Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Anlayış ve Çözüm Temelinde Yeni Anayasa

Engin Kartaldereli

Türkiye’de yeni anayasa tartışmaları ve hazırlıkları bugün için savsaklanıyor şeklinde görünse de halen gündemin temel konusu olmaya devam ediyor. Çünkü yeni anayasa, sorunların çözümünde kaçınılmaz ve zorunlu bir çözüm aracı olarak gündeme girmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, önümüzdeki yasama dönemi boyunca da meclisin temel çalışma gündemi yeni anayasa olacaktır. Toplum, halklar, aydınlar, siyaset kesimi ve kısacası toplumsal sorunlarla ilgili bilinci olan herkes bu süreçte temel gündem olarak anayasaya odaklanacak, amaçlarını ve çıkarlarını yeni anayasada tanımlamak isteyeceklerdir.

Bu nedenle eğer AKP ve devlet Yeni Anayasa konusunda bir oldu bitti peşindeyse büyük bir yanılgı içindedir. Türkiye’de bu yeni anayasa süreci bir öncekilere benzemiyor. Tarihsel, toplumsal ve güncel koşullar darbe anayasaların hazırlandığı koşullara benzememektedir. Ya demokratik çözüm anlayışı temelinde yeni bir anayasa ile sorunlar çözüm yoluna girecek yâ da Türkiye daha şiddetli çatışma ve bunalımlı sürece girecektir.Hangi zihniyet ve niyetin öne çıkacağı önümüzdeki kısa süreçte ortaya çıkacaktır.

 

Tarihsel ve güncel nedenleri ile birlikte yeni anayasa

Hiçbir kalıcı ve bağlayıcı hukuk belgesi nedensiz yazılamaz ve topluma dayatılamaz. Bu nedenle ilk önce anayasayı zorunlu kılan tarihsel arka planı görmek önemlidir. Çünkü, varolan sorunlar sadece bugünle ilgili değildir. Onlar geçmişten bugüne birikerek taşınmışlardır. Onun için yeni Anayasa; geçmişte çözümsüz ve sahipsiz bırakılan ya da bastırılarak üstü örtülmeye çalışılan toplumsal sorunların kökenlerine inip onları doğru tanımlayıp anlamlı kıldıkça sağlıklı çözümler üretebilir.

Türkiye cumhuriyetinin bugün yaşadığı sorunların kökenleri yakın tarihte, cumhuriyetin kuruluş yıllarına dayanmaktadır. Türkiye’de kurulan ulusal devlet cumhuriyet adını almasına rağmen, 1924 anayasasıyla birlikte cumhurla ilgisini tamamen kesmiştir. Çünkü o anayasa, cumhuriyetin asli kurucuı unsurlarını hak ve adalet katından dışlamıştır. Kürtler, samimi dindarlar, aleviler, komünistler, solcular, aydınlar ve değişik halk gurupları cumhuriyetin kurucu unsurları olmalarına ve içinde aktif rol almalarınarağmen sonraki yıllarda diktatörlüğe dönüşen cumhuriyet tarafından ezilmişlerdir. Ermeniler, Süryaniler, Rumlar, Yezidiler gibi dini ve etnik azınlıklar temizlenerek Türklük ve Suni İslam amaçlı eritme sürecine tabi tutulmuşlardır. Yani adına cumhuriyet denilerek kurulan yeni ulusdevlet, sahibine dönen bumerang misali kendi kurucu sahiplerine dönmüştür.

Türk İslam sentezci kesim, yeni kurulan ulus-devlete bağlılığından dolayı Kürtler ve diğer topluluklar kadar ezilmemiştir. Ne ironidir ki, bugün iktidarda bulunan AKP hükümeti bu mağduriyetin kökeninin bir sonucu olarak iktidarda bulunmasına rağmen Kürtlere, halklara ve demokratik haklara karşı tek şef diktatörlük döneminin gösterdiğini de aşan bir tutum içine girmektedir.

Cumhuriyet tarihi boyunca yirmi dokuz Kürt isyanın yapıldığı devlet yetkililerin resmi beyanlarında mevcuttur. Bugün yaşanan Kürt isyanının, bu isyanlar zincirinin en son, uzun süreli ve zorlu halkası olduğu resmi olarak vurgulanmaktadır. Kürt sorunu denilen ve anayasa kapsamında tartışılmak istenen sorunun yakın tarihi geçmişi ve bugünü, Kürt toplumuna dayatılan son yüzyıllık inkarcılık ve soykırım politikasıdır.

Kendi koşullarında bir toplumsal mutabakat olarak kabul gören 1921 sözleşmesinin anlayış çerçevesi, 1924 anayasasıyla terk edilmiştir. Türklüğü resmi üstün etnik ırk sayan ve Türklük dışında hiçbir kimliğe yaşama ve kendini ifade etme hakkını tanımayan 1924 anayasası, toplumsal sorunların patlak verdikleri temel kaynaktır. Nitekim tepki ve rahatsızlıkların isyana dönüşmeleri 1924 anayasasının kabulünden sonra olmuştur. 1961 ve 1982 darbe anayasaları bu zihniyet ve uygulamaları perçinleyerek ayyuka çıkarmışlardır. Ortaya çıkan sonuç; başta Kürtler olmak üzere halkların ve ezilen kesimlerin başlattıklar isyan ve devrimci halk hareketleri, son otuz yıldır adına düşük ya da başka yoğunluklu densin Kürt esaslı bir savaş biçiminde devam etmektedir.

Cumhuriyet adına kurulan Türk ulus-devleti sadece Kürtleri ve azınlık kimlikleri inkar etmek ve ezmekle kalmadı. Toplumun demokratikleşme istemlerini de boğarak her türlü özgürlükçü eğilimi suç kapsamına aldı. Devletin resmi söylemi dışında her düşünceyi devlete karşı yapılmış bir kötülük ve art niyet olarak algıladı. Sosyalistleri, aydınları, solcuları, demokratları amansız bir takibat altına alarak nefessiz bıraktı. Devlet, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali gibi dünyaca ünlü şair ve edebiyatçıları vatan haini ilan etmekten çekinmedi. Yılmaz Güney, Ahmet Kaya gibi sanatçılar bir avuç vatan toprağına hasret sürgünlerde öldüler. Demokrasi toplum için gereksiz ve lüks giyilen bir gömlek sayıldı. Bu anlayış temelinde yapılan 12 Eylül darbesinin yaptığı tahribat, yıkım ve işlediği insanlık dışı suçlar henüz hafızalarda tazeliğini korumaktadır.

Ezilen ve sömürülen toplumsal kesimlerin ve emekçilerin hak, özgürlük ve örgütlenme talepleri dış güçlerin kışkırtmaları olarak algılandı ve yıllarca yasaklandı. Anayasanın önemli bir ilkesi olarak ilan edilen “sosyal devlet” belirlemesine rağmen toplumsal algıda geliştirilen “devlet baba” teziyle vatandaşlara, bireylere, mağdur ve muhtaçlara hiçbir sosyal güvence sağlanmadı. Vergi ve ücret köleliği adına sınırsız ve engelsiz sömürü düzeni kuruldu. Doğal kaynaklar en hoyrat bir şekilde tekellere peşkeş çekildiler. Toplumun olması gereken ormanlar, sular, petrol gibi tüm yer altı-yer üstü zenginlikleri talan edildi. Endüstriyalizm canavarının alabildiğine metalaştırarak katlettiği doğa ve kadın gerçeği neredeyse bu coğrafyanın esas resmi oldu. Bu şekilde erkek egemenlikli cinsiyetçi toplumsal modele resmiyet kazandıran bir hukuksal sistemle örgütsüz ve savunmasız bırakılan Türkiye halkları ve coğrafyası, finans kapitalin cenneti haline getirildi.

İşte yeni anayasa yapılırken böylesine tarihsel arka planı bulunan toplumsal sorunları dikkate almadan ve onlardan gerekli dersleri çıkarıp samimi bir özeleştiri ve itirafta bulunmadan yeni anayasanın demokratik olacağını sanmak boş bir beklentidir. Bu anlamda Türkiye’de önemli olan yeni bir anayasa yapmak değil, onun hangi amaç ve zihniyetle yapıldığı önemlidir. Cumhuriyet tarihi boyunca sil baştan olmasa bile kendi zamanında yeni diye tanımlanarak dört anayasa yapılmıştır. Bunlar sorunları çözen değil, bastıran ve inkar eden anayasalar olarak ortaya çıkmış olduklarından toplumsal sorunlar çözülmek bir yana bunalım ve kaos derinleşmiş, altından çıkılamaz hale gelmiştir.

Bugün, kapitalist küresel sistem kendisini yeni duruma göre yeniden yorumlayarak dünya çıkar dengelerine yeni bir biçim vermeye çalışıyor. Çünkü sosyalist bloğun dağılmasına bağlı olarak 20. yy.da oluşan başta bölge olmak üzere tüm dünyanın çıkar dengeleri aşılmıştır. Başta ulus-devlet sistemleri olmak üzere son iki yüz yıldır oluşan uluslararası kurumlar şiddetli sarsıntılar geçirmekte, anlamını yitirmekte ve yeniden yapılanma ihtiyacını dayatmaktadırlar. Klasik ve yeni sömürgecilik çağından post modern sömürgecilik çağına geçiş yaşanmaktadır. NATO yeniden yapılanmakta ve yeni stratejiler oluşturmaktadır. Bu nedenle sistem her açıdan derin bir kriz ve kaos sürecine doğru sürüklenmekten çıkmak için kendisini yeniden yapılandırma ihtiyacını duymaktadır. Onun için var olan ulus-devlet çitleri liberalize edilerek gevşetilmek isteniyor. Bu gelişmeye karşı duran ve eski statülerinde direnmek isteyen rejim ve liderler gerektiğinde askeri operasyonlar yoluyla da tasfiye edilmektedir. Suriye ve İran rejimlerini de benzer akıbetler beklemektedir.

Bugün ulus-devlet hapishanelerine kapatılan sivil toplum kuruluşları, azınlıklar, feminist hareketler, yerel kültürler, din ve inanç grupları ile özgün topluluklar önem kazanmakta, aktivite sınırları her geçen gün daha fazla genişlemektedir. Bu nedenle de temel insan -birey hakları ile kolektif topluluk hakları yükselen değerler olarak ön plana geçmektedir. Demokrasi ve özgürlük talepleri önem kazanmaktadır.

Türkiye’de devlet ve toplumsal alanın her kademesinde önemli dönüşümler yaşanıyor. Bu dönüşümün temelinde de, Kürtlerin demokrasi ve özgürlük talepleri uğruna yürüttüğü mücadele gelmektedir. Bu mücadelede siyasal bilinçleri ve örgütlülükleri gelişen Kürtler, toplumsal varlıklarını devlete ve tüm toplumsal kesimlere kabul ettirmişlerdir. Artık uygulanan hiçbir soykırım yöntemi ile tükenmeyecekleri açığa çıkmıştır. Bu nedenle de halk olarak toplumsal kimlikleri ve demokratik hakları anayasal güvenceye kavuşturulmadan mücadeleden asla vazgeçmeyeceklerdir.

