Düşünce ve Kuram Dergisi

Tarihsel Perspektiften Türk Milliyetçilliği*

Dr. Thomas Jeffrey Miley**

Soykırım Türk Ulusal Tahayyülüne Musallat Olmaya Devam Ediyor

Kürt Özgürlük Hareketi ile Türk Devleti arasındaki uzun ve kanlı çatışmayı anlamak, tarihsel bağlamın biraz farkında olmayı gerektirir. Diğer nedenlerin yanı sıra, Kürdistan İşçi Partisinin (PKK) Türk Devletine karşı isyanı, Orta Doğu’daki en uzun süreli, otuz yılı aşkın süredir devam eden, isyanlardan biri olduğu için. Devam eden çatışmayı milliyetçi zihniyetlere ve/veya şiddet eğilimine bağlamak çok kolay. Bu tür zihniyetler asla bir boşlukta doğmazlar. Bunlar sebeplerdir, evet, ama aynı zamanda daha derin bir tarihsel sürecin parçası olan semptom ve sonuçlardır. Savaş, travma ve bir tür sosyal psikozla sonuçlanan bağımlı kapitalist gelişmenin acımasız dinamikleri tarafından yönlendirilen daha derin bir süreç.

Türkiye Cumhuriyeti bir Anka kuşu gibi doğdu. Selefi Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden, benzeri görülmemiş ve dehşet verici ölüm ve yıkımın, dahası yenilgi ve aşağılanmanın, yani Birinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıktı. Bu korkunç savaşın en kanlı muharebelerinden bazıları Osmanlı-Rus cephesinde yaşanmıştır (Halliday 2005, s.81). Osmanlı otoritelerinin, 1890’larda açıkça etnik baskı görevi için oluşturulmuş özel Kürt alaylarının dahliyle gerçekleştirilen, onlarca yıllık pogrom ve temizlik örüntüsünün doruk noktası olan, Ermenilere dönük soykırım saldırısını başlatacağı bir savaş  (Anderson 2008, s.407).

Temizlik ve toplu tehcirin tek kurbanı Ermeniler de değildi. Failler ve destekçileri, kendi saflarında pek çok mağdur sayabilirlerdi. Kuzey Kafkasya ve Balkanlardan gelen mülteciler ve sürgün edilenler, etnik Türkler ve aynı zamanda yüzbinlerce Çerkez, ondokuzuncu Yüzyılın ikinci yarısında birbirini takip eden dalgalar halinde Anadolu’ya sürüldü. Bunların çoğu “Hristiyanların muamelelerine dair acı hatıralarla” dolu kaldı (Anderson 2008, s.407).  Katil veya katillerin destekçisi olabilecek bir başka kurban örneği (Mamdani 2002).

Yine de, 1915’te Ermenilerin başına gelen, benzersiz bir vahşetti. Anderson’un özetlediği gibi: “Tek başına bile yeterince vahşice olan sınır dışı etme, imhanın-bütün bir topluluğun sistematik, devlet eliyle öldürülmesinin-örtüsü olacaktı” (Anderson 2008, s.407).  Yirminci Yüzyılın ilk devlet destekli soykırımı.

Ermenilere dönük soykırım saldırısı, Osmanlı-Rus cephesinde yaşanan hezimetlerin ortasında başlatıldı ve bir nefret ve korku karışımıyla motive edildi-Ermenilerin, İmparatorluk Rusya’sının birliklerini desteklemek için harekete geçeceği korkusu.

Adı ağza alınmaması ve hala şiddetle bastırılması ve inkar edilmesi gereken Ermeni soykırımının hayaletleri Türk ulusal tahayüllüne musallat olmaya devam ediyor. Frantz Fanon’un Cezayir’deki meşhur belirlemesi gibi, savaşların travmatize ettiği kişiler arasında şiddet failleri, zalimler kadar mağdurlar, ezilenler de olabilir (Fanon 2001).  Savaş sırasında komşularına karşı, yardım ve yataklık edilen, işlenen suçların muazzam boyutu, inkar edilebilecek ama asla tamamen silinmeyecek veya unutulamayacak suçlar. Ve böylece, Stephen Casmier’in ABD bağlamında fail travması olarak adlandırdığı şey, toplumsal tahayyülün başına bela olmaya devam ediyor (Casmier 2015).  Failleri pişmanlık duymayan ve cezasız kalan ve birçok Kürt’ün suç ortağı olduğu korkunç toplu ve bireysel suçların yol açtığı bir travma.

