Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Konfederalizmde Eğitim Sistemi

Harun Şikaki

Eğitim süreci insanın toplumsallaşmasıyla başlayan, insanın toplumsal yaşam içerisinde kişilik ve benlik oluşumuyla sürdürülen toplumsal bir durumu ifade eder. Aklın kullanımı ve insan doğası arasındaki ilişki ve çelişkiler temel edinimler ve arayışlardandır.

İnsan için birçok tanımın yapıldığını biliyoruz. Doğruya yakın olarak gördüğümüz tanımlardan biri; “biyo, psiko ve sosyal bir varlık” tanımlanmasıdır. Her ne kadar insanın doğasını çevresi belirler denilse de, insan sosyal bir varlıktır ve toplumsallaşma insanların yetenek ve şekillenme biçimini ortaya çıkarır. Ama biliyoruz ki her bir insan eşsiz yetenek ve özgünlüklere sahiptir. İnsan sürü içine katılan, kalabalıklar içinde kaybolan bir varlık değildir. Aksine birey-insan-toplum ilişkileri diyalektiktir ve karşılıklı alma verme temelinde gelişir.

Dolayısıyla şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki insanın en temel vasfı sosyal, yani toplumsal bir varlık olmasıdır. İnsanın toplumsallaşma serüveni aynı zamanda bir eğitim sürecidir. Bu bakımdan da şunu ifade edebiliriz; eğitim olgusu bireyin toplumsallaşması ile başlayan bir olgudur ve varlığı kadar da bir süreci ifade eder. Bu anlamda süreç, bir eylemler dizisi olarak peş peşe devam eden, bir hedefe doğru kesintisiz olarak suren ve sonsuza dek işleyen bir durumu tanımlar. İnsanın toplumsal serüveni ve eğitimle olan ilişkisi bu anlamıyla bir süreç durumunu ifade eder. İnsanın insanlaşmasıyla-toplumsallaşmayla- başlayan ve bu yolculuğun kesintisiz akışıyla devam edecek olan bir yolculuktur söz konusu olan. Bunun bir nihayete ulaşmasını, bir son noktaya varmasını beklemek veya statik bir olguymuş gibi yaklaşmak yanlış olur. Tersine, toplumsal tarih statikliği değil akışkanlığı ve değişkenliği ifade eder. İnsan zihninin en tartışılmaz karakteri de yeniliklere açık ve akışkan olma özelliğidir.

Bu bağlamda insan bilinçli bir zihinsel sürece sahip olduğu için istençli bir varlıktır. İnsan, eylemlerinin sonuçlarını istençle yoğrulmuş öngörü ve bilinç ile seçebilir. İnsan eylemleri ve iradesi tarihin devindirici gücüdür. Tabi bu tarih ve toplum kavrayışıyla-felsefesiyle ilgili bir durumdur. Tarih insan ve toplumları yaratamaz ve yönetemez, tarihin yapıcıları insan ve toplumlardır. Ama bu ilişki tek düze-statik bir ilişki değil, diyalektik bir ilişki biçimidir. Biz tarihi yapılandırırken tarih de bizi; toplumsallığımızı yapılandırır. İnsan tarihin salt bir nesnesi değildir; nesnesi olduğu kadar öznesi-yapıcısıdır da.

Eğitim, insan olma ve toplumsallaşma sürecinde tamamlayıcı bir boyut olarak işlev görür. Bu anlamda eğitimi, süreç tamamlayıcı bir biçimde, henüz bitmemiş, yetkinleşmemiş bir varlık olarak insanın kendisini inşa süreci olarak ele almak gerekiyor. Tarihsel bir olgu olan insan, tarihsel olmayan öteki canlı varlıkların tersine kendini bitmemiş, yetkinleşmemiş olarak bilir. “Bitmemişlik ve farkındalık”, yalnızca insana ve topluma özgü bir ifade formu olarak, eğitimin köklerinde bulunur. İnsanın tamamlanmamış, bitmemiş; sürekli inşa halindeki yapısı ve karakteri gereği yeni alışkanlıklar, değişimler ve dönüşümler olarak akar gelir.  Bu bakımdan da eğitim bir toplumsal yapılandırma ve inşa faaliyeti olarak süreklileştiğinde bir anlam kazanabilir.