Kürtlerin ve dünyanın bu gelişim seyrine bağlı olarak bir değişim geçiren Türkiye toplumu artık 1980’lerin90’ların toplumu değildir. Özgürlük ve demokrasi istemi temelinde kabına sığmayan, dinamik ve arayış peşinde koşan yeni bir toplum söz konusudur. Onun için yüzyıllık tabu ve prangalarından kurtulmak isteyen halk toplulukları, kendi özgür topluluk kimliklerini, dillerini, kültürlerini ve özerk yönetimlerini yaşama mücadelesi veriyor. Kadınlar erkek egemenlikli cinsiyetçi topluma karşı özgür kişilik ve kimliklerini istiyor. Emekçiler kendi emeklerinin hak ettiği şartlarda onurlu yaşamak ve toplumsal yaşama özgürce katılmak istiyor. Tüm topluluklar doğal ortamı korumak ve hak ettikleri ekolojik bir yaşamı paylaşmak istiyorlar. Bilinçli her birey, demokrasi ve insan haklarına saygılı, kendi kimliği, kültürü ve özgür tercihi ile demokratik Türkiye cumhuriyetinin onurlu bir vatandaşı olarak yaşamak istiyor. Kısacası devletin seksen yıllık ezber ve dogmalarına artık kimse kulak asmıyor. Bu da demokratik ve özgürlükçü yeni bir anayasayı zorunlu kılmaktadır.

Hiç kuşkusuz yeni anayasa toplumun tüm bu demokratik taleplerini ve özgürlük özlemlerini dikkate alır ve cevap olabilirse kalıcı olacak ve rolünü oynayacaktır. O zaman darbe anayasaları gibi sorunların nedeni ve kaynağı değil, sorun çözen demokratik ve özgürlükçü anayasa olarak tarihe geçecektir.

 

Yeni anayasa nasıl yapılmalı?

Yeni bir anayasa yapılırken izlenecek yöntem önemlidir. Yöntemi belirleyen en önemli husus ise amaçtır. Eğer amaç; toplumun temel taleplerine cevap verebilecek ve sorunları çözüme ulaştıracak demokratik ve özgürlükçü bir anayasa yapmaksa; yaratıcı-katılımcı yöntemler bulmak ve uygulamak zor değildir. Eğer amaç bazı egemen kesimlerin iktidar ve çıkarlarını güvenceye almak için toplumu aldatmak ve hileye başvurmak ise hiçbir biçim, yöntem ve çaba sonucu fazla değiştirmeyecektir. Ne yazık ki, son dönemlerde AKP hükümeti ve Gülen ekibinin gösterdiği tutum, ikinci olasılığı daha fazla öne çıkarmaktadır.

Yöntem belirlenirken öncelikle yapılması gerekenlerle gerekmeyenleri ayırt etmek büyük önem taşır. Kalıcı çözüm için temel hakları yerinde tespit etmek ve başa koymak esastır. Bazı düzenlemeler zorunludur ve mutlak yapılması gereken doğal, bireysel ve kolektif temel haklara dayanmaktadır. Bu haklar tespit edilip kararlaştırıldıktan sonra yöntem fazla sorun teşkil etmez. Örneğin BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin de teyit ettiği reddedilemez ve devredilemez temel İnsan hakları vardır. Özünde bu haklar oya sunulamaz. Referandum konusu yapılamaz. Mesela insan hakları bildirgesine göre “Bir topluluk ve birey kendi ana dilinde eğitim yapsın mı yapmasın mı” diye oylama yapılamaz. “Bir halkın varlığı ve kimliği tanınsın mı tanınmasın mı” şeklinde bir onaylama konusu olamaz. Bu hakları önce yıllarca yasaklamak, sonra da oylama konusu yapmak bile kendi başına insanlık suçudur.

Yöntem konusunda ikilem bağlantılı ve birbirlerini tamamlayıcı önemli iki husus; katılım ve müzakere ile uzlaşma ve onay konularıdır. Yeni anayasa hangi usul ile tartışılacak, yani tartışma yöntemi nasıl olacak, tartışmalara kimler katılacak, nasıl uzlaşılacak ve nihai karar olarak kimlerden onay alınacaktır. Toplumsal mutabakat denilen olgu yönteme ilişkin bu soruların doğru yanıtlanmasıyla ortaya çıkar. Buna göre;

  1. Yeni anayasa yapılırken izlenecek en doğru ve sorun çözümleyici yaklaşım, öncelikle nedenleriyle birlikte temel ana sorunları samimi ve dürüstçe belirlemektir. Bunlardan birincisi; Kürt sorunudur. İkincisi; Cins özgürlüğü ve sosyal haklar sorunudur. Üçüncüsü, devlet organlarının rasyonel ve günün koşullarına göre demokratik standartlara uygun yeniden yapılandırma ihtiyacıdır. Daha doğrusu devletin küçültülmesi ve toplum hayatına müdahale eden konumdan çıkarılmasıdır. Dördüncüsü; demokratik özerklik ve yerel yönetimler sorunudur. Türkiye’nin anayasal çözüm bekleyen temel sorunlarını bu dört başlık altında özetlemek mümkündür. Bu sorunlar bileşik kaplar misali birbirine bağlı, birbirlerinin hem nedenleri hem de sonuçlarıdır. Biri çözülmeden diğeri çözülemez. Ya da biri varlığını sürdürdükçe diğerini de var kılar. Yine de her birini kendi mantığı ve amacı içinde anayasal ifadeye kavuşturarak çözmek önem taşımaktadır.
  2. Yeni anayasayı yapmaya kimler katılmalıdır sorusuna, “mevcut TBMM kurucu meclis olarak rol oynamalı, anayasayı yapmalıdır” denilmektedir. Mevcut yapılanması dikkate alındığında TBMM’nin kendi başına bu işin üstesinden gelmesi çok kuşkuludur. Eğer meclis demokratik iradesini ortaya koyar, yeni bir anayasa ile bir çözümün yolunu aralarsa, Türkiye halklarına büyük ve tarihi önemde bir hizmet yapmış olur. Ne yazık ki bu zor görünmektedir.
  3. Elbette toplumsal sorunlar ilgili-ilgisiz, dolaylı-dolaysız tüm toplumsal kesimleri ilgilendirir. Ama öncelikle bu sorunların nedenleri ve tarafları bellidir. Sorun hayati olarak kimi ilgilendiriyor, hangi taraf çözüm ileri sürüyor ve dile getiriyorsa muhatabı da odur. Yani her toplumsal sorunun sahipleri, mağdurları ve tarafları vardır.

Bu nedenle çözüm için izlenecek en etkili ve çözümleyici yöntem, temel sorunlarla ilgili ne kadar taraf ve muhatap varsa öncelikle bunlarla oturulup görüşülmelidir. Yani sorunların çözümünü isteyen ve bunlardan muzdarip olan mağdurlar ve muhataplarla samimi bir müzakere süreci başlatılmalıdır. Eğer anayasa için aynı zamanda da bir toplumsal sözleşmedir deniliyorsa, ancak bir müzakere süreci ile sözleşme adını almayı hak kazanabilir. Bunun için de, Kürt sorunuyla ilgili olarak Kürt tarafı ve muhataplarıyla, kadın sorunuyla ilgili olarak kadın hakları savunucuları ve kurumsal temsilcileriyle, kültürel guruplar ve azınlık hakları için azınlık temsilcileriyle, inanç ve cemaat önderleriyle, emekçiler için sendika ya da emekçilerin kendilerinin belirleyecekleri temsilcilerle, çevre sorunları için çevrecilerle, basın ve fikir özgürlüğü için basın mensuplarıyla ve aydınlarla oturulup konuşulmalı ve makul seçeneklerde uzlaşılmalıdır. Kısacası toplumsal kategorileri, sosyal sınıfları, kültürel toplulukları, ekonomik sosyal amaçlı bütün sivil toplum kuruluşlarını muhatap kabul etmek, onları tartışma ve müzakere sürecine katmak gerekir. Sivil toplum kuruluşları aracılığıyla tüm toplum dolaylı veya doğrudan bu tartışmalara katılma imkanını yakalayacaktır. Gerçek demokratik katılım ancak böyle sağlanarak etkili olur. Halkın anayasası olarak toplumsal sözleşme böyle ortaya çıkar.

  1. Tartışma ve müzakerelerde esas amaç; özgürlüğe, demokrasiye ve hakkaniyete dayanan kalıcı çözümler bulmaktır. Sorunların nedenlerini karşılıklı ikna temelinde ortadan kaldıracak anayasal ifadeler kullanmaktır. Bu nedenle de tarafların vicdan ve onurlarını tatmin eden, herkese hak ettiğini verecek makul seçeneklerde uzlaşılmalıdır.
  2. Müzakere ve tartışma süreci olgunlaşıp belli bir aşamaya ve amaca ulaştıktan sonra işin esas zor ve önemli kısmı bitmiş demektir. Geriye, yeni anayasayı resmiyete kavuşturmak için uygun şekilde ilan etmek ve yürürlüğe koymak kalıyor. Bu aşamadan sonra anayasaya resmi hüküm kazandırmak için meclisin onayından geçirmek veya doğrudan halkoyuna sunmak fazla sorun teşkil etmez. Esas belirleyici olan bu aşamaya gelmeden önce muhatapların onayını ve olurunu almaktır. Sonraki aşamalar daha çok işin resmiyet ve genel bağlayıcılık ilkeleri ile ilgilidir.

Gerçekten demokratik ve özgürlükçü bir anayasa yapılmak isteniyorsa izlenecek yol haritası için uygun demokratik yöntemi böyle tespit etmek mümkündür. İzlenecek yöntem küçümsenmemelidir. Yöntem, anayasayı yapanların niyetini ve niteliğinin ipuçlarını ele verir. Müzakereye dayanan katılımcı ve doğrudan demokratik yöntem, anayasanın demokratik ve özgürlükçü olmasını sağlar. Darbeci, devletçi, üstten buyrukçu, hileli ve elitçi yöntem, anayasanın devletçi, dar, sığ ve anti demokratik olmasını getirir.

 

Yeni anayasada nitelik

Yöntem belirlendikten sonra sıra anayasanın nitelik ve kapsamına gelir. Nitelikten kast edilen anayasanın özü, içeriği ve ruhudur. Amaç ve hedefidir. Hangi zihniyet, amaç ve toplumsal perspektifle bu anayasa hazırlanmaktadır? Anayasa konusunda temel ve belirleyici öz burasıdır. Müzakere ve tartışmaların ana odağını da bu konu oluşturur. Bu konuda çok çeşitli anlayış ve yaklaşımı dile getirmek mümkündür. Denilebilir ki her grup, sosyal çevre, topluluk, halk kümesi kendi inanç ve çıkar dünyasına göre bir anayasa talebinde bulunur. Ya da kendisine istediği gibi anayasada yer verilmesini ister. Doğal olarak da sağ, sol, dinci, milliyetçi, liberal, fanatik, muhafazakâr, feminist gibi pek çok düşünce ya da çıkar grubu anayasada etkili olmak ister.