 

Militarizm ve Otoriterizmin Uzun ve Kanlı Tarihi

PKK ile Türk Devleti arasında süregelen çatışma ancak böylesine derin bir tarihsel bağlama yerleştirildiğinde anlaşılabilir. Uzun bir militarist otoriterlik sicili ile birlikte ve buna bağlı olarak “uzun süredir devam eden ve yaygın siyasi şiddet örüntüsü” ile karakterize edilen bir bağlam-Devleti sık sık rahatsız eden, hatta vahşileştiren ve baskın toplumsal tahayyülerden etkilenen ve güçlendirilen şiddet (Orlow 1982, s.53).

Kürt Özgürlük Hareketi’nin lideri Abdullah Öcalan’ın iddia ettiği gibi, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri Kürt kolektif sesinin ve demokratik özerklik özlemlerinin dışlanması, anti-demokratik güç ve eğilimlerin ajandasındaki en önemli maddeler arasında yer alır. Öyle ki Sayın Öcalan’ın “PKK savaşımının Cumhuriyetle değil, ona yönelik anti-demokratizmle ilgili olduğu” iddiası gerçekten aklan yatkındır (Öcalan 2012, s.48-51)Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda parçalandı ve uzun süredir üzerinde hüküm sürdüğü kalan topraklar, bölgede o tarihten beri az çok yürürlükte olan bir sistem olan “modern ulus-devlet” sistemine göre yeniden düzenlendi. “Büyük Savaş”ın sonunda, İmparatorluk “doğuda Rusya’nın, güneyde Britanya ve Arap mütefiklerinin askeri baskısına yenik düşmüştü.” Osmanlının geri çektirildiği Arap bölgelerinde, “İngiliz ve Fransızlar, daha sonra devlet haline gelen bir dizi yeni toprak birimi tanımladılar: Lübnan, Suriye, Irak, Ürdün ve Filistin” (Halliday 2005, s.81).

Aynı zamanda, İmparatorluğun Anadolu hinterlandında “yeni bi Türk devleti yaratıldı.” Bu yeni Türk devleti, “başlangıçta, 1920 Sevr Antlaşması’nda resmileştirilen sert dış kontrollere tabi tutuldu.” Büyük Güçler tarafından dayatılan Sevr Antlaşması, yanlızca “Batı’daki bölgeleri Yunanistan’a devretmek ve boğazları uluslararası kontrol altına almakla kalmadı”; aynı zamanda, çok kritik bir şekilde, Doğu’da “ayrı bir Kürt devleti olasılığı”nı da kabul etti. Ama Sevr antlaşması tutmayacaktı. Bunun yerine, “Mustafa Kemal Paşa liderliğindeki milliyetçi bir hareket anlaşmayı reddetti ve bir dizi başarılı askeri harekatla Türk bağımsızlığını yeniden ilan etti”, nihayetinde 1923’te Lozan Antlaşması’na zorladı. Yeni Antlaşma ile “yeni Türk devletinin sınırları ve bağımsızlığı” oluşturulacak ve bununla birlikte Kürt özerkliği veya bir Kürt devleti vaadi ortadan kalkacaktı (Halliday 2005, s.81; ayrıca bkz. Yadirgi 2017, s.5-6).

Büyük Güçlerin entrikaları hemen unutulmayacaktı, aslında bugüne kadar da unutulmadı. Bu güçlerin, Sevr Antlaşması ile Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda kazanılan zafer ganimetlerini paylaşma girişimleri ve özellikle Sevr’de Kürtlere özerklik ve hatta devlet olma vaadinde bulunmaları, Kürt sorunu konusunda Türk milliyetçilerinde korku ve paranoya yaratmaya devam ediyor ve hala “Türkiye’deki Kürtlerin taleplerini koplocu bir çizgide değerlendirme eğilimini” açıklamaya yardımcı oluyor” (Yadirgi 2017, s.6).

