Düşünce ve Kuram Dergisi

Hegemonya Karşı-Hegemonya İkileminden Demokratik Uygarlık Bloğuna

Kurtuluş Atalay

Grekçede “lider”, “egemen” anlamına gelen hegemonya kavramı, Grek dünyasında “bir birey, toplumsal grup ya da devletin başka kesim ve devletler üzerinde uyguladığı yönlendirici üstünlük konumunda bulunan özne için kullanılıyordu. Özellikle polisler arasındaki siyasal ittifaklar bağlamında bir kent devletinin öbür polisler karşısında elde ettiği askeri ve siyasal egemenlik, önderlik ya da yöneticilik niteliği hegemonya olarak karşılanıyordu.”[1] Felsefe sözlüğünde ise, hegemonya “bir toplumda hakim ya da yönetici sınıfın iktidarını doğal ve meşru göstermesi, kendi sınıfsal çıkarlarını evrensel çıkarlar olarak ifade etmesi durumu” olarak tanımlanmıştır.[2] Dünya Sistemi’nde Gill ve Frank hegemonyayı şu şekilde tanımlamışlardır: “politik birimler, devletler ve onları oluşturan sınıflar arasında zor aracılığıyla oluşturulan artı birikim hiyerarşisi; hegomonik merkez/devlet ve onun yönetici mülk sahibi sınıflarına ayrıcalıklı bir pay ve bu payı alabilmeleri için politik, ekonomik güç sağlayan bir birikim ve yönetim merkezleri hiyerarşisi; toplumsal artı birikiminin, siyasal, örgütsel ve bunları temsil eden sınıflar arasında zor yoluyla oluşturulmuş hiyerarşik örgütlenmesidir.”[3] Yerelden küresele doğru oluşan hegemonik sistem üzerinde duran Gill ve Frank daha çok merkez ve çevrenin hegemonik süreçlerle ilişkisini irdeler. Paul Kenedy ise; “ekonomik, siyasi, askeri boyut arasındaki çok sıkı ilişkiye” dikkat çekerken,[4]

Michael Mann, “ilgisini daha çok siyasal kurumlara” yöneltir. Keohone; “hegemonyayı hem ekonomik ölçekte hem de güç(zor) siyaset ölçütüne dayandırır.”[5] Wallerstein ise hegemonyayı, “esas olarak bir çekirdek gücün, sırasıyla üretim, ticaret ve finans alanlarında üstünlük kurmasını içeren çok özgül ekonomik ölçütlere dayandırarak “ tanımlar.[6] Bu tanım ve yaklaşımlar hegemonyanın hiyerarşik, merkezi, ekonomik, askeri, siyasal egemenlik, hakimiyet, öncülük ve yönlendiricilik karakterine dikkat çeker. Bazı düşünürler ilgilerini daha çok ekonomik, sınıfsal boyuta verirken bazıları ise daha çok siyasal, egemenlik ve öncülük boyutuna dikkat çekerler. Bununla birlikte hegemonyanın rıza ve zor birleşikliğine dayandığı genel olarak kabul edilir. Buna göre hegemonya ne tek başına askeri, ekonomik üstünlüktür, ne de tek başına rıza üretimine (ideolojik ikna ve kültürel etkiye) dayanır. İki boyutu da verimli bir şekilde kullanılan güç hegemonlaşır.

Gramsci’nin hegemonya tasavvuru daha farklıdır. O hegemonyayı askeri ve siyasi egemenlik ve tahakküm ilişkisinden ayrıştırarak ahlaki ve entelektüel hakimiyet alanına taşır. Şu tanım bu okumanın genel çerçevesini sunmaktadır: “Hegemonya kavramı, toplumsal sınıflar ya da gruplar arasındaki kendiliğinden rızaya dayalı ideolojik üstünlük, denetim ve yönlendirme ilişkilerini anlatır. Temel sınıfların diğer sınıf ve kesimler karşısında sergilediği ahlaki ve entelektüel önderlik yeteneği, siyasi iktidar pratiklerinin baskı ve dolaysız zora dayanmaksızın gerçekleşmesini sağlar.”[7]

Burada görüleceği üzere Gramsci’nin yaklaşımı üstteki tanımlardan belli oranda ayrışmaktadır. Ona göre hegemonya bir sınıf ya da devletin diğer sınıf veya devletler üzerinde kurduğu askeri, siyasi, ekonomik hakimiyet değildir. Farklı bir alana işaret etmektedir. Gramsci’nin hegemonya tanımını daha yakından irdelemeden önce hegemonyanın sosyalistlerin gündemine nasıl ve ne zaman girdiğine bir bakalım.

Marksizm kapitalist sisteme karşı sosyalist sistemi kurma ideası ile yola koyulmuştur. Kuşkusuz komünist toplum ile de tüm iktidar-sınıfsal (hegemonik) sistemler ortadan kalkmış olacaktır. Ancak kapitalist sistemden sosyalist sisteme oradan komünist topluma nasıl ulaşılacaktı? Marksizm bunun yolunu proletarya diktatörlüğünde görmüştür. Proletarya diktatörlüğü marksizmin burjuva diktatörlüğüne karşı geliştirdiği alternatif bir hegemonya sistemidir. Buna göre proletarya önderliğindeki kitleler, burjuvazinin zor aygıtlarını ele geçirerek kendi diktatörlüklerini kuracaklardı. Esasında “burjuva demokratik” aşamadan sonra tüm sınıf ve kesimler proleterleşecekti (sosyalist sistemin tarihsel bloku); burjuva sınıfına karşı zor uygulanırken, küçük burjuva, köylü vb. proletarya dışındaki toplumsal, sınıf ve katmanlar ise “ideolojik eğitim” ve “kolektivize edilmiş üretim süreçler”inde (kolhoz ve solhoz gibi) proleterleşeceklerdi. Proleterleşmeyen unsurlara karşı da zorun farklı düzeyleri kuşkusuz devreye sokulacaktı.

Genel çerçevesini bu şekilde sunabileceğimiz proletarya diktatörlüğü yeni bir hegemonya sistemi inşasıdır. Marks ve Engels burjuvazinin güç kaynağının üretim tarzı ve sürecinden kaynaklandığı inancıyla yoğunlaşmalarını ekonomik süreçlere verdiler. Kapitalist üretim sürecinin nasıl da adaletsiz, sömürücü olduğunu gösterdiklerinde işçilerin proleterleşip devrime kalkarak burjuva sistemini yıkıp yerine sosyalist sistemi kuracaklarına inandılar. Asıl üreticiler emek harcayanlardı; o halde emeklerinin (artı değerin) burjuva sınıfınca, sırf üretim araçlarına sahip olmalarından dolayı çalınmasına dur demek gerekiyordu. Marks özellikle 1848 ayaklanmasının yenilgisinden sonra daha çok kapitalist üretim sistemi üzerine yoğunlaştı. Beklenen devrim gerçekleşmemişti, geniş kitleler devrime katılmamıştı, kapitalizm yıkılmamıştı. O halde kapitalizm gücünü nereden alıyordu? Marks’ın yanıtı ekonomik alandı. Ona göre bu sömürü sistemini bilimsel olarak tanımladığında kapitalizmin güç kaynağı deşifre edilmiş olacak ve işçiler bunu görüp ayaklanacaklardır. Engels daha uzun yaşadığından “üst yapı”nın gücünü daha çok deneyimlemiş; son dönem yoğunlaşmalarını ekonomik alandan toplumsal, iktidar alanına vermiştir. Ancak “ekonomik alanın belirleyiciliğinden” asla kuşku duyulmamıştır. Sonuç olarak Marks ve Engels’e göre bir sınıfın diğer sınıf yada sınıflar üzerindeki ekonomik, siyasi, askeri egemenliği diktatörlüktür. Burjuvazi kendi diktatörlüğü ile nasıl işçileri sömürüyorsa, proleterlerin de devrimden sonra burjuvazi ve diğer sınıflara karşı diktatörlüğünü kurması doğaldır. Bu diktatörlük özünde ekonomiktir. Yürütülmesi ise siyasi, askeri ve ideolojiktir.

Hegemonya kavramı Rus devrimcilerini de meşgul etmiştir. Rusya gibi henüz feodal, tarıma dayalı, işçi sınıfının fazla gelişkin olmadığı bir ülkede bir sosyalist devrim kimlerle ve nasıl gerçekleşebilirdi? Tek başına işçi sınıfının bunu başarması zordu. Plahenov, Akselrod, Lenin, Troçki gibi entelektüel gücü olan devrimciler bu öncülüğün nasıl sağlanabileceği üzerine kafa yordular. İşçi sınıfı dışındaki geniş kitleleri kazanma(çarlığı hegemonya alanından çıkarma), ittifaklar kurma, çarlığı devirmenin yolu olarak görüldü. Zaten kapitalist sistemin tümden gelişmemiş olması ilk başta burjuva demokratik devriminin koşuluydu. İşçi sınıfı dışındaki sınıflar bu espiri ile aynı çatı altında toplanacaktı. Bu ittifak kurma ve geliştirmede öncü sınıf da proletarya olacaktı. Zira proletarya burjuvazi karşısındaki temel sınıftı ve ideolojik olarak da en net ve yetkin sınıftı. Doğal olarak öncülüğü de işçi sınıfı yapacaktı.

Gramsci, hegemonya kavramına kuramsal olarak eğilerek, tarihsel bloğun nasıl oluşturulabileceğine dair önemli katkılarda bulunmuş ve “tahakküm alanı” ile “hegemonya alanını” birbirinden ayırmıştır. Gramsci’ye göre; “egemen sınıf uzlaşmaz karşıtlık içindeki sınıf ve kesimler üzerinde tahakküm (baskı-zorlama) uygular; buna karşılık ittifak kurduğu yandaş kesimlere önderlik yapar. Bu yaklaşıma göre hegemonya, egemen sınıfın ideoloji kertesinde görünümleri açığa çıkan sosyo-kültürel üstünlüğünün, kendiliğinden rızaya dayalı oydaşma süreçleri üzerinde etkili olduğu bir yönlendirme ilişkisidir.”[8]

Gramsci, yönetici sınıfın ideolojisini kitlelere çoğunlukla güce hiç başvurmaksızın empoze ettiğini belirtir[9] ve sivil topluma özel olarak dikkat çeker. Gramsci’ye göre, “burjuva hegemonyasının ön önemli aracı sivil toplumdur; hakim sınıfların tahakkümü, güç kullanımı ve doğrudan kontrolden ziyade; bağımlı sınıf ya da kümelerin rızasıyla sağlanır, hakim sınıfların alternatif bakışları, farklı söylemleri dışlar ve marjinalleştirirken, belli düşünce ve bakışları üretip, alanı yerleşik hale getirir.”[10] Kuşkusuz bu salt ideolojik bir ikna süreci değildir. Ekonomik ve hatta siyasi olarak da egemen sınıf kimi tavizkar politikalarla kitlelerin yaşam standartlarını belli oranda iyileştirmek, gözetmek durumundadır. Hakeza sanal da olsa yönetime katılım alanları açmaktan da geri durmaz. Özcesi ekonomik ve siyasi erkle bütünleşen ideolojik alan egemen sisteme bağlı sınıf ve geniş kitleler üzerinde hegemonyasını kurmasını sağlar. Bu şekilde kendi tarihsel bloğunu da oluşturmuş olur. Gramsci “tarihsel blok” kavramı üzerinde ilerlerken Althusser’in de bu sürecin nasıl oluştuğuna dair bakışına göz atmakta fayda var. Gramsci’de “tahakküm” ve “hegemonya” arasındaki ayrıştırma Althusser’de “baskıcı aygıtlar” ve “ideolojik aygıtlar” olarak ifadelendirilir. “Polis, ordu ve hapishane gibi aygıtlar baskıcı(tahakkümcü) iken kiliseler, okullar, hukuk sistemleri vb. aygıtlar ideolojik(hegemonya) alanı oluşturuyor.”[11] Althusser, ideolojinin nasıl bir rıza ürettiğini ise şu şekilde dile getirir: “burjuvazinin sınıf hakimiyetini devem ettirmesini sağlayan en temel mekanizma olup ardarda gelen kuşaklar ideoloji sayesinde statükoyu benimseme ve sürdürme durumuna gelirler. Başka bir deyişle ideoloji sayesinde içinde konumlanmış oldukları sosyal gerçeklikle ilişkilerini yaşamalarını sağlar; özneleri oluşturur ve onları oluştururken de mevcut sınıf ilişkilerinin devamı için gerekli ilişki sistemi içine oturtur.”[12] Bu “özne” Gramsci’de sivil toplumdur.

Gramsci, hegemonya sorunsalını işlerken sivil toplum ve politik toplumun (devletin) karşılıklı ilişkileri üzerinde durur. Gramsci’ye göre sivil toplum “hegemonyanın kurulduğu, genellikle özel diye adlandırılan örgütlenmeler alanıdır. Politik toplum ya da devlet ise özellikle zorlanma ve baskıcı işlevinin uygulandığı bir yönetim alanıdır.”[13] Gramsci’nin sivil toplumla devleti karşıt mı yoksa aynı mı gördüğü üzerine birçok görüş ileri sürülmüştür. Ancak Gramsci politik toplum(devlet) ile sivil toplumu organik bir bütünlük olarak görür. Ayrıştırma daha çok analitiktir.[14]Nihayetinde hegemonya sivil toplum alanında örgütlenirken, zor ve diktatörlük devlete ait özelliklerdir.[15] Burada Gramsci’nin hegemonik alanı ve kurum ile tahakküm alanı ve kurumlarını birbirinden ayırdığını görüyoruz. Kuşkusuz birbirinden bağımsız alanlardan bahsedilmemektedir. Yine de karşı sınıfların muhatabı tahakküm aygıtları iken, sivil toplumun muhatabı hegemondur. Bu hegemon bu özelliklere sahip bir kişi olabileceği gibi, bir kurum da olabilir. Örneğin Gramsci, Sezar ve Bonopart gibi liderleri hegemonik liderler olarak görür. Bu liderler karizma sahibidirler ve kitleler üzerinde korku ile karışık sevgi, sempati yaratabilen, yönlendirici, lider özellikleri olan tarihsel kişiliklerdir. Daha çok kriz süreçlerinde ortaya çıkarlar. İlerici olabilecekleri gibi gerici de olabilirler. Olağanüstü olmayan süreçlerde ise bunu siyasal alan ve ideolojik-kültürel kurumlar gerçekleştirir. Kuşkusuz karizmatik liderlerin etrafında da yetenekli bir ideolojik-politik propaganda üretim ekibi bulunur. Bu ekip ajitasyon ve propagandadan, en yerele kadar eğitim, spor, sanat, din vs. dahil tüm alanları etkisi altına alarak şekillendirir, yönlendirir. Nihayetinde “sivil toplumda” rıza üretilir ve sistem sürekli meşru kılınır; hedeflerde (milliyetçi, dinci, ırkçı, cinsiyetçi vs. ideolojik propagandalarla) duygudaşlık ve fikirdaşlık yaratılır.

Hegemonyanın değişebilmesi için ciddi yapısal krizlere ihtiyaç vardır. Gramsci’ye göre bu kriz iki şekilde ortaya çıkar, bunlardan ilki; “egemen sınıf yönetilen kesimlerin yoğun desteğini elde ettiği büyük bir siyasal girişimde (örneğin savaş) başarısızlığa uğradığında gündeme gelir. İkinci durum ise, geçmişte edilgenlik içinde bulunan geniş kitleler birden bire hareketlenerek devrimci talepler ileri sürmeye başladığında söz konusu olur. Egemen sınıfın bu iki durum karşısında sergileyeceği yöneticilik yeteneği, tarihsel bloğun yeniden yapılanması üzerinde kararlaştırıcı bir etki yaratır.”[16] Bunlar, devlet ile sivil toplum arasındaki duygudaşlığın ve organik birliğinin çözüldüğü dönemlerdir. Buna yol açan bir savaş olabileceği gibi, büyük bir ekonomik daralma, buhran da olabilir. Hegemonun etkileyici ve yönlendirici yeteneğini kaybetmesi ile meşruiyet kaybedilir ve rıza üretimi sağlanamaz olur. Bu ciddi bir hegemonik krizdir ve hegemonyanın değişmesi ile sonuçlanabilir. Devrimci taleplerin yoğunlaşması da böylesi bir krize yol açabilir. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için de bu kriz durumundan yararlanmasını bilecek; dağılan sivil toplumu kendi tarihsel bloğunda toplama yeteneğini gösterecek devrimci bir hegemon kişi, sınıf ve partiye ihtiyaç vardır. Bu oluşmadıktan sonra krizin düzeyi ne olursa olsun egemen sistem başka kişi, grup ve partilerle hegemonyasını yeniden tesis edebilir.

Gramsci’nin esas olarak gelmek istediği nokta da budur. Tahakküm esas gücünü hegemonik alandan alır. O halde karşıt sınıfların da kendi hegemonik alanını yani “tarihsel bloğunu” oluşturması gerekir. Bunun içinde karşıt sınıfların hegemonik alana yönelik stratejilerinin olması gerekiyor. Buradaki ilk amaç, “egemen sınıfın ideolojik ve siyasal üstünlüğünü sağlayan oydaşmanın ekisizleştirilmesidir. Bu noktada Gramsci, geniş halk kitlelerinin entelektüel-ahlaki bir önderlik altında toplanması yoluyla kurulacak olan politik blokun yeni düzeninin dayanağını oluşturacağını vurgular. İnsanların rızasını kazanması durumunda böyle bir blok eski egemen sınıfın hegemonik üstünlüğünü ortadan kaldırabilir.”[17]

Karşı hegemonyanın amacı yeni bir tarihsel bloğun kurulmasıdır. Bunun için de “hem yapısal hem de üst yapısal düzeylerde geniş kapsamlı ideolojik, kültürel ve siyasal etkinliklerin yürütülmesi gerekir.”[18]

Tarihsel blokun oluşturulması için geliştirilecek stratejileri ise Gramsci ikiye ayırır: “mevzi savaşı” ve “manevra savaşı”. Mevzi savaşı daha çok sivil alanda karşı-hegemonya (tarihsel) bloğun oluşturulmasına dönüktür. Sivil toplum alanında yürütülecek olan ideolojik mücadele egemen sınıfın tarihsel bloğunu parçalama, etkisizleştirme ve karşı tarihi bloka aktararak orada kalıcılaşmasını amaçlar. “Manevra savaşı” ise devlet iktidarını ele geçirmeye yönelik kararlaştırıcı uğrağı ifade eder.[19] Batı ülkeleri, kapitalist sistem geliştiğinden ve sivil toplum alanı daha belirgin olduğundan “mevzi savaşı”na daha uygundur. Bu geniş alanda (akademiler, partiler, sendikalar vb. yoluyla) yürütülecek ideolojik mücadele ile işçi sınıfı yeni tarihsel bloğu oluşturabilme imkanlarına sahipken Doğu’da durum biraz farklıdır. Doğu ülkeleri henüz feodal aşamayı yaşadıklarından ve sivil toplum alanı olmadığından uzun süreli bir mevzi savaşına uygun değildir. Buradaki mücadele daha gizli ve hareketli olacaktır. Devrimci hareket direkt siyasal iktidarı hedefleyecektir. İdeolojik mücadele ancak bu eylemsel hamlelerle etkisini artıracak, kitlelerde kararlılık oluşturacaktır. Hareketli, gizli, ani saldırılarla egemen sistemin hem tahakküm alanının hem de hegemonik alanının, kabiliyetinin sarsılmasına, kırılmasına ve çökmesine çalışılacaktır. Bu aynı zamanda yeni tarihsel bloğun da ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Gramsci bu stratejilerle “ekonomik yapıdaki sınıf ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasından sonra (devrimden sonra), tarihsel bloğun sağlamlaştırılması amacıyla devletin hegemonik kapasitesinin artırılmasının ne kadar önemli olduğuna işaret eder.”[20]

Gramsci, “kitlelerdeki duygusal boyut ile önderlik katmanındaki entelektüel-ahlaki yönlendiricilik yeteneğinin bağlantılandırılmasını zorunlu kılar. Bunu praksis olarak ifade eder. Praksis felsefesi ile siyasal parti önce kendi teorik yönelimini geliştirecek ve sınıf önderliğinin gerektirdiği bütün alanlarda, karşı hegemonyanın sağlam bir biçimde oluşturulmasına yardımcı olacaktır.”[21] Bilinç, kitlelere öncü sınıf aracılığıyla götürülecektir. Kuşkusuz bu öncü sınıf da kendiliğinden ortaya çıkmamaktadır. Gramsci bunun üç aşamada ortaya çıktığını söyler. Ekonomik kendiliğindencilik birinci aşama iken, ikinci aşama ekonomik taleplerin öncelenmesi ve siyasal bilinç ve hedeflerin belirlenmesi ise üçüncü aşamadır. Bu Marks ve Engels’e göre işçilerin proleterleştiği aşamadır. Gramsci aynı proletere bu şekilde daha özel bir görev de yüklemiş olur. Hegemonik alana, tarihsel bloğun oluşmasına öncülük edecek olan sınıf, si yasi ve ideolojik olarak netleşmiş, yetkinleşmiş olan işçi sınıfı olacaktır. Bu bilinci taşırmada entelektüellere de önemli görevler düşmektedir. Gramsci karşı hegemonik gücün de tıpkı burjuva sınıfı gibi kendi aydınlarını oluşturması gerektiğini belirtir. İdeolojik-kültürel üretim ve taşınma bu aydınlar aracılığıyla sağlanacaktır.

Sonuç olarak Gramsci, hegemonyayı tahakkümden ayrı ele alır; onu sivil toplumu ideolojik- kültürel olarak etkileme; hedeflerde ortaklaştırma ve siyasi olarak da yönlendirebilme yeteneği olarak görür. Bu kabiliyeti gösteren sınıf, sivil toplumu bağlaşık haline getirir ve kendi tarihsel bloğunu oluşturur. Tarihsel bloğunu oluşturan egemen sınıf karşıt sınıflara tahakkümünü daha güçlü bir şekilde uygular. O halde karşı-hegemonik sınıf da önce bu sivil alana yönelmeli, onu dağıtmalı ve kendi tarihsel bloğunu oluşturmalıdır. Bu yeni tarihsel bloğa işçi sınıfı öncülük edecektir. İşçi sınıfı şartlara göre mevzi ve manevra savaşları geliştirebilmelidir. sivil alanı kazanabilmesi için entelektüel, ahlaki ve politik yönlerini geliştirebilmelidir. Bu mücadelenin kazanılabilmesi için teorik ve pratik olan(praksis) beraber güçlü bir şekilde uygulanabilmelidir. Bu kabiliyeti gösteren işçi sınıfı siyasal iktidarı ele geçirebilecektir. Devlet bir kez ele geçirildiğinde hegemonik alan özel olarak önemsenmeli ve güçlendirilmelidir..

Gramsci, hegemonik alan üzerine yaptığı yoğunlaşmalarla kapitalist hegemonyanın güç kaynaklarının ideolojik- kültürel boyutlarını güçlü bir şekilde ortaya koymuştur. O ekonomik gücü yadsımadan, ama Marks gibi esas güç kaynağını orada aramadan ideolojik alana yoğunlaşmış ve dikkatleri daha çok bu alana çekmiştir. “Rıza üretim” alanının nasıl bir tarihsel blok oluşturduğunu güçlü bir şekilde göstermiştir. Bu şekilde Gramsci aşırı derece ekonomik alana odaklanmanın yanlışlığını ortaya koymuş olmuştur. Tarih boyunca tüm egemen sistemler, ama daha çok da ve özel olarak da kapitalist egemen sınıf, kendi tarihsel bloğunu oluşturarak hem egemenliklerini meşrulaştırmışlar hem de toplumsal gücü arkalarına almışlardır. Ekonomik durumun paylaşım tarzının kitleleri etkileyiciliği ve yönlendiriciliği ve bağımlılaştırıcılığı kuşku götürmezdir. Ancak ideolojik alanın geniş kitlelerin duygu ve düşünceleri üzerindeki belirleyiciliği yadsınamaz. Bu alanın gücü çoğu zaman ekonomik alandan daha belirleyici ve bağlayıcı olmuştur. Bu anlamda Gramsci’nin karşı kutuptaki unsurlardan dikkatlerini güçlü bir şekilde bu alana yöneltmesini istemesi doğrudur. Karşı kutup unsurları ancak mevcut tarihsel bloğu çözerek ve kendi tarihsel bloklarını oluşturarak egemen hegemonik sistemi yıkabilirler. Bu alanın bir öncülüğe ihtiyacı olduğu açıktır. Bu açıklık kadar, öncülük edeceklerin entelektüel, ahlaki ve politik yeterliliğe sahip olmaları gerektiğine dair tespit de yerindedir. Praksise dikkat çekmesi entelektüel alanı ahlaki ve politik alanla buluşturması açısından önemlidir. Gramsci, bu çözümleme ve tespitlerle “hegemonya”, “karşı-hegemonya”, “tarihsel blok”, “mevzi savaşı”, “manevra savaşı”, “praksis” ve “organik aydın” vb. kavramları sol cephenin gündemine sokmuş, tartıştırmış; ideolojik ve kültürel alana ilgiyi artırmıştır. Bununla beraber Gramscici ele alışta paradigmatik, zihni kusurlar da bulunmaktadır. Gramsci sınıfçı, hiyerarşik, devletçi zihni sistemden tümden kopamamıştır. Hegemonya kavramında öncülük, liderlik yetenekleri var kuşkusuz. Ancak kaba zorun açıkça uygulanmaması hegemonyayı tahakküm alanının dışına taşırabilir mi? Bir hegemonik merkez yıkılırken, yerine karşı hegemonik merkez kurmak; ya da oluşturulan yeni tarihsel bloğu hegemonik zihniyet ve yapılarla gerçekleştirmek ne kadar çözümleyici olur? Egemenlikçi, hiyerarşik merkezi bir zihin yapısını içeren hegemonya, karşı kutupta yer alanların kavramsal düzeyde de olsa kabul edilebilecekleri bir isimlendirme olabilir mi? Bu ahlaki-politik-entelektüel liderliği demokratik zihniyet ve kültürle yürütmek; kapitalist hegemonya karşıtlığını, karşı hegemonya olarak değil, bilakis demokratik uygarlık alanı; yeni oluşacak bloğu da demokratik uygarlık bloğu olarak isimlendirmek demokratik ve özgürlükçü paradigmaya daha uygundur. Devletin ele geçirilmesi hedefi ve ele geçirildikten sonra da hegemonik alanının güçlendirilmesi öneresi de ideolojik alanın güçlendirilmesi anlamında olsa da hatalıdır. Zira devlet alanı toplum dışı, baskıcı, egemenlikçi zihni kalıplara göre işler. Üretilecek ideoloji de ancak hiyerarşik iktidarcı ve devletçi olur. Demokratik, özgürlükçü bir tarihsel blok geliştirmez. Devletin daha çok tahakküm yapmasını sağlar. Demokratik uygarlık bloğunun, devleti ele geçirmekten çok kendi politik alanının geliştirme ve yapısallaştırma hedefi olabilir ancak. Reel sosyalist devlet örnekleri (SSCB, Çin olmak üzere) devleti ele geçirmek ve devletin ideolojik (Gramsci’ci yaklaşımla hegemonik) alanını güçlendir mekle demokratik komünal toplumun gelişip-güçlenmediğini, bilakis yeni bir tahakkümcü- hegemonik merkeze yol açtığını göstermektedir. Oluşturulan yeni tarihsel bloğun da ne kadar bağımlı gibi gözükse de ahlaki ve politik olarak güçsüz-çürümeye-tükenmeye ve kapitalizme ve onun modernist kültürüne açık olduğunu 90’ların başında reel sosyalist bloğun çöküş sürecinde gördük.