Pek çok toplumsal eğilim kendini dayatmasına rağmen sonuçta iki ana eğilim damgasını vurmaya çalışır. Bunlardan birincisi, toplum karşısında devleti koruyan ve yücelten mantık ve anlayıştır. Yüce devlet, baba devlet, kutsal devlet, tanrı devlet sıfatlarını yükleyerek devletin bekasını esas alan ve toplumu tebaalaştıran, devletin topluma karşı her türlü müdahalesini meşru gören anlayıştır. Bu anlayışla yapılan anayasalar, despotik, faşist hükümran ve devletçi anayasalardır. 12 Eylül faşizmiyle zirveye ulaşan ve şimdiye kadar hala da yürürlükte olan anayasa bu mantığın bir ürünüdür. Bu zihniyetle yapılan anayasaların yol açtıkları sonuçlar bilinmektedir. Şimdi yapılmak istenen yeni anayasa ile toplum, bu mantık ve zihniyetle yapılan 12 Eylül anayasasından kurtulmak istiyor. Ne var ki, Türkiye’ de yeni anayasa yapılırken hala da bu zihniyetle yaklaşan kesimler henüz az değildir. Başta MHP olmak üzere resmi devlet partilerinin temel mantıkları ağırlıklı olarak bu yönlü işlemektedir.

İkinci eğilim ise toplumu devlete karşı korumayı esas alan demokratik özgürlükçü eğilimdir. Gerçek anlamda çözümleyici ve demokratik olan ise bu anlayıştır. Buna göre yeni anayasa, devlet gücünün baskısına karşı toplumu korumak zorundadır. Gerçek demokratik anayasalar hiçbir düşüncenin tekelinde veya renginde olamazlar. Laiklik kavramı anayasanın toplum karşısındaki bu demokratik duruşuyla anlam kazanır. Demokratik Anayasaların dinleri, ideolojileri ve etnik ya da cins kimlikleri yoktur. O sadece topluma şemsiye rolü görür ve demokratik güvence oluşturur. Gerisi çeşitli topluluklardan oluşan topluma aittir. Demokratik anayasa toplumun siyasal, ekonomik, kültürel sosyal, felsefi faaliyetlerine fazla karışmaz. Onun esas işlevi, bu faaliyetlerin demokratik kriterlere ve genel esaslara bağlı olarak özgürce yürütülmesi için uygun ortam ve güvence sağlamaktır.

Bugün değişim rüzgarları Ortadoğu ve Türkiye de sert ve sancılı esmektedir. Türkiye bu yeniçağın şartlarında 12 Eylülün ruhundan izler ve çirkinlikler taşıyan bir anayasa ile yol alamaz. Onun için yeni anayasa özgürlükçü ruh, toplumsal amaçlar ve demokratik değerler üzerinde şekillenmek zorundadır. Bu konuda Sayın Abdullah Öcalan’ın tespit ve önerileri yol gösterici ve çözümleyicidir. Buna göre yeni anayasanın temel mantığı ve felsefesi, devleti sınırlanarak demokratik yapılanmanın önünde engel olmaktan çıkarılması ve toplumsal özgürlüklerin önünün açılması olmalıdır. Bunun yanında yapılacak anayasa, geçmişin baskıcı ve devleti yücelten hukuk belgesi olmaktan çıkarılmalı. Orta doğu halklarına esin kaynağı olmak amacıyla, geleceğin demokratik ve özgürlükçü toplum vizyonunu ortaya koyabilen nitelikte olmalıdır.

Yeni anayasa demokratik cumhuriyet, demokratik ulus, ortak vatan zihniyeti temelinde kadının özgürlük ideallerine dayanan, eko-topluluklar ve özgür yurttaş esası üzerinde şekillenmelidir. Bunların güvencesi olan evrensel demokratik hakların esaslarına göre yapılırsa kalıcılığını ortaya koymalı. Ancak bu şekilde gerçek anlamda Orta doğu halklarına model ve esin kaynağı olabilir. Çünkü Orta doğu’da, “Demokratikleşme siyasi bir hareket olmasına rağmen, toplumsal bir konsensüsle oluşturulmuş bir anayasaya dayanmadan kalıcı ve sistematik bir yönetim rejimi haline gelemez. Devleti de sürekli problem oluşturan ve ağırlaştıran bir kurum olarak değil, uzmanlık ve tecrübe birikim alanı olarak çözüm sağlayıcı bir etken halinde tutmak için demokratik anayasa vazgeçilmez bir araçtır” Özünde, “Tüm toplumsal taraflar arasında Türkiye’nin demokratikleşmesine ilişkin zımni bir konsensüs oluşmuş bulunmaktadır. Olmayan şey, bu zımni ve tarihsel arzuyu açık, yaşayan bir iradeye dönüştürmektir. Demokratik anayasa bu gerçeğin hakikati, özlü ifadesi olmaktadır.

Öncelikle yeni anayasanın niteliği ve zihniyeti böyle anlaşılırsa anayasa çalışması gerçek amacına ulaşır ve Türkiye’yi aydınlık ufuklara taşıyabilir.

 

Anayasanın içeriği

Yeni anayasanın içeriğini özet olarak şöyle ifade etmek mümkündür.

1-Yeni anayasa kısa ve özlü olmalıdır. Anayasalar, devlet-toplum ilişkilerinde genel bağlayıcı çerçeveyi ve temel demokratik kriterleri ortaya koyan sade ve özlü metinlerdir. Her sorun ve konuyu uzun uzadıya yazmanın, toplumun ve vatandaşın yaşamlarıyla ilgili tüm konuları, yazılacak metnin içine bir torbaya doldurur gibi yazmanın anlamı yoktur. Demokratik Anayasa, vatandaş ve toplumun devlete nasıl itaat edeceğini değil, devletin neyi nasıl yapacağını görev ile yetki sınırlarını belirler. Bu nedenle de yeni anayasa esas olarak devletin, toplumsal demokrasiyle hukuksal düzeyini belirler. Devlet organlarını düzenler ve arasındaki iç işleyiş kurallarını tayin eder. 12 Eylül anayasası gibi bir disiplin yönetmeliği biçimine indirgenemez. 12 Eylül anayasası bir toplumsal sözleşme değil, kölelerin çalışma kamplarında çalışırken efendileri tarafından duvarlara asılarak ilan edilen disiplin yönetmeliğidir. Demokratik bir anayasanın vatandaşların çalışma, yeme, içme, barınma, oynama, eğitim, sağlık seyahat gibi yaşam faaliyetiyle fazla işi olamaz. Bir anayasa toplum ve vatandaş hayatıyla ilgili ne kadar fazla teferruat yazarsa o kadar faşist nitelik kazanır ve anti demokratik karaktere bürünür. Bu nedenle de belki İngilizler gibi hiç anayasanın olmaması daha hayırlıdır.

2-Yeni anayasayı yukarıda izah ettiğimiz temel amaç ve hedeflere göre beş ana bölüm veya başlık altından yazmak mümkündür.

Bunlar;

A-Genel amaçlar ve esaslar; ( Kurucu Hükümler)

B-Evrensel İnsan Haklarına Bağlılık ve Saygı

C-Kadın Hakları ve Cins Özgürlüğü

D-Devlet Organlarının Kuruluşu ve İşleyiş Esasları

E-Demokratik Özerklik ve Yerel Yönetimler biçiminde sıralanabilir.

 

A-Genel Amaçlar ve Esaslar; (Kurucu Hükümler)

  1. Anayasanın giriş (başlangıç) metni anayasanın ruhunu ve felsefesini yansıtmak açısından önemlidir. Giriş kısmı anayasanın hedef ve amacını ortaya koyar. Bu nedenledir ki, giriş ya hiç yazılmamalı ya da yazılırken yeni demokratik anayasanın ruhuna ve felsefesine göre kısa ve öz olarak yazılmalıdır. 12 Eylül anayasasının başlangıç metni gibi bir metin asla kabul edilemez. Baştan sona Türk ulus-devlet milliyetçiliğinin propaganda ve hezeyanlarıyla dolup taşan, Türklük vurgusundan başka bir şey tanımayan ve faşist bir karakter taşıyan böyle bir giriş baştan itibaren her türlü demokratik yapılanmayı boşa çıkarmaktadır. Bunun için eğer başlangıç metni yazılacaksa, demokratik toplumun ortak yaşam felsefesini, cumhuriyetin demokratik laik ve sosyal amaçlı nitelikleri ile kapsadığı tarihsel ve toplumsal değerleri ifade etmeli, ortak gelecek için halkların kalıcı barış içinde birlikte yaşama güvencesini arzulayan adil ve özgür toplumsal idealini ortaya koymalıdır.
  2. Anayasanın ilk değişmez maddeleri olan genel esaslar bölümü yeni baştan elle alınmalıdır. Devletin biçimi cumhuriyet olarak tanımlanabilir. Ancak, cumhuriyetin nitelikleri veya cumhuriyetin hangi değerleri ifade ettiği demokratik toplumsal anlayışa göre yeniden tanımlanmalıdır. Bu içerik, “Türkiye Cumhuriyeti, evrensel insan haklarına bağlı ve saygılı, toplum ve birey özgürlüğünü esas alan demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir” biçiminde tanımlanabilir.
  3. Devletin birliği ve bütünlüğü konusunda bu kadar vurgu yapmanın bir anlamı yoktur. Bu sürekli bir korkuyu ve devlet karşıtı düşman üretmeyi ifade eder. Demokratik bir ortamda toplumun birlik güvencesi her zaman vardır. İnkar, baskı, zor ve haksızlık dayatılmadıkça toplumlar ayrılmak değil sürekli birleşmek ve genişlemek isterler. Kim ulusal devletlerin sınır engeli olmadan bütün dünyayı kendi vatanı gibi dolaşmak ve içinde yaşamak istemez ki! Oysa mevcut anayasa bölünme korkusuyla sürekli bölücülük fikrini aşılamakta, Türklük dışında diğer halk toplulukları ve inançları ötekileştirmektedir.
  4. Devletin başkenti Ankara ve bayrağı olduğu gibi kalıp, resmi dili Türkçe olabilir. Ancak bunlar mutlak ve ebedi değişmez tabular değildir. 12 Eylül Anayasasının 4.maddesinde ifade edildiği gibi “bunları değiştirmek için anayasa teklifi dahi verilemez” gibi bir saçmalık olamaz.

Tarihte hangi başkent ezel ve ebedi olup değişmemiştir. Başkentler devlet ve toplumların yönetim merkezleridir. Ülkenin diğer kentlerinden hiçbir farkları ve ayrıcalıkları yoktur. Ne zaman ihtiyaç duyulursa o zaman değişebilirler. Aslında 12 Eylül anayasasının dördüncü maddesi faşizmin hasta ruh ve anlayış dünyasını sergileme açısından tipiktir.