Gerçektende, Fred Halliday’in 1990’ların sonlarında Türk hükümet yetkilileriyle yaptığı röportajlardaki deneyimlerine atıfta bulunarak belirttiği gibi, on yıllarca NATO ittifakına üye olduktan sonra bile, Kürtlerin hakları sorulduğunda “Türk yetkililer, masalarına doğru eğilerek, ‘Sevr Sendromu’-Türkiye’de anlaşıldığı şekliyle-,batılı hükümetlerin Türkiye ve komşularını bölme, zayıflatma veya bunların iç işlerine müdahale etme eğilimi hakkında ders verir” (Halliday 2005, s.92).Kemal de balangıçta, en azından Kurtuluş Savaşı’nın en şiddetli döneminde, askeri harekatın sonucu “hala muallakta” iken Kürtlere siyasi özerklik ve dillerine ve kültürel kimliklerine saygı sözü vermişti; ancak “zafer sağlanır sağlanmaz, Kürt bölgelerine kamu görevlileri dolduruldu, Kürtçe yer adları değiştirildi ve Kürtçe mahkeme ve okullarda yasaklandı” (Anderson 2008, s.418; Natali 2005, s.73).

Yine de dini bağlar Türkleri ve Kürtleri bileştirmeye, hatta potansiyel olarak tek bir “ulus”ta birleştirmeye hizmet etmişti ancak 1924’te Kemal’in Halifeliği kaldırma kararıyla birlikte, tüm ortak sembolizm çöktü. İlk büyük Kürt isyanını, yani 1925’te patlak veren Şeyh Said isyanını tetikleyen, Hilafet’in ilgasıydı (McDowall 1996, ps.187-191; Romano 2006, ps.34-35). Türk ordusu tüm ağırlığıyla, sadece isyancılara değil, Kürtlerin üzerine çökecekti, kanlı bir toplu intikam nöbeti: “Bütün köyler yakıldı veya yerle bir edildi ve erkekler, kadınlar ve çocuklar öldürüldü” (McDowall 1996, s.196).

Kürtlerin acımasızca bastırılması, “amansız Kemalizm” olarak adlandırılan şeyin başlangıcını işaret etti ve gidişatını belirledi. Gerçekten de, genç Kemalist Cumhuriyet’in otoriter, militarist ve tek-parti devletine dönüşümünü başlattı. Ordu kısa sürede Kürt bölgesinin kontrolünü “birincil işlevi”, “raison d’etre (varlık sebebi)” olarak görmeye başladı. Basın sansürlendi, gazeteciler sindirildi ve tutuklandı, sendikalar ve sivil toplum örgütleri bastırıldı, ifade özgürlüğü kısıtlandı, muhalif siyasi partiler yasaklandı (McDowall 1996, s.198). Özetle, bu, ülke genelinde “diktatörlük dayatılmasının sinyaliydi” (Anderson 2008, s.419). Bu sırada, Kürt bölgesinde “baskıyı sürgünler, infazlar ve sistematik Türkleştirme takip etti.” 1925’ten sonra, Kürtler “resmi olarak yok olacak” ve Kemal’in kendisi “bir daha asla ‘Kürt’ kelimesini kamusal alanda ağzına almayacaktı.” Böylece bugüne kadar devlet tarafından dayatılan, Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük etno-milliyetçi kurgusu, “ulusun homojen bir halktan oluştuğu” kurgusu tamamlanmış ve kurumsallaşmıştır (Anderson 2008, s.418-419). Kemal’den bu yana, Türkiye’deki Cumhuriyetçi idealler, saldırgan ve militan bir Türk etno-milliyetçi bilinç, “Kürt azınlığın etnik ve kültürel farklılığını kabul etmeye” isteksiz ve hazırlıksız baskın bir toplumsal tahayyül tarafından aralıksız çarpıtıldı (Cleveland 2004, s. 182).  Bu, Türk milli bilincinin yüksek bir şahsiyeti, Kurtuluş Savaşı’nın kahramanı, Cumhuriyetin kurucusu, Türk milletinin atası Kemal’in mirasının önemli bir parçasıdır. Ülkedeki herhangi bir okulu ziyaretin açıkça ortaya koyacağı gibi, ona tapınmak günlük hayatın bir parçası olmaya devam ediyor.

