Düşünce ve Kuram Dergisi

Gerçekliğin Tecrit Edilmesi, Akli, Vicdani ve Ahlaki Bir Problemdir

Cihan İnanç

Bulaşıcı hastalıkların tümü benzer yollarla yayılır. Biyolojik olarak hastalanmış her beden şu durumlarla karşılaşmıştır; ilkin virüs ya da mikrop kapılır; beden hastalığı hisseder; hastalık ya gözlemle ya da tetkikle tespit edilir. Hasta düşeni çoğu durumda doktor müşahede eder; hasta beden bu kaoslu acılı, rahatsız edici sürecin sonunda ya tam sağlığına kavuşur ya tahribata uğrayarak çıkar ya da ölür. Her türlü sonuç kişinin en azından biyolojisi için yeni bir dönemin başlangıcıdır. Hele de ölüm!

Bir virüsün-mikrobun bir bedene bulaştıktan sonra yaptıkları, yol açtığı sonuçlar, toplumsal yaşama da uyarlanabilir. Fakat bunun için önce şu ve benzer daha başka birçok soruya cevap vermeli ve sorular üzerinde düşünmeliyiz; bir halkın sosyal, siyasal, ekonomik yaşamı için, virüs ya da mikrop nedir? Mesele toplumsallık olunca yaşamın hangi biçimine, ne tür ilişkilere hastalık denmelidir? Toplumsal hastalıklara yol açan ‘mikroorganizmalar’ ne zaman, nasıl ve nereden bulaşır? Hastalığın ilk belirtileri nerede ve nasıl ortaya çıkar? İlkin kimler hasta olduğunu söyleme cesaretinde bulunur? Kimler ölüm döşeğinde olsalar da ben sağlıklı biriyim der?

Kuşkusuz, toplumsal yaşamdaki hastalıkları görmek, tespit etmek biyolojik hastalıklar kadar kolay bir iş değildir. Toplumsal sorunları çözmeye çalışan ‘doktorların’ işi biyolojik hastalıklara çare üreten doktorlarınkinden onlarca kat daha zordur. Bir bedenin hasta olduğunu gözümüzle de fark edebilir, hatta tecrübelerimizle hastalığına ad koyabilir, derman da önerebiliriz. Ancak toplumsal hastalığı sadece görmek yetmiyor. Onun bir hastalık olduğunu önce kendimize ve çevremize anlatmamız gerekiyor. Tabi anlatmak da yetmiyor, önce kendi nefislerimizi, sonra da çevremizdeki hastaları çok sağlam kanıtlarla ikna etmemiz gerekiyor. İyileşmek için mutlaka yürümek, çaba içinde olmak kısacası eylem halinde olmak da gerekiyor. Ayrıca bu alandaki ‘doktorların’ çok sağlam, köklü ve büyük bir akıl, vicdan ve ahlak okulunda “pişmiş” olması, kemale ererek çıkmış olması değişmez bir yasa olarak, binlerce yıllık tarihten öğrendiğimiz gerçekliklerden oluyor.

Bir topluluğun ‘durumunun’ iyi olmadığı, ‘bedeninin’ çürümekte olduğu, ‘ölmek’ üzere olduğunu kabul ettirmeden, onun için bir ‘hastalıktan’ bahsedilemez. Yani bir toplum (veya halk) hasta olduğunu bilmiyorsa, ona hasta olduğu da yeterince söylenmiyorsa, o ölüm döşeğinde perişan yatalak da olsa ‘hasta’ değilim der.  Bu toplumsal insanın tuhaflıklarından biridir. Örneğin büyük değişim ve dönüşüm dönemlerine ‘ezbercilik’ ve ‘taklitçilikle’ ya da yöntemi ne olursa olsun hazır değerleri ele geçirerek girenler, çoğu zaman, ‘hasta’ olduklarını ancak büyük felaketlerle yüz yüze geldiklerinde, yok edici tahribatlara maruz kaldıklarında fark edebiliyorlar. Bu fark ediş, ölüme ramak kala ancak olabildiği için daha büyük acılara yol açmaktan öte rol oynamaz.

Türklerdeki ittihatçılığın sağ ve sol versiyonları, SSCB’deki Glastnos ve Perestroika, Araplarda BAAS’çılık anlatmaya çalıştığımız gerçekliğe yakın tarihin çarpıcı örnekleridir. Böyle bir akıl, vicdan ve ahlak, toplumda derin bir açlık, yoksulluk, işsizlik, göçertme, psikolojik bozulma, katliam boyutunda cinayetler, hırsızlık, yalancılık, güvensizlik, kutuplaşma vb. sorunların katlanamaz boyutta ortaya çıkmasının hem nedeni hem sonucudur. Bu akla, vicdana ve ahlaka maruz kalmış toplumlar, toplumsal zamanı ölçü alarak belirtirsek pek sık ‘hasta’ olurlar. Tedavileri de her zaman ‘bedenlerinden’ bir parça kopartma, değerlerinde bozulma ve çürüme gerçekleşerek olabilir ancak. Böyle bir saldırı altındaki toplumların ihtiyaç duyduğu sağlıklı günler, devletlerinin ve yöneticilerinin neden olduğu hastalıklardan ötürü karantina odalarında bekletilir. Sağlıklı yaşamı hastalık diyerek sunanlar karantina odalarının duvarlarını baskı, yasadışı, hukuksuzluk, keyfilik gibi politikalarla inşa ederler. Büyük ve derin bir akıl, vicdan ve ahlak ekolünden geçmiş ‘doktorlar’ kendilerinden başlamak suretiyle bu duruma müdahale etmezse ya da müdahaleleri gecikirse kendileri de dahil tüm toplumun hapsedilmesi, tecrit altına alınması kaçınılmaz olur. Böyle bir kötülük geliştirmeye başladığında ortaya çıkan ilginç sonuçlardan biri de iktidarların Toplumsal Sağlık’a hastalıklı durum adını vermesi, binbir çeşit ‘zehiri’ ilaç olarak dağıtması, bu yalanlara, çarpıtmalara ve istismara kapılanların, inanarak yol alanların, vicdan ve ahlak sahibi aklı selimlerden daha cesaretli davranmaya başlanmasıdır. Bunların sayıca da çoğalıp niceliği kutsaması, niteliği marjinal göstermesidir. Böyle bir ülkede toplumsal hastalığın var olduğuna inanmak, tedavi için ortak yol ve yöntemler üzerinde anlaşabilmek en zor işlerden biri olmaya başlar. Çünkü bu iş için birincisi toplumsal bedenin tüm ‘organlarının’ yerli yerinde durması, ikincisi ‘organların’ belli bir düzen içinde çalışıyor olması gerekir. Toplumsal bedenin sağlıklı olduğunu gösteren organların akıl, vicdan ve ahlak olduğuna şüphe duyulmaz. Bu ‘organlar’ yaşamda gerektiği yerde ve ihtiyaç duyulduğu kadar çalışıyorsa işler yolunda sayılabilir; toplumsal akıl, bireydeki vicdani muhasebe ve toplumun vicdanı da olan ahlak, toplumun evrensel yasalarına ters işliyorsa; örneğin bir ülkede siyasiler bilerek ve isteyerek yalan söylüyor ve sayıları az da olsa birileri bunları alkışlıyorsa, o zaman bu topluma mikrop-virüs bulaşmış demektir. Bu realiteyi alkışlayanlar alkış tutmayanlardan çoğalmışsa orada komalık bir durum var demektir. Hastalıktan rahatsızlık duyanlara, hastalıktan kurtulmak için çalışıp didinenlere çoğunluk destek vermiyor, sesine ses olmuyorsa; gözü görüyor vicdanı rahatsız olmuyorsa, ‘bana ne, benden uzak dursunlar’ diyorsa, o ülkede insanlığın ölümü başlamış demektir. Bir süre korona virüs salgını ve salgının yaşamda neden olduğu kimi rahatsızlıklar yedi yirmi dört gündem olmuştu. Diğerleri gibi bu hastalığa da ancak gelişmiş mikroskoplarla görebildiğimiz, küçücük organizmalar yol açıyor. Virüs, bakteri gibi mikroorganizmalarla mukayese ettiğimizde muazzam büyüklükteki insan bedeninin, yine kurduğu sosyal, siyasal sisteminin bu mikroorganizmalar karşısında ne kadar çaresiz, ne kadar güçsüz olduğunu bir kez daha gördük. Bu aktüel gündemi birazdan yazacaklarımıza altyapı oluştursun diye böyle kullanmayı deneyelim. Bu yöntemle korona salgınını gücünü, etkisini abartarak değil, kendini aşırı beğenen, abartan insanın, kendini tanrı yerine koyan devletin ve dikta yönetimlerinin ne kadar güçsüz, çaresiz ve zavallı olduğunu anlamaya vesile edelim. Biyolojimizdeki çaresizliğimize karşı, kemale ermiş ‘doktorlarımız’ öncülüğünde toplumsal çareyi derman olarak sunmanın ne kadar doğru bir tedavi yöntemi olduğu üzerine düşünelim. Sanırım salgına ve her türden hastalığa karşı en iyi mücadele de böyle olur. Böylece herkesin üzerine konuştuğu, düşüncesini odaklaştırdığı, bu virüs-mikrop dolu ortama, toplumsal yaşamı bu kadar etkilemiş bu salgına karşı, halk tabiriyle kıssadan hisse yapmak usulü ile mücadeleye daha çok dikkat çekmiş oluruz.

 

Ekonomik Krizin Kaynağı Savaş Politikasıdır

Konumuz açısından çoğu soyut genellemeler gibi anlaşılabilecek buraya kadarki cümlelerimize biraz ara verelim. Bu genellemeleri adres alarak daha görünür ve dokunur bir alana geçelim. Üzerinde yürüyeceğimiz topraklar Türkiye ve Kürdistan olsun. Dokunup avcumuza alacağımız, bakarak inceleyeceğimiz olgularımızsa Türkler ve Kürtler olsun. Buralarda mikrop-virüsle başa çıkmakla övünenlere, kendilerini kandırdıkları için kapılarını mikrop ve virüslere açanlara, bulaşıcı hastalıktan ötürü zavallılaşarak çaresiz kalanlara bakalım. Bu paragrafla birlikte koronanın salgın özelliğini sadece bir çağrışım öğesi olarak ele alıp, bu virüs gibi tüm toplumu etkileyen, kuşatan şeyin ne olduğuna bakalım diyoruz. Anlaşıldığı gibi Türkiye halklarını salgın hastalık gibi sarmış ideolojik-siyasi mikroplardan, virüslerden bahsediyoruz.

Öncelikle şu gerçekliği hatırlayalım, toplumsal yaşamı tehdit eden ana salgın, aynı zamanda birçok yan salgını da tetikler. Böyle bir ortamı yaratanlar, en başta da iktidar kendi çıkarlarına göre bir söylem geliştirir. Ardından da iktidarın yerine geçme potansiyeline sahip grup ve partiler bu kervana katılır. Fakat bunlar da iktidara gelmek için kendi söylemlerini geliştirerek yol almaya çalışır. Bu aşamaya geçildiğinde, haktan yana olanların (ki bunlara kadim toplumsal geleneğe göre kemale ermiş gerçek toplumsal doktorlar demiştik) yapması gereken en hayati şey, halkın yaşamını zehir eden virüsü-mikrobu tespit etmek, ona göre politik bir söylemi geliştirmektir. Halkı hastalığa inandıracak argümanları hem daha görünür kılmak hem de çözümler geliştirmektir. Burada en öncelikli olan, ülkedeki ezici çoğunluğu sosyal, siyasal, ekonomik gibi yaşam alanlarında hastalığangötüren nedeni bulmayı gerektirir.