  1. Bayrak mevcut haliyle kalabilir. Bunun yanı sıra diğer topluluklar da değer atfettikleri veya sembol bildikleri bayrak ve flamalarını kullanabilmelidir.
  2. Resmi dil Türkçe olabilir ancak bu ifade tek başına yetmemekte eksik kalmaktadır. Bu maddenin düzenleme mantığı başta Kürtçe olmak üzere diğer dillerin inkârını amaçlamaktadır. Bu ibareye, “Türkçenin yanı sıra Türkiye cumhuriyeti sınırları içinde yer alan halklar ve topluluklar, kendi dillerini kamusal alan dahil, hayatın her alanında konuşup geliştirme ve ana diliyle eğitim görme hakkına sahiptir. Devlet, bu hakkın yerine getirilmesi için ortam ve güvence sağlar. Bu nedenle Kamusal alanda Türkçe ve Kürtçe başta olmak üzere iki resmi dil geçerlidir” biçiminde bir ek yapılmalıdır.
  3. Anayasada yer verilen bütün fiil ve icraatların arkasından ya da önünden“Türk milleti, yüce Türk milleti, büyük Türk milleti adına” şeklindeki vurgulara yer verilmemeli, bu kavramlar anayasanın bir kavramı olarak kullanılmamalıdır. Çünkü bu vurgu, diğer toplulukları inkar eden, Türklüğü resmi üstün ırk ve ayrıcalıklı etnik kesim olmayı varsayan bir kavramdır. Zaten yaşanan temel sorunların kaynağında bu ibarenin ifade ettiği zihniyet yatmaktadır. Türklerle beraber Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki diğer halk ve toplulukların ortak siyasal kimliğini ve toplumsal birliğini tanımlayan yeni kavram ve ifadeler geliştirilmeli ve kullanılmalıdır. Türkiyelilik üst kimliği kabul görürse bunlar; Türkiye toplumu, Türkiye halkı, Türkiye ulusu gibi daha esnek ve demokratik muhtevalı kavram ve tanımlar olmalıdır. Ayrıca Türkiye ulusunun kimlerden oluştuğu da açık bir ifadeye kavuşturulmalıdır. “Türkiye ulusu Türk, Kürt ve Türkiye de tüm toplumu oluşturan diğer halk ve toplulukların bileşiminden meydana gelmektedir” biçiminde tanımlanmalıdır. Türkiye kavramı; Türklerin yaşadığı yeri ve ülkeyi çağrıştırsa da birçok halkın ortak yaşadığı coğrafyayı da ifade etmektedir. Etnik bir topluluğun değil bir coğrafyanın adı gibi ele alınmalıdır. Anayasa sadece bir etnik yapıyı yücelterek ve üstün kılarak yazılamaz. Türklük dışında birçok halk ve topluluk Türkiye de yaşadığına, hepsi de eşit demokratik haklara sahip olmak istediklerine ve böyle tanımlanmak istediklerine göre yeni anayasada buna uygun demokratik anlam içeren kavram ve formüller geliştirilmelidir.
  4. Mevcut anayasada, 6. Maddenin “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ibaresi anlamsız ve muğlâk bir tanımlamadır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında halife ve sultanlığa karşı söylenmiş bir şiar olarak belki anlamı olmuştur. Ancak günümüz koşullarında bu ibarenin siyasi ve sosyal hayat içinde pratik değeri ve karşılığı yoktur. Bunun yerine “Egemenlik toplumun demokratik iradesiyle belirlenir” demek daha gerçekçidir. Veya yerine hiçbir belirleme yapmadan tümden kaldırılabilir. Yine bu maddenin devamı olarak, “Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır” ibaresi yerine, “Türkiye halkları veya toplumu iradesini Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır” ibaresi konulmalıdır. Ayrıca Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa ve halk iradesinden almayan bir devlet yetkisi kullanamaz” ibaresi eklenerek bu biçimiyle genel esaslar bölümü yeniden düzenlenmeli ve sadeleştirilmelidir.

 

B-Evrensel İnsan Haklarına Bağlılık ve Saygı

  1. Mevcut anayasada Temel Haklar ve Ödevler başlığı altında dört bölümden oluşan hak ve ödevler sıralaması yapılmıştır. Bunlar; Genel Hükümler, Kişinin Hakları ve Ödevleri, Sosyal ve İktisadi Haklar ve Ödevler, Siyasi Haklar ve Ödevler biçiminde sıralanmışlardır. Burada önemli olan uzun uzadıya hak sıralaması yapmak değildir. Bu hakların içerikleri, nasıl korundukları, savunuldukları ile kullanılıp kullanılmadıklarıdır. Gerçek hayat içinde karşılıklarının ne olduğudur. Bu maddeler sıralamasına üstün körü bakılırsa Türkiye bir hak ve ödev cenneti sayılabilir. Lakin işin gerçeği ve yaşadığımız hakikat hiç de böyle değildir. Anayasada bu kadar hak sıralaması yapılmasına rağmen yine de en bariz haksızlıklar ve zorbalıklar toplumun yakasını bırakmamaktadır.
  2. Temel hakların istismarı ve inkarı konusunda, daha çarpıcı anlaşılması bakımından bazı bariz örnekler vermek yerinde olacaktır. Kişinin Hakları ve Ödevleri başlığı altında ifade edilen, Özel hayatın gizliliği ve korunması, Madde 20“Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz” denilmektedir. Ama bu kaydın hemen akabinde, “Millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesine bağlı olarak, usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça” şartı gelmektedir. Ama biz Türkiye’de “milli güvenlik” gerekçesiyle hakim kararının hiçbir zaman eksik olmadığını çok iyi bilmekteyiz. Özellikle Kürt halkının talepleri söz konusu olunca “milli güvenlik” gerekçesiyle
  3. -Sosyal haklar ve Ödevler bölümünde de benzer sonuçlarla karşılaşıyoruz. Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi konusunda, Madde42. “Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz” denildikten sonra, “Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz…..hükmünü takiben, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” denilmektedir.

Böylece, hiç “Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz” hükmü, kulağa son derece hoş gelmektedir. Herkese adil bir hak olarak sunulan, vatandaşın geleceği için konulduğu kabul gören bu hak hükmü, peşi sıra konulan şartlarla tam bir haksızlığa ve kültürel asimilasyona dönüştürülektedir. Çünkü sadece devletin öngördüğü tek tip Türk vatandaşı olmak isteyenler bu eğitim hakkından yararlanabilirler. Bunun artık bir hak olmaktan çıkıp, evrensel insan haklarını hiçe sayan bir insanlık suçu olduğu ortadadır. Böyle bir anayasa kararıyla alenen ırkçılık ve ayrımcılık yapılmaktadır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 10 Aralık 1948 tarihinde ilan edilen Evrensel İnsan Hakları Bildirisi, Madde26. “Eğitim, insan şahsiyetinin tam gelişmesini ve insan hakları ile temel özgürlüklere saygının güçlenmesini amaçlamalıdır” dedikten sonra, bunun devamında, “Anne ve babalar, çocuklarına verilecek eğitimin türünü seçmek hakkına sahiptirler” demektedir. Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Bildirgesine göre vatandaş ve toplumsal guruplar, bu hakkını Türkçe mi, Kürtçe mi, İngilizce mi, Arapça mı yerine getirir onu tayin etmek kendisine aittir. Yoksa bu devletin ne işi, nede görevidir. Vatandaşlar olarak anne ve babalar bu hakkı kendince uygun buldukları dil, koşul ve imkânlara göre özgürce yerine getirme hakkına sahiptirler.

Aslında, “Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz” hükmü, yanlış ve haksızdır denilemez. Arkasından kayıt ve şartlar koşulmadan bu biçimiyle toplumun ihtiyaç ve amaçlarına göre serbest bırakılır, peşi sıra bu hakkın nasıl uygulanacağı devlet kendince şartlara bağlamazsa gerçekten bir hak hükmüdür. Hiçbir mahzuru yoktur. Ne var ki her hakkın arkasına sürekli tekleştirme esaslı şartlar getirilmektedir. Bu durum ve tüm hakları boşa çıkarmakta-güdükleştirmekte ve hak gaspına yol açmaktadır.

  1. Siyasi Haklar ve Ödevler konusunda devletin niyeti ve hak gaspı daha açık olarak ortaya çıkar. Madde. “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” denilerek vatandaşlık tanımı yapılmaktadır. Bunun faşist ve inkarcı bir tanımlamadır. Bir devletin vatandaşı olmak mutlak etnik bir kimliğe mahkum olmak demek değildir. Burada “bu devlet Türklerin devletidir. Sizin de bu devlete üye olmanız için Türk olmanız gerekir” denmektedir. Ki bu da Türkleştirme politikasının bir tarifidir. Bu tarif üzerinden gelinen sonuç da ortadır. Bu nedenledir ki, artık bu Türkleştirme planı yürümüyor. Bunun için yeni bir vatandaşlık tanımı gerekmektedir. Eski tanım yerine, anayasada tanımlanan hak ve görevlere haiz Türkiye cumhuriyetine uyruk herkes vatandaş sayılmalıdır. Vatandaşlık etnik bir aidiyet olmayıp siyasal üyelik anlamına gelmektedir.
  2. Siyasi partilerle ilgili hükümlerde, Madde-68. “Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı olamaz” denilerek daha baştan itibaren demokratik siyasi faaliyetlerin önüne set çekilmiştir. Oysa devletin bu konuda yapabileceği tek bir müdahale görevi vardır. O da bu hakkın kullanılmasını engelleyen güçlere müdahale etmek ve güvenlikli ortamını sağlamaktır. Ne var ki, kendi şartlarını koymakla bu hakkı engelleyen bizzat devletin kendisi olmaktadır. Bu aldatıcı sanal durum, Haberleşme hürriyeti, Din ve vicdan hürriyeti, Düşünce ve kanaat hürriyeti, Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti, Bilim ve sanat hürriyeti, Basın hürriyeti, Dernek kurma hürriyeti, Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı gibi daha birçok hak ve hürriyet için de geçerlidir.

Temel haklar konusunda doğrusu şu olmalıdır: Anayasada, evrensel İnsan haklarına ilişkin genel tanımlar olduğu gibi korunur. Devlet bunun arkasına kendi şartlarını sıralamaz. Gerisi, yani uygulama biçimi topluma bırakılır. Örneğin, eğer eğitim hakkını yerine getirmek için yürütülen çalışmalarda nitelik ve demokratik amaçlarla ilgili sorun arz eden bazı yetersizlikler çıkarsa belki genel bazı ölçüler konulabilir. Bunlar ise ancak halk tarafından seçilmiş demokratik idarelerin günlük içtihatlarla yapabilecekleri düzeltmeler olur.

  1. Demokratik anayasalarda Bireysel ve Kolektif Hak ve Özgürlüklerin Birlikteliği İlkesi birbirinden ayrılamaz hayati bir ilkedir. Demokratikleşme sorunlarının çözümünde hayati bir rol oynayan hak ve özgürlükler ilkesinin uygulanmasında bireysel ve kolektif ayrımına gitmek toplumların doğasına aykırıdır. İnsan toplumunda birey hiçbir zaman topluluksuz yaşamamıştır. Bireyin elde ettiği veya yaşadığı hak ve özgürlük, aidiyetini yaşadığı topluluklarla paylaşamadıkça hiçbir anlam ifade etmez. Toplumdan soyutlanmış birey ne kadar anlamsızsa, edindiği hak ve özgürlükler de o kadar anlamsızdır. Özcesi hak ve özgürlükler, birey ve toplum birlikteliği olmadan, paylaşılmadan yaşanacak değerler değildir. BM kararları da bu gerçeği teyit etmektedir. BM Genel Kurulunun 4 Aralık 1986 tarihli kararıyla yayınlanan BM Gelişme Hakkına dair Bildirinin 6. Maddesinin 2. Fıkrasında, “Bütün insan hakları ve temel özgürlükler bölünmezdir ve birbirine bağımlıdır” denilmektedir.

Dolayısıyla Bireysel ve Kolektif Hak ve Özgürlüklerin Birlikteliği İlkesi birbirinden ayrılamaz hayati bir ilke olarak anayasada yer bulmalıdır. Başta BM ve AB insan kakları şartnameleri olmak üzere uluslararası tüm belgelerde temel hak ve özgürlükler birey ve topluluklar birbirlerinden soyutlanarak tanımlanmamıştır. Bireysel hak ve özgürlükler ile toplumsal hak ve özgürlüklerin kolektif birlikteliği etle tırnak gibi birbirlerini koşullandırmaktadır. En başında BM Ulusal Ya da Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Bildirgesi, bu kolektif hakların birlikteliğini ifade etmektedir.

Kürt açılımının’ “kilit kavramlarından biri olan “bireysel ve kültürel haklar” kavramı özünde Kürt sorununu çözme adı altında kolektif ve özgür Kürt kimliğini tasfiye planını ve uygulamalarını maskelemek için kullanılmaktadır. Bireyler kültürel-sosyal haklarını bireysel yaşayabilir ama toplulukça yaşamazlar hipotezi Türk ulus-devletçi zihniyetin, Kürtlerin kolektif toplumsal haklarını inkar etmek için başka kılıflar altında uydurdukları yeni bir icattır. Yani, her biriniz ayrı ayrı Kürtçe konuşabilirsiniz ama toplulukça ortak konuşamazsınız şeklindeki bir ucubedir. Bunun anayasada resmi bir görüş haline gelmesi inkârcılığın neden olduğu sorunların sürüp gitmesi demektir.

Türkiye Cumhuriyetinin yeni anayasası başta, BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Avrupa İnsanHakları Sözleşmesi, BM Ulusal Ya da Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Bildirgesi, BM Her Türlü Irk Ayrımcılığının Tasfiye edilmesine Dair Uluslararası Sözleşme, BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ce Cezalandırılması Sözleşmesi, Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Çerçeve Sözleşme, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı gibi pek çoğunun altında Türkiye’nin de imzası bulunmaktadır. Ama gereklerini hakkıyla yerine getirmek yerine çarpıtmayı marifet saymaktadır. Ama artık hak ve özgürlükleri laf olarak değil esas olarak yerine getirmeyi ve saygı göstermeyi bilmelidir. Bunları yeni anayasanın demokratik harcı haline getirmelidir.

  1. Yukarıdaki anlayış ve düzeltmeler temelinde Aleviler, Yezidiler, Hıristiyan topluluklar, Yahudiler, Cemaat ve tarikatlar gibi her inanç gurubuna eşit haklar getiren anayasal güvenceler sağlanmalıdır. Devletin resmi Sünni İslam mezhebini koruyup üstün ve ayrıcalıklı kılmayı amaç edinmiş Diyanet İşleri Başkanlığı ya lağvedilmeli veya tüm inanç guruplarının eşit olarak temsil edildikleri bir sivil toplum kuruluşu olarak yeniden düzenlenmelidir.

 

C-Kadın Hakları ve Cins Özgürlüğü

  1. Anayasanın temel konularından birisi de cins özgürlüğüdür. Yani kadının özgürlük ve eşitlik sorunudur. Kadının özgürlük ve eşitlik talepleri pozitif hukukun ayrımcılık normlarıyla çözümlenmeyecek kadar ciddi ve hayati bir konudur. Çünkü kadının özgürlük sorunu demokratik toplumsal inşanın temel ayağını oluşturmaktadır. Bu nedenle de siyasal, ekonomik, ekolojik, kültürel vb. tüm toplumsal sorunlardan daha öncelik taşımaktadır. İddiası ne olursa olsun, kadını yaşamsal anlamda özgürlük dünyasına taşımayan ve toplumsal yaşamla bağını anlamlı kılamayan hiçbir demokratik özgürlükçü projenin hayat bulamayacağı ve amacına ulaşamayacağı bilinmelidir.
  2. Yeni Anayasada, toplumsal yaşamın her alanında kadının toplumsal statüsünü eşit ve özgür düzeye getiren, erkek egemenliğine son veren tanım ve ifadeler getirilmelidir. Ayrıca kadına karşı her türlü baskı ve şiddeti yasaklayarak ceza konusu yapan ifadeler koymak kadar, egemen cinsiyetçiliğe karşı kadına pozitif olarak ekonomik, sosyal ve kültürel güvenceler sağlayan düzenlemeler yapılmalıdır. Yani moral ve etik düzeyde kadın savunulmalı ve yüceltilmelidir.

 

D-Devlet Organlarının Kuruluşu ve İşleyiş Esasları

1924, 1961 ve 1982 anayasalarında, birbirlerinin devamı niteliğinde devlet organlarının kuruluş ve işleyiş esasları konulmuştur. Genel şematik sistem Avrupa liberal devlet erkleri olan yasama, yürütme ve yargı organları taklit edilerek Türkiye koşullarına uyarlanmaya çalışılmıştır. Özde ise bu tam batı tarzı liberal devlet modeli değildir. Doğu ile batının bir karışımı olup, ağırlık merkezi doğunun despotik yapısını esas alan bir modeldir. Bu özellik Türk ulus-devletinin tarihsel kuruluş koşullarıyla yakından bağlantılıdır.

Türkiye cumhuriyeti devleti, Osmanlı imparatorluğunun mirasına dayanarak kurulmuştur. Cumhuriyet, batının halk devrimleri gibi dipten gelen devrim dalgaları ve reform süreçleri ile kurulmamıştır. Miadını dolduran Osmanlı imparatorluğunun batı yayılmacılığı karşısında tutunamayarak yıkılması sonucu onun enkazı üzerinde vücut bulmuştur. Kuruluşuna öncülük eden güçler, ittihat terakkinin ocaklarında veya devlet içinde milliyetçi düşüncelerle yetişen asker ve sivil bürokrat kesimlerdir. İnisiyatif ordu içinde yetişen subaylardadır. M. Kemal ve yakın arkadaşları subay ekibidir. Osmanlı imparatorluğunu oluşturan tarihsel değerlerin ve hilafet sisteminin batı karşısında tutunamayacaklarının farkındadırlar. Dolayısıyla batının Osmanlı imparatorluğunu tam sömürgeleştirmek için giriştiği Anadolu’yu işgal girişimlerine karşı tutum alarak elde kalan coğrafya üzerinde devleti “cumhuriyet” olarak yeniden şekillendirmişlerdir. Cumhuriyetin kuruluşunda ordu başrolü oynamıştır. Dolayısıyla cumhuriyet tarihi boyunca ordu kendini cumhuriyetin asli kurucu ve kurtarıcı sahibi olarak görmüş, yönetiminde kendini biricik hak ve söz sahibi olarak bilmiştir. Her askeri darbe yapıldığında, cumhuriyeti kollama ve koruma gerekçesine sığınılması bu sahiplik duygusunun ve hak iddiasının bir sonucudur. 1950’lere kadar tek parti ve tek şef diktatörlüğü ile yönetilen Türkiye Cumhuriyeti, 1950’lerden sonra Türkiye’nin NATO’ya girişi ve batıya entegre olmasıyla birlikte çok partili sisteme geçilmiştir. Türkiye’ de kurulan cumhuriyet modeli, daha sonraları Arap Baas parti ve cumhuriyet modellerine emsal teşkil etmiştir.

Dolayısıyla devletin yasama, yürütme ve yargı erkleri şimdiye kadar asma yaprağı misali ordu vesayetini örten bir rol oynamıştır. Parlamento, yasama gücü olarak seçilmiş halk iradesini temsil ediyor denilmesine rağmen gerçek bir kurumsal temsili gerçekleştirememiştir. Cumhuriyet tarihi boyunca parlamento sadece ordunun ve oligarşik ittifakın amaçlarına alet olmuştur. Türkiye’ de ordu ve bürokrasi her zaman belirleyici iktidar gücüdür. İktidar kimin adına kurulursa kurulsun ordu sürekli kendini iktidarın ve devletin gerçek sahibi görmüş, tüm sivil otoritelere vesayetlik yapmış, perde arkasında veya önünde olsun devleti hep yönetmiştir.

Yeni demokratik anayasa bu anti demokratik yapılanmayı aşmak zorundadır. Öncelikle devletin karar gücünü demokratik sivil otoritenin ve kurumların denetimine koymak durumundadır. Devlet kendi başına toplumu ilgilendiren hayati sorunlar hakkında karar veremez. Devlet uygulama gücü olmaktan çok halkın ve parlamentonun aldığı kararların hayata geçirilmesinin koşullarını sağlamakla mükelleftir. Zaten küçülen devlet büyüyen toplum dengesi böyle sağlanacaktır.

  1. Yeni anayasa bağlamında başkanlık, yarı başkanlık ya da mevcut yönetim biçimiyle kalınıp kalınmayacağı tartışılmaktadır. Bunlar şekilsel ve göstermelik tartışmalardır. Burada önemli olan devletin hangi biçimsel yöntemle yönetileceği değildir. Devletin demokrasinin amaç ve hak alanına saygılı olup olmayacağıdır. Toplumun demokratik iradesine saygı gösterip gösteremeyeceğidir. Bu konuda esas önemli sorun devletin bürokratik ve üsten buyrukçu mekanizması mı toplumu yönetecektir yoksa toplumun demokratik iradesi mi kendini yönetecektir cevabı önem taşımaktadır. Bu konuda en sağlıklı yapılanma devlet organlarının küçültülerek rasyonel çizgiye çekilmesidir.
  2. Yeni anayasada toplum ve devlet yönetiminin temel inisiyatifi parlamento ve halk meclislerine verilmelidir. Toplumun ve devletin tüm stratejik temel işlerinde seçilen halk iradesi biricik söz ve karar gücü olmalıdır. Demokratik halk iradesi olan yasama, yürütme ve yargıyı layıkıyla denetlemeli ve yürütmelidir. Kuvvetler ayrılığı ilkesinde hiçbir kuvvet, yasama ve seçilmiş halk iradesine rağmen var olamaz. Bütün erk ve kuvvetler yasamanın denetimi ve inisiyatifi altında işlev görürler. Yargının bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü tekerrürü sadece ezberlenmiş içi boş ifadedir. Hiçbir bir hukuk ve yargı kurumu toplumun ihtiyaç ve amaçlarının üstünde olamaz. Halkın ihtiyaç ve amaçlarını belirleyen temel irade ise soyut hukuk ilkeleri ve birkaç yargıç değildir. Bunları belirleyen ve düzenleyen esas irade demokratik ve özgür seçilmiş veya oluşmuş halk iradesidir. Bu nedenle de üstün ve yüce olan soyut hukuk ilkeleri ve yargı kurumları değil, halkın demokratik ve özgür yaşama arzusudur. Hukuk ve yargı kurumları halkın bu arzu ve amaçlarına bağlı kalıp hizmet ettikçe anlam kazanırlar. Onun dışında hiçbir değerleri olmadığı gibi bilakis toplum karşıtı bir rol de oynarlar. Türk yargı kurumunun içine düştüğü durum ve hükümetle girdiği iktidar paylaşım kavgası bu gerçeği çok iyi özetlemektedir.
  3. Yasama; iki meclisli organ biçiminde yeniden örgütlenmelidir. Bu organlardan birincisi Türkiye genelinde her ilin nüfus oranına göre seçilmiş bugün de varlığını sürdüren parlamentodur. İkincisi ise özerk bölgelere ve yerel topluluklara göre halk tarafından seçilmiş senato biçiminde oluşturulabilir. Bu organa, İller veya Bölgeler Senatosu denilebilir. Eskiden de illeri temsilen senato kurumu vardı. Ancak bu il senatörleri doğrudan devletin bürokratik mekanizmalarına bağlandıkları için gerçek anlamda demokratik bir kurum haline gelemediler. Bölgelere veya illere dayalı bu yeni demokratik yapılanma halkın iradesini temsil edecek gerçek demokratik kurum niteliğinde örgütlenmelidir. TBMM bu iki temsili organının bileşiminden teşekkül etmelidir. Bölge ve yerel farklılıkları dikkate almadan sadece genel oyla seçilmiş tek seçenekli parlamentonun sorunların çözümünde yeterli olmadığı ve halkın demokratik taleplerini hakkaniyet içinde yansıtmadığını hayat göstermektedir. Türkiye’ deki parlamento usulü bunun somut kanıtıdır. Her toplumsal sorun parlamentonun genel geçer çoğunluk kararlarıyla çözülemez. Çoğunluk hakları kadar azınlığın temel ve devredilemez evrensel haklarını da koruyan bir demokratik mekanizmanın kurulması zorunludur. İkili temsile dayanan yasama sistemi sorunların demokratik bir yöntem ve hakkaniyet içinde müzakere edilmesini, kararlarda toplumsal uzlaşmanın ortaya çıkmasını sağlamak açısından hayatidir. Bu mekanizmanın kurulduğu ülkeler, demokratik işleyiş ve katılım açısından sorunları daha sağlıklı ve problemsiz çözebilmektedirler. Bir eyaleti ilgilendiren sorunlar öncelikle o eyaletin senatosuyla tartışılıp anlaşılarak karar haline gelmektedir. Bu ikili temsili mekanizma sistemi pek çok çağdaş yasama organlarında bulunmaktadır. Yerel alanların doğrudan doğruya parlamentoda temsil edilmelerinin önemi ve rolü bu ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Genellikle azınlık, yerel hakları ve çıkarları pek dikkate almayan, merkezin ezici üstünlüğünü dayatma eğilimini gösteren çoğunluğun yapabileceği haksız ve anti demokratik uygulama ve dayatmalara karşı, bölge veya il temsilcileri kendi alan ve bölge topluluklarının haklarını savunma ve dengeleme imkanını bulabileceklerdir. Kaldı ki katılımcı demokratik sistem bölgesel ve yerel meclisin işlevsel kılınmasıyla mümkün hale gelebilir. Topluma ilişkin alınan kararlar iki organ içinde yeterince tartışılıp belli bir uzlaşma temelinde olgunlaştıktan sonra karar gücü haline geldiğinde ancak yeterince toplumsal desteği sağlayabilir.
  4. Yürütme erki halkın ve TBMM’nin denetiminde olmalıdır. Savaş, barış, rejim değişikliği, anayasa yapımı, toplumsal ve siyasal reformlar gibi toplumu ilgilendiren tüm hayati konular hakkında toplumun onayı ve rızası olmadan yürütme erki veya herhangi bir kurum karar almaz. Yürütme icraatlarında şeffaf ve sürekli topluma hesap verebilir durumda olmalıdır. Toplumun veya ilgili kesimlerin icraatlarını benimsemedikleri veya şikâyette bulundukları kamu yöneticilerini geri çeken yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
  5. Yargı Kurumu anayasanın veya demokratik halk iradesinin verdiği hak ve yetkiler çerçevesinde kendi icraatlarında bağımsız karar ve uygulama hakkına sahiptir. Hakim teminatı ve demokratik hukuk normları anayasal güvenceye kavuşturulmalıdır. Ancak bu, yargının güç paylaşımı için var olduğu anlamına gelmez. Yargı toplumsal huzursuzlukları ve çelişkileri adalet içinde hakkaniyete uygun olarak çözmek için vardır. Topluma hizmet sunmak için vardır. Yoksa devlet erki olarak güç paylaşarak toplumun sırtında boza pişirmek ve rant devşirmek için kurulmamıştır. Diğer devlet ve toplum organları gibi bir hizmet kurumudur. Nasıl ki eğitim, sağlık, iletişim gibi toplumun ihtiyaçlarına göre teşekkül etmiş kurumlar varsa, yargı da benzer ihtiyacın sonucu olarak toplumsal adaleti sağlamak için kurulmuştur. Ne toplumun altında ne de üstündedir. Ne yüce ne de bayağıdır. Sadece topluma hizmet etmenin aracıdır.
  6. Türkiye‘deki yargı sorunları ve dünyadaki deneyimler göz önünde bulundurularak bu konuda da yeni bazı düzenlemelerin getirilmesi yararlı olacaktır. Her şeyden önce yargı kuru bir bürokratik aygıt olmaktan çıkarılarak demokratikleştirilmelidir. Yargı sadece mahkeme duvarıyla anılmamalıdır.

Yargıtay’ın yükünü hafifletmek ve işlerini sadeleştirmek için bir ara kademe olarak bölge mahkemeleri kurulabilir. Bu mahkemeler bölgenin yerel sorun ve uzlaşmazlıklarıyla ilgili davalara bakabilirler. Bölge ve illerde ana davalara bakan yargıçlar o yöre halkının seçimiyle ya da bir biçimde onayı ile işbaşına gelebilirler. Mahkeme kararlarına halkın vicdanı ve onayı bir biçimde yansıtılmalıdır. Bir Jüri veya halk heyeti kararların alınmasında yargıçla beraber söz sahibi olmalıdır. Ayrıca her dava ve sorun mahkemelere intikal etmek ve kırtasiye sırasına girmek zorunda değildir. Tarafların rıza göstermeleri halinde kendi aralarında tayin etikleri hakemlik kurumuyla ya da benimseyecekleri bir divan huzurunda sorunlarını çözebilmelidirler. Bu hak yasal ve resmi olarak tanınmalıdır. Başta İngiltere olmak üzere pek çok devlet ve toplum rejimlerinde bu sistem iş görebilmektedir.

  1. Ceza infaz kurumları evrensel insan hakları ve demokratik adil amaçlar temelinde yeniden ıslah edilmelidir. Amaç bilerek veya bilmeyerek kötü amaçlar peşinde koşan insanlardan intikam almak amacıyla cezalandırmak değil, topluma yeniden kazandırmak olmalıdır. Bu kurumlarda adil insani standartlar hakim kılınmalıdır. Kimi cezalarda hapis yerine farklı yol ve yöntemler denenebilir. Yeni anayasanın kabulünden sonra hükümlü olanlara yeni bir başlangıç yaptırmak ve kabul gören yenilenmiş bir vatandaş olma seçeneğinin fırsatını sunmak için genel bir afla tüm cezaevleri boşaltılmalıdır.

Demokratik özerklik ise; “esas olarak birey ve toplulukların kendilerini öz iradeleriyle yönetmeleri anlamına gelir ki, buna demokratik yönetim veya otorite demek de mümkündür” Ayrıca Demokratik Özerkliği geniş ve dar anlamlarda da tanımlamak mümkündür. Dar anlamdaki tanımı siyasi boyutunu, yani yönetim biçimini ve devletle olan ilişki düzeyini ifade eder. Geniş anlamdaki tanımı ise, demokratik ulusu ve onun daha geniş yelpazeye ayrılmış olan kültürel, ekonomik, sosyal, hukuki, diplomatik ve öz savunma gibi boyutlarının toplumsal örgütsel sistemini ifade etmektedir.

Özerkliğin genel bir tanımı olmakla birlikte uygulama biçimleri ülkeden ülkeye değişik olabilir. Tarihsel, toplumsal, kültürel, hatta coğrafi durum ve koşullara göre özerkliğin kapsamı dar, geniş, dikey, yatay farklılıklar gösterebilir. Yine kültürel, ekonomik, siyasal, coğrafi statü biçimlerinde gündeme gelebilir. Federalizm, konfederalizm gibi Özerklik de bir siyasi ve hukuksal statüdür. Özerkliğin statüsünü, bu statünün kapsam ve niteliğini var olan toplumsal sorunlardan kaynaklanan çelişkiler belirler. Nasıl ki federalizm ve konfederalizm belli tarihsel ve toplumsal koşullarda bir çözüm ihtiyacı olarak ortaya çıkıyorsa, özerklik de benzer toplumsal ko

 

E-Demokratik Özerklik ve Yerel Yönetimler

Genelde özerklik sorunu, özelde ise Demokratik özerklik kavramı Kürt sorunu ve KCK ile bağlantılı olarak bir zamandan beri tartışılmaktadır. Anlaşılan yeni anayasanın en zor konusunu ve zayıf karnını bu sorun teşkil ediyor.

Özerkliğin kavram olarak genel tanımı, kapsamı ve anlamı bilinmektedir. Özerklik, “Bir topluluğun, kuruluşun veya kesimin anayasa veya yasalarla belirlenen haklar dâhilinde kendini yönetme inisiyatifi” olarak tarif edilmektedir” diğer biçimiyle yerel-otonom idare veya yönetim sistemi olarak tanımlanmaktadır.