 

Türk Milli Bilincinin ve Millileşen Türk Devletinin Doğuşu

“Atatürk”ün kelime anlamı “Türklerin atasıdır”. Kemal’e resmen, 1934 yılında, ölümünden sadece dört yıl önce Büyük Millet Meclisi tarafından verilmiş bir unvandır. Fakat o milletin atası olsa da, Türk milli bilincini sıfırdan yaratmadı.

Türk milli bilinci, ondokuzuncu Yüzyıldan yirminci Yüzyıl başlarına kadar tedrici bir süreç içerisinde gelişmiştir. Başlangıçta Türkçe konuşan seçkinler arasında, Osmanlı İmparatorluğu’nun son on yıllarında tam teşekküllü bir Türk etno-milliyetçiliğe dönüşmeden önce, “reformist” ve modernleştirici eğilimlerle ilişkilendirilen önceki Osmanlıcı taahhütlerden evirilerek doğmuştu. Laik bürokratlar, Batıcılar, çökmekte olan bir İmparatorluk Düzeninin “modernleştiricisi” olmayı arzulayanlar, Türk ulusunun kasıtsız ebeleri olmuşlardı. Ve ordu, ulusun onurunun savunucusu, onun öncüsü olarak, en sembolik şekilde “Jön Türkler” olarak adlandırılan, çekirdek grubu İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde (İTC) örgütlenen, yapının bünyesinde cisimleşti.

1908 yazında, Manastır ve Selanik’te, İngiliz ve Rusların kalan Rumeli topraklarını bölmek için bir anlaşmaya vardıklarına dair korku ve söylentiler arasında, bir askeri isyan patlak verdi ve hızla yayıldı (Anderson 2008, s.400).  Jön Türkler olarak bilinen isyancı subaylar, vatansever inançla motive oldular ve özellikle padişah II. Abdülhamid’in orduya yatırımı tehlikeli bir şekilde ihmal etmesi konusunda kızgındılar. İmparatorluğun toprak bütünlüğünü savunmak için, padişaha itaatin üzerinde ve hatta buna karşı, acil bir ihtiyaç duygusuyla harekete geçtiler. Başlangıçta Jön Türklerin popülaritesinin kaynağı, anayasal hükümetin restore edilmesi çağrılarıydı. Ancak bir kez iktidara gelinince, Jön Türklerin, belki de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, anayasaya saygı gösterme konusunda oportünist oldukları ortaya çıktı.

Jön Türkler, Büyük Güçler’in gözünde tanınma ve saygı, masada bir koltuk talep eden, Batı’nın taklitçileriydiler; ama bunun için, “Osmanlı Devletinin, rakiplerini oldukça güçlü kılana benzer mordern bir kitle tabanını oluşturmak için bir dönüşüm yaşaması gerektiğini” biliyorlardı (Anderson 2008, s.401).  Jön Türkler, kitleleri devleti desteklemek için mobilize etmenin, ulus kategorisinin açık cazibesini gerektirdiğine inanıyordu. Ve böylece, toplumsal tahayyül her zamankinden daha fazla Türk ulusu bağlamında tanımlanmaya başladı, İmparatorluk tarafından kavramlar, özellikle okul sisteminde, her zamankinden daha fazla türetildi ve yayıldı (Hammy 2016).

