Düşünce ve Kuram Dergisi

Ekonomi Konferansı Bileşenlerine

Demokratik Ekonomi Konferansı Hazırlık Komisyonu

Kapitalist modernite toplum-doğa-birey ilişkileri, kültür, ekonomi, siyaset, sanat ve yaşama dair daha ne varsa özünden boşaltmakta ve kendisine göre yeniden düzenlemektedir. Ekonomik soykırım, diğer soykırımlarla iç içe uygulanarak, halklar çözdürülüp köleleştirilmektedir. İmkânları, değerleri ve kendi ekonomisini yönetme hakkı gasp edilen toplum, kendisi için değil; sermaye-iktidar tekelleri için üretir ve tüketir duruma düşürülmekte. Kendi varlığı, emeği ve değerlerine yabancılaştırılıp köksüzleştirilerek, her türlü saldırı ve sömürüye karşı savunmasız duruma düşürülmektedir. Birey de, gerçekte kendisi için bir hedefi bulunmayan, iradesi ve özgüveni kırılmış, egemen sistemin istediği her yere yönlendirilebilen bir araç haline getirilmektedir.

Kürdistan’da ekonomik soykırım, inkâr-imha-asimilasyonu esas alan soykırımlarla iç içe uygulanmaktadır. Bu temelde, yaşam ve toplumsallığın tamamen parçalanması, dağıtılması ve asimile edilmesi amaç edinilmektedir. Ekonominin temeli olan tarımın ve koçerliğin tasfiyesiyle birlikte Kürtler, kendi ekonomilerinin denetimini ve bölge ekonomisi üzerindeki etkinliklerini tamamen kaybetmişlerdir. 2000’li yıllardan itibaren hedeflenen ekonomik soykırım ise fiziki, kültürel, siyasi soykırımların son evresi niteliğindedir. Kürt Hareketinin başlattığı demokratik çözüm çabalarının yarattığı çatışmasızlık ortamı istismar edilerek, ekonomik yatırım ve kalkınma adı altındaki soykırım projeleri hızla tamamlanmak istenmektedir.

Ekonomisiz bir demokratik özerkliğin, yaşaması mümkün değildir; ikisi birbirinin varlığını şart kılar. Devlet ve özel sermaye tekelciliği de, toplumun kendi ekonomisini örgütlememesi de reddedilmek durumundadır. Bu çerçevede ahlâki-politik toplumun, demokratik özerklik sistemi içinde kendi ekonomisini örgütlemesi yaşamsal önemdedir.

Ekonomi; toplumun demokratik öz-yönetimini ifade eden komün, meclis, kongre gibi birimlerle iç içe örgütlendirilerek gelişme imkânı bulacaktır. Sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel açıdan Ortadoğu ve Kürdistan jeo-kültürü, doğası gereği demokratik, komünal ve özerk yapılardan oluşur. Hemen hemen her bölgenin coğrafik özellikleri ve toplumsal-kültürel oluşumların temel karakterleri kendine özgü ve özerktir. Bu gerçeklik güncellenerek yeniden düzenlenebilirse, çığır açıcı gelişmeler ortaya çıkabilecektir.

Doğruluk, paylaşma, dayanışma, bereket, adalet gibi değerler, ağırlıklı olarak ekonomi zemininde ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede ekonomi, insanın diğer insanlar, doğa ve toplumla ilişkilerinin temel niteliğini de belirler. Ekonomi, sadece maddi üretimle değil; toplumsal yaşamın tüm alanlarıyla sıkı ilişkilidir. Demokratik-özerk ekonomi; toplumsal öz-savunma, demokratik siyaset, sağlık, eğitim, mimari, sanat, ulaşım ve iletişim gibi toplumsal yaşam alanlarını doğru örgütlendirilmesine de belirleyici katkı sunar.

Toplumsallığı dağıtan ve toplumu iradesizleştiren kapitalizmin yerine geçmesi gereken ekonomik bir sistem, demokratik-ekolojik-kadın özgürlükçü paradigmayı esas almak durumundadır. Bununla birlikte tüm ekonomik faaliyetlerde; ekolojik-ekonomik-toplumsal olma ölçüleri özenle korunur ve hiçbir gerekçeyle çiğnenemez.

Ekonomiye demokrasiyi getirmekten ziyade, ekonomiyi demokratik temelde yeniden inşa etmek daha doğrudur. Toplumun ve ekonominin demokratikleşmesi birlikte ve iç içe gelişir. Doğrudan-derin-radikal demokrasiyi esas alan bir ekonominin yönetimi, sermaye-iktidar tekellerinin egemenliğine değil; toplumun demokratik özyönetim ve öz-denetimine yol açacaktır. Toplumun belirlediği ölçüler temelinde, her insanın fiziki durumu, yetenekleri, ilgi-bilgi ve deneyimleriyle uyumlu biçimde ve mümkün olduğunca ekonomik faaliyetin tüm süreçlerine katılımı, demokratik ve verimli bir ekonomiyi ortaya çıkaracaktır. Demokratik toplum-özgür birey dengesi korununca birey, topluma ve doğaya ters düşmeyen ihtiyaçlarını yeterli biçimde temin edebilecek, zihniyet-irade ve eylemi özgürleşebilecek, fiziki-ruhsal-düşünsel yetilerini geliştirmek için yeterli imkânlara kavuşabilecektir. Ekonomi, varlıksal olarak bireysel değil; topluluk faaliyetidir. Her bir topluluk, kendi demokratik-özerk ekonomisini oluştururken, topluluklar arasında da aynı anlayış temelinde ortak ekonomik ilişkiler geliştirilmek zorundadır. Ekonomisi üzerinde öz-yönetim ve öz-denetimini sağlayan bir toplum, sadece geçim derdiyle uğraşır durumdan çıkabilecek, yaşamın diğer alanlarında da kendisini örgütleyip geliştirebilecektir.

Ekoloji üzerindeki yıkımdan ve bunun sonuçlarından, hiçbir varlığın kendisini sakınması mümkün değildir. Doğa felaketleri olduğu söylenen tahribatların çoğunun da, azami kâr hırsı ve tüketime dayalı yaşam anlayışı olduğu, bilimsel verilerle de ortaya konmaktadır. Küresel ısınma ve sera etkisi, ozon deliğinin gittikçe genişlemesi, toprağın altındaki ve üstündeki aşırı kirlenme, doğal zenginliklerin sınırsızca talan edilmesi, kıyıların ve akarsuların neredeyse kullanılamaz duruma gelmesi, sık sık yaşanan tsunamiler, depremler ve daha birçok ekolojik sorun, ekolojik sorunun geldiği boyutları izah etmektedir. Bu gerçeklik karşımızda dururken, hiçbir gerekçeyle ekonomiyi ekolojiden kopuk ele alamayız.

Yaşamın kendisi, doğada mümkün olduğuna göre elbette ki doğadaki imkânlar ekonomik anlamda da değerlendirilecektir. Ama önemli olan bunun nasıl, kimler tarafından ve ne amaçla gerçekleştirileceğidir. Yaşam kültürü nasılsa, ekonomi-ekoloji ilişkisi de ona göre olur. Doğanın kapitalist yaşam ve onun ekonomi anlayışına hizmet ettirilmesi de, doğaya ve sunduğu imkânlara faydacı ve araçsal yaklaşılması da, doğaya yabancılaşma ve tahakküm etmeyi temsil ederler. İnsanın doğaya yabancılığı; onun, kendisine ve topluma yabancılığının da göstergesidir. Doğayla uyumlu olmayan bir ekonomi kurma iddiası, yaşamın inkârı anlamına gelir.

Demokratik-özerk ekonomi; doğanın doğasına saygı duyar ve doğaya yabancılığı aşarak onunla uyumlu birlikteliği esas alır. Ekolojik faaliyetin, aynı zamanda en anlamlı ekonomik faaliyet olduğu gerçeği göz ardı edilemez. Suyun, toprağın ve yeşil dokunun korunması ve doğru değerlendirilmesi esas alınarak, bu konudaki çalışmalara büyük önem verilmesi hayatidir. Ekolojik-ekonomik toplum bilinci, örgütü ve eylemi bir bütünlük içinde ele alındıkça üretim ve kullanımdaki dengesizlik, kaynakların ihtiyaç dışı kullanımı, emek-zaman-enerji israfı, su-toprak-hava ve çevre kirliliği, doğa-toplum ve insan sağlığının bozulması gibi ekolojik yıkımların önüne geçilebilecektir. Sağlık, ulaşım, mimari, teknoloji, enerji ve toplumsal yaşamın diğer alanlarında ekolojik anlayışın esas alınmasıyla, ekolojik ekonomi yaşama geçirilebilir.

Toplumsal ekonominin gerçek yaratıcısı, yürütücüsü ve düzenleyicisi kadın olmasına rağmen devletçi uygarlık, ekonomiyi onun elinden almış ve etkisizleştirmiştir. Bu durum, aynı zamanda kadın eksenli toplumsal gerçekliğin yıkımına ve toplumsal doğanın bozulmasına yol açmış. Bununla bağlantılı olarak geliştirilen toplumsal cinsiyetçilikle, kadının hem emeği ve yaratıcılığı inkâr edilmiş, hem de inkâr edilen bu gerçeklik, her türlü kurnazlıkla sömürülmeye başlanmıştır. Kapitalist modernitenin cinsiyetçilik anlayışı, kadını; emeği, değerleri ve fiziğiyle birlikte, üstelik de demokrasi, kadın hakları, ilericilik ve gelişmişlik adı altında en ağır ve yaygın düzeyde köleleştirmektedir.

Toplumsal cinsiyetçilik temelinde kadına rol biçilerek, onu ekonominin ve yaşamın diğer alanlarından koparmanın sona erdirilmesi, vazgeçilmez öncelik olmak zorundadır. Kadın emeğinin sadece kâr getiren türünün önemsenmesi, onun varlığının ve emeğinin inkârıdır. Genelde insan, özelde de kadına ve emeğine meta olarak bakılmasına izin verilemez. Kadın özgürlükçü anlayışın yaşama geçirilmesi, ekonominin özgür eş-yaşam ilkesi üzerinde inşa edilmesiyle mümkündür. Kadının varlığı, emeği ve ürettiği değerlerin inkâr edilmesi ve sömürülmesini sona erdirmek, gerçekte kadına ait olanı açığa çıkarmak ve toplumun bu şekilde tekrar kendi doğasına dönüşünü sağlamak, ekonominin temel görevlerinden biri olarak görülmelidir. Kadının yürüttüğü tüm faaliyetlerin, aynı zamanda ekonomik faaliyet olduğu gerçeği unutulamaz. Demokratikleştirilmiş ekonomide, ana emeği başta olmak üzere kadın emeğinin kutsallığı ve belirleyiciliğine saygı duyulur.

Kapitalist modernitenin emek üzerindeki algı çarpıtmasına karşı mücadele etmek büyük önem arz eder. Emek, fiziksel-düşünsel ayrımlara tabi tutularak birbirinin karşıtı konuma getirilemeyeceği gibi, sadece maddi kârı veya güncel emeği esas almak oldukça eksiktir. Fiziksel emeği ve ücretli-işçi emeğini her şeyin merkezine koymak da, onu hiçleştirmek de kapitalizme hizmet eder. Emek-değer ilişkisini sadece maddiyatla ölçmek, insanın emek ve değere yabancılaşmasının göstergesidir. İlk oluşum anından günümüze kadarki tarih boyunca, tüm varlıkların yaşama ve yaşatma mücadelesinin ve verdikleri emeklerin, günümüzdeki toplumsal ve ekonomik değerlerin oluşumunu sağladıklarını unutmak, insanlığa ve yaşama ihanet olacaktır. Soyut-somut, zihinsel-bedensel, toplumsal-bireysel emek türlerinin bütünlüklü ele alınarak toplumsallığa katkı sunan bilinçli, örgütlü ve üretici emeği esas almak yaşamsal önemdedir.

Toplum; akrabalık, yaşam alanları, kültürel, ekonomik, siyasal veya zihinsel ortaklaşmalar temelinde örgütlendirilmiş topluluklardan oluşur. İnsan doğası toplumsal olduğundan, onun ekonomisi de bu temelde gerçekleşmektedir. Herhangi bir birey veya topluluk, tek başına yaşayamayacağına göre, hiç bir ekonomik faaliyeti de başkalarından tamamen bağımsız olarak gerçekleştirecek durumda değildir. En küçüğünden en büyüğüne kadar tüm ekonomik faaliyetler, mutlak anlamda toplulukların eseridir. Elindeki ekonomik imkanlarını doğru örgütleyebilen topluluklar, bunu güce dönüştürerek kendi ekonomilerini oluşturabilirler. Topluluk ekonomisi, genel anlamda ekonominin devlet, belli iktidar veya sermaye odakları, belli aileler veya şirketler tarafından değil de; örgütlü toplum tarafından gerçekleştirilmesi ve yönetilmesi olarak tanımlanabilir. Topluluklar, kendi içlerinde olduğu kadar, birbirleri arasında da ekonomik ilişkiler ve ortaklıklar geliştirmek durumundadırlar. Bu birliktelikler, birbirlerinin demokratik öz-yönetimleri ve özerkliklerine gerçek anlamda saygı duymakla mümkündür. Sosyal, siyasal, kültürel veya başka amaçlarla bir araya gelen her bir topluluk, kendi ekonomisini bu temelde düzenleyebileceği gibi, tarım, endüstri ve ticaretin değişik dallarında çalışan gruplar da, yürüttükleri faaliyetleri topluluk ekonomisi temelinde yeniden düzenleyebilirler.

Ekonomide kendine yeterli olamayan bir toplum, sömürü ve istismara her zaman açıktır. Kendi ihtiyacını, kendisi üretemeyip de başka yollarla temin etmeyi esas alan toplum, kendine yeterli olamaz. Bunun için de, toplumsal ve ekolojik olmak kaydıyla bir topluluğun, kendi olanaklarını en verimli şekilde işlemesi ve değerlendirmesi yaşamsal önemdedir. Ancak onun, ulaşabildiği tüm ekonomik imkânları, kendi mülkü olarak görmesi ve istediği biçimde kullanması da kabul edilemez. Çünkü toplumsal doğa, ahlâk ve adalete ters olan bu anlayış, toplulukların birbirleriyle ve doğayla ilişkilerinde istismar, iktidar ve talanı meşrulaştırma işlevi görür. Bu temelde demokratik özerk ekonomi, topluluklar arasında birlikte öz-üretimi esas alır.

Komünal ekonomide, birçok ekonomi biçimi ve örgütlenmesi yer alıp, kendilerini geliştirmelerine imkan tanınabilir. Ama burada temel ölçü, toplumun ahlâkî-politik dokularına, demokratik yapısına, toplumsal kültürü ve değerlerine karşıt olmamadır. Aksi takdirde sömürü, köleleştirme ve yağmayı güçlendirmekten başka bir durum ortaya çıkmaz.

Günümüzde tüm yönleriyle birlikte ekonomik üretim, sermaye-iktidar tekelleri tarafından belirlenmekte ve yönetilmektedir. Kapitalist modernitenin tek tipleştirme anlayışı, ekonomik üretimdeki doğallık, çeşitlilik, yerellik ve asıllığı bitirme noktasına getirmiştir. Sadece yerel-bölgesel üretimler değil; bunların ifade ettiği zihniyet, doğa, tarih ve kültür de yok edilmektedir. Bunların yerine ise, toplumsal ve ekolojik ölçülerin çiğnendiği, bağımlılığı, tüketimi ve sömürüyü güçlendiren üretim sistemi ikame edilmektedir. Bu üretim tarzı sonucunda, gerçekte ekonomik, ekolojik, etik ve estetik yanı olmayan ürünler pazarı doldurmaktadır.

Kapitalist modernitenin bu üretim tarzı reddedilerek, asıl, yerel-bölgesel üretimlerin güncelleştirilerek geliştirilmesi aciliyet arz etmektedir. Bu anlayışla uyumlu olduğu sürece geleneksel-modern, yerel-küresel, küçük-büyük ölçekli üretim tarzları, birbirlerini tamamlayacak tarzda geliştirilebilecektir. Doğru bir üretim anlayışının kilit noktası; tüm yanları ve süreçleriyle birlikte, ekonomik üretimin toplum tarafından yönetilmesidir. Tüketimi, pazarı, ihracatı veya kârı değil; insani ve toplumsal ihtiyacı merkezine alan ve bunu yaparken de ekolojiyle uyuma özen gösteren bir üretim tarzının esas alınması elzemdir. Kuşkusuz, farklı bölgelerin veya toplumların ihtiyaçlarını karşılamaya dönük üretimler olacaktır. Bununla birlikte, ekonomik üretimin farklı biçim, tarz ve dallarını, mesleki bilgi, deneyim ve uzmanlıkları; demokratik-özerk ekonomi temelinde yeniden örgütlendirmek kaçınılmazdır. Üretim standartları ve denetimi konusunda, demokratik-komünal ekonomi anlayışı temelinde yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası örgütlenmeleri oluşturmak da en önemli ihtiyaçlardan biri olarak ortaya çıkmaktadır.