Demokratik özerklik ise; “esas olarak birey ve toplulukların kendilerini öz iradeleriyle yönetmeleri anlamına gelir ki, buna demokratik yönetim veya otorite demek de mümkündür” Ayrıca Demokratik Özerkliği geniş ve dar anlamlarda da tanımlamak mümkündür. Dar anlamdaki tanımı siyasi boyutunu, yani yönetim biçimini ve devletle olan ilişki düzeyini ifade eder. Geniş anlamdaki tanımı ise, demokratik ulusu ve onun daha geniş yelpazeye ayrılmış olan kültürel, ekonomik, sosyal, hukuki, diplomatik ve öz savunma gibi boyutlarının toplumsal örgütsel sistemini ifade etmektedir.

Özerkliğin genel bir tanımı olmakla birlikte uygulama biçimleri ülkeden ülkeye değişik olabilir. Tarihsel, toplumsal, kültürel, hatta coğrafi durum ve koşullara göre özerkliğin kapsamı dar, geniş, dikey, yatay farklılıklar gösterebilir. Yine kültürel, ekonomik, siyasal, coğrafi statü biçimlerinde gündeme gelebilir. Federalizm, konfederalizm gibi Özerklik de bir siyasi ve hukuksal statüdür. Özerkliğin statüsünü, bu statünün kapsam ve niteliğini var olan toplumsal sorunlardan kaynaklanan çelişkiler belirler. Nasıl ki federalizm ve konfederalizm belli tarihsel ve toplumsal koşullarda bir çözüm ihtiyacı olarak ortaya çıkıyorsa, özerklik de benzer toplumsal koşulların zorladığı bir çözüm ihtiyacı olarak ortaya çıkmaktadır. O halde bu ihtiyacı belirleyen toplumsal zorunluluklar nelerdir ona bakmak gerekir.

Bir ülkede toplumun tümü yekpare ve tek parça değildir. Toplumun tüm insanları aynı renk, biçim ve özelliklerde olamaz ve yaşayamazlar. Bu monolitik toplum biçimini isteyen ve özleyen ulus-devletçi zihniyet ya da faşizm mantığıdır. Toplum değişik insan grup ve kesimlerinden oluşmaktadır. Farklı dil, kültür ve sosyal özellikleri vardır. Her topluluk genel demokratik değerler içinde kendi zihinsel, toplumsal, kültürel, ekonomik, sosyal özelliklerine, özlem ve amaçlarına göre yaşamak ister. Demokratik ve özgürlükçü sistemin kendisi de toplumun kendini böyle özgürce ve zengince yaşaması anlamına gelmektedir. Demokratik olmayan toplumsal sistemler toplumu yekpare kabul edip tek tip insan yaratmayı dayattıklarından bunlara faşizm veya anti demokratik, despotik sistemler denilmektedir. Kuşkusuz Türkiye’deki 12 Eylül inkarcı anayasası da tek tip insan yaratmayı topluma zor gücüyle dayatmaktadır. Ancak bu vb. dayatmalar arkası kesilmeyen ayaklanma ve direnişlere yol açmaktadır.

Çağdaş demokratik sistemler, toplumsal adalet, barış, huzur, demokratik saygı ve birlik içinde yaşamak için ulusal, azınlıksal, bölgesel özerk yönetimleri ve örgütlenme biçimlerini geliştirmişlerdir. İspanya’da Bask, Katalonya ve Galiçya dahil 17 özerk bölge ile İngiltere’de Galler, İskoçya ve İrlanda sorunları bu temelde çözüme kavuşturulmuşlardır. Yine bir avuç kadar küçük bir ülke olan İsviçre de toplam 26 kanton, 2942 komün (belediye) bulunmaktadır. NATO’nun merkezi olan Belçika üç dili kullanmakta ve üç temel özerk bölgeden oluşmaktadır. Almanya bir ulus rengini ve aynı tondan toplumsal özellikleri taşımasına rağmen eyaletlerden oluşan federal sistemdir. ABD elli iki eyaletle yönetilmektedir. ABD Nüfus Sayımı Bürosu, Birleşik Devletlerde, ilçeler, belediyeler, kasabalar, okul bölgeleri ve özel bölgeleri de içeren en az 84.955 özerk yönetim birimi olduğunu belirlemiştir. Rusya pek çok özerk, federal ve yerel kültürel otonomdan oluşmaktadır. Hindistan’da 25 eyalet ve 7 birlik bölgesi bulunmakta ve onlarca kültürel topluluk özerk yaşamaktadır. Güney Afrika’da on bir resmi dil ve on bölgeden oluşan özerk bölgeler sistemi geçerlidir. Yanı başımızdaki komşu Irak federal yapıyla yönetilmektedir. Kuşkusuz bu örnekleri çoğaltmak mümkün olmakla birlikte giderek bu yönlü özerk bölge ve yapılar ortaya çıkmakta ve her gün çoğalmaktadır. Bu model sadece ulusal, azınlık ve kültürel gruplar için değil, sosyal grup ve ekonomik kuruluşlar için de bir seçenek haline gelmektedir.

AB’nin, 15 Ekim 1985 tarihinde Strasbourg’da düzenlediği “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” belgesinde;

 

“Avrupa Konseyi üyesi Devletler,….

Yerel makamların her türlü demokratik rejimin temellerinden birisi olduğunu düşünerek,

Vatandaşların kamu işlerinin sevk ve idaresine katılma hakkının Avrupa Konseyine üye Devletlerin tümünün paylaştığı demokratik ilkelerden biri olduğunu düşünerek,

Bu hakkın en doğrudan kullanım alanının yerel düzeyde olduğuna kani olarak, gerçek yetkilerle donatılmış yerel makamların varlığının hem etkili hem de vatandaşlara yakın bir yönetimi sağlayacağına kani olarak,

Değişik Avrupa ülkelerinde özerk yerel yönetimlerin korunması ve güçlendirilmesinin demokratik ilkelere ve idarede ademi merkeziyetçiliğe dayanan bir Avrupa oluşturulmasında önemli bir katkı sağlayacağını düşünerek,

Bunun demokratik bir şekilde oluşan karar organlarına ve sorumlulukları bakımından, bu sorumlulukların kullanılmasındaki olanak ve yöntemler bakımından ve bu sorumlulukların karşılanması için gerekli kaynaklar bakımından geniş bir özerkliğe sahip yerel makamların varlığını gerektirdiğini teyid ederek” denilerek amaç ve nedenler ortaya konulmaktadır.

3.madde de ise “Özerk Yerel Yönetim” kavramı şöyle tanımlamaktadır:

  1. Özerk yerel yönetim kavramı yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkanı anlamını taşır.
  2. Bu hak, doğrudan, eşit ve genel oya dayanan gizli seçim sistemine göre serbestçe seçilmiş üyelerden oluşan ve kendilerine karşı sorumlu yürütme organlarına sahip olabilen meclisler veya kurul toplantıları tarafından kullanılacaktır….!

Türk hükümeti Avrupa ile üyelik müzakere sürecini yürütmesine rağmen yaşadığı Kürt sorunundan dolayı bu belgenin kimi maddelerine imza atmamış, çekince koymuştur. Ulus devletlerin ana yurdu ve ihracatçısı olan AB’nin yaşadığı uzun ve sancılı deneyimlerden sonra bu noktaya gelmesi olumlu ve önemli bir gelişmedir. “AB ülkelerinin üç yüz yılı aşan ulus -devlet deneyimlerinin sonunda vardığı aşama, ulus devletlerin, demokratik özerkliği, bölgesel ulusal ve azınlıksal sorunların çözümünde en iyi çözüm modeli olarak kabul etmeleridir. Kürt sorununun çözümünde de ayrılıkçılığa ve şiddete dayanmayan tutarlı ve anlamlı olan esas yol, demokratik özerkliğin kabul edilmesinden geçmektedir. Bu yolun dışındaki tüm yollar ya sorunları ertelemeye, böylece çıkmazı derinleştirmeye; ya da sert çatışmalara ve ayrışmaya götürür. Ulusal sorunlar tarihi bu yönlü örneklerle doludur. Ulusal çatışmaların yurdu olan AB ülkelerinin son altmış yılını barış içinde zenginlik ve refahla geçirmeleri, demokratik özerkliğin kabulüyle onun bölgesel, ulusal ve azınlık sorunlarına esnek ve yaratıcı biçimde yaklaşım ve uygulamalarıyla mümkün olmuştur.” Demek ki, Türkiye’nin de kendine katılmayı hedef seçtiği AB de, yerel yönetimlerin bir biçimi olan demokratik özerkliği kabul etmekte ve böylesi yapılanmaları benimsediği demokratik değerlerin temel bir unsuru olarak görmektedir.

Kaldı ki, Türkiye’nin geçmiş tarihi de özerkliğe kapalı ve yabancı değildir. Osmanlı idare sistemi geniş özerk idari yapıya dayanıyordu. Kürt beylikleri geniş otonomiye sahiptiler. Türkiye’nin en kritik dönemi olan kurtuluş savaşı yıllarında kabul edilen 1921 sözleşmesinin muhtevası bile özü itibariyle demokratik özerkliğe yakındır ve onunla örtüşmektedir. Bu anayasasının genel esasları ve kuruluş mantığı özerk yerel idarelere dayanmaktadır. Öyle ki, anayasanın toplam 23 maddesinden 14 maddesi mahalli idarelerin kuruluş ve işleyiş esaslarına ilişkindir. Keza, Kürdistan’ın muhtariyetine dair ve TBMM’nin de 10 Şubat 1922 tarihinde müzakere edilmiş olan kanun tasarısı, Kürt toplumuna geniş özerk bir statü tanımasına rağmen Kürt milletvekilleri tarafından yetersiz bulunarak şiddetli itirazlarıyla karşılanmıştır.

Bütün bu anlatılanlardan ve argümanlardan çıkan sonuç, demokratik özerk yaşamın sadece PKK ve KCK’nin bir icadı olmadığı, toplumsal zorunluluğun ortaya çıkardığı gelişmeler sonucu çağdaş demokrasinin bir normu olarak geniş kabul gördüğüdür. Felsefik olarak da doğada tüm varlıksal yapılar özerk konum içindedirler. Hiçbir varlıksal olgu ne mutlak bağımlı ne de mutlak soyut ve bağımsızdır. Her olgusal varlık evrenselin özeliklerine bağımlı spesifik bir konum ve ilişki içinde durmaktadır. Bu diyalektik kural toplumsal olgular için de geçerlidir.

Bu kanıt ve gerçekler açıkça göstermektedir ki, demokratik özerklik istemi “devlet içinde devlet”, “devlete paralel devlet” kurma amaçlı değildir. AKP hükümeti ve ona bağlı akademik çevrelerin bu temeldeki iddiaları tümüyle dayanaktan yoksun, karalama amaçlı olup işi yokuşa sürme amaçlıdır.

