Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Ulusun Mülkiyet Anlayışı

Aysun Genç

İnsanlar toplumu oluşturur ama toplum da aynı zamanda insanları oluşturur; onlar farkında olmasa ya da reddetse dahi onları şekillendirir. Ahlakı toplumsal düzlemdeki anlam bütünlüğü olarak ele alırsak, mülkiyetin bu anlam bütününün dışına düşmek olduğu sonucuna varırız. Mülkiyet anlamsızlıktır. Toplum-kırımdır. Kötülüktür. Bencilliktir. ‘Ben’ olan bencil de olabilir mi? İnsan, benliği olmadan bir hiç olacağına göre, bencillik özsel bir hususiyet midir? Kötülük olarak tanımladığımız mülkiyet özsel midir? Zekânın gelişiminin mülkiyetin gelişimiyle bir bağlantısı var mıdır? Neolitik kültür mülkiyete kapı aralar mı? Mülkiyet olgusu, bugün insan varlığına öyle çok benimsetilmiştir ki, neredeyse insan özünün ilksel özelliklerinden biri olarak sayılacak düzeydedir. Hâkim kapitalist modernite insanının, varoluş olgusunu mülkiyetsiz düşünebilmesi devrim niteliğinde bir adımdır. Zekânın oluşumu, olmayan şeyi zihinde var kıldıysa, bugün de olduğunu sanıp zihnine yerleştirdiği şeyi zihinden silmek de aynı devrimsel karakterdedir.

Sümer rahip devletinde rahipler, mülkiyet olgusunu kolektifleştirerek toplum adına kullanmış, kendilerini de yalanlar üzerine konumlandırmış ve o konumu koruyacak güçte yapılandırmışlardır. Genelde erkek bireylerden oluşan şamanlığın gelişmesi, kolektifleştirilen bu mülkiyetin kişi denetimine alınarak özelleşmesini getirmiştir. Rahip denetimli kolektif mülkiyetin özel mülkiyete dönüşmesi kolay olmadığı gibi zor da değildir. Kolay değildir, çünkü geçiş dönemi oldukça uzun sürmüş, büyük savaşlar verilmiş, ardından Babil yıkıntıları ve bir de Marduk-Tiamat gibi unutulmaz imgeler bırakmıştır bugüne. Paradoksal olarak zor da değildir çünkü mülkiyet, zihinlerde var olduktan sonra yaşamın somutunda yer bulması zor değildir. Mülkiyetin hanedan somutunda özelleşmesi de hanedanın kendi hanedanlığını oluşturarak, bunu giderek darlaştırmasına ve aile sınırlarına çekmesine kapı aralamıştır. “Hanedanlık klandan daha büyük, bilincine varılmış, mülkiyeti tanımış ilk geniş aile kurumudur”[1]

Mülkiyet anlayışının özelleşmesi toplumun parçalanmasıyla doğru orantılıdır. Toprak yaratıldığında üzerinde sınır çizgileri, tel örgüler yoktu. Sınır taşlarını insanlar taşıyıp getirmişlerdi, tel örgülerin yanı başına. Toprağı bölmek gibi bir şeyi de ancak kendi doğal ve özgür akışından sapmış olan insanlar yapabilecekti. Mülkiyet konusuna yönelik rahatsızlıklar, genel olarak toprağın sadece birilerinin kullanımına alınmasına karşı gelişmiştir. Nesneleri kullanma hakkı ile toprağı kullanma hakkının nasıl dengelenmesi gerektiği konusu da bu anlamda önem kazanmaktadır. Hiyerarşik devletçi sistemin gelişmesiyle birlikte toplum parçalandıkça toprak da parçalanmakta ve parçalanan toplum bireyleri arasında sahiplenilmektedir. Bunun oluşabilmesi, erkeğin kadın üzerindeki hâkimiyetinin artmasını dayatmak demektir. Hanedan ailesinin oluşması ve toplumun diğer kesimlerinden ayrışması için güçlü erkeğin çocuklarının, toplumun diğer kesimlerinin çocuklarından ayrılması şarttır. Bu durum, erkeğin baba rolünün ortaya çıkmasını getirmiştir. Burada babalık olgusunun sosyal ya da biyolojik kökenli değil; sömürü ve uygarlık çıkışlı olduğu yönünde görüş belirtmiş oluyoruz. ‘Aile reisliği’ olgusunun somutlaştığı babalık olgusu, özelleşen mülkiyetin korunması ve dar aile sınırlarında sahiplenilebilmesi için güçlü erkeğe yardımcı olmaktadır.

Dar aileyi oluşturan ve toplumu bu kadar parçalayanın ne olduğu sorusuna başta Jineoloji olmak üzere tüm toplumbilimlerin bir cevap oluşturması gerekir. Güçlü ve kurnaz erkek, gasp, hırsızlık, yalan ve hile ile edindiği özel mülkiyetin sınırlarını kesinleştirmek ve mirasını güvenceye almak için toplum bütünlüğüne sürekli saldırmıştır. Bu saldırılar sürekli bir parçalamayı dayatmaktadır. Önce geniş aile olan hanedanın, giderek dar ailenin oluşumu da bu saldırıların bir sonucudur. Toplumu parçalamayan Ana, teyze ve dayı olgularının ana kültürü olarak karşısına baba olgusunun çıkarılması, çocukların teyze ve dayı olgularından soyutlanması, baba soyunun esas alınarak her doğan çocuğun analık kültüründen koparılması ve baba etrafında geliştirilen yeni aile tipine bağlanması; tam bir toplum-kırımdır. Bu toplum-kırım, özel mülkiyetin bir sonucu olarak gelişmiştir.

“Babalık kavramı çok sonradan ortaya çıkan bir sosyal ilişki olup, uzun aşamalar boyunca toplum bu kavramdan yoksundur. Miras kurumu ve mülkiyet düzeni ortaya çıktıktan sonra ataerkilliğe bağlı olarak gelişir. Çocukların aidiyeti ve dayılık, yani ana-kardeşliği daha erken ortaya çıkan kavramlardır. Besin toplayıcılığı ve sınırlı ölçüde avcılık, maddi ihtiyaçları giderme biçimleridir. Klanın üyesi olmak yaşamın en önemli güvencesidir. Klan toplumundan dışlanmak veya tekleşmek büyük ihtimalle ölümle sonuçlanırdı. Klana sağlam bir toplum çekirdeği olarak bakmak gerçekçidir. Toplumun en asli biçimidir.”[2]

 

Devleti Mayalayan Sınıf ise Mayayı Yaratan Özel Mülkiyettir

Hayatın hangi alanına bakarsak bakalım özel mülkiyetin parçalayıcılığını, dağıtıcılığını ve bozgunculuğunu görürüz. Özel mülkiyet arttıkça bu anti toplumcu eylemler de ona paralel olarak artar. Çünkü özel mülkiyet edinmek isteyen, edindiği şeyi korumak da isteyecektir. Toplumun tamamı bir kişinin mülkiyetini korumak gibi bir gafleti yaşamayacağından öncelikli olarak bu özel mülkiyetin kan yoluyla güvenceye alınması sağlanmaya çalışılacaktır. Bunun yapılması için, yapan kişilerin köleleştirilmesi gerekir. Öyle ki, bir markete saldırmak, bir kadına saldırmaktan daha ağır bir suç olarak görülmektedir. Çünkü markete saldırmak tekellere, sömürgecilere ve nihayetinde devlete saldırmaktır. Kadına saldırmak ise erkek egemenlikli zihniyetle örülen devleti güçlendiren bir eylem kategorisine girdiğinden, devletler ve devlet geleneğindeki tüm kurum-kişiler tarafından desteklenmektedir. Devlet, çıkarları gereği neyi koruyacağını iyi bilmektedir. Devlet zihniyetinde, ambalajdakini korumak, ambalaja girmeyen ve her an sunum halinde tutulanı korumaktan yeğ görülmektedir. Sınırsız özel mülkiyetin kurumlaşması olan bankalar ve tekeller, bugün en güçlü aile olan devlet tarafından korunmaktadır. Ulus-devletlerin hanedanlıkların ardılı olduğu düşünüldükçe bu konu daha net anlaşılmaktadır. Hanedanlıkların başka bir formu olan aileler, olağan sosyal gelişimin bir dönemi olarak ortaya çıkmadı. Analık kültürüne saldırdıkça kültürel toplum daraltıldı. Tüm kadınların biraradalığına karşı düşmanlık geliştirildikçe, daha az sayıda kadının özgücünden soyutlanmış bir şekilde yer alacağı toplumsal şekillenmeler oluşturuldu. Ama ondan önce kadına ve kadın değerlerine vahşi saldırılar yapıldı. Dar aile tipinin ortaya çıkışını, kadına ve doğurucu analık değerlerine saldırıların bir sonucu olarak görmek yanlış değildir.

Analık kültürünün kolektif mülkiyeti karşısında güçlü ve kurnaz erkeğin özel mülkiyeti gelişince, yani topluma ait olan topraklar, otlaklar, ekim alanları parçalanınca insan yaşamı da bu parçalara göre düzenlenmeye zorlandı. Önce zihinler parçalandı. Sonra toprak parçalandı. Toprak parçalandıktan sonra parçalanmalar durmadı: Ürünler parçalandı, değerler parçalandı ve ondan sonra bu parçaların sahipleri olan toplum parçalandı. Örgüsüne sınıflaşmanın sızdırıldığı toplum bileşenleri birbirinden koparıldı ve kadın kültürü giderek dağılmaya zorlandı. Bu parçalanmada kadın, alt sınıf olarak toplumun en gerisine itildi.

Uygarlığın temeli olarak belirlenen sınıf, devlet ve kent olgularının çıkışı özel mülkiyete dayanır. Özel mülkiyet çıktığı için sınıflaşma ortaya çıkmıştır. İktidarlar her zaman sınıf üretirler. Sınıfların ortadan kalkmaması için her şeyi yaparlar. Sınıflar yokmuş gibi davranmak, sınıfsız toplum çığlıkları atmak da sınıfların varlığını koruma amacına kilitlenmekle eşdeğerdir. Bir yerde iktidar varsa, o yerde kesinlikle sınıflar vardır. İktidarın sunduğu, koruduğu ve sürekliliğini sağladığı her neyse, ona göre sınıflar yaratması da kaçınılmazdır. Özel mülkiyet ortaya çıktığı için toplum sınıflara ayrılmıştır. Özel mülkiyet ortaya çıktığı için toplum sınıflaşmaktan öte, giderek parçalanmıştır. Toplum bütünselliğinin parçalanmasıyla oluşturulduğu için, aile, en derin sınıfsallıktır. Çıkış itibariyle bu böyledir. Yine özel mülkiyet var olduğu için oluşan sınıfların en üst kısımları devleti oluşturmuşlardır. Devleti mayalayan sınıftır. Maya nedir, nereden gelir, nasıl temin edilir? Devleti mayalayan sınıf ise, mayayı yaratan özel mülkiyettir.

“Sınıflaşmanın esas özü artan artık-ürün üzerindeki tasarruf biçimiyle başta toprak olmak üzere üretim araçları üzerindeki gasp ve özel mülkiyettir. Her zaman söylendiği gibi bir hırsızlık olan mülkiyet toplumdan çalınmış değerlerdir. Devlet örgütlenmesi esas olarak bu mülkiyetin korunması ve artık-ürün toplamının sahiplerine dağıtılmasının kolektif aracıdır; örgütlenmiş mülk, artık-ürün ve artık-değer sahipliğidir.”[3]

Kapitalizm, diğer devletçi uygarlık güçlerinden farklı olarak özel ve devlet kökenli mülkiyeti meşrulaştırmakla kalmamış, aynı zamanda kendi sisteminin temeli olarak belirlemiş ve bunu da dünyaya savaş açarcasına ilan etmiştir. Kimi yapılanmalar ya da ülkeler, devlet mülkiyetini kolektif mülkiyet olarak yansıtsalar da özünde bu büyük bir yalandır. Devlet mülkiyeti özel mülkiyetin yoğunlaştırılmış halidir. Kişilere ait olan özel mülkiyetten daha derinleşmiş bir mülkiyet ağı vardır devlet mülkiyetinde. Bir insan, komşusunun özel mülkiyeti olan bahçeye girebilir, ‘komşuluk hakkı’ diye bir şey vardır halk arasında. Ama devlet mülkiyetindeki alanlara, arazilere asla giremez. Girse kendini mahkemede bulur. Devlet, hemen kendi mülkiyetini korumak için oluşturduğu hukuk sistemini devreye koyar. Öyle bir korku yaratılmıştır ki, insanlar tanrı korkusu denilebilecek korkudan daha derin bir yaptırımla karşı karşıya olduklarını bir an dahi unutmazlar. Bu durum, devlet mülkiyetinin fazlasıyla yoğunlaştırılmış, güvenlik tedbiri alınmış ve ihlal edilmesinin yoğun cezai yaptırımlara bağlanmış olmasıyla ilgilidir. Toplumun elinden çalınanlar, “toplum adına” olduğu yalanıyla topluma karşı silah haline getirilmiştir. Egemenliğin “kayıtsız şartsız milletin olduğu” yalanı da bu zihniyetin ürünüdür.

“Ulus-devletin sınır anlayışı, sözde vatanı nasıl koruduğunun göstergesi olarak bir kült, bir ibadet gibi işlenir. Özünde ise, en geliştirilmiş ve genelleştirilmiş bir mülkiyet sınırıdır. Mülkiyetin en geliştirilmiş biçimidir; bir tarlanın etrafının çitlenmesiyle başlayan mülkiyet tarihinin vardığı en son aşamadır.”[4]

Bugün ulus-devlet iktidarının propagandası karşısında insanların gösterdiği refleks inanmamakla birlikte korku ve çaresizlik göstermektir. İnanmadığı tanrıdan korkmaktan daha derin bir kölelik mümkün müdür? Toplumun elinden alınanlar o kadar büyüktür ve savunması da o kadar güçlüdür ki, toplum kendini bir hiç gibi görür. Toplumlara yoğun değersizlik duygusu verilerek insanların “değer” (sahte) olarak addedilenlere sarılması sağlanır. Buna rağmen toplumunmuş gibi yansıtılan ‘vatan, millet, bayrak’ vb. değerlerin ördüğü milliyetçilik ideolojisiyle yoğrularak bir zihniyet işgaliyle sistem tamamlanmaya çalışılır. Tüm bu eylemler, toplumsal değerler içinde ahlaksızlık olarak değerlendirilmesine rağmen, devlet bir bütün ahlaksızlık üzerine kurulu olduğundan, bu eylemler hiçbir toplum odaklı tanıma sığdırılamaz. Hepsinin kök hücresi özel mülkiyettir. “Ekonominin özel mülkiyete ve devlet mülkiyetine konu olması, bana göre artık-değerin ve daha önceleri artık-ürünün dışında bir gasp ve hırsızlık olarak değerlendirilebilir. Toplumun temel dokusu olarak ekonominin, özel ve devletsel olanı dâhil, tüm mülkiyetleşme biçimleri ahlâksızcadır; gasp ve hırsızlık konusuna girer. Nasıl ki bir insanın kalbini veya başka bir organını özelleştirmek ve devletleştirmek anlamsızsa veya çok sakıncalıysa, ekonomi için de aynı şey geçerlidir.”[5]

Bugün bazı dinlerin çokça yüceltmesine rağmen ticaretin komünal, demokratik, ahlaki-politik toplumlarca hoş görülmemesi, hatta kurnazlık, aşırı hesap-kitap, çıkar, hile ya da benzer negatif bir davranışın tüccarlık olarak addedilmesi, ahlaki-politik toplum özünün ticarete bakışını gösterir. Ticaret, komünal toplumlarca hor görülmektedir. Şeylerin kullanım değeri dışında metalaşmasının özünde kabullenilmediği bu durum, hiyerarşik devletçi uygarlık yılları boyunca olumlanarak bugüne kadar gelmiştir. Ticaret, bugün kapitalizmin finans-kapital anlayışı karşısında sütten çıkmış ak kaşık gibi görülse de, ticaretin kökeninde kâr sağlamak, tüccarın amacında da kendi özel mülkiyetini büyütmek vardır ve bu da komünal toplum algısına terstir. Suçlu addederek tutukladığı yabancıları para karşılığında vatandaşı oldukları ülkeye vererek insan ticaretinin en alenisini yapan devletlerin ahlaki olmadığını tekrar belirtmeye gerek yoktur.

Kürdistan’da at hırsızlığının bile ticaret kadar ahlak dışı görülmediği bilinmektedir. Çerçilik ise zaten ticaret sayılmamaktadır. Çünkü çerçilerin köylerdeki ihtiyaçları bilmesi, verecekleri karşılığında alacaklarını senet sepete bağlamaması ya da olmazsa olmaza dönüştürmemesi ahlaki toplumun yansımalarıdır. Çerçilikte alan ile veren arasında bir insani ilişki vardır ve bu ilişki bir tanışıklık durumu yaratır. Bir ortaklık yaratır ve bu ruh yaşamın tamamına yansır. İki insan arasındaki anlamlı ilişki bir toplum yaratır. İlişkilenmesiyle toplumsallık yaratan insan kendini yüceltir. Tabi bugün her şey değişmiş ve kapitalist tekellerin çarkları arasında can çekişir hale gelmiştir. Hiçbir duygu kırıntısı oluşmadan insanların dahi alınıp satıldığı kapitalist sistemde, duygulardan bahsetmek gibi bir hataya düşmeyeceğiz. Çünkü bu çağda metalaşmaktan kurtulan hiçbir şey yoktur. İnsan bedeni, duygu ve düşünceleri de dâhil her şey parçalanarak sektörel saldırıya maruz kalmaktadır. Bu durum, özel mülkiyetin en şiddetli kurumlaşması olan kapitalizmin temel varlık koşulunun metalaşmak olduğunu bir kez daha göstermektedir. Metalaşmanın olmadığı dönemler, insan yaşamının en uzun süre olarak adlandırılan ve toplumsal zemininin sağlamlığından ötürü oldukça uzun süre yaşanan bir zihniyet yapılanmasının olduğu dönemleridir.

“…neolitik toplumun ideolojik ve maddi kültür öğeleri arasında yaşamı tehdit edecek ve çatışmaya götürecek hususların ağırlıklı olarak özellikle kuruluş ve kurumlaşma aşamasında oluşmadığı anlaşılabilir. Toplumsal ahlâk buna fırsat vermemektedir. Toplumsal çatlağa yol açan temel etken olan özel mülkiyet gelişme fırsatı bulamamaktadır. Bununla bağlantılı diğer bir konu olan cinsiyetler arasındaki işbölümü de henüz mülkiyet ve zor ilişkisini tanımamaktadır. Ayrıca ortak çalışmanın ürünü olan besin elde etmede de özel mülkiyet söz konusu değildir. Tüm bu hususlarda hacim ve sayı olarak büyümemiş toplulukların birbirleriyle sıkı bağ içinde ortak ideolojik ve maddi kültürleri söz konusudur. Özel mülkiyet ve zor bu yapıyı bozacağından hayati bir tehlike olarak görülmekte, paylaşım ve dayanışma ahlâklarının temel kuralı olarak toplumu ayakta tutan temel ilke olmaktadır.”[6]

Tarım-köy toplumunda da tarım malzemeleri, hayvanlar ve diğer yaşam malzemelerinin topluluk aidiyeti vardır; ama bu, bugün bizim karşı karşıya olduğumuz özel mülkiyet kapsamında değildir. Mülkiyetin olmadığı yaşam biçimlerini bir kaos olarak adlandırmak tam da kapitalist modernitenin yarattığı zihniyetin ürünüdür. Tabi ki neolitik kültürde yaşamı oluşturan aletlerin korunması, tamir edilmesi, düzenli kullanılması, işlevsiz olanlarının yerine yenilerinin temin edilmesi gibi konuların büyük bir disiplin içinde olduğu bilinmektedir. Öyle olmasaydı o aletler hala köylerimizde kullanılır olur muydu? Ortak mülkiyet bu anlamıyla zor olduğu kadar, başarıldığında güçlü bir yaşam oluşturmaktadır. Bu malzemeler, insanlar için yaşamı yaratan temel yaşam parçalarıdır ve kutsallık derecesinde ele alınmaktadırlar.

İnsan yaşamını oluşturan ve kullanım değeri taşıyan her şey anlamlıdır. Kendisi olarak bir anlamdır, nesnelleşmemiş, metalaşmamıştır. Şeyleri metalaştıran bir düşünsel zemin yoktur ve animizm de bunun zihinsel yansımasıdır. Kürdistan’da bazı bölgelerde hayvanlarla iç içe yaşamın hala sürdüğü bilinmektedir. Zihniyet düzleminde Kürdistanîliğin Batısına gidildikçe gerilik olarak tanımlanan bu yaşam kalıntılarının gücü karşısında şaşmamak mümkün değildir. Bu yaşam, on binlerce yıl süregelmiş ve en son kapitalizmin saldırılarına rağmen hayatta kalmış olan doğal toplumun kalıntılarıdır. Aynı zamanda gurur duyulacak şeylerdir. Evrendeki her bir varlığın kendisi kadar var olma hakkı olduğu bilinciyle yaşamak, büyük bir anlam yüküyle yaşamaktır. Canlı hayvanların canlı olarak değil de yemeklik et olarak görülmesi bir sistem hastalığıdır. Her can, her şeyden önce bir candır. Ve neolitikte nesneleşme olmadığından bu ilke canlıdır. Kürdistan’da her bir koyuna, ineğe ya da diğer hayvanlara tek tek isim verilmesi de bu sürecin henüz yok olmamış etkilerini göstermektedir.

Tarihsel gelişimi, önce devlet mülkiyetinin geliştiğini, yanılsamalı bir kolektif mülkiyet algısı yaratarak kendini topluma kabul ettirdiğini, zihniyete yerleştikten sonra da özel mülkiyet olarak minimize olduğunu ve kapitalizmle birlikte tüm topluma sızdırıldığını bizlere göstermektedir. Bugün birkaç devleti satın alabilecek kadar zengin tekellerin, ailelerin ya da kişilerin olması, özel mülkiyetin devlet mülkiyetini yuttuğunu göstermektedir. Artık rahiplerin kolektif olmak gibi bir gerekçeye ihtiyaçları eskisinden daha azdır. Kapitalist sistemde bireyciliğin şahlanması özel mülkiyetin de insan gerçeğine derinlemesine dayatılması anlamına gelmektedir. Obezite, özel mülkiyet anlayışının zirvesidir. Özel mülkiyet algısı öyle bir düzeye gelmiştir ki, insanlar tüm dünyayı yiyip yutmak istemektedir. Özel mülkiyetin tuzağından kurtulamayan sistem-içileşen insan, tüm dünyayı çalmaya çalışarak Proudhon’u doğrulamaktadır. Her şeyi kendi beden sınırlarına dâhil etse dahi doymamaktadır insanlar.

İnsanın ölümünün çoktan gerçekleştiği söylenmişti. O halde, iktidarların cesetler üzerinde sürdürüldüğü bir çağdayız. Proudhon’un mülkiyeti hırsızlık olarak tanımladığını belirtmiştik. Anarşist düşünür aynı zamanda, hiçbir güç ya da özelliğin mülkiyeti meşrulaştıramayacağını da öne sürer. Özelde toprak mülkiyeti üzerinde durarak bu belirlemeleri yaptığını da eklemek gerekir. Toprağı ve denizi aynı değerde ele alır. Hiçbir balıkçı balık tuttuğu denizi kendisinin saymayacağı gibi hiçbir çiftçi ya da başka kimsenin de ürün aldığı toprağı kendisinin sayamayacağını belirtir. Yaklaşımını ‘ürünler üzerindeki hak özel, üretim araçları üzerindeki hak ise kamusaldır.’ ilkesine bağlar.

Proudhon’un dile getirdiği ilkelerin komünal yaşam için yeterli olup olmadığını tartışmak, demokratik modernite sistemimiz açısından bir zorunluluktur ve balık tutan ama deniz üzerinde mülkiyet hakkı iddia etme absürtlüğüne düşmeyen denizci gibi yaşamayı tüm toplum bireylerine, tüm toplumsal alanlarda kavratacak bir zihniyet çalışması yürütmek gerekmektedir. Proudhon, insanın çalışması ve yaşaması için gerek duyduğu ev, toprak ve araçları kontrol etme hakkına karşı çıkmaz; hatta bunu özgürlük için gerekli temel taş olarak değerlendirir. Bundan dolayı da bunu tahrip etmeyi hedeflediği için komünizmi eleştirir. Bireysel mülkiyeti yasaklamış, kolektif mülkiyet olmayı başaramamış ve en nihayetinde de devlet mülkiyetini aşamamış olan reel sosyalizm deneyi, insanlık açısından büyük derslerle doludur. Sistemin çöküşünü anlatan filmlerdeki karakterler abartılmış da olsa, insan gerçeğinin aynılaşmaya, benzeşmeye ve tek tipleşmeye hangi renkte olursa olsun karşı çıktığını göstermektedir. Olması gereken, sistem kurup salt o sistemi korumaya çalışmak değildir. Olması gereken insan yaşamının anlamlı olması için sistem kurmak ve anlam akışına göre sistemsel düzenlemeler yapabilmektir.

Gerçek anlamda topluluk mülkiyetinin oluşturulması, özgür toplum zihniyetiyle ve buna denk bir ekonomi yaklaşımıyla mümkündür. Birey ve toplum dengesinin optimal olarak sağlanması, mülkiyet dengesinin sağlanmasına da yardımcı olacaktır. Öncelikle yoksulluk, fakirlik, zenginlik, mülksüzlük gibi kavramların yeniden ele alınarak toplum zihniyetindeki hiyerarşik, sınıfsal, devletçi algılar ortadan kaldırılmalıdır. Mülksüzlük, bir yoksunluk olarak görülmemeli, bunu gerçekleştirecek zihniyet çalışmaları yapılmalıdır.

İnsan yaşamının asgari ihtiyaçları giderilerek insanların muhtaç konumda kalmamasını sağlayacak ekonomik düzenlemeler olmalıdır. Kapitalist modernitenin öncülüğünü yapan ülkelerin dünyayı nasıl öğüterek tükettiğine ve artıklarının da üçüncü dünya ülkelerine atıldığına dair istatistiklerin zihniyetlerden çıkarılmasını sağlayacak keskinlikte ekonomik devrimler şarttır. Mülkiyet dengesini sağlamak, bu konudaki uçurumları ortadan kaldırmakla mümkündür.

Mülkiyete karşı çıkmak için önce metalaşmaya karşı çıkmak gerekir. İnsanın metalaşmasına-nesneleşmesine karşı çıkmak şarttır. Metalaşmak mülkiyet nesnesi olmaktır. Bununla birlikte, bizlere rahatlığı salık verse de toplumsallığın rahatsız ediciliğini seçmeye kendini zorlamak gerekir. Kapitalizmin sonsuz rehavet sunması tam bir sistem tuzağıdır. Rahatına düşkünlük deyimindeki gibi rahatın “düşürücü” yanını bilmek ve düşmeme mücadelesi vermek gerekir. Bu konuda Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler adlı ütopik kurgu romanına bakılabilir.

Özel mülkiyetin ve birikimin insanları taşınmaz mallar hikâyesiyle bulundukları yerlere bağladığı gerçeği karşısında birikim yapmamaya, yaşamı hareketli kılmaya çalışmak gerekir. Göçerlikte özel mülkiyet yoktur. Sürekli hareket edildiği için özel mülkiyet edinmeye ters bir yaşam vardır.

 

Mülksüzleştirme Hareketi

Mülkiyet hırsızlıktır. Bugün en büyük hırsızlar sistem içerisinde en itibarlı kişiler olmaktadır. Bu sistemin ahlaksızlığı yüceltişi, sistem gerçeğiyle örtüşmektedir. Buna karşın onların elinden en küçük bir değerin alınması büyük ahlaksızlık addedilmektedir. Hırsızlığın savunulacak bir yanı yoktur. Ama hiçbir ekmek hırsızlığı, büyük denizlerin, büyük kıtaların ve dünyamızın biz demokratik uygarlık güçlerinin elinden haksız bir şekilde alınmasını, çalınması suçunu gölgede bırakamaz. Devletçi sistemin bir bütün olarak ahlak-dışılık sayesinde var olduğu bilinci bizleri devlet içindeki ahlak-dışı addedilen durumları tekrar tekrar sorgulamaya yöneltmektedir. Bugün her gün TV ekranlarından insanlar teşhir edilmekte ve sistem kendi yarattığı suç fenomenleriyle, suçluları vizyona taşıyarak kendi suçluluğunu gizlemeye çalışmaktadır. Hırsızlık kötü bir şey olduğu için mülkiyet hırsızlık olarak addedilmektedir ve eğer birilerinin elindeki değerin onlara ait olmadığı düşünülüyorsa, bu hırsızlık yaparak ifade bulacak ya da engellenecek bir davranış değildir. Tekelci kapitalist sömürü sisteminin orta ve küçük işletmeleri, dükkânları ve satış merkezlerini silip süpürdüğü zinciri güvenlik şirketleriyle başa baş çalışmaktadır. Devlet içinde devlet kurulması diyebiliriz buna. Değerleri biriktirenler yanı başına sivil askerler dikerek kendi mallarını korumaya almaktadır. Bu sıkı güvenlik durumunu bile bile her yıl binlerce insan ‘hırsızlık’ yapmaktadır. Örneğin bir kentteki kuyumcu ve marketlere girerek bir yıl içinde hırsızlık yapanlar bu yıl yapmasalar ve bunlar toplansa biraz düşünse ve bir yöntem geliştirse nasıl olur? Diye-lim ki bu, bin ya da beş bin kişi olsa, bu kişiler öyle kameralara el sallayarak bir şeyler çalıp gideceklerine ve üstelik de birkaç gün sonra yakalanacaklarına, birleşip bir mülksüzleştirme hareketi başlatsalar nasıl olur?

Ateşi çalanlardan ateşi yeniden çalmak, Prometeus’u yarı tanrı yapmadı mı? Tüm maddi ve manevi değerlerimizi çalanların ellerinden bu değerleri almak için örgütlenmek gereklidir, yoksa geç kalınmaktadır. Bir vicdani ret hareketi gibi mülksüzleştirme hareketi kurulmalıdır. Ancak böyle olursa, tek başına bu sistemi reddeden ve marjinal gruplar denilerek yok sayılan kişiler, gerçekten olmaları gereken yerde olurlar. Hırsızlığın onur kırıcılığı karşısında aynı şeyi yapmaktansa, toplumun tamamına ait olan değerlerin topluma teslim edilmesi yönünde toplumsal ve güçlü adımlar atmak, oldukça özgürlükçü ve politik bir eylem niteliği taşımaktadır. Amaç toplumu hırsızlığa teşvik etmek değildir. Yapılanların sadece kişisel yıpranmalar yaratan durumlar olduğunu göstermek, eşitsizliği ve ihtiyaçları gidermenin doğru yollarını, doğru ve örgütlü yollarını aramaya teşvik etmektir.

 

Demokratik Ulusun Mülkiyet Anlayışı

Tüm bu düşünsel egzersizler ışığında demokratik modernitenin, demokratik ulusun mülkiyet anlayışını ortaya koymak, doğru bir rota oluşturmak açısından gerekli olmaktadır. Demokratik ulus anlayışının mülkiyet ilkelerini kısa maddeler halinde belirtecek olursak ilk akla gelen başlıklar şöyledir:

–           Metalaşma karşıtıdır,

–           Tekelleşme karşıtıdır,

–           Kâra dayanmaz,

–           Birikimi reddeder,

–           İhtiyaçları karşılamaya odaklanır,

–           Ekoloji ilkesini esas alır,

–           Ana kadın kültürünü öncü bilir,

–           Emeğin sömürü aracı olmasını reddeder,

–           Kom-komün-komünaliteyi esas alır,

–           Pazar olgusunu benimser,

–           Parayı temel ekonomik araç olmaktan çıkarır,

–           Yaratıcı verimliliği esas alır,

–           Ekonominin hegemonyaya dönüşmesini reddeder,

–           İnsan yaşamıyla bağlantılı olan her şeye bütünlük ilkesine göre yaklaşır,

Demokratik ulus anlayışı ekseninde daha da çoğaltabileceğimiz bu hususlar için ilk etapta ilkeler düzeyinde bu başlıklar dile getirilebilir. Demokratik ulus, özünde ekonominin temelinde tekellerin yer almasını reddeder. Kazancın tekelleşmesinin toplumun kökenine saldırı olduğu ilkesinden hareketle, tekel dışı kazancı kabul edilebilir bulur.

Asgari toplumsal ihtiyaçların ekolojiye uyumlu olarak giderilmesi amacıyla tarımsal, ticari ve endüstriyel aktivitelerin gerçekleştirilmesini öngörür. Pazar karşıtı kapitalizmin tersine, pazarın olması gerektiğini savunur. Pazardaki yaratıcı-verimlilik sınırlarındaki rekabetçi rolü inkâr etmeden pazarın serbest alış veriş imkânları yaratmasını önemli görür. Demokratik ulusun mülkiyet anlayışı her şeyden önce verimlilik ilkesine bağlıdır. Aşırı kâra endekslenen tekelciliğin tam tersine, kârı ilk hedef olarak belirlemeyen, ihtiyaçların karşılanması ve verimliliği esas alan bir mülkiyet anlayışına açıktır.

Demokratik ulus ekonominin temelde toplulukların işi olduğu ilkesinden hareket eder. Komünal yaşamın temelinin de bu şekilde oluşturulduğu açıktır. On kişilik de olabilecek yüz kişilik de olabilecek olan toplulukların kendi ekonomilerini oluşturabileceği bir sistem, demokratik ulus anlayışının temelinde yer alır. Küçük ya da büyük grupların ahlaki politik toplum ilkeleri temelinde yürütecekleri ekonomik faaliyetler demokratik ulus kapsamındadır. Bu anlamıyla demokratik ulusun ekonomisi gruplara dayandığından kendi içinde bir demokratik birlik oluşturmaktadır. Verimliliği sağlayan küçük grupların süreklilik hakları vardır. Aynı şekilde verimliliği sağlayan ve tekelleşmeyen, kâr hırsına teslim olmayan, tüm kazancı yanında bir toplumsallık ilkesi gözeten büyük grupların da süreklilik hakları korunmaktadır.  Bencilliği önlemenin tek güvencesi toplumsallık ilkesinin hassasiyetle korunması olacaktır.

“Demokratik modernitedeki ekonomik birimlerde mülkiyet önemini yitirir ve ikinci planda kalır. Mülkiyet elbette ilkelere uygun tasarrufta bulunan topluluklara ait olacaktır. Ne aile ne de devlet mülkiyeti modern ekonomiye yanıt oluşturabilir. Hiyerarşik dönemden kalma devlete ve aileye özgü mülkiyet kapitalist modernitede bile varlığını sürdüremez durumdadır. Hatta şirketler bile ekonomik gerekçelerin zorlaması nedeniyle gittikçe çalışanların ortak mülkiyetine girmektedir. Fakat yine de mülkiyet normlarını birbirlerinden kalın çizgilerle ayırmamak gerekir. Tıpkı iki uygarlık sistemi iç içe yaşadıkları gibi, mülkiyet sistemleri de uzun süre iç içeliğini koruyacaktır. Topluluk mülkiyetinde aile mülkiyeti varlığını koruduğu gibi, devletin de varlığı etkisini ve payını sürdürecektir. Önemli olan çevreye, üretkenliğe, işsizliğe yanıt olabilecek esnek mülkiyet normlarına açık olmaktır. Bireyin varlığına, özgürlüğüne, iyilik ve güzelliğine hizmet edecek her tasarruf mülkiyet de olsa değerlidir. Fakat topluluksuz bu değerler oluşamayacağına göre, bu sorunları optimal sınırlar dahilinde çözmek yine en doğrusudur. Demokratik modernite, tarih boyunca komünal varlığını hiçbir zaman yitirmemiş topluluk temelli mülkiyeti modern koşullarda yeniden ahlâki ve politik toplumun temeline yerleştirerek tarihsel rolünü bu konuda da başarıyla oynayabilecek durumdadır.”[7]

Demokratik ulusun ekonomi anlayışı komünlerle oluşturulacaktır. Mevcut mülkiyet düzenlemesinin hiçbir adalet, vicdan, toplumsallık, ahlak ve insanlık ölçüsüne sığmadığı bilinmektedir. Bunun giderilmesi için yeni bir mülkiyet düzenlemesi şarttır. Başta toprağın bu derece parçalanmışlığı giderilmek zorundadır. Santim santim bölünerek metre hesaplarına vurulmuş toprağın bereketi kalmayacağını “Ürünleri sayınca bereketi kaçar, ölçüye giren ürünün tadı olmaz” diyen analarımız çoktan bildirmişlerdir. Toprağın bunca parçalanmışlıktan kurtulması için sadece devlet mülkiyetinin gözden geçirilmesi ya da değiştirilmesi yetmeyecektir. Bunun için en temelde yapılması gereken şey toplum zihniyetinde köklü değişimler yapmaktır. Ailelerin parçalanmasına ve darlaşmasına paralel parçalanan toprağı bu durumdan kurtarmak için mevcut aile yapısının yeniden ele alınması bir zorunluluktur. Bir toprak ağasının birkaç köye sahiplik etmesi ne kadar yanlışsa, bir köyün toprağının bin aile somutunda bin parçaya bölünmesi de yanlıştır. Topluluklara kullanım hakkı veren toprak ve üretim araçları mülkiyetinin geliştirilmesi demokratik ulusun temel hedeflerindendir. Toprak üzerindeki topluluk mülkiyeti, birlikte yaşamayı unutmakla yüz yüze kalmış olan insanları yeniden birlikte yaşamaya yöneltecek, yeni-özgür toplumun oluşmasının adımlarını atacaktır.

 

[1] Abdullah ÖCALAN-DEMOKRATİK UYGARLIK MANİFESTOSU-4.Cilt
[2] Abdullah ÖCALAN-DEMOKRATİK UYGARLIK MANİFESTOSU-2.Cilt
[3] Abdullah ÖCALAN-DEMOKRATİK UYGARLIK MANİFESTOSU-1.Cilt
[4] Abdullah ÖCALAN-DEMOKRATİK UYGARLIK MANİFESTOSU-5.Cilt
[5] Abdullah ÖCALAN-DEMOKRATİK UYGARLIK MANİFESTOSU-1.Cilt
[6] Abdullah ÖCALAN-DEMOKRATİK UYGARLIK MANİFESTOSU-1.Cilt
[7] Abdullah ÖCALAN-DEMOKRATİK UYGARLIK MANİFESTOSU-3.Cilt
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.