İnsan ve insanın toplumsallaşma süreci varoluşsal olarak özgürdür. İnsanın biçimlendirilme süreci olarak eğitim, toplumsal varoluşun bir devamı olarak; özgürlüğün kazanılması ve korunması olarak da tanımlanabilir. Özgür olmayı ön planda tutan, her türlü mutlakıyet ilişkisini ret eden, insan ve toplum ilişkileri temelinde gelişen eğitim özgür toplumun temel kurucu unsurlarındandır. Bu bakımdan eğitim, amaçsal değişimlerin ve araçsal dönüşümlerin sağlanması bakımından yürütülen ortak zihniyet çalışmasıdır. Toplumsal özgürlük, eşitlik ve ortak aklın oluşumu bakımından bu bir zorunluluğu ifade eder. Dolayısıyla karakteri gereği toplumsal eğitim, bir tahakküm aracı değildir. Hele hele devletçi egemenliklerde olduğu gibi ezber ve yalan gerçeği hiç değildir.

Devletçi gelenek devletin ihtiyaç duyduğu insana göre şekillenmiştir. Amaç basit bir üretim aracı imal etmekse veya bir makineyi kullanmaksa eğitimin anlamı da o kadardır. Dahası devletçi gelenek eğitimi, ulus-devletin ihtiyaçlarıyla doğrudan kurgular. Bu anlamıyla tamamen ezbere dayalıdır ve öz-bilince olanak sunmaz. Dolayısıyla devletçi eğitim özgürlükçü değildir.

Özgürlük bilincinin kazanılması ancak mücadele ile elde edilir. Mücadele etmeyen, gerektiğinde yaşamını ortaya koymayan kişiler kuşkusuz birey olarak tanımlanabilir; fakat bu bireyler, bağımsız birer öz-bilinç olarak tanımlanamazlar. Özgürleşme bilincinin oluşmasının önündeki en büyük bariyerlerden biri sömürgeci baskı ve ezme gerçekliğidir. Sömürgeci gerçeklik insanın içindeki özgürlük bilincini maniple eder ve işlevsel açıdan insanı evcilleştirir. Sömürgeci baskı, zulüm ve esaretten kurtulmak için ayağa kalkmak ve ona karşı çıkmak öz bilinç gerektirir. Toplumsal eğitim bu anlamıyla öz bilinç ve zihniyet oluşturma çalışmasıdır. Özgürleştirme eylemi bir kavrama ve istenç anını zorunlu olarak gerektirir. Özgür benlik, irade ve kavrayış olmadan eylem oluşmaz. Ama bu tür eylem anları kavrama ve istenç anlarından önce gelir. Eylem önce bir hazırlık süreci işlevini görür, sonra da tarih süreci içerisinde etkili olmayı ve kendisini tarih içerisinde sürdürmeyi başarır. Eylem kendisiyle bir tarihsel anı, bilinci oluşturur; an ve bilinç ise eylemselleşir. Bu tarihin diyalektik yasasıdır. Buna karşı sömürgeci egemenlik tarihsellikten kopuk yapısıyla mekanik bir biçimde kendini sürdürmek ister. Bağımlılık ilişkilerine daha büyük bağımlılıklar yaratarak, baskı ve şiddettin dozunu artırarak kendisini sürdürmek ister. Özgürlük mücadelesi ve eylemi, bu bağımlı ilişkiyi egemenlerin zayıf bir noktası olarak ele alır, düşünce ve eylem gücüyle onu özgürleşme ve iradeleşmeye dönüştürmesini bilir. Tarihin hiçbir döneminde özgürlük bir armağan olarak verilmemiştir, tam aksine mücadele ve bilinçle alınmıştır. Özgürleşme mücadelesini bu anlamıyla bir insanlaşma mücadelesi olarak ele almak gerekir. Tarihsel gerçekliğin bize her zaman hatırda tutmamızı emrettiği bir gerçeklik; ezilenlerin ve sömürülenlerin özgürleşmesi aynı zamanda insanlığın özgürleşmesi olduğu yönündedir. Dolayısıyla, hiç kimse tek başına ve kendi kişisel çabasıyla kendisini özgürleştiremeyeceği gibi, başkaları tarafından da özgürleştirilemez. İnsani bir edim olan özgürleşme eylemi mücadelesiz ve bedelsiz başarıya ulaşamaz.