Dolayısıyla, demokratik özerklik Müzakere ve çözüme açıktır. Bununla Türkiye’nin genel siyasal ve toplumsal sistemi içinde, Kürt toplumu için sistem veya statü öngörülmektedir. Yani bu taleple ne “devlet içinde devlet” ne de Türkiye’nin sosyal ve siyasal sınırları dışında bir yapılanma istenmektedir. Aksine bu taleple Türkiye‘de oluşacak yeni demokratik anayasa kapsamında, AB ve BM’nin öngördüğü evrensel haklar temelinde Kürtlerin demokratik ulus içinde yer alma hakkı dile getirilmektedir.

Kürt toplumu Türkiye’de herhangi bir azınlık grup ve kesim değildir. Soyu tüketilmiş dört yüz, beş yüz kişilik bir azınlık topluluğu da değildir. Kaldı ki, çağdaş demokratik normlara göre bir kişi dahi kalsa bir insanın kendi toplumsallığını yaşama hakkı vardır. Kürtler, Türkiye nüfusunun en az üçte birini oluşturan bir toplumdur. Yaşadığı toplumsal trajediler, fiziki ve kültürel soy kırımlar bilinmektedir. Devletin en yetkili ağızları bile Dersim de bir çırpıda elli bin insanın katledildiğini itiraf etmektedir.

Şimdi bu inkarcılığın kalkacağı, Kürtlerin halk ve toplum olarak varlıklarının tanınacağı söylenmektedir. Yeni anayasanın esas gerekçesinin bu inkarcılığı aşmak olduğu dillendirilmektedir. Elbette, yeni anayasa bu temel sorunu da çözemiyorsa, gündeme getirmenin bir anlamı yoktur.

O halde bu sorun hangi hak ve statü ile çözülecektir? Kürtlere eskiye kıyasla inkarcılığı aşan ne verilecektir? Gerçek anlamda Kürt realitesi tanınıyorsa ve bu söylem eskiden Demirel’in demagojisine benzer aldatmaya dönük değilse, varlığı kabul edilen bu toplumun kendisi hakkında karar verme hakkı tanınacak mıdır? Eğer kendini yönetme ve toplumsal haklarını kullanma hakkı tanınmayacaksa inkarcılık nasıl aşılacaktır? Varlığı nasıl kabul görmektedir? Eskiyle farkı ne olacaktır? Şimdi anayasada yanıt bulması gereken bu soruların cevapları olacaktır.

Daha iyi anlaşılması için çözüm önerileri şöyle somutlaştırılabilir:

  1. Türkiye, Avrupa yerel yönetimler özerklik şartı’nı kabul etmeli ve anayasayı yaparken bu şartnamenin taahhütlerini göz önünde bulundurmalıdır. Bu bildirgenin öngördüğü yerel yönetim ve özerklik yapılanmasını hayata geçirecek yeni idari ve hukuki düzenlemeler geliştirmelidir.
  2. Yukarıdaki düzenleme bağlamında Türkiye yirmi veya yirmi beş özerk idari bölgeye ayrılabilir. Bölge sayısı ve örgütlenmesi yeterince tartışılarak coğrafi, sosyal, ekonomik, kültürel ihtiyaçlar ve demokratik katılım dikkate alınarak düzenlemelidir.
  3. Şayet bölge özerk örgütlenmesi Türkiye’nin koşul ve ihtiyacına uygun düşmüyor deniyorsa o taktir de mevcut iller temel alınarak yerel yönetim özerkliği geliştirilmelidir. İl yönetimleri kent konseyleri ve meclisleri ile yürütme kurulları biçiminde örgütlenerek özerk yerel yönetimler olarak yapılandırılmalıdır. Bu durumda valilik kurumu da seçimle işbaşına gelebilir.
  4. İl ve ilçeler ile farklı topluluklar bir araya gelip haklı demokratik gerekçelerle bölgesel özerklik amacıyla yönetim ve kurumlaşma için irade beyan edip, başvuruda bulunduklarında bu talebin ve hakkın kullanım yolu anayasada açık tutulmalıdır. Ayrıca il, ilçe, belde ve köye kadar irili ufaklı tüm yerleşim birimlerinin her biri kendi çapında ve sınırları dahilin de demokratik yerel yönetim veya özerklik hakkına sahiptir. İsteyen her yerleşim birimi ve topluluk bu hakkını kullanabilmelidir.
  5. Azınlıkların ve inanç guruplarının özerk yönetim haklarını tanıyarak eğitim ve kültürel yapıları desteklenmeli, anayasal güvence sağlanarak demokratik ortam güçlendirilmelidir.
  6. Kürtlerin tarihsel ve demografik olarak yoğun ve bir arada yaşadıkları, resmi söylemde Doğu olarak tabir edilen Kürdistan, demokratik özerklik temelinde kendini yapılandırmalı, anayasada siyasi ve hukuki statüsü Demokratik Özerk Kürdistan Bölgesi olarak tanınmalıdır. Bu konuda gerekirse demokratik ve adil bir propaganda döneminden sonra iller bazında referandumla halkın onayına başvurulabilir. Halkı istekte bulunan yakın il ve yöreler bu özerk yapıya katılabilir. Bu yapı halk tarafından kabul gördüğünde, AB yerel yönetim ve özerklik şartnamesine göre demokratik seçimlerle işbaşına gelen özerk meclisini, yürütme kurulunu oluşturarak yönetimini ve idari yapısını oluşturmalıdır.
  7. ,Demokratik Özerk Kürdistan Bölgesinin yerel meclisi, yürütme kurulu gibi siyasi idari yapısı yeni anayasanın öngördüğü kanunlar ve sınırlar dahilin de Türkiye siyasal ve toplumsal yapısının ayrılmaz bir parçası olacaktır. Aynı zamanda Özerk Kürdistan Bölgesi genel seçimler kanunlarıyla TBMM’ne temsilci göndermelidir.
  8. Demokratik Özerk Kürdistan Bölgesinin hukuki ve siyasi statüsü belirlendikten sonra özgür ve serbest seçimlerle işbaşına gelen özerk bölgenin meclis ve yürütme kurulu, yetki sınırları dâhilinde yükleneceği hak ve görevler için anayasanın belirlediği sınırlar dâhilinde icraatlarda bulunmak için üzerine düşeni yapmalıdır. Özerk yerel yönetimin yetkileri dâhiline girebilen öz savunma, eğitim, vergilendirme, üretim, sağlık, gibi faaliyetler yine Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartnamesi dikkate alınarak ortak bir tartışma ve uzlaşı temelinde konsensüsle çözülmelidir.
  9. Demokratik Özerk Kürdistan Bölgesinde Kürt dili ve kültürünün gelişmesinin önündeki engeller kaldırılarak gerekli tüm olanaklar sunulmalıdır. Kürtçe eğitim esas alınırken, okullarda Türkçe dili ve edebiyatı da okutulmalıdır. Kamusal alanda Kürtçe-Türkçe iki resmi dil geçerli olmalıdır. Ayrıca Kürdistan’daki diğer halkların da ana dil eğitim hakkı tanınmalı ve bunun için gerekli tüm olanakların yaratılması esas alınmalıdır.
  10. Demokratik Özerk Kürdistan yapısı demokratik anayasanın öngördüğü bütün düşünce, parti, örgüt ve yapılara açık bir yapılanmadır. Türkiye genelinde geçerli ve anayasa bağlamına girebilen bütün yapılara ve örgütlenmelere açıktır. Zaten yönetim ve idari sistemi Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın öngördüğü kriterler temelinde olacaktır. Yönetimleri gizli oy açık sayım kuralarıyla seçilmiş demokratik yöntemlerle iş başına geleceklerdir. Nasıl ki İspanyanın Bask bölgesi veya İrlanda da serbest ve demokratik seçimler, örgütlenme ve ifade özgürlükleri varsa aynı sistem Demokratik Özerk Kürdistan bölgesinde de geçerli olacaktır. Nitekim KCK yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan ANF haber ajansına verdiği 11 Kasım 2011 tarihli mülakatında bunu açıkça teyit etmektedir. “…kimse toprak ya da iktidar alanı istemiyor. Demokratik Özerklik ya da Özerk Demokratik Toplum’da her şey seçimle olur. Diyelim, bir bölgede seçim oldu ve AKP kazandı. O zaman o bölgenin özerk yönetimi AKP olur. Biz “bir yeri bize verin; burada biz olacağız’ demiyoruz” demektedir.
  11. Elbette bu yapılanma ve çözüm sürecinde KCK’nin varlığı, çözüm modeli, mücadelesi ve talepleri önem taşımaktadır. KCK, Türkiye Başbakanı R. T. Erdoğan’ın dediği gibi “terör örgütü Kürt kardeşlerimin temsilcisi olamaz” denilip bir köşeye atılacak cinsten değildir. İşler o kadar kolay ve ucuz olamaz. Öyle basit olsaydı hiç kuşkusuz en az Erdoğan kadar şerir ve inkarcı olan Çiller-Güreş ekibi gibi yöneticiler bu sorunu daha rahat çözebilirlerdi. Bu davanın gerçek sahibi ne Erdoğan ne de işbirlikçileridir. Sorunu ortaya çıkaranlar ve savaşanlar kimlerse onunla çözersin deyimi bilgece bir öğüttür ve yabana atılamaz. Kuşkusuz KCK kimseden hak dilemiyor sadece olması gereken hak ve özgürlüklerin savaşını vermektedir.
  12. Kürt siyasi hareketi, geleneksel yaklaşımlardan farklıdır. Kürt sorununda ulusların kendi kaderini tahin hakkının devletçi olmayan demokratik yorumunu ifade etmektedir. Bu yaklaşım, ulusal sorunun çözümünde köklü bir dönüşüm olarak değerlendirilmelidir. Çözümü devletten pay almada görmemektedir. Kürtler için özerklik anlamında devlet peşinde değildir. Kürt siyasi hareketi, federe veya konfedere devleti hedeflemediği gibi kendi çözümü olarak da görmemektedir. Devletten beklenen temel talebi, Kürtlerin özgür iradeleriyle kendi kendini yönetme hakkını tanımasıdır. Demokratik ulusal toplum olmaya engel koymamasıdır. Bu amaçla devletle demokratik anayasa bağlamında uzlaşı aramaktadır. 13-Yeni demokratik anayasa bağlamında Kürt sorunu çözülürken PKK, KCK’nin durumu ile Sayın Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılma talepleri önemle ele alınıp çözülmesi gereken bir sorundur. A. Öcalan ile PKK, Kürt sorununun baş aktörleridir. Etle tırnak gibi Kürt sorununa bağlıdırlar. Birini çözmeden asla diğeri çözülemez. Bu nedenle Kürt sorunu yukarıda yapılan öneri ve görüşler temelinde çözülürken A. Öcalan’ın serbest bırakılması talepleri kesin değerlendirilmeli, bu temelde siyasi muhatap sorunu çözülerek sonuca gidilmelidir. Bu koşul, çözümün başında gelen olmazsa olmaz temel şartıdır. Bunun için gereken yasal düzenlemeler yapmalıdır.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.