Düşünce ve Kuram Dergisi

Liberalizm ve Radikal Demokrasi

Halil Dağ

Liberalizmin demokrasiyle ilişkisine dair yığınca iddia ve görüş ortaya atılmıştır. Liberalizm karşıtı yaklaşımları saymazsak, çoğunlukla aydınlanmacı bakışın zemininde boy veren bu tartışmaların ortak noktası, liberalizm ve demokrasi arasındaki ilişkinin varoluşsal bir ilişki olduğu tezidir. Varoluşsal ilişki demek, bir olgunun diğeri olmadan anlam taşıyamayacağı, yalnız başına bir “kendilik” oluşturamayacağı, liberalizm ve demokrasi arasındaki ilişkinin varoluşsal mı yoksa birinin (liberalizmin) diğerini (demokrasiyi) araçsallaştırmasına dayanan bir ilişki mi olduğu sorusunun yanıtı aslında liberalizmin ne olduğuna ve iddialarıyla gerçek durum arasındaki farklılıklara bakılarak verilebilir.

Liberalizm ve Siyasal Alan

Toplumsal özgürlük söz konusu olduğunda demokrasiyle dolaysız bir bağ içinde bulunan siyasal alanın hangi değerlerle biçimlendiği önem taşır. Bu husus önemlidir çünkü demokrasi, başta ahlaki değerler olmak üzere politik etkinlik alanıdır. Sözünü ettiğimiz bu siyasal sistem toplumun ahlaki-politik değerlerinin bileşimine dayalıdır. Dolayısıyla liberalizmin siyasal alanı kurgulama anlayışının demokrasiyle ne denli ilgili olduğunu veya olmadığını anlamak için bu alana bakmak gerekiyor.

Liberalizm modern ulus-devletin ideolojisi olarak kendisini siyasal alanın merkezine konumlandırmaya çalışırken topluma önerdiği şey, “modern devlet ve hukuk” yoluyla iktidarını başat hale getirmek ve bu “sözleşmeyle” devlete meşruiyet kazandırmaktır. Liberal demokrasi denilen olgu özünde toplumsal hak ve özgürlüklerin işte bu sözleşmeyle ulus-devlete devredilmesi, devletin toplumsal hak ve özgürlükleri yok etme veya istediğinde askıya alma özgürlüğüne kavuşturulmasıdır. Konjonktürel olarak bu “yasal” hak gaspının esnek veya katı uygulanması işin özünü değiştirmemektedir. “Devletin çıkarları” denilen müphem retoriğin arkasına gizlenerek hegemonya için rıza üretilmeye çalışılır. Demokrasi ve siyaset özgürlüğü bu “meşruluğun” sınırlarına dokunulmadığı sürece sistemin gerçek yüzünün gizlenmesi için kullanılan bir asma yaprağıdır sadece. Bu meşrulaştırma sürecinin en önemli ayaklarından birisi “kamusal alan” ve “kamu güvenliği” olarak ifade edilen çerçevedir. “Kamusallık” kavramı da pek çok kavram gibi liberalizm tarafından özünden boşaltılmış bir kavramdır. Bu kavram da tıpkı demokrasi gibi araçsallaştırılmıştır. İçinde kamunun olmadığı ve siyasal alanın topluma kapatıldığı bir kamusallık, ulus-devletin kurgulandığı bir süreçtir. Ulus-devlet, sahip olduğu muazzam egemenlik araçları ve iktidar tekniğiyle, toplumsal hak ve özgürlük talepleri ve siyasal alanı ulus-devlet lehine hazırlanmış hukuksal düzenlemelerle sınırlandırarak “kamusal haklar ve görevler” üst başlığıyla basitten karmaşığa doğru aşılması zor engeller oluşturur. Bizzat kendisi kamusal alana tehdit teşkil eden devlet, bu alanı tanımlayarak demokratik siyasetin tüm olanaklarını ortadan kaldırmaya çalışır. Kimi çevrelerin, sınırları devletçe belirlenen bu kamusallığın “vatandaşlık hakları” veya “bireysel hak ve özgürlükler” talebiyle örülecek bir siyasi mücadele sonucunda aşılabileceği yönündeki önerileri de bir yanılgı içermektedir. Çünkü vatandaşlık kavramı da yine ulus-devletin ürettiği ve bireyi devletin kurguladığı hukuksal sınırlara hapsetme amacı taşıyan bir tanımlamadır. Dolayısıyla “vatandaşlık hakları”, sınırlarını yine devletin belirlemiş olduğu hukuksal mekanizmalar zorlanarak elde edilebilecek haklar değildir. Zaten liberalizmin en büyük manipülasyonlarından biri budur: sana ait olan, devredilemez ve tartışılamaz hakları, onu gasp eden gücün belirlediği sınırlar dahilinde siyaset yaparak elde etmek! Düşünce ve ifade özgürlüğü ve bireysel haklar söylemiyle tedavüle sürülen uygulamalar tam da bu manipülasyonu gizlemek içindir. Kolektif hak taleplerine dayalı demokrasi mücadelesinin liberal sistem için büyük bir tehdit olarak görülüyor olmasıyla birlikte kamusal alana dair kolektif hak taleplerinin “bireysel haklar” çerçevesine hapsedilerek nötralize edilmesi hedeflenir. Bu şekilde kapitalist modernitenin aynılaştırdığı tüm toplumsal ilişkileri kurgulanmış bir “toplumsallık” içine hapsetme yoluna gidilir. Buna toplumsallığın anonimleştirilmesi de denebilir.