 

Ulus-Devlet İçin Eğitim İdeolojik Propaganda Aracıdır

Sömürgecilik “eğitim ve medeniyet getiriyorum” yalanı altında halkların ve bireylerin düşüncesini ve muhakeme kabiliyetlerini zayıflatmış, iradesiz, itaatkâr birer kul-köle olarak yetiştirmeyi esas almıştır. Kendisine bağladığı bu iradesiz ve itaatkâr kul- köleleri sonsuza dek yönetmek istemiştir. Ulus-devletin örnek birey-yurttaş olarak istediği tip bu tiptir. Fakat meşruluğu tartışılır bir otorite olarak ulus-devletin yönetsel etkinliğine yardımcı bir araç olarak eğitimin bu karakterinden kurtarılması gereklidir. Bu, üzerinde hassasiyetle düşünülmesi gereken bir konudur; çünkü söz konusu olan insan özgürlüğüdür. Eğitimin ulus-devletin elinde aldığı karakterle, otoritenin elinde bulunan ve otoritenin onu keyfi olarak kullandığı bir araç haline gelir. Bu bakımdan ulus-devlet paradigmasıyla gelişen eğitim sistemi insan ve toplum özgürlüğü için son derece sakıncalıdır.

Ulus-devlet eğitimi toplumsal aklın özgür bilinç yolundaki arayış ve kavrayışını çarpıtarak farklı alanlara kanalize eder. Eğitim politikaları devletin elinde bir manipülasyon aracı olarak topluma karşı açıkça geliştirilir ve toplum maniple edilir. Bu durum devlet ve iktidar aygıtlarının elinde oldukça elverişli bir araçtır. Sümer tapınağındaki rahip icadı olan bu elverişli araç günümüzde amacından milim sapmadan ulus-devletin elinde ilkokuldan üniversiteye kadar korkunç bir öğütme mekanizması olarak çok etkili kullanılmaktadır. Bu mekanizmanın meşruluğu dahi tartışılır olan ulus-devlet gibi şüpheli bir kurumun eline verilmesi, üzerinde çok düşünülmesi ve tartışılması gereken bir noktadır. Toplumsal eğitim gibi hassas bir konuda görev sahiplenilmeyip devlet ve iktidar sahiplerinin insafına bırakılırsa bu güçler bu durumu kendi çıkarları için kullanmaktan hiç çekinmeyeceklerdir. Bu bağlamda ulus-devlet toplumsal eğitimi egemen ideolojinin propaganda aracı haline getirmekten geri durmayacaktır. Bunu yaparken toplumu kendi sınıfsal ve ideolojik çıkarları temelinde maniple ederek, kendi eğitimini “toplumsal ortak iyinin ve gelişmenin” kaynağı olarak dayatacaktır. Bu şekilde maniplatif eğitim yoluyla toplumun öz bilinci ve özgürlüğü elinden alınır, kapasitesi sınırlandırılarak tutsak kılınır. Bu sebeple genel anlamda devletin, özel olarak ulus-devletin “ulusal eğitim projesini” egemenlerin topluma karşı bir entrikası ve zorlaması olarak ele almak gerekiyor.