İTC’deki Jön Türkler, mesele meşrutiyet olduğunda oportünist olmuş olabilirler, ancak mesele ulus olduğunda kesin inançlılardı ve onlarınki, Türk milliyetçiliğinin ölümcül, saldırgan, dışlayıcı bir türüydü (Yadirgi 2017, s.5; Hanioglu 2011, s.64).  Türk etno-milli tahayyülleri, Osmanlı projesinin ardışık başarısızlıkları, sınır ve çelişkilerine yanıt olarak gelişti. Bu etno-milli tahayyüler, emperyal parçalanma ve ayrılıkçı ajitasyonun eğilim ve travmalarıyla diyalektik ilişki içinde her zamankinden daha güçlü bir şekilde ortaya çıktı. Bu, Türk milliyetçiliğinin başlangıçtan itibaren, neden Büyük Güçlerin akbaba gibi görüldüğü, hatırı sayılır miktarda anlaşılabilir bir paranoyadan etkilendiğini anlaşılır kılıyor. Buna karşılık tahmin edilebileceği gibi, “Osmanlıcılığın kademeli olarak Türk milliyetçiliğine dönüşmesi, Türk olmayan topluluklar arasındaki ayrılıkçı eğilimleri daha da hızlandırdı” (Rustow 1965, s.177).  Fakat, ancak Büyük Savaş’ın ardından, İmparatorluğun ölümüyle birlikte, Osmanlıcı nosyon kesin olarak yenilgiye uğratılacak ve boşluk, kısa süre sonra, savaş kahramanı Kemal’de cisimleşen ve onun Cumhuriyetiyle kurumsallaşan yeni bir hegemonik Tük etno-milliyetçiliği tarafından doldurulmaya başlanacaktı.

Gerçekten de, Kemalist rejimin ürettiği etno-milliyetçi “mitoloji”, aşırı milliyetçi çılgınlıkların bol olduğu iki savaş arası dönemde en “ölçüsüz” olanlar arasında yer alacaktı. Anderson’un veciz bir şekilde tarif ettiği gibi:

“Otuzlu yılların ortalarında devlet, Akdeniz’deki Hitit ve Fenikelilerin bir kolu olan Türklerin, Orta Asya’dan dünyaya, Çin’den Brezilya’ya medeniyeti yaydıkları ve evrensel tarihin itici gücü olarak, diğer tüm dillerin kökeni olan ve ilk Türklerin Güneş Dilinden türeyen bir dili konuştuğunu savunan bir ideolojinin propagandasını yapıyordu.”  

Ancak, Anderson’un da söylediği gibi, Kemalizm’in ölçüsüz mitleri, “etnik megalomani” refleksleri bir de her zaman “resmi kuruluşun altında yatan güvensizlik ve yapaylığın” yansımasıydı. Bu, büyük Türk sosyoloğu Çağla Keyder’in artık klasik olan “rejimin doğuşunda etnik temizlikle boşaltılmasının bir telafi mekanizması olarak, Anadolu’nun geriye dönük Hititler ve Truvalılar biçiminde saf Türklerin yerleşim alanı olarak sunulması” yorumuyla uyumludur  (Anderson 2008, s.420).

Aynı şekilde Keyder’in yorumu, 1925’teki Kürt isyanını bastırma refleksinin neden bu kadar acımasız olduğunu anlaşılır kılmaktadır. Gerçekten de Keyder, bu anı, genç Cumhuriyet’in militarist, otoriter ve etno-milliyetçi eğiliminin belirgin hale gelmesini sağlayan, gidişatındaki önemli bir dönüm noktası olduğu kadar belirleyici bir an olarak görüyor. Keyder’e göre Kürt isyanı, “Ermeni tehciri ve Yunan mübadelesine rağmen, yeni ülkenin, bürokrasinin arzu ettiği ulusal homojenlik derecesine hala ulaşamadığının güçlü bir hatırlatıcısıydı.” Sonuç olarak “bu isyanla hükümet savaş durumuna geri dönerek, Doğu’daki Kürt taleplerini bastırmak amacıyla, olağanüstü yetkiler taşıyan İstiklal Mahkemelerini yeniden faaliyete geçirdi.” Doğu’daki şiddetli baskı dalgasının ortasında “Takrir-i Sükun Kanunu” ilan edilerek ülke çapında yürürlüğe girecek, böylece “hükümet otoriter yönetim için kurumsal bir çerçeve sağlayacak” ve dolayısıyla “potansiyel muhalefet kanallarını ortadan kaldıracaktı.” “1930’daki kısa bir dönem dışında”, “yirmi yıllık tek parti yönetimi boyunca kapalı kalmaya” mahkum olan kanallar  (Keyder 1987, ps.83-84).  Ve 1930’lardan itibaren, İtalyan faşizmi “‘güçleri birleştirme’ sloganı altında, gelişmekte olan devlet/parti ilişkileri için bir model oluşturacaktı” (Houston 2008, s.127; Keyder 1987, s.100).

Bu süre zarfında rejim, son derece “merkezi, laik, Türk milliyetçisi bir devlet” inşa etmek ve konsolide etmek için muhalefetin etkili bir şekilde susturulmasından yaralanacaktı. “Kürt etnik kimliğini ortadan kaldırmak için tasarlanmış iskan planları ve diğer yasaları” da kapsayan, “Kürt bölgelerindeki isyanlara tepkisi saldırgan ve baskıcı hatta sadistçe olan milliyetçi bir devlet”  (Angrist 2004, s.390).

İlkesel olarak asimilasyoncu, pratikte çoğu zaman dışlayıcı “yekpare” bir milliyetçilik türünün egemen olduğu  millileşen bir devlet (Brubaker 1996).  Babası ‘Türkleşmiş bir Kürt’ olan ve 1938’de Kemal’in ölümünden sonra cumhurbaşkanlığını devralması kaçınılmaz olan dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün ünlü sözlerinde çok iyi yakalanabilen milliyetçi bir zihniyet. 1925’te, acımasız baskı dalgasının ortasında, ısrarcıdır: “Türk çoğunluğun karşısında diğer unsurların hiçbir etkisi yoktur. Her ne pahasına olursa olsun ülkemizde yaşayanları Türkleştirecek, Türklere veya Türkçülüğe karşı çıkanları yok edeceğiz.” Üstünlükçü ve nihayetinde dışlayıcı zihniyet Kemal’in adalet bakanında çok daha açık görülebilmektedir. Bakan 1930 yılında böbürlenmektedir: “Biz Türkiye denen, dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı” (Özcan 2006, s.70).

İç düşman olarak tanımladığı kişileri fiziksel olarak yok etmeye ve belki de tüm köylerin yerle bir edildiği ve “havadan bombardıman, gaz ve ağır silahların” kullanıldığı 1938’de Dersim’de en vahşi biçimde görülen, yenilenen Kürt direnişlerinin her türlü işaretini bastırmak için devlet terörüne girişmeye istekli bir devlet. Dersim ile ilgili dönemin İngiliz prokonsülü şunları rapor etmiştir: “Kürtlerin yaşadığı bölgeyi temizlemek için askeri yetkililerin, Büyük Savaş sırasında Ermenilere karşı kullanılanlara benzer yöntemler kullandıkları çeşitli kaynaklardan anlaşılmaktadır: Kadın ve çocuklar dahil binlerce Kürt katledildi; çoğu çocuk diğerleri Fırat’a atıldı; daha az hasmane olan bölgelerde ise, önce hayvanlarından ve diğer eşyalarından mahrum bırakılan binlerce kişi Orta Anadolu’daki vilayetlere sürüldü” (quoted in McDowall 1996, s.209).  Belki de en başta eğitim sisteminde kurumsallaşan ve yaygınlaştırılan bir Türk milliyetçiliği ki öğrenciler her gün şunu söylemek zorunda bırakılmıştı: “Türküm, doğruyum, çalışkanım. İlkem küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu ve milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun” (Natali 2005, s.86).  Özellikle, 1960 nüfus sayımında bile “on beş Kürt vilayetindeki nüfusun ortalama yüzde 85’inin” okuma yazma bilmediği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, bu tür endoktrinasyonların etkisi Kürt bölgesinde sınırlı kalmaya mahkumdu (Natali 2005, s.97).

 

Kemal’in Ölümünden NATO İttifakına

Dış politika açısından, Kemalist rejim uzun süre bağımsız ve tarafsız bir duruş sergiledi. Birinci Dünya Savaşı’ını takip eden yıllarda, “Bolşevik devrimin Ortadoğu’ya yayılmasının olası göründüğü”, Doğu Halkları Kongresi’nin “emperyalizme karşı cihat çağrısı yaptığı”, Moskova’nın “Türkiye içindeki radikal güçlere destek” verdiği yıllarda sosyalistler arasında küçük bir umut ışığı belirmişti; ancak 1921’de Sovyet yanlısı güçler “yenildi ve SSCB…Kemalist rejimle barış arayışına girdi.” Buna karşın, Kemalist rejim 1923’ten itibaren, “İkinci Dünya Savaşı’nın ilk evrelerine” kadar sürecek olan, “Avrupa’nın büyüyen ihtilaflarına” titiz bir “tarafsızlığı” sürdürecekti  (Halliday 2005, ps.84-85).

Kemal’in 1938’deki ölümü, özellikle Savaşın sonucu tahmin edilebilir hale geldiğinde, uluslararası ilişkilerde “tarafsızlıktan uzaklaşıp batıyla ittifaka doğru” önemli bir yeniden düzenlemeye işaret edecekti. Ancak açıkça söylemek gerekirse “faşizme karşı mücadelede hiçbir Türk kurşunu atılmadı” (Anderson 2008, s.429).  Rusya’nın savaştan “daha güçlü ve tehditkar bir ruh haliyle” çıkacağı ve Stalin’in Doğu Avrupa’da yaptığı gibi, “Türkiye’den…stratejik ve farklı tavizler talep edeceği” beklentisiyle, Kemal’in halefi İsmet İnönü, ülkenin topraklarını ve “bağımsızlığını” güvence altına almak için Batı’ya sonuç alıcı bir şekilde sarıldı. İnönü’nün korkuları yersiz değildi. Savaşın sonunda, muzaffer Stalin gerçekten de “doğu sınırına ilişkin toprak anlaşmasının gözden geçirilmesini” ve aynı zamanda “Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan boğazlara” erişimi düzenleyen 1936 tarihli anlaşmanın revizyonunu teklif edecekti. Hatta Stalin’in “boğazlar üzerinde bir üs talep ettiği” söylentisi bile dolaşıyordu. İnönü, Soğuk Savaş’ın etkili bir ilanı olan 1947 Truman doktrinde açığa çıkacağı ve güvenceye alınacağı gibi, ABD’den yardım istemekte gecikmedi. “Batı”nın sadık müttefiki Türkiye Cumhuriyeti, Soğuk Savaşın ilk sıcak savaşına, Kore’ye asker gönderecekti. Ve 1952’de “Kuzey Atlantik’ten oldukça uzakta” olsa da NATO üyeliğini güvence altına aldı  (Halliday 2005, s.106-107).

NATO ittifakına dahil olmak, tarihi bir zar atılması anlamına geliyordu. Bu durum, Marshall Planına dahil edilmek ve askeri yardım karşılığında, Cumhuriyetin kurucusunun parametre ve projesindeki “bağımsızlığın” esaslarının belirgin bir şekilde değiştirilmesini ifade eden, çok önemli ve uzun süreli bir yeniden düzenlemeyi ortaya kayacaktı. Batıya boyun eğme ve hem İslamcı sağda hem de laik solda yurttaşların önemli bir kesimi için ölçüsüz, hatta affedilemez olan, her türlü anti-emperyalist imaja son verilmesi (Halliday 2005, s.107).

NATO ittifakı açısından Türkiye Cumhuriyeti’ni kendi safına dahil etmenin jeostratejik avantajları açıktı. Türkiye “Soğuk Savaş sırasında NATO’nun en doğusundaki karakolunu temsil ediyordu. Başka hiç kimse … Moskova’ya daha yakın değildi.” Ve böylece, Türk devleti, Soğuk Savaş’ın ön saflarındaki rolü için etkin bir şekilde görevlendirildi, “Özgür Dünya”nın sınırlarını koruyordu, gerçekten de “NATO’nun Varşova Paktı ülkeleriyle olan toplam sınırının üçte biri” Türk devleti tarafından korunuyordu. Sonuç olarak, askeri yardım bol bol akmaya devam edecekti. Türkiye “yüksek teknoloji teçhizatıyla donatılacak” ve “dinlenme noktası olarak kullanılacak” ve “milyarlarca ABD yardımı”, kısa süre sonra “ABD ordusu için mükemmel bir savunma müteahhidi  haline gelen” Türk seçkinlerine devredilecekti. Sonuç: NATO’daki en büyük ikinci silahlı güç, “Avrupa’nın en büyüğü” (Ganser 2004, s.225; Yadirgi 2017, s.186). ABD’ye benzer şekilde, Türkiye’de, baskın toplumsal tahayyüller içindeki militarist motifler kaçınılmaz olarak güçlendirildiği için, bu kadar çok askeri harcama eninde sonunda kendi evine dönecekti.

 

 

* Bu yazı ‘Your Freedom and Mine: Abdullah Ocalan and the Kurdish Question in Erdogan’s Turkey (Black Rose)’ kitabından alınmıştır. Kitaba ulaşmak isteyenler ‘https://www.amazon.de/Your-Freedom-Mine-Abdullah-Question/dp/1551646706’ sitesinden ulaşabilir.

 

**  Cambridge Üniversitesi

 

 

Yararlanılan Kaynaklar:

  • Anderson, s. 2008. The New Old World (London: Verso).
  • Angrist, M. 2004. “Turkey. Roots of the Turkish-Kurdish Conflict and Prospects for Constructive Reform,” in U. Amoretti and N. Bermeo, eds., Federalism and Territorial Cleavages (Baltimore: The Johns Hopkins University Press), ps.387-416.
  • Brubaker, R. 1996. Nationalism Reframed. Nationhood and the National Question in the New Europe (Cambridge: Cambridge University Press).
  • Casmier, S. 2015. “Ferguson, Meaning, and Walter Ong.” Unpublished paper delivered at Race and Expression. A Saint Louis University Symposium. Saint Louis, MO. 8th April.
  • Cleveland, W. 2004. A History of the Modern Middle East (Westview Press, Third Edition).
  • Fanon, F. 2001. The Wretched of the Earth (London: Penguin Modern Classics).
  • Ganser, D. 2004. Nato’s Secret Armies. Operation Gladio and Terrorism in Western Europe (London: Routledge).
  • Halliday, F. 2005. The Middle East in International Relations. Power, Politics and Ideology (Cambridge: Cambridge University Press).
  • Hammy, Cihad. 2016. “AKP: A Marriage between Turkish Nationalism and Authoritarian Islam,” Kurdish Question (http://www.kurdishquestion.com/article/3098-akp-a-marriage-between-turkish-nationalism-and-authoritarian-islam).
  • Hanioglu, M. 2011. Atatürk. An Intellectual Biography (Princeton, NJ: Princeton University Press).
  • Houston, C. 2008. Kurdistan. Crafting of National Selves (London: Bloomsbury Publishing).
  • Keyder, Ç. 1987. State and Class in Turkey (London: Verso).
  • Mamdani, M. 2002. When Victims Become Killers (Princeton, NJ: Princeton University Press).
  • McDowall, D. 1996. A Modern History of the Kurds (London: I.B. Tauris).
  • Natali, D. 2005. The Kurds and the State. Evolving National Identity in Iraq, Turkey, and Iran (Syracuse, NY: Syracuse University Press).
  • Öcalan, A. 2012. Prison Writings III. The Road Map to Negotiations (Cologne: International Initiative).
  • Orlow, D. 1982. “Political Violence in Pre-Coup Turkey,” Studies in Conflict & Terrorism, Vol. 6, Issue 1-2, ps.53-71.
  • Özcan, A. 2006. Turkey’s Kurds. A Theoretical Analysis of the PKK and Abdullah Öcalan (London: Routledge).
  • Romano, D. 2006. The Kurdish Nationalist Movement. Opportunity, Mobilization, Identity (Cambridge: Cambridge University Press).
  • Rustow, D. 1965. “Turkey: The Modernity of Tradition,” in L. Pye and S. Verba, eds., Political Culture and Political Development (Princeton, NJ: Princeton University Press), ps.171-198.
  • Yadirgi, V. 2017. The Political Economy of the Kurds of Turkey: From the Ottoman Empire to the Turkish Republic (Cambridge: Cambridge University Press).

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.