Kapitalizmin, tüm sermaye, bilgi, kadro ve teknik donanımına rağmen, toplumun ekonomisi üzerinde tam egemen olabildiği ileri sürülemez. Gerçekte, ekonominin önemli bir bölümü, tekelci kapitalizmin dışında kalan ve ekonomik toplum olarak da adlandırılan kesimlerden oluşur. Dünya’nın hemen her bölgesindeki kırsal alanlarda, kır ile kent arasındaki bölgelerde ve hatta kentlerde bile bu gerçeklik, önemli oranda varlığını korumaktadır. Kapitalist modernitenin zayıf olduğu Ortadoğu ve Kürdistan’da çok yakın zamana kadar ağırlıklı olan ise geleneksel, yerel ve toplumsal ekonomidir. Ancak, tekelci kapitalizm dışındaki ekonomiler, örgütsel açıdan zayıf olduklarından sermaye-iktidar tekellerinin ağır saldırıları karşısında tasfiye olmakla yüz yüze kalmaktadırlar. Geleneksel tarım işletmeciliği, köy ve koçer ekonomileri, küçük ve orta ölçekli endüstriyel üretim, ev ekonomileri ve küçük ölçekli ticaret bu kapsamda tanımlanabilir. Bu ekonomik birimlerin güncelleştirilerek gelişimlerini sağlamak, demokratik-özerk ekonominin temel önceliği olmak durumundadır.

Tarım kültürü, özü itibariyle insanlığın temel-kök kültürü olup, sermaye-iktidar tekellerinin tüm saldırılarına rağmen toplumsallığı günümüze kadar koruyabilmiştir. Kürdistan coğrafyası ve toplumu, esasta bir tarım jeo-kültürüdür. Tarım-hayvancılık hem manevi-maddi kültürümüzün, hem de ekonomimizin temelidir. İki yüz yıl öncesine kadar Ortadoğu ve hatta Dünya’daki birçok ülkenin tarımsal ihtiyaçlarını önemli oranda karşılayan ülkemizde, kapitalizmin girişiyle birlikte bu gerçeklik alt-üst olmuştur. Tarım-hayvancılığın tasfiyesi, ekonomimizle birlikte toplumsallığımız, kültürümüz ve bizi biz eden tüm değerlerimizin de tasfiyesi demektir. Bu nedenle tarıma ve toprağa dönüş, kendi özümüze dönüştür. Doğru bir tarım anlayışı olmadan, doğru bir ekonomi örgütlendirilemez. Tüm süreçlerde doğaya ve topluma saygıyı esas alan ekolojik-ekonomik bir tarım modelini geliştirmek kaçınılmaz hale gelmiştir. Köy ile kenti birbirinin karşıtı konuma getirmeyen, ama kente bağımlı değil de; kendine yeterli, kırla şehir arasındaki dengenin sürdüğü özgün ekolojik-komünal köy modelini geliştirmek, her zamankinden daha mümkün ve zorunlu hale gelmiştir. Bu temelde, boşaltılan binlerce köy yeniden inşa edilebilecek; tarım-hayvancılık ve köy kültürüne dayalı demokratik-komünal yaşam yeniden hayat bulabilecektir. Bu çerçevede toprağa-tarıma-köye dönüşü örgütleyecek bir hareketin hızla oluşturulması elzemdir. Koçerliğin ise, ahlâki-politik toplum değerleri korunarak öz-yeterlilik ve öz-örgütlülük temelinde güncelleştirilmesi büyük önem taşımaktadır. Demokratik-özerk anlayış temelinde örgütlendirilmiş tarım-hayvancılık faaliyetleri ve buna dayalı endüstriyel üretim, ekonominin temeli olmak durumundadır.

toplumun toplum; yaşamın da yaşam olmaktan çıkarılması günümüzde en fazla, beslenme ve gıdanın kapitalistikleştirilmesiyle gerçekleştirilmektedir. Son yıllarda devlet ötesi şirketler, ulus-devletler ve devletler arası kuruluşlar gıda güvenliği ve gıda yönetimi adını verdikleri yoğun faaliyetler yürütmektedirler. Ancak bu yoğunluk, gerçekte gıda üzerindeki egemenliklerini artırarak, toplumu kendilerine daha da bağımlı hale getirme amacı taşımaktadır.

Demokratik-özek ekonomi açısından beslenme ve gıda, devletlere ve şirketlere bırakılmayacak kadar büyük önem taşımaktadır. Toplumun nasıl besleneceğine, sermaye ve iktidar güçleri değil, bizzat toplumun kendisinin karar vereceği bir sistemin tesis edilmesi, yaşamsal bir ihtiyaç haline gelmiştir. Bu temelde, en küçük topluluklardan başlayarak, toplumun kendisini bu alanda da örgütlemesi gerekmektedir. Yani, besin ve gıdayı üreten toplumun, onun tüm süreçlerini de kendisinin yönetmesi sağlanmalıdır. Endüstriyalist ve egemenlikçi temele dayanan beslenme ve gıda anlayışı reddedilerek coğrafya, iklim, toprak-su yapısı ve kültürle uyumlu yerel, bölgesel gıda üretiminin geliştirilmesine; ama her bir besinin kendine özgü lezzetinin korunmasına da özen gösterilmesi, en önemli ihtiyaçlardan biri haline gelmiştir. Uzak mesafeler arası ulaşım ve ticarete dayalı değil; komşu topluluklar ve yerleşim alanları arasındaki paylaşıma ve ticarete öncelik veren bir besin-gıda dağıtımı sistemi, daha doğru olacaktır. Gıda ve beslenme de ticaret, kâr ve egemenlik kurma amacıyla değil; toplumun ihtiyacına cevap olacak şekilde kaliteli, sağlıklı, doğal ve yeterli miktarda üretim yapılmalı. Toplumsal adalet, dayanışma ve birbirini tamamlamaya dayalı dağıtım sistemini örgütlemek gerekmektedir.

Tohumun, besin üretiminde sonucu belirleyen başlangıç olduğu görülerek, bu konuya büyük önem verilmelidir. Doğal, yerel ve otantik tohumların korunup yaygın tarımsal kültürlere dönüştürülmesi yanında, tıbbi özelliği olan endemik besinlerin yaşam alanlarının doğallıklarına uygun biçimde genişletilmesine öncelik verilmesi yaşamsal önemdedir.