 

Anonimleştirme, topluma içkin olan demokrasi kültürünün, eylem ve siyaset gücünün parçalanarak muğlaklaştırılması ve toplumsal güçlerin radikal demokrasi mücadelesi ve bu eksendeki siyasal örgütlülükten uzaklaştırılmasını ifade etmektedir. Buradan bakıldığında liberalizmin demokrasi değil, demokrasi karşıtlığı olduğu ve bu karşıtlığını iktidar tekniklerini kullanarak yarattığı bu sahte toplumsallıkla kalıcı kılmaya çalıştığını görebiliriz. Öcalan “neredeyse liberalizm demokrasi ile özdeşleştirilir, tam bir kavram karmaşası yaratılır. Liberalizm bir ideoloji olduğu halde siyasi bir sistem olan demokrasi ile özdeşleştirilmesi bunun tipik örneğidir. Özünde liberalizm, bireyin toplum karşısındaki dizginsiz tahribatı anlamına gelir ki bunu da tekellerin toplum üzerindeki egemenliği kanıtlar” derken tam da liberalizmin yaratmaya çalıştığı demokrasi yanılsamasının temelinde yatan gerçek duruma göndermede bulunur. Anonimleştirme işte tam da bu “bireyin toplum karşısındaki dizginsiz tahribatı”nın doğal ve süreğen bir süreç haline getirilmesidir. Bu yolla toplum, kolektif davranabilme ve siyaset alanına özne olarak dahil olma güç ve olanaklarından uzaklaştırılır.

Liberalizmin “siyasal çoğulculuk” dediği şey, farklı toplumsal yapıların özgürlüğünü ve “kendiliğini” önceleyen ve bu yapıların demokrasi üzerinden bir araya gelmesini sağlayan bir süreç değildir. Dolayısıyla “bırakınız yapsınlar” mottosu özünde bir çelişki gibi görünse de merkezileşmeyi ve yoğun kontrol mekanizmalarıyla çoğulluğun “tek”leşmesini içerir. “Bırakınız yapsınlar” sloganı toplum için değil sermaye tekellerinin engelsiz ve sınırsız kâr ve pazar arzusunun önündeki kısıtlamaların ortadan kaldırılması çağrısıdır. Yani siyasal alanın çoğulculuğu toplumsal güçlerin siyasal birer özne haline gelmesi anlamında özgür bırakılmasını içermez, aksine bu alanın onlara kapatılmasını öngörür.

