü. Kapitalist modernite bununla da yetinmedi, özne-nesne ayrımını paralel olarak kadını parçalara ayırdı ve her parçasını ayrı ayrı pazara sürerek, cinsel bir obje olarak “metaların kraliçesi” haline getirdi.

“Yanlış hayat doğru yaşanmaz” misali, yaşam nereden kaybedilmişse oradan aranmalıdır. Dolayısıyla işe kaybedilen yerden başlamak ve yaşamı onun üzerinden inşa etmek gerekir. Bugün Özgürlük Hareketinin yaptığı tamda budur. Kadının merkeze alan, bununla yetinmeyip özgün bir örgütlenmeye gitmesini, kendisini özgürce gerçekleştirebileceği bir ortam yaratmayı sağlamıştır. Bu sayededir ki dünyanın en politik, örgütlü ve aktif kadın hareketi Özgürlük Hareketi bünyesinde gelişmiştir. Ülkemizin demokrasi mücadelesinde hep ön saflarda bulunması, dünya kadın platformlarında en dinamik bir güç olarak yer almasını özgür ve özgün kadın hareketi olduğunu kanıtlamaktadır. Kapitalist modernitenin Özgürlük Hakaretini onca hedefliyor olmasının özünde, onun kadını eksene alan demokratik moderniteyi geliştiriyor olması yatmaktadır. Tek alternatif olarak gördüğü bu hareketi her fırsatta darbelemeye ve en aşağılık komplolarla geriletmeye çalışmıştır. Paris’te 3 Kürt kadın devrimcinin alçakça katledilmesinin temelinde bu zihniyet vardır. Katledilen bu kadın yoldaşların demokratik modernite militanlığını kapitalist modernite merkezlerinin tam kalbinde birer hakikat arayışçısı olarak güçlü bir şekilde yapmaları, özgürleşme yolunda ahlaki-politik yaşamı, benimseyip yaşıyor olmaları katledilmelerinin asıl nedenidir. Bu vesileyle Sakine, Fidan ve Leyla yoldaşların hakikatin sınırına varıp özgürleşen tanrıçalar olarak anıyoruz.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.