Topraktaki aşırı kirlenme, tuzlanma, çölleşme ve erozyon, insanlığın karşısındaki en önemli sorunlardan biri haline gelmiştir. Toprağın tasarrufu ve kullanımındaki adaletsizlik, tarımsal arazilerin ve ormanların sistematik biçimde imara ve endüstriyalist işletmelere açılmasıyla da birleşince, telafisi mümkün olmayan bir noktaya doğru hızla gidilmektedir. Esasta tekelci kâr ve tüketime dayalı yaşam anlayışının sonucu olan bu yıkım, kısa sürede durdurulmak zorundadır. Aksi takdirde, bırakalım ekonomik amaçlı kullanımı, neredeyse ayak basılacak bir karış toprağı bulmak dahi zorlaşacaktır. Bu nedenle olsa gerek, kapitalizm topraksız tarım, denizde konut, uzay kentleri gibi projeler yoluyla, topraksız da yaşanabileceği yalanını topluma yutturmaya çalışmaktadır.

Toprağı bu yıkımdan ve talandan kurtarmak, ahlâkî ve insani bir sorumluluk olup, sadece ekonominin değil; bir bütün olarak yaşam ve insanlığın da savunulmasıdır. Ekolojik, ekonomik ve toplumsal temelde değerlendirilecek olan toprak, hem kendi doğasına tekrar kavuşup yaşamın doğal gelişim sürecine dönmesini sağlayacak, hem de en verimli ekonomik faaliyetlere kaynaklık edebilecektir. Toprağın tarım-hayvancılık, imar, endüstri ve ulaşım ve diğer amaçlarla kullanılmasına dönük ekolojik-ekonomi ve toplumsal adalet anlayışını esas alan düzenlemeler yapmak, kaçınılmaz hale gelmiştir.

Yüz milyonlarca insan sağlıklı, yeterli içme ve kullanım suyundan mahrum bırakılmakta, her yıl tarlasını ve bağını bahçesini yeterince sulayamayan milyonlarca çiftçi ve köylü iflasa sürüklenip, binlercesi intihar ettirilmektedir. Ama bunun yanında, devlet ve özel sermaye şirketleri, tekellerine aldıkları sular üzerinde kurdukları dev barajlar ve HES’ler, su ambalajlama tesisleri ve diğer su şirketleri, deniz ve ırmak kıyılarına diktikleri otel-moteller sayesinde, her yıl kârlarını geometrik biçimde artıran en başarılı ticari kuruluşlar adıyla alkışlanmaktadır.

İnsan da dahil olmak üzere tüm varlıklar için en temel yaşamsal gereksinim ve hak olan su, ticarileştirilmemesi ve kâr aracı durumuna getirilmemesi gereken değerlerin başında gelir. Bu gerçeğe bağlı kalarak, toplumun gerçek ihtiyaçlarına denk biçimde, suya adil erişimi ve doğru kullanımını sağlamak gerekir. Sermaye-iktidar tekellerinin su üzerindeki egemenliği meşru ve ahlâkî olmadığından demokratik-ekolojik-toplumsal temelde su yönetim süreçleri ve sistemini geliştirmek kaçınılmazdır. Bu da ancak yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası düzeyde politikalar, kurallar ve örgütlenmelerle gerçekleştirilebilecektir. Bu çerçevede içme, tarımsal, endüstriyel ve günlük kullanımı toplumsal ihtiyaçlar ve ekolojik temellerde belirleyen bir su dağıtım sistemi oluşturmak hayati önem taşımaktadır.

Irmak toplumları tarihin en dayanışmacı, birbirini tamamlayan, manevi ve maddi açıdan zengin kültürlerinin başında gelmişlerdir. Ancak kapitalizmle birlikte akarsular kutsallıkları, bereketleri ve işlevlerini yitirerek kâr ve egemenliğin aracı ve amacı durumuna düşürülmüşlerdir. Irmak toplumsallığı ve kültürünü güncel koşullarla yeniden yeşertmek, günümüzde insanlığın en büyük özlemlerinden birinin gerçekleşmesi demektir. Sadece akarsular değil; aynı pınar, göl ve denizleri paylaşan topluluklar da birbirini tamamlama ve paylaşım temelinde yaşamlarını örgütleyebilirler.

Devletçi uygarlık güçleri tarafından gasp edilen endüstri, kapitalist modernitede endüstriyalizme dönüştürülerek toplum ve ekonomi karşıtı konuma getirilmiştir. Toplumun sömürüsüne ve doğanın yağmalanmasına yol açan değil; ekolojik-ekonomik-toplumsal ve öz-yeterlilik temelindeki endüstri esas alınmalıdır. Tüm ekonomik faaliyetler, endüstriyel üretim konusu yapılamaz. Özellikle gıda üretimi, manevi kültür ağırlıklı yerel-otantik ve doğası gereği el emeği-göz nuruna dayalı diğer ekonomik üretimler, sağlık, eğitim, spor ve sanatın endüstriyalizm zemini olmasına müsaade edilemez. Kullanılacak teknoloji, ekolojik ve ekonomik olmakla birlikte insani ve toplumsal gelişmeye katkı sunacak nitelikte olmalıdır. Teknolojiye, yaşamı kolaylaştırma aracı olarak bakılamayacağı gibi, endüstriyel üretim ve teknolojinin yaşama hükmetmesi de kabul edilemez. Doğru olan, endüstrinin ve teknolojinin, yaşamı daha da anlamlı, zengin ve verimli kılmasıdır. Toplumsal temelde gelişmesini destekleyen teknolojilerin yaygınlaştırılması büyük önem taşır. Yaşam sistemini tahrip eden, maliyeti yüksek ve kullanımı zor olan değil; yaygın erişim ve kullanıma elverişli, maliyeti düşük, birbirlerine uyum sağlayabilen ve dönüştürülebilen, çok amaçlı, mümkün olduğunca az enerji harcayıp da azami verimli olan teknolojilerin geliştirilmesi tercih edilmek durumundadır.