Türkiye’deki halkın yüzde yetmişten fazlası ekonomiyi (yoksulluk, işsizlik, pahalılık, düşük ücret, iş güvenliği vb.) temel sorun olarak görüyor. Ekonomiden şikayet etmeyenlerin belli bir kesimde, mal varlıkları hakkında güvensizlik içinde oldukları, tedirginlik yaşadıkları gözlemleniyor. Bunlar da ekonomik sorunun neden olduğu rahatsızlıklardan etkilenenler oldukları için %70’in içinde değerlendirilmesi gerekenlerdir. Dolayısıyla yoksullaşmanın sonucu olarak yoksullaşanlara her zaman varlıklaşanlara saldırmak için haklı gerekçeler verir. Türkiye’de insanlar çalışmadığı ya da çalışacak iş alanları kalmadığı için mi ekonomik yaşam temel sorun olmaya başlamıştır? Ya da yoksulluğa yol açacak kadar büyük bir doğal afet mi yaşanmıştır? Tabi ki hayır. Korona salgının ekonomiyi olumsuz etkilediği doğrudur. Ancak Türkiye’deki yoksulluk, işsizlik, enflasyon gibi ciddi sorunlar salgınla bağlantılı değildir. Ki bu hususlar iyi biliniyor. Peki halkı kim neden ve nasıl yoksullaştırmaktadır? Bir süre önce Erdoğan, “şayet son sekiz, dokuz yıl ki saldırılar olmamış olsaydı, şimdi 1,5 trilyon dolarlık bir milli servetten bahsetmiş olacaktık” minvalinde konuştu. Bu söz neyin ekonomiyi batırdığını, kimin neden ve nasıl yoksulluğu yarattığının deşifresi oldu. Demek ki Türkiye’deki ekonomik sorunun temeli Erdoğan’ın “saldırılar” dediği şeydir. Fakat son sekiz, dokuz yıllık manzaraya baktığımızda Türkiye’ye saldıran yabancı orduların saldırıları veya savaşı olmamıştır. Gerçek Erdoğan’ın söylediğinin tam tersidir; Türk devleti yanına aldığı çoğu Arap cihadist gruplarla birlikte birden çok ülkede savaşıyor. Gerçek şudur ki, Türkiye’de ekonomik sorunun nedeni Türk devletinin sağa sola saldırması ve 2014’ten beri de Kürtlere karşı kesintisiz savaşıyor olmasıdır. Ekonomik iflasın temel nedeni bu olmaktadır.

Türkiye’de yaşanan mevcut gerçeği adlandırmak için illede iktidar kliğinden birinin itiraf etmesi gerekmiyor. Türkiye’de çarpıcı gerçekler karşısında her zaman muhalefetin sessiz kaldığı, görmezden geldiği alanlarda yaşanmaktadır. Bu durum 2014’ten itibaren de yaşanıyor. Örneğin, başta CHP olmak üzere muhalefet partilerinin neredeyse tümü ekonomik sorunu; “kötü yönetim, tek adam rejimi” gibi sebeplere bağlamamaktadırlar. Ama başlarda kendilerinin de bir biçimde arka çıktıkları bu yönetim modelinin neden kurulduğunu anlatmaması bu gerçekliği yeterince gösteriyor. Yine CHP ve İYİ Parti sürekli AKP-MHP’nin hırsızlıklarından bahsedip duruyorlar; AKP’nin yalan-yoksulluk-yasak partisi ve iktidarı olduğunu sürekli dillendiriyorlar. Fakat bir türlü bu kadar derin bir bunalımın, yozlaşmanın ancak ve ancak uzun yıllar savaş içindeki bir devlette yaşanabileceğini söyleyemiyorlar. Çünkü 1,5 trilyonluk zenginliği engelleyen saldırıların içinde kendileri de vardır. Bu meselede mutlaka bilinmesi gereken bir diğer çarpıcı nokta, ekonomik yapısı savaştan kaynaklı bozulan, bu bozulmanın tetiklediği zincirleme sorunlardan doğan yozlaşmanın yaşandığı bir ülkede, iktidar ve iktidar olmak isteyen muhalefetin en çok gerçeklerden korkmalarıdır. Ve bu tür ülkelerde malum çevreler, ittifak içinde hem gerçeği hem de gerçeğe götürecek doğruları tecrit içinde tecride alarak varlıklarını sürdürmeye, ömürlerini uzatmaya çalışırlar.