Liberalizm, siyasal alana dair söylem ve eylemlerini ulus-devlet sistemi ve genel olarak kapitalizmin yarattığı olanakları kendi lehine güçlendirme üzerinden kurgular. Liberal sistemin meşru ve kabul edilebilir hale gelmesini sağlamak için çoğunlukla liberal demokrasilerde iktidarların seçim yoluyla ve geniş kitlelerin katılım sağlama olanağı bulmasıyla el değiştirebildiği, anayasal devlet modelinin her türlü otoriter ve kısıtlayıcı sistem modellerine karşı garanti teşkil ettiği, serbest piyasayla geniş kesimlerin ekonomik özgürlük ve fırsat eşitliği olanağı yakaladığı ileri sürülür. Fukuyama’nın 1980’lerin sonuna doğru “insan iradesinin son şekli olarak Batı liberal demokrasinin evrenselleştiğini” ilan etmesi ve Batının, liberal demokrasinin yine serbest piyasa kapitalizminin yaşayabilecek ve istenebilecek tek sistem olduğunu kanıtladığını iddia etmesi yukarıda anlatılan süreçle bağlantılıdır. Liberalizmin siyasal alanı bu şekilde formalize etmesi, söylendiği gibi demokrasinin küresel bir sistem olarak gerçeklik hali kazanmasıyla değil, serbest piyasa kapitalizminin, özellikle Sovyetlerin çöküşünden sonra neo-liberal perspektifle dünya çapında hegemonyasını oturtma şansı elde etmesiyle ilgilidir.

Kozmopolit Demokrasi

Liberalizmin küresel düzeyde yol açtığı sorunların çoğalması, sistemin içinden çözüm üretme arayışlarını da gündeme getirmektedir. Bu arayışlar ağırlıklı olarak küresel ölçekte ulus-devlet sisteminden kaynaklanan problemleri neo-liberal sistem lehine çözme arzusundan kaynaklanmaktadır. Bu eksende bir kesim Einstein’in “nükleer silahlar çağında küresel güvenliği oluşturabilmek için dünya hükümeti oluşturmak” önerisini referans alıp “küresel yönetişim” kavramını ortaya atarak sistemsel krizin revizyonla aşılmasını önermiştir. Birinci eğilimin sunduğu çözüm küresel sistem halini almış kapitalist modernitenin kurumsal güçlerinin ortaklaşarak dünyayı yönetmesini içeriyor, ancak bunun yanında küresel çapta ortaya çıkan toplumsal hareketlerin de küresel nitelikteki taleplerini sistem içinde kalmak koşuluyla ifade edebilecekleri bir çerçeve sunar.

İkinci eğilimin temsilcisi ise David Held’di. Held, “ulus-devletin dış olay ve güçlere karşı kendini daha az direnebilir bir konumda bulduğu için küreselleşme ulus-devletlerin ve demokratik güçlerin çalışma süreçlerine meydan okumaktadır” diyerek yerel, bölgesel ve ulusal hareketlerin ulus-devlete içeriden meydan okuduğunu ve ulus-devletin kendi üzerindeki egemenliğini sorguladığını, bunun uluslararasılaşma ve yerelleşme gibi ikili bir bölünmeye yol açtığını savunur. Buna çözüm olarak da sistemde revizyon önerir. Held’e göre ulus-devlet ve ulusal hükümetler tarafından layıkıyla kontrol edilemeyen, içinde yeni iletişim biçimlerinin güvenlik öğelerinin, çevresel sorunların ve parasal yönetimin olduğu yeni bir genel durum vardır. Dolayısıyla bu yeni durumun sonucu olarak siyasi kurumlarda ortaya çıkan dramatik değişikliklerin demokrasiye bazı temeller sağlamaları gerektiğini söyler. Bunun için de ulus üstü kurumların güçlendirilmesi gerektiğini fakat aynı zamanda Avrupa parlamentosu gibi kurumlar aracılığıyla demokratik olarak daha çok sorumlu hale getirilmesi gerektiğini söyler. Yanı sıra dünya bankası gibi uluslararası kurumların daha demokratik yollardan işletilmesi, vatandaşlar için arttırılmış sivil, siyasi, ekonomik ve toplumsal hakların ulusal anayasalara geçmesi ve güçlendirilmiş uluslararası hukuk organlarınca da yürürlüğe konması gerektiğini ileri sürer. Son olarak Held, “demokratik devlet” ve birimlerin oluşturduğu otoriter bir kurulun (örneğin yeniden şekillendirilecek BM genel kurulu veya bu kurulun bir parçası gibi) oluşturulmasını içeren “küresel kozmopolit demokratik düzen” önerisinde bulunur. Ona göre bu “dünya parlamentosu” küresel sorunları (üçüncü dünyanın borç yükünü, dünyada dolaşımda olan yüz milyarlarca doların istikrarsızlığı, ozon tabakasının delinmesi ve nükleer savaş tehlikelerini azaltmak vb.) ele almak ve önlemek için “otoriter bir merkez” acil bir ihtiyaçtır. Buna da “yeni küresel kozmopolit demokrasi” der.

Her iki çözüm önerisinin de temel olarak neo-liberal sistemin yıkıcı sonuçlarını, sistemi sürdürülebilir kılmak için azaltmayı öngören restorasyon önerisi oldukları açıktır. Bu öneriler tıpkı G-8 zirvesinde dile getirilen ve “şaka” gibi duran “insani kapitalizm” önerisine benzemektedir. Küresel kapitalizm ve onun kurumsal yapılarına karşı küresel bir demokrasi hareketine ihtiyaç olduğu doğru olmakla birlikte, bu hareketin öznelerinin yine sistem içi olması ve çözüm metotlarının da sistemin sınırları dahilinde belirlenmesine teşvik edilmeleri, liberal kuramcıların gündeme getirdiği ve “yeni demokrasi” dedikleri bir çarpıtmadır. Küresel demokrasi hareketinin talepleri ve eylem biçimlerinin küresel hegemonya güçleri karşısına almayan bir çizgide yürütülmesinin öncelikle bu hareketi başarısız kılacağı açıktır. Bu bakımdan restorasyon değil yerel ve küresel ölçekte radikal demokrasiyi esas alan ve birbirleriyle organik ilişki içinde olan hareketlere ve eylem perspektifine ihtiyaç vardır. Held’in önerisi, çözümü yine küresel kapitalist güçlerin oluşturduğu kurumların içinde arayarak bu güçler üzerinde herhangi gerçek bir etkiye sahip olmayı imkansız kılacağı gibi söz konusu hareketlerin dejenere olmasına ve sistemin yedeğine düşmesine yol açacaktır. Bu çözüm yöntemi kapitalist modernite güçlerinin sistem olarak zorlandıkları her dönemde (savaşa başvurmadıkları ender durumlarda) devreye soktukları ve toplumsal basıncı azaltmak için başvurdukları bir yoldur. AB, BM gibi kurumların küresel ölçekte demokrasinin gelişmesi noktasında en küçük bir katkıları olmadığı açıkken çözümü yine bunlara benzer “otoriter uluslararası merkezler”de aramak veya “dünya parlamentosu” gibi özü itibariyle temsili katılıma dayanan sistem içi “hakem” mekanizmalarının oluşturulmasında görmek demokrasiyi sakatlayan en önemli nedenlerden birisidir. Çünkü söz konusu kurumların sistemin hegemonik güçlerinin kontrolü altında olduğu, demokrasi diye tedavüle sürülen pek çok uygulamanın yine sistemin bekasıyla alakalı olduğu ve politik-ekonomik çıkarların öncelendiği bilinmektedir. Dahası her iki yöntemin de toplumsal demokrasiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Liberalizmin “insansızlaştırılmış toplum” ya da “kitle” yaratma politikasının cilalanmış birer versiyonu oldukları rahatlıkla belirtilebilir. “İnsansızlaştırma” sistemin sirkülasyonu için ihtiyaç duyulan pasif, sorgulamayan ve tüketici kitleler yaratma amaçlı yürütülen sistematik bir politikadır ve toplumsal demokrasiyle hiçbir alakası yoktur. Bu açıdan “kozmopolit demokrasi” önerisi günümüzde insanlığın yüz yüze kaldığı ağır demokrasi krizine çözüm üretebilecek bir model değildir, özünde demokrasi karşıtlığı ve demokrasinin muğlaklaştırılması yoluyla araçsallaştırılması anlayışı vardır.

Araçsallaştırılan Demokrasiden Özneleşen Demokrasiye; Radikal Demokrasi

Sınırlı bir çerçeve içinde de olsa aktarmaya çalıştığımız liberalizmin demokrasiyi araçsallaştırma pratiği, sistem dışı toplumsal güçler için demokrasinin gerçek anlamına ve işlevine kavuşturulması ihtiyacını ortaya çıkartmıştır. Liberalizmin hem sağ hem de sol versiyonlarının tümüyle iflası demokrasinin sınıfsal veya iktidarsal bir etiketle tanımlanmasının toplumsal problemlerin çözümüne bir katkı sağlayamadığını ispatlamıştır. Günümüzde gerek yerel gerekse küresel düzeyde bu sistemden muzdarip tüm toplumsal güçler açısından “ontolojik güvenlik sorunu” ortaya çıkmıştır. Yerkürede kendisini tehdit altında hissetmeyen hiçbir toplumsal yapı kalmamıştır denilebilir. Ekolojik felaketlerden tutalım cinsiyetçiliğe; küresel güç merkezlerinin tüm insanlığı tehdit eden güç savaşlarına; etnik-inançsal yapıların yüz yüze bırakıldığı çözümsüzlüklere; muazzam ekonomik eşitsizliğe; açlık, yoksulluk, beslenme kaynaklarının küresel tekellerce tahrip edilmesine ve listeye daha da eklenebilecek pek çok soruna varıncaya kadar, insanlık büyük bir krizle yüz yüze kalmıştır ve verili sistemin bu krizleri giderilebilme gücü olmadığı gibi, krizin bizzat sorumlusu olması, seküler-demokratik devlet iddialarının tutarsızlığı artı köklü bir demokrasi mücadelesini varoluş sorunu haline getirmiştir. Bu aynı zamanda toplumsal güçler açısından yeni bir kimlik oluşturma sürecidir. Verili gerçeklik ve denenmiş yöntemlerin iflası, beraberinde mücadele biçimlerinin yeni kavramsallaştırmalarla ifadeye kavuşmasına yol açmaktadır. Radikal demokrasi de bu ihtiyaçla bağlantılı ele alınmalıdır.

Demokrasiye dair tanımlamalar esas itibariyle bu olgunun özneleştirilmesi veya araçsallaştırılmasıyla ilgili pratiklerle doğrudan bağlantılıdır. Neden radikal demokrasi gibi bir tanıma ihtiyaç duyulduğu sorusu önemlidir; çünkü bu tanıma yönelik farklı çevrelerin olguyu açıklamaktan uzak, yüzeysel yorumları mevcuttur. Bu yorumlardan birisi de radikal demokrasinin liberalizmin çeşitli versiyonlarıyla aynılaştırılmasıdır. Verili bağlamlar üzerinden kimi hakikatleri tanımlamaya çalışmak o hakikatlerin sakatlanmasına yol açmaktadır.

Şunu rahatlıkla belirtmek mümkün; radikal demokrasi kimi çevrelerin ileri sürdüğü gibi sosyal demokrasinin bir türevi ya da versiyonu değildir. Dolayısıyla demokrasinin önüne “radikal” kavramının konulması şekli bir ayrışmanın çok ötesinde bir anlama sahiptir. Bu kimliklendirme biçimsel olmaktan ziyade özsel ve paradigmatik bir ayrıştırmayı anlatır. Demokrasinin bir kurallar ve kurumlar düzeni olarak ifadeye kavuştuğu Atina’dan tutalım, günümüzün modern devlet yapılarına kadar ki, tüm uygulamalarının özünde demokrasinin sistemiçileştirilmesi ve araçsallaştırılması söz konusudur. Demokrasinin sistemiçileştirilmesi demek “devlet ve iktidar yapılarını tanımayan toplulukların kendilerini yönetme arzusu”nun ve iktidar, devlet dışında kalan toplulukların yok sayılarak demokrasinin ancak devletle birlikte var olacağı anlayışının hakim kılınmasıdır. Oysa devlet ve demokrasi temelde birbiriyle çatışan iki olgudur. Liberal demokrasinin beşiği olarak lanse edilen ülkelere bile bakıldığında demokrasi, son tahlilde devletin, iç basıncı azaltmak için kullandığı bir araç haline getirilmiştir. Demokrasi, “sözleşme”yle oluşturulduğu iddia edilen devletin meşruiyet sağlama biçimi ve yönetimi olarak anlaşılmış ve uygulanmıştır. Yani demokrasinin toplumsal niteliği ortadan kaldırılmıştır. Bu açıdan demokrasinin yeniden özsel niteliğine ve onu var eden (aynı şekille onunla var olan) dinamiklerine kavuşabilmesi için sistem dışı tüm toplumsal güçlerin yeni bir paradigma etrafında örgütlenip hakim sistemlerden ve onların araçsallaştırılmış demokrasi anlayışından köklü bir kopuş sağlaması gerekmektedir. İşte radikal demokrasi tam da bu ihtiyaca cevap oluşturmak için ortaya çıkmış bir tanımlamadır.

Liberal ideolojinin etki alanındaki tüm siyasal okumaların eninde sonunda kendini yine o ideolojiyle tanımlamaya çalıştığını görmüştük. Radikal demokrasi kendisini liberalizme karşıt bir cephede konumlandırırken, demokrasinin toplumsal özgürlük için varoluşsal bir ihtiyaç olduğu ön kabulünden hareket eder. Aslında ihtiyaç olarak görmenin de ötesinde, onu toplumsallaşmanın ve komünalitenin doğal bir niteliği olarak kabul eder. Böyle olduğu için de radikal demokrasi tanımını bir kurgu olarak ele almak mümkün değildir. Toplumda içkin olan bir hakikatin, yeniden toplumsal mücadelenin odağına oturtulmasıdır.

Radikal Demokrasinin Siyasal Alanı

Kapitalist Modernite temel olarak ulus-devletin ve ona tabi kılınan pratiklerin azami düzeyde merkezileştiği bir süreçtir. Toplumun politik doğasının tekeller lehine teslim alındığı bu süreç demokrasiyle dolaysız bir ilişkisi olan siyasal alanın kadük hale getirilmesiyle sonuçlanmıştır. Siyasetin iktidarlaşma ve hegemonya oluşturma aracı haline getirildiği ulus-devlet gerçeğinde bu alanın yeniden tanımlanması ve demokrasiyle olan tarihsel toplumsal ilişkisinin yeniden güçlendirilmesi gerekiyor.

Günümüzde odağı sadece ekonomi ve iktidar olmayan yeni siyaset biçimleri ortaya çıkmıştır. Kültürel ve etnik hareketler, merkezsizleşmeyi savunan ve çoğulcu, karmaşık eylemlerle özneleşmeye çalışan yeni sosyal hareketler, kadın hareketleri, ekoloji ve inanç hareketleri gibi daha da çoğaltılabilecek pek çok hareket günümüz dünyasında siyasetin yeniden tanımlanması ve biçimlendirilmesini temel bir ihtiyaç haline getirmektedir. Radikal demokrasinin siyaset alanı tüm bu yapıların talep ve önceliklerini gözeterek oluşur ve tüm bu yapıları demokratik özneler olarak kabul eder. Küresel kapitalist sistemin yapısal olarak yaşadığı krizler çok geniş bir hoşnutsuzlar cephesi yaratmış durumdadır. Ancak bir boşluk vardır. Bu boşluğun doldurulamaması, geniş kesimlerin içe kapanmasına, milliyetçi muhafazakar iktidar siyasetine sığınarak kendilerini güvenceye alma arayışına yönelmelerine yol açmaktadır. Dahası küresel ölçekte yaşanan krizler, insanlığı deyim yerindeyse, yolun sonuna yaklaştırmış durumdadır. Bu realite sistemin artık reform, revizyon talepleriyle sınırlandırılamayacağı anlamına gelmektedir.

Radikal demokrasi, verili hegemonyaya karşı başka bir hegemonya oluşturma siyaseti değildir. Hareket noktası demokratik özyönetim, tüm dezavantajlı toplumsal grupların doğrudan demokratik eylemleriyle siyasetin öznesi haline gelmesidir. Köklü dönüşümler hedefleyen kesintisiz demokrasi mücadelesi ve yaygın örgütlenmeyi öngörür. Merkezileşme değil esnek, farklılıkların özgün ve özgür örgütlenme ve eylem dinamizmini gözeten; iktidar değil doğrudan demokrasiyi hedefleyen, anti tekelci, anti devletçi ve hegemonya karşıtı bir perspektife dayanır. Başka bir ifadeyle “burjuva diktatörlüğüne karşı proletarya diktatörlüğü” gibi, bir hegemonyanın yerine başka bir hegemonya ve iktidar alanı yaratmayı ön görmez. Böyle bir siyasal eylem hattı yoktur. Demokrasiyle ilgili tüm problemlerin kaynağını iktidar ve devlet olgularından aldığı bilinciyle bu iki olguya kapı aralayan tüm tutum ve anlayışlara karşı duruşu içerir. Toplumsal özgürlük ve siyasetin yürütülme biçimlerine dair mekanizmaları, farklılıkların bir aradalığı ve doğrudan kendi varlıklarıyla ilgili söz ve karar sahibi oldukları bir düzlemde ele alır. Bununla birlikte radikal demokrasinin öngördüğü “çoğulculuk ve farklılıkların birlikteliği” ilkesi, çeşitli toplumsal grupların birbiriyle koalisyonu anlamına gelmemektedir. Çünkü koalisyon politik bazı hedefler etrafında ortaya çıkan geçici ve taktiksel birlikteliklerdir. Modernist siyaset bilimciler bunu, temelde bir sistem sorunu olan problemleri görünmez kılmak için “yararlı bir yöntem” olarak telkin ederler. Ancak işin sonunda kazanan yine devletçi iktidarcı siyasettir. Radikal demokrasi, çoğulculuğu ve farklıkların birlikteliğini ilkelere dayandıran ve etik bir zeminde ele alan niteliğiyle bu anlayıştan ayrışmaktadır. Dolayısıyla koalisyon değil demokratik modernite güçleri olarak nitelendirdiğimiz sistem dışı tüm toplumsal grup ve yapıların ilkeli ve süreğen birlikteliğini anlamak gerekiyor. Bu birlikteliğin kuralları, örgütlenme modelleri elbette ki bu birlikteliği oluşturan güçlerin özellikleri ve ihtiyaçları gözetilerek kolektif akılla oluşturulur. Örneğin liberalizmin gerçek hayatta hiçbir karşılığı olmayan “demokratik devlet” diskurunun karşısında “demokratik toplum” anlayışını esas almak bir ilkedir.

Demokratik siyasetin temel görevinin ahlaki ve politik toplumun işlemesini sağlamak olduğu açıktır. Ahlaki-politik toplum dediğimiz olgu, iktidar ve devlet zihniyetinin enfekte edemediği toplumsallıktır. Bu toplumsallık devletin hukukla sınırlarını belirlediği anti özgürlükçü düzeni değil, komünalitenin etkinliğini esas alır. Dolayısıyla bu toplumsallıkta siyaset doğal ve işlevsel bir niteliğe sahip olur. Radikal demokrasinin tarihsel kaynakları bizzat bu toplumsallığın içindedir ve bu tarihsel kaynaklar radikal demokrasiyi liberalizmden ayıran temeli oluştururlar. Kent demokrasileri, konfederasyonlar, köylü hareketleri, sivil toplum örgütleri, ekolojik ve feminist hareketler, emek hareketleri, gençlik hareketleri, sanat örgütleri, etnik-kültürel hareketler, sistem karşıtı inanç hareketleri, küreselleşme karşıtları vb. tüm toplumsal güçler ve muhalif hareketler ve bunların tarihten günümüze bir zincirin halkaları gibi uzanan mücadelelerinin yarattığı politik, ahlaki, kültürel ve eylemsel deneyimler radikal demokrasinin tarihsel kaynaklarıdırlar. Bu kaynağın güncel anlamda form kazanmış tüm unsurları da radikal demokrasinin siyasal alanın özneleridirler. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir hususun altını çizmek gerekiyor. Zira bu özneleri muğlaklaştıran tutum ve anlayışlar güncel siyasette etkili olabiliyor. Genel olarak “sistem dışı güçler” tanımını kullanıyoruz, bunun muğlaklaştırılmaması gerekiyor. Bu tanımdan ne kastedildiği belli olsa da pratik politikada yanılgılı yaklaşımlar yaşanabiliyor. Niteliğine, zihniyet dünyasına bakılmaksızın konjonktürel olarak sistemle çelişkiye düşmüş hemen her kesim bu kapsama dahil edilerek doğal ittifak gibi algılanabilmektedir. Bunun radikal demokrasi dediğimiz siyasal ve toplumsal eylem anlayışına ters olduğunu vurgulamak lazım. Kimi koşullarda ırkçı, faşist, devletçi grup ve yapılar da güncel sebeplerden dolayı sistemle çelişkiye düşüp cephe olabilmektedirler. Bu güçlerin probleminin demokrasi olmadığı açıktır. Dolayısıyla bu gibi yapıların “sistem dışı güçler” hanesinde değerlendirilmez. Daha anlaşılır olması için somut ve güncel bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’de başkanlık sistemine karşı oldukları savıyla siyaset üretmeye çalışan ama özünde devletle, sistemle hiçbir problemi olmayan, hatta iktidar olduklarında var olan sistemi daha fazla anti demokratik, baskıcı hale getireceklerini açık açık söylemekten imtina etmeyen odaklar “hayır bloku” denilerek “demokrasi cephesi” olarak adlandırdığımız geniş kesimlerin parçası sayılabilmektedirler. Bunun bir yanılgı olduğunu ve demokrasi mücadelesini sulandırdığını vurgulamak gerekiyor. Güncel politik saiklerle ortaya çıkan kimi dengeleri ve olanakları değerlendirmek ayrı; demokrasiyle, demokrasi mücadelesiyle uzaktan yakından alakası olmayan güçleri “sistem karşıtı” diye ele almak apayrı şeylerdir. Bu muğlaklığın neye yol açtığını görmek için Avrupa’daki sosyal demokrat etiketli hareketlerin savrulduğu sağ-popülist siyasetin yol açtığı sonuçlar ve yine “Arap baharı” denilen süreçte çeşitli toplumsal kesimlerin samimi demokrasi mücadelelerinin devrim ve demokrasi karşıtı güçlerce nasıl kontrol altına alındığına, diğer deyişle “devrimin nasıl çalındığına” bakmak yeterlidir.

Üzerinde durulması gereken önemli bir husus da, haklar ve özgürlükler konusundaki tutumdur. Liberalizmin bu konuyu sistemin daha iyi işleyebilmesi için “bireysel hak ve özgürlükler” sınırına hapsederek manipüle ettiğini belirtmiştik. Radikal demokrasi bu konuyu “devredilemez ve tartışılamaz haklar” ilkesiyle ele alır ve bu ilkeyi ihlal eden tüm güç ve kurumsal yapılara karşı aktif mücadeleyi esas alır. Bunu siyasetin odağına yerleştirir. Pragmatizm değil etik yaklaşım esastır. Bu yüzden radikal demokrasi “ama”larla, “ancak” larla başlayan cümleler kurarak toplumsal hak ve özgürlük – lerin sınırlarının çizilmesini red eder. Bu niteliğiyle de liberalizmin bireyi toplum aleyhine tanrılaştıran siyaset anlayışına karşı “kolektif haklar”, “toplumsal özgürlük” tutumunu ilkesel bir tutum olarak siyasetinin merkezine yerleştirmeyi esas alır. Tabi bireyi topluma kurban etmeyi de benimsemez. Birey ve toplum arasında optimal dengeyi esas alır. Bu aynı zamanda liberalizmin, ulus-devletin bireysel haklarla sınırları belirlenmiş kamusallığına karşı siyasal eylemin öznesi olan bir kamusallık yaratma anlamı da taşır.

Kuşkusuz yukarıda belirgin bazı özellikleriyle ele aldığımız çerçeveye farklı pek çok özellik eklenebilir. Çünkü radikal demokrasi yeni koşulların gerektirdiği ihtiyaçları gözeterek ortaya çıkan her türlü demokrasi dışı pratiğe karşı tutum oluşturmayı, yeni değerler inşa etmeyi içerir. Bu yönüyle radikal demokrasi devrimci demokrasidir de denilebilir, ancak bir farkla; onun devrimci niteliği iktidarları yıkıp yerine yeni iktidarlar, yapılar oluşturmaya dayanmaz. Bu bir yerde başlayıp bir yerde biten bir süreç değildir. Toplumsallık ve ona karşı duran sistemler, anlayışlar var oldukça kendini güncelleyerek toplumsal mücadelenin odağına yerleşen, toplumsal özgürlüğü ahlaki bir ölçü olarak kabul eden bir niteliğe sahiptir.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.