Endüstri, teknoloji ve makinelerin oldukça etkili olduğu günümüzde enerji kaynaklarının kullanılmadığı bir yaşamı, düşünmek bile mümkün değildir. Enerji ile doğrudan veya dolaylı biçimde ilgili olan sorunlar, son yüzyıl içinde insanlığın karşı karşıya kaldığı en büyük sorunları oluşturdu. Enerji kaynakları üzerindeki egemenlik savaşı yanında, hangi enerji kaynağının egemen olduğu da temel sorunlardan biri olageldi. Fosil yakıt kullanımının insanlık, doğa ve bir bütün olarak yaşam üzerindeki yıkımının, kullanım faydalarıyla kıyaslanamayacak kadar yüksek olduğu kesinlik kazanmıştır. Su üzerine geliştirilen hidro-elektrik enerjisi de, ondan pek de farklı değil. Son yıllarda temiz enerji olarak yaygınlaştırılan biyo-enerji ise ekolojik, toplumsal ve ekonomik anlamda büyük tahribatlara neden olmaktadır. Bunlar dışında güneş enerjisi ve rüzgar enerjisi yöntemleri, önemli oranda yaygınlaşmış olup, giderek bu daha da artmaktadır. Ancak bu yöntemlerin de, yanlış kullanım ve yönetim tarzından dolayı önemli zararlara yol açabildiği ortaya konmaktadır. Enerji kaynaklarının tamamen sermaye-iktidar tekellerinin egemenliğinde olduğu sistemde, toplumun enerji ihtiyacı istismar edilerek hem çok büyük kârlar elde edilmekte, hem de toplum, kapitalizme daha bağımlı hale getirilmektedir. Aşırı tüketime dayalı yaşam tarzı da, enerji kaynaklarının yanlış kullanımına yol açmaktadır. Bu kaynakların yönetim, işletim ve dağıtım süreçlerinde egemen olan ekoloji karşıtlığı, doğayı ve yaşamı bitme noktasına getirmiştir. Sonuçta egemen enerji sistemi, toplumu enerjisiz bırakmaktadır.

Bu gerçeklik karşısında, enerji alanının toplumun demokratik yönetiminde olması kaçınılmaz hale gelmiştir. Böylece ne kadar enerjiye ihtiyacı olduğunu, bunları hangi yol ve yöntemlerle nasıl karşılayacağını, elde edilen enerjinin nasıl dağıtılacağını toplum kendisi belirleyebilecektir. Başta petrol olmak üzere fosil yakıtların egemenliğine mahkûm değiliz. Ekolojik ve demokratik bir yaşam tarzı, gerçekten de ekolojiyle uyumlu ve toplumun ihtiyacına cevap olabilecek enerji yöntemlerinin geliştirmesini mümkün kılmaktadır. Bu çerçevede güneş, rüzgar ve su gibi enerji yöntemlerinin, demokratik ve ekolojik temelde yeniden örgütlendirilmesi, olmazsa olmaz kabilindedir.

Tarih boyunca toplumun, hep kuşkuyla baktığı ve denetimde tutarak varlığına sınırlı biçimde izin verdiği ticaret, kapitalist modernitede ekonomik faaliyetin temel dayanağı haline getirilmiştir. Doğru olan; ticaretin toplumun denetiminde olması ve ekonomik faaliyetin sonuçlarından biri olarak ele alınmasıdır. Üretim ve kullanım arasında aracı birimlerin en aza indirildiği, spekülatif kâr marjlarının ve tek geçerli aracın para olmadığı, kullanım değerinin esas alındığı bir ticaret anlayışı toplumsal ahlâk, adalet ve kültürün gelişimine de önemli katkı sunacaktır. Ticaretin, tekelci yapılar yerine, demokratik-özerk topluluklarca yapılmasına öncelik vermek gerekir. Tek taraflı hegemonik anlaşmalar değil de, tüm tarafların meşru haklarını ve ihtiyaçlarını gözeten, ahlâki-politik topluma saygılı olan, çok taraflı adil anlaşmalar esas alınmak durumundadır. Bu çerçevede yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası alanda ticaret ağları ve örgütlenmelerinin geliştirilmelidir.

Demokratik-özerk ekonominin inşası, önce zihniyetle başlatılacak bir süreçtir. Devletçi uygarlık ve kapitalist modernitenin, toplumun zihniyeti üzerinde kurduğu egemenliğe karşı mücadele ile demokratik-toplumsal ekonomi zihniyetinin geliştirilmesi iç içe olmalıdır. Bunun için köklü ve kapsamlı bir akademik çalışmanın yaşamsal gereklilik olduğu anlaşılmaktadır. Ekonomi akademisi, sadece ekonomi zihniyetini geliştirme değil, aynı zamanda bunun örgütlendirilmesi ve hayata geçirilmesinde de öncülük yapmak durumundadır. Ekonomiyle ilgili tüm konuların akademi kapsamında ele alınıp çözümler üretilmesi; bunun için okuldan tutalım da ön-uygulama merkezlerine kadar birçok örgütlenmeye acil ihtiyaç vardır.

Toplum, ekonomik alanda sıfırdan başlayarak kendisini örgütleme durumuyla karşı karşıya değildir. Ahlâki-politik toplumun ekonomik alanında, kültür ve değerleriyle birlikte, bir de çok önemli deneyimler, önderlikler ve örgütlü mücadeleleri ortaya çıkmıştır. İlk buğdayı eken adsız kutsal ana-kadından, günümüzdeki demokratik kooperatiflere kadarki birçok toplumsal mücadele, demokratik modernite ekonomisinin bizzat kendisidir. Günümüzde bile toplumsal yaşam ve ekonominin büyük bir kısmı; komün ekonomisi, köy ekonomileri, dernek, oda, sendika, birlik, vakıf, kooperatif, ev ekonomisi, küçük ve orta ölçekli üreticiler, küçük ölçekli ticaret gibi örgütlenmelerden oluşmaktadır. Tekel dışı olan bu yapılar, ahlakî-politik toplumun ekonomisi kapsamındadır. Burada gerekli olan, bu yapıların demokratik-özerk ekonomi anlayışı temelinde; demokratik-özerk-komünal ve konfederal tarzda yeniden örgütlenmeleri ve dönüşümlerini sağlamaktır. Aynı anlayış temelinde yeni ekonomik komünlerin ve kooperatiflerin örgütlendirilmeleri de yaşamsal öneme sahiptir. Toplumun doğasında zaten var olan ve günümüzde de önemli oranda korunan ortak yaşam değerleri güçlendirilmelidir. İmece, festival, ortak ekim-hasat ve paylaşım etkinlikleri gibi gelenekler, daha toplumsal ve güncel formlarda örgütlendirilerek yaygınlaştırılmalıdır. Dini ve kültürel bayramlar ve önemli günler de aynı anlayışla değerlendirilebilir. Konutlar, ekonomik üretim birimleri, sosyal-kültürel mekânlar ve faaliyetler ile ulaşım sistemleri toplumsal yaşam kültürünü güçlendirecek biçimde düzenlenmelidir.