 

Sorunların Çözümü; Cehaletten Kurtulma ve Gerçekle Buluşmadır

Türkiye’de gerçekliğin ve doğruların tam manasıyla tecride alınması, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın İmralı’daki tecritiyle başlamıştır. Çünkü Öcalan, Türkiye ve Kürdistan’daki ana gerçeklik ve gerçekliğe götürecek doğruların beslendiği kaynaktır. Öcalan için gerçekliğin ve doğruların kaynağı demekle neyi ifade etmek istediğimizi de belirtelim; Öcalan en başta Türkiye’deki toplumsal ve siyasal sorunların çözümü için fikir ve öneri sahibidir. Eylemi ve yaşamıyla bu gerçekliği pratikte de kanıtlamıştır. Türk ulus-devletinin vazgeçmek istemediği Kürt inkar ve imhasını, bu bunların Türk halkında hatırı sayılır bir kesiminde saplantı düzeyinde yol açtığı hastalıklı durum; başka bir adı olan Kürt sorunu gibi köklü tarihsel sorunları çözecek akıl, vicdan ve ahlakı temsil ettiğini de ifade ediyoruz.

Bu ana kaynağın tecrit edilmesi, mevcut ekonomik soruna yol açan savaşa serbestlik tanımıştır. O zaman Öcalan tecridinin sürmesi demek savaşın devam etmesi demektir. Bu da halkın yaşadığı ve anlattığı cümlelerle ifade edersek açlık, yoksulluk ve işsizliğin büyüyerek sürmesi demektir. Ancak sorun şudur ki, Türkiye’de Kürt inkarcılığı ve düşmanlığı az sayıdaki insan haricinde hemen herkesi hasta yapmıştır. Kürt ve Kürdistan konusunda aklı, vicdanı ve ahlakı sorunlu olmayan Türk çok azdır. Bu gerçeklik itiraf edilmedikçe, Türkiye’deki toplumsal hastalıkların tedavi edilmesi mümkün olmayacaktır. Türklerde profesöründen okur-yazarına, devlet başkanından köy muhtarına kadar azımsanmayacak sayıdaki bir insan topluluğu, akıl, vicdan ve ahlaki anlamda sorunludur. Çoğu Türk kimlikli bu İslami literatür ile adlandırırsak, Kürtler konusunda cahildir. Malum, cahil gerçeği görmeyen ve iman etmeyendir. Türkiye’deki cahillik sadece Kürt gerçekliğini görmemekle, tanımamakla sınırlı değildir; bu gerçeğe saldırıp inkar etmeye yiğitlik, bilgelik diyecek kadar saplantılıdır. Bu cehalet durumuna günlük yaşamdan çok sayıda örnek vermek mümkündür. Birinci örneğimiz uluslararası niteliği de olduğu için buğday gemileri olsun. Tahıl ülkesi Türkiye’de son aylarda iktidarın başarısına ve devletin güçlülüğüne argüman olarak gösterilen en önemli verilerin başında, Ukrayna tahılını Rusların izniyle taşıyan gemilere koruma-bekçi olma işi gelmektedir. Tahıl ambarı olmakla övünen ülkede samanı bile satın alacak duruma düşmüş olmaya üzülmek yerine, Ukrayna buğdayının bekçiliğine sevinmek, Türkiye’deki cahilliğe güzel bir örnek değil midir? En temel demokratik hakkını kullanan beş on insanı yüzlerce polisle kuşatıp, bunu da ‘devletimiz her şeye hakimdir, polisimiz teröristlere izin vermedi’ minvalinde propaganda etmeye ne demeli?

Ülkenin batısında orman yanınca ya da izinsiz ağaç kesilince kıyameti koparıp doğusundaki orman katliamına “sorumluluk alanımız dışındadır” demek, cahilliğin en karası değil midir? Örnekleri sayarak bitiremeyiz, biz bu kadarıyla yetinelim. Görüldüğü gibi cehalet, tarım ülkesi, tahıl ambarı bir memlekete insanların aç kalmasına neden oluyor. Ve bu cehalet toplumun önemli bir kesimini sardığı için, açlığa isyan etmek yerine sadakaya razı olma yaşanıyor. Hal bu olunca devletin maliye bakanı ayyuka çıkmış bunca hırsızlığa, talana, soyguna, bir gecede yandaşlarına milyon dolarlar kazandıran borsa oyunlarına rağmen ‘biz halkın içine rahat çıkıyoruz’ diyebilmektedir. İşte devlet ricali bunca ahlaksızlığa, haksızlığa halkın sessizliğini, tepkisizliğini övünerek anlatıyorsa, halk da nedeni ne olursa olsun bu durumu görmezden geliyorsa, orada komalık bir realite var demektir.

Sonuçta gerçeklik tecrit edilmeye, doğruluğun önü kesilmeye dursun, kötülükler peşi sıra, üstelik normalleşerek akmaya başlar. Örneğin en başta “orman kanunu” yasa oluverir. Keyfi uygulamalara, adamına göre verilen kararlara, her türlü kötülüğü hasıraltı etmelere demokrasi denilmeye başlanır. Böyle bir ortamda “atı alan Üsküdar’ı geçti” mottosu, her zaman iktidar ve yandaşların olur. Bu ‘sahtekarlar’ takımı yaptıklarını “nasip, rızık, kader, takdiri ilahi, şükür edin” diyerek meşruluk kazandırmaları kabul görür. Ve ülke baştan sona demagojiye boğulur. Demagoji için özel kurumlar, birimler kurulur. Demagojinin alıcıları arttığında, talandan, vurgundan pay alanlar çoğalır. İktidar safındakilerin en baştakinden en alttakine kadar hemen herkes kendi sınırları içinde birer diktatör gibi davranmaya başlar. Bu cenahın içinden silahlı güçler ve parayı kontrol edenler ve bu güçleri kullananlar zamanla öne geçer. Toplum bastırılıp idare edilmeye başlandıkça; tıpkı bir zincirin halkaları gibi cahillik bilgelik, yalan gerçek, yanlış doğru, kötülük iyilik, zarar yarar olarak algılanır olur. Özcesi toplumsal yaşamda anlam taşıyan benzer ikililikler bilcümle yer değiştirmeye başlar. Örneğin vatansever hainleştirilip sindirilir, hain vatansever olup fiyaka satmaya koyulur.

Türkiye’de bu tersyüz olma gerçekliğini hemen her an ve her yerde görmek mümkün hale gelmiştir. Bu manzarayı sağlıklı bir toplumsallıkla mukayese ettiğimizde mevcut halin çok büyük bir salgın hastalık durumu olduğu inkara gelmez. Türkiye tümden karantinaya alındı alınacak, toplumu düştü düşecek gibidir. Bilerek iktidar düştü düşecek demiyorum. Çünkü öyle bir noktaya gelinmiştir ki iktidarın “mikrobunu-virüsünü” yayacak beden, aldatarak gerçeği tecrit ettirecek kesim neredeyse kalmamıştır. Artık demagojiyi dinleyecek kulaklar yok gibidir. Bu nedenle sosyolojik anlamda, bu saatten sonra AKP, MHP gibi olgular demenin pek de bir anlamı kalmamış gibidir. Fakat bu olguları ve yol açtığı sonuçları doğru biçimde tanımlamadan sürekli dillendiren bir muhalefet söz konusudur. Bunun politik anlamı muhalefetin Türk’ün ‘hastalığını, saplantısını’ tedavi etmek yerine ağrı kesicilerle toplumu uyuşturup iktidarın yerine geçmek istemesidir. Bir olguyu tüm detayları ile anlatmak, taşıdığı olumsuzlukları deşifre etmek ve varsa olumluluklarını da halka göstermek için çaba verilmiyorsa orada olan halefin selefi taklit etmesidir. Taklitçilerin her zaman akıl, vicdan ve ahlak problemleri olmuştur. Çünkü taklitçiler en başta akli olmayandır. Akli sorunlar yaşayan, ama yine de çok konuşan gerçekliği de göremez. Gerçeklikten korkar ve tecrit eder.

Türkiye’de sağlıklı bir toplum, sorunları olsa da bireyi ve toplumu rahatsız etmeyecek düzeyde demokratik bir yaşam için ‘gerçekliğin’ ve gerçekliğe götüren ‘doğruluğun’ tecrit edildiğini söylemekten başka yol kalmamıştır. Bunu itiraf etmeyenler cahillikten kurtulamazlar. Cahilin hak ettiği tek bir şey vardır; hem maddi hem de manevi olarak cehennemde yaşamak. Toplumu bu kötü durumdan kurtaracak imkan ve ‘gerçeklik’ olduğu halde, cahilin cehenneminde ısrar etmek, Kürt’e düşmanlıktan başka bir şey değildir.

 

 

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.