Her tarihsel dönem, hasımlarıyla diyalektik etkileşim ve ilişki içinde toplumsallığa yönelen fikirlerin, düşüncelerin, kavramların, umutların, kuşkuların, değerlerin ve meydan okumaların iç içe geçmişliğiyle gelişir. Bu fikirlerin, düşüncelerin, kavramların, umutların, kuşkuların ve değerlerin yeniden yaratılması bir devrimsel durumu ifade eder. Fakat aynı zamanda insanın insanlaşma, özgürleşme ve toplumsallaşmasının da önünü kesen, engelleyen gerici duruş ve eylemlerde bu tarihsel dönemlerde baş gösterirler. Bu kesimler kendilerine karşıt antitez olarak çıkan devrimci güçlere karşı ölüm kalım mücadelesi verirler. Ama bu karşıtlık durumları devrimin yerine getirilmesi gereken görevlerini de işaret etmektedir. Bu anlamıyla tarihsel ve toplumsal olay ve olgular asla rastgele, yalıtılmış bir şekilde; bağımsız, bağlantısız ve statik olgular olarak gelişmez. Tarihsel olaylar daima karşıtlarıyla ilişki ve çelişkiler temelinde diyalektik bir şekilde karşıtlık ve zıtlık içinde gelişir.

İnsan dönüştürücü ve yaratıcı bir varlıktır. Bu yaratıcı ve dönüştürücü öz, zaman zaman tek bir insanda somutlaşıp eyleme dönüşse de esas olarak tarihsel toplum birikiminin bir kişide somutlaşmış durumu olduğunu unutmayalım. Bunun da toplumsal birikim, deney ve tecrübelerin sonucu olduğunu iyi bilmek gerekiyor. Toplumsal deney, tecrübe ve birikimler de ancak toplumsal eğitim yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılır. Toplumsal eğitimin kurumsal formu okullaşmadır. Okulu sadece bir mekân olarak düşünmemek gerekiyor. Okul bir mekân olabileceği gibi; bir cemaat, tarikat, din insanları; filozoflar, devrim önderleri ve peygamberler vb. de olabilir. Tarihte bunun çokça örnekleri mevcuttur. Hristiyanlık, Yahudilik, İslamiyet birer okuldurlar; aynı zamanda Aristoteles, Platon, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed, Aydınlanma düşünürleri ve filozofları, Marks vb. hareket ve şahsiyetler de birer okul ve ekoldurlar. Bu tür kişi, yapı ve kurumlar kendileriyle birlikte yeni düşünce, fikir ve zihniyet oluşturdukları için, toplumsal gerçekliklerle sürekli ilişki ve çelişki içinde yaşarlar. Sadece eski sosyal gerçekliği eleştirmekle yetinmezler, eski sosyal kurumlar, fikirler ve kavramlarla iç içe yaşayarak kendi sosyal, siyasal, kuramsal; fikirsel ve kavramsal sentezlerini yaratarak topluma taşımayı başarmışlardır. Tarihteki bilgelerin kulübeleri, tasavvuftaki ocaklar, antik Yunan filozoflarının akademileri devlet dışı toplumsal şekillenme yerleri olmuştur.

Sürekli praksisler içinde aynı zamanda hem tarihi yaratırlar, hem de tarihsel- sosyal kurumlar oluştururlar. Zamanı geçmiş, bugün ve gelecek olarak üç boyut halinde tasnif etiğimizde, tarihi okullaşma süreçlerini de geçmiş, bugün ve gelecek olarak ele alabiliriz. Tarihteki insanların yaratımları bakımından, içinde dönemsel insan yaratımlarının vücuda geldiği, sürekli praksisler ve dönüşümler süreci olarak ele almak mümkündür. Tarihin bu dönemsel birimleri, içinde insanların sıkışıp kaldıkları durağan, kapalı zaman aralıkları değildir, aksine değişken, çok olasılıklı ve akışkan zaman süreleridirler. Tarih süreleri değişken ve akışkan özellikte olmayıp, statik ve kapalı olsaydı tarihsel diyalektiğin temel koşulu olan süreklilik, akışkanlık ve sentezleme olmazdı, o zaman da tarihin dinamiğinden bahsedemezdik. Tarihsel birimler dönemsel sürelerin yarattığı süreklilik ve dinamik birimlerle birbirine bağlıdırlar. Tarihin ve toplumsal sürelerin böyle bir özü ve özgünlüğü olmasaydı etkin, sorumlu, yapıcı insanlar ve hareketler olmazdı. Aksine tutsak, robot, yaratıcı melekelerden yoksun, statik ve ölü toplum olurdu.