Kooperatif, bir topluluğun veya toplumun emeğini, yeteneklerini ve elindeki ekonomik imkânları birleştirerek yaşamsal ihtiyaçlarını temin ettiği, ürettiği; ürettiği değerleri de herkesin ihtiyacına göre adil biçimde dağıttığı bir örgütlenme olarak tanımlanabilir. Kooperatif, toplumsal temelde en verimli ekonomik örgütlenme olmanın yanı sıra, ekonomik faaliyetlerde demokratik öz-yönetimin gelişmesine de büyük katkı sunar. Günümüze kadarki kooperatif deneyimlerinin ekolojik-ekonomik ve toplumsal olan yanlarını savunup güncellemekle birlikte, herhangi bir kooperatif modelinin tam olarak esas alınması veya uyarlanması, ihtiyacı karşılamaktan uzak kalır. Her yerde ve her koşulda aynı tarzda uygulanacak bir kooperatif modeli dayatılamaz. Kooperatif, demokratik-özerk ekonominin temel birimlerinden biridir. Ama aynı zamanda da toplumun, kendi ahlâki-politik niteliklerini geliştirmeleri ve ekonomilerini sermaye-iktidar tekelleri karşısında savunmalarını sağlayan sosyo-ekonomik bir örgütlenmedir. Toplulukların kültürel ve ekonomik durumları, yaşadıkları bölgenin coğrafik-iklimsel koşulları, ihtiyaçlar, ekonomik faaliyetin niteliği ve niceliğiyle uyumlu olan, değişik kapsam, işlev ve biçimde kooperatifler örgütlendirilebilir.

Belediyeler, esasta toplumun binlerce yıllık topluluk temeline dayanan öz-yönetim ve yerel demokrasi geleneğinin günümüzdeki taşıyıcısı rolüne sahiptirler. Ancak, kapitalist modernitenin, bu yapıları entegre ederek, bunlar yoluyla kendi egemenliğini en küçük ve ücra alanlara bile taşırma amacı taşıdığı, anlaşılmak zorundadır. Temel yanlışlık, bu mevcut belediyecilik anlayışının sorgulanmaması ve dönüştürülmesi mücadelesinin verilmemesidir. Belediyelerin, dar anlamda siyasi örgütlenmeler veya ihale-istihdam zemini olarak ele alınmaları da aynı anlamdadır.

Bizde ise bugüne kadarki belediye pratiklerimizin, yerel yönetim anlayışımızı temsil etmediği ortadadır. Halkın, son yerel seçimlerdeki tavrının da bu konuda son uyarı olarak okunması büyük önem taşımaktadır.

Beslenme sorunları, barınaksızlık ve işsizlik yanında, kriminal vakalardaki tırmanış ile toplumsal ahlâk ve adaletin aşınması, Kürdistan kentlerini neredeyse yaşanamaz duruma getirmiştir. Belediyeler, doğrudan veya dolaylı biçimde ekonomiyle ilgili bu sorunları çözmesi gereken kurumların başında gelmektedirler. Yani, her bir belediye resmi veya meşru sorumlusu olduğu alandaki alt-üst yapı, temizlik, yerel ulaşım konularından olduğu kadar, ekonomiden de sorumlu olduğunu görmesi gerekir. Bu çerçevede, ellerindeki maddi olanak, kadro, bilgi ve teknik potansiyeli demokratik-özerk ekonomi anlayışı temelinde değerlendirmemeleri, hiçbir gerekçeyle meşru ve haklı gösterilemez.

Yerel ulaşım ağının örgütlendirilmesi, kent mimarisinin düzenlenmesi, temizlik, sağlık, kültür, eğitim, sanat gibi kurumsal faaliyetler ve bunlarla ilgili gereksinimlerin karşılanmasında ihale veya şirket türü yöntemler ve araçların toplumsal, ekolojik ve ekonomik yanları olduğu iddia edilemez. Belediyelerin, bu konularda demokratik-özerk ekonominin yöntem ve araçlarını esas almaları vazgeçilmezdir. Belediye hizmetleri olarak tanımlanan tüm faaliyetlerin, toplumun demokratik katılımı ve denetimi temelinde, bizzat toplumla birlikte yürütülmesi, demokratik yerel yönetim anlayışının temel göstergesidir. Yerel yönetim birimlerinin öz-yeterlilik ve öz-üretim temelinde komün, kooperatif, birlik, dernek türü örgütlenmelerle bu anlayışı hayata geçirmeleri önünde ciddi bir engel olduğu öne sürülemez. Yaşam alanı olmaktan çıkarılmış olan kentlerin, tekrar kendi özlerine uygun biçimde dönüştürülmeleri gerektiği açıktır. Bunun için de doğal, tarihi ve kültürel dokularına uygun biçimde yeninden düzenlenmleri de belediyelerin sorumluluk alanına girmektedir.

Belediye kanunlarındaki son değişiklikler ve yeni Büyükşehir Belediye yasası, büyük önem taşımaktadır. Belediyelerin, özellikle mali olmak üzere birçok konuda avantajları olacağı öne sürülmektedir. Gerçekte ise durumun oldukça farklıdır. Büyükşehir sınırları içindeki köylerin ve beldelerin mahalleye dönüştürülmeleri, belediyelerin yükümlülüklerini daha da artırarak, altından kalkamayacakları bir duruma sokabilecektir. Ama bu düzenlemelerle esasta, tarım-hayvancılık kültürü ve toplumunun bitirilmesi yolunda büyük mesafe alınması hesaplanmaktadır. Kendi yaşamını, toprağını ve kültürünü koruyamaz duruma getirilen köylü, çiftçi ve koçer, kentlerdeki işçiler ve işsizler kitlesine katılacaktır. Su, toprak, köy ve yaylalar başta olmak üzere, tüm değerleriyle birlikte tarım-hayvancılık, yerli-yabancı tekellerin egemenliğine alınabilecektir. Bu düzenlemelerle, belediyelerin kendilerini finanse edebileceği belirtilen faaliyetler ise, maddi getirisiyle karşılaştırılamayacak kadar ekolojik ve toplumsal zararlara yola açabilecektir. Bu gerçeklik karşısında duyarlı, tutarlı ve kararlı bir mücadele ile, geri dönüşü mümkün olmayan zararların önüne geçmek hayati önemde olup bu da, belediyelerin demokratik-özerk ekonomiyi başarıyla hayata geçirmesiyle mümkün olacaktır.

Aile, bir toplumsal birim olmaktan çıkarılarak devletçi zihniyet, yapılanma ve ilişkilerin en temel kurumlarından biri durumuna düşürülmüştür. Bu haliyle aile, ekonominin ekonomi olmaktan çıkarılmasında da büyük rol sahibi kılınmıştır. Kadın yönetimindeki verimli ev ekonomisi gitmiş; yerine ise sömürü, köleleşme ve gasp etmeye dayalı bir mekanizma ikame edilmiştir. Kadın, ev ekonomisinin tamamına yakınını gerçekleştirmesine rağmen bu inkâr edilmekte ve yarattığı değerlere el konulmaktadır. Bununla birlikte benliği ve fiziğine yönelik sürekli şiddete dayalı bir kadere de mahkûm edilmektedir. Çocuğun, mevcut ev ekonomisindeki durumu da kadınınkine benzerdir. Her türlü angarya işe ve hizmete koşturulmakta, yetmeyince de daha 9-10 yaşlarında işçileştirilmektedir. Dışarıdaki sermaye ve iktidar tekelinin ailedeki temsili ise erkektir. En az katıldığı ev ekonomisinin yönetim tekeli, ondadır. Aileyi ve ev ekonomisini, düşürüldüğü bu durumdan kurtarmak, özgür-eş yaşam temelinde yeniden düzenlemek, demokratik-özerk ekonominin temel önceliklerinden biri olmak zorundadır.

Kapitalizmin devletçi ve özel biçimleri ile bunların kurumlarının ekonomi üzerindeki etkinlikleri bilinmektedir. Bu gerçeklik karşısında; kapitalizm ve onun örgütlenmelerine bağlı olmanın da, onlarla hiç ilişki geliştirmemenin de gerçekçi yanı yoktur. Belirleyici olan, bu ilişkilenmenin nasıl ve hangi düzeyde olacağıdır. Varlığını ve gelişimini tanıdıkları oranda demokratik-özerk ekonomi, bu yapılanmalarla ilişki geliştirebilir. Ancak bunu yaparken temel ölçü; tekelcilik, hegemonya, bağımlılık, istismar, sömürü, adaletsizlik, doğa karşıtlığı gibi anlayış ve uygulamaları içeren veya bunlara yol açan ilişkileri reddetmektir.

Kürdistan’daki özgürlük ve demokrasi mücadelesi, soykırımlarla toplumun tasfiye edilmesi ve doğanın talanını durdurmuş, toplumsal bilinç, irade ve direnci yeniden canlandırarak sömürgeciliğin tam hakimiyetini engellemiştir. Bu açıdan demokratik-özerk ekonominin gerçek anlamı, bir ekonomi olmanın çok daha ötesinde olup, Kürdistan toplumunun, varlığını, özgürlüğünü ve değerlerini korumasının güvencesidir.

Ekonomi, varlıksal olarak toplum ve yaşamla özdeş olup; insanlığın beslenme, barınma, ulaşım, korunma gibi temel gereksinimlerine yüz binlerce yıl boyunca ideal çözümler bulan bir faaliyet olmuştur. Ancak nasıl oldu da, ekonomi üzerinden insan kendisi, toplum ve doğa karşıtı konuma getirildi?

Kadınlar, köylüler, koçerler, zanaatçılar ve diğer tüm gerçek ekonomistler, nasıl oluyor da ekonomiden dışlanıyor; ekonomi dışı olanlar ise ekonomiyi bilen ve yöneten olabiliyorlar?

Toplumsal doğa işsizliği, açta-açıkta kalmayı tanımazken, nasıl oluyor da bilim ve tekniğin muazzam geliştiği bir çağda açlık, yoksulluk ve işsizlik, milyarlarca insanın kaderi olarak görülebiliyor?

İlk buğdayın; ilk tahılların, baklagillerin ve sebze-meyvelerin ekilip biçildiği, hayvanların ilk evcilleştirildiği; insanlığın anayurdu olan Bereketli Hilal ve Kürdistan, nasıl oluyor da ”NAN’IN VATANINDA NANSIZ” ve ekonomisiz bırakılıyor; gerçekleşmiş cennet, günümüzde cehennem olarak karşımıza çıkarılabiliyor?

Demokratik özerk-ekonomi tüm bu sorulara, sadece bu bölge ve halkları açısından değil; aynı zamanda başta Ortadoğu olmak üzere tüm insanlık açısından çözüm bulma iddiası ve ideası taşımaktadır.

Son on yıllardaki diriliş ve özgürleşme mücadelesi, ekonomik soykırımı ve güncel uygulamalarını önemli oranda boşa çıkardığı gibi, toplumun kendi ekonomisini bu temelde inşa edebilmesi için yeterli bilinç ve örgütlenme de yaratabilmiştir.

Günümüzde demokratik-özerk ekonomiyi örgütlemek ve hayata geçirmek hem mümkün hem de ertelenemez ahlâkî sorumluluktur.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.