Laclau ve Mouffe’un sol cepheye yönelik radikal demokrasi önerileri seksenli yılların ortasında önemli bir uyarım ve kazanımdır. Laclau ve Mouffe hegemonyaya karşı radikal demokrasiyi önerirler. Eserlerinde “bürokrasiye ve bireyin bastırılmasına yol açan tüm devletçi(sosyalizm) biçimleri şiddetli bir biçimde eleştirerek radikal politikanın özgürlükçü boyutlarına ağırlık verirler. Onların gözünde gerçek sosyalizm, bütün hiyerarşilerin ve eşitsizliğin, kökten sökülüp yok edilmesinden ve burjuvazinin başlattığı demokratik devrimin varoluşunun tüm boyutlarının genişletilmesinden meydana gelir.”[22] Laclau ve Mouffe’un burjuvaziyi “demokratik devrimin” başlatıcı unsuru olarak görmesi yanılgılıdır. Burjuvazi tarih boyunca böyle bir karaktere sahip olmamıştır. O halkların geliştirdiği demokratik devrimleri kurnazca sahiplenmiş ve kendisini bunun öncüsü olarak göstermiştir. Marksizm de burjuvaziye ilericilik (başlangıçta) rolü atfederek bu kandırmacanın karşı kutupta da kabul edilmesine hizmet etmiştir. Bu yanılgıyla beraber Laclau ve Mouffe’un radikal demokrasi önerileri soldaki egemenlikçi, hiyerarşik, merkezci, iktidarcı zihni kalıpları kırması açısından önemlidir. Laclau ve Mouffe’un yaklaşımlarının Marksist dogmaları kökten sorgulayıcı olduğu açıktır. Nitekim onlar tek başına işçi sınıfını yeni tarihsel bloğun öncü gücü (Gramsci’ci ifadeyle hegemonya) olarak görmez. Dolayısıyla “yeni toplumsal hareketler(örneğin kadın hareketi, çevrecilik, eşcinsel hareket, ırkçılığa karşı girişimler vb.) aracılığıyla etkinlik kazandıracak olan radikal demokrasi”[23] bloğu Laclau ve Mouffe’un yeni tarihsel bloğa önemli katkılarındandır.

Öcalan, ideolojik, zihni alanın kitleler üzerinde belirleyici düzeydeki gücüne ve entelektüel, ahlaki ve politik yeterlilik ve görevlerin sahiplenilmesine yönelik ilgiye güçlü vurgularla katılırken, paradigmatik olarak Gramsci’den ayrışır. Zira Öcalan her türlü sınıfçı, hiyerarşik, toplum okumalarını iktidarcı, devletçi, hegemonik (tahakkümü barındırması itibariyle) zihin kalıplarını ve paradigmaları reddeder. Kuşkusuz karşı kutup unsurları Gramsci’nin hegemonik alan olarak belirttiği bu alana özel olarak önem vermelidir. Yeni tarihsel blok ancak bu alanda oluşturulan hegemonya kırılarak ve kitleleri yeni demokratik uygarlık bloğuna çekecek ideolojik üretimle mümkündür. Bu yaklaşıma katılsa da Öcalan sınıfçı ve iktidarcı bakışı reddeder. Öcalan’a göre temel çelişki proletarya ile burjuvazi arasında değildir, işçileşme toplumsallıktan çıkmadır. Toplumsallıktan çıkan özgürlükten de çıkar, köleleşir. Bir köle de topluma öncülük edemez. Kapitalizmin yürüttüğü ideolojik operasyon ve kimi ekonomik tavizler işçi sınıfını bağımlı sivil toplumun kör unsuru haline getirmiştir. İşçi sınıfı kendini bu ideolojik-ekonomik bağımlılıktan kurtarıp, özgürleştirmedikçe Gramscici tabirle hegemonik bir rol oynayamaz. Temel çelişki bu anlamda, kapitalist hegemonik sistemle demokratik-komünal toplum arasındadır. Devlet dışı tüm toplumsal kesimler ile kâra dayalı olmayan tüm ekonomik süreç unsurları; merkezi uygarlığın karşı kutbunda yer alan tüm toplumsal kimlikler, kültürel, ekolojik, özgürlükçü hareketler, demokratik komünal dini hareketler vb. bu kapsama girer. Bunlar daha geniş isimlendirme ile demokratik uygarlık unsurlarıdır. İşte, yeni tarihsel bloğun tüm bu demokratik, özgürlükçü, komünal hareketlerce oluşturulması gerekir. Doğal olarak tüm bu hareketler içinde entelektüel, ahlaki ve politik nitelikleri en gelişkin olan kişi ve gruplar yeni tarihsel bloğun öncü unsurları olurlar. Aralarında temel-tali gibi hiyerarşiler koymak doğru değildir. Burada esas önemli olan nokta demokratik tarihsel bloğun unsurlarının kendilerini modernite ve onun liberal ideolojisinin etkilerinden kurtarıp radikal demokratik bir bir tavır alabilmeleridir. Karşıt hareketlerin en büyük zaafı modernitenin ağır etkilerini taşımaları, kendilerinin de liberal ideolojinin(milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, ulus-devletçi, bireycilik vb.) etki düzeyini güçlü bir sorgulama ile aşamamalarıdır. Wallerstein de bunu modernitenin zehrini içmiş olmakla bağlantılandırır. “Muhalifler” bu zehirden arınmadıkça, Öcalan’ın ifadesi ile “kusmadıkça” demokratik tarihsel bloğu oluşturmada rol oynayamazlar. Egemen, hiyerarşik, modernist zihin kalıpları ile ancak yeni ikti dar yapılar üretilir. Dolayısıyla entelektüel alanın da ilk önce kendini liberalizm ve onun pozitif bilimciliğinden kurtararak, ahlaki ve politik alanla buluşması gerekir. Ahlaki değer ve politik görev ve sorumluluklardan azade bir entelektüelcilik ancak bireyci, iktidarcı bir sosyoloji üretir. Sosyolojiyi, iktidarın hizmetine sunar. Bu nedenle entelektüel alanın ilk önce modernizmin zihni etkisinden kurtulması ve toplumun ahlaki ve politik yapısını temel çalışma alanı olarak ele almaları, özgürlük sosyolojisini geliştirme üzerine yoğunlaşmaları gerekir. Zihni özgürlük ve demokratikleşme sağlanmadan, sosyoloji de özgürleşip demokratikleşmez ve iktidarcı bloğun etkisinden kurtulamaz. Entelektüel, ahlaki ve politik alan ancak birleşik bir şekilde hareket edebilirse yeni demokratik tarihsel blok oluşturulabilir. Şüphesiz her alanın kendi özgün yapıları, çalışma alanları ve üretimleri vardır, olacaktır. Ancak bu üretimlerin birbirine akması ve beslemesi gerekir. Yerel düzeyden küresel düzeye kadar, toplumdan bireye, kadından çoçuğa, ekolojik, ekonomik yönetim vb. tüm alanlarda çalışmak gerekecektir. Bu alanlar ve alanlar arasında oluşturulacak demokratik konfederal birlikler (entelektüel, ahlaki ve politik alanlarda) “demokratik siyaset ve kültür akademileri” gibi[24] hegemonyanın karşı kutbunda radikal demokratik hareketin ve demokratik uygarlık bloğunun oluşumunu ve gelişimini sağlayabilir

 

 

 

[1] . Siyaset Bilimi, Hegemonya Kavramı, Mehmet Yetiş, s.82
[2] . Felsefe Sözlüğü, Ahmet Cevizci, s.761
[3] . Dünya Sistemi, Gills-Frank,
[4] . a.g.e
[5] . a.g.e
[6] . a.g.e
[7] . Siyaset Bilimi, s.87, Mehmet Yetiş
[8] . a.g.e
[9] . Felsefe Sözlüğü, Ahmet Cevizci
[10] . a.g.e
[11] . a.g.e
[12] . a.g.e
[13] . Siyaset Bilimi, Mehmet Yetiş
[14] . a.g.e, s.91
[15] . a.g.e, s.91
[16] a.g.e, s.92
[17] . a.g.e, s.94
[18] . a.g.e, s.95
[19] . a.g.e, s.94
[20] . a.g.e, s.95
[21] . a.g.e, s.95
[22] . Felsefe Sözlüğü, Ahmet Cevizci, s.1314
[23] . a.g.e
[24] Özgürlük Sosyolojisi
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.