Toplumsal kuruluş zamanları siyasal ve zihniyet çalışmaları temel kurucu çalışmaların en başında gelen çalışmalardır. Zihniyet çalışması eğitim, örgütlenme ve eylem çalışması olduğu kadar; yeni tarz ve üslup yaratma, yeni kavram ve dil oluşturma çalışmasıdır.  Zihniyet oluşturma çalışmalarını salt politik çalışmalarla sınırlı tutup geliştirmek tehlikeli ve yozlaşmaya açık bir yaklaşımdır. Kuşkusuz politik çalışmalar yeni toplumsal kuruluş çalışmaları içinde çok önemli ve elzem bir yere sahiptir, bu inkâr edilemez bir gerçekliktir. Fakat zihniyet çalışmalarına dayanmayan ve kurumsal bütünlük esasları temelinde ele alınarak yürütülmeyen salt politik çalışmalar yozlaşma ve statikleşmeye açıktır. Politik çalışma yapmak kendini zihniyet alanında motive etmiş olmayı, pratik ve eylemsel alanda ise toplumsal işleri yürütme ve kurumsallaştırmayı gerektirir. “Bir zihniyet çalışması olarak yeni toplumun değişim, dönüşüm; örgütleme ve eylem yetenek ve kabiliyetinin kalıcılaşması ve güçle donatılması için eğitim çalışmaları en temel kurucu çalışmalardan biridir” demek yerinde bir tanımlamadır.

Bu bakımdan toplumsal durağanlık kavramı yanlış ve eksik bir tanımlanmadır. Toplumda durağanlık ve donma durumu yoktur. Durağan toplumdan ziyade kaos toplumu vardır. Toplumlar için yönetilemez ve sürdürülemez dönemler kaos-kargaşa anlarıdır. Kaos anları aynı zamanda yeni arayış ve çıkışların güçlü olasılık haline gelmiş oldukları anlarıdır. Kaos içindeki toplumu aşmaya çalışırken en fazla ihtiyaç duyulan şey yeni zihniyet ve kuramlardır. Bu tür zamanlarda en fazla ihtiyaç duyulan yeni toplumsal zihniyetin şekil-form alacağı okul-eğitim sistemlerinin geliştirilmesi bir gereklilik haline gelir. Yeni toplumun bilimi, sanatı, kültürü ve zihniyeti bu okullarda gelişip biçim alacaktır. Resmi egemen sistem anaokulundan üniversiteye kadar kendi çürümüş zihniyetini dayatarak, eğitim sistemiyle toplum ve bireylerini öz bilinç çarpıtması temelinde toplumuna ve çevresine yabancılaştırarak devlet ve hiyerarşinin güdümü altında silik ve iradesiz bir insan tipi oluşturulur. Toplum egemenlerin bu tip eğitim plan, tuzak ve aldatmacalarını aşıp, insan ve toplumu tarihsel ve varoluşsal gerçekleriyle tanıştıran, anı özgür kılan ve geleceğe taşıyan, yeni bir bilim, sanat ve zihniyet temelinde kendi eğitim kurumlarını inşa göreviyle karşı karşıyadır. Toplum kendi toplumsal ihtiyaç ve yeni zihniyeti temelinde anaokulundan akademiler ve üniversitelere kadar eğitim kurumlarını yaygın bir biçimde inşa etmek zorundadır. Aksine geleceğini ipotek etmiş olur ve kendi geleceğini soykırım ve asimilasyoncu güçlere emanet etmiş olur.

“Savaşların en önemli amaçlarından biri, en değerli mal olarak çocukları, kızları ve genç erkekleri bu iki yolla içlerinde eritecek devşirme ocakları oluşturmaktır. İlkel bürokrasinin temeli böyle başladığı gibi, uygarlık tarihi de bir açıdan bu yöntemle hem toplumu zayıflatma hem de bürokratik aygıtların gücünü oluşturma eylemidir.” (Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü, 3. Cilt, Amara Yayıncılık, s.68-69)

Devletli uygarlık demokratik uygarlık toplumunun değerlerine karşı savaş halini kesintisiz bir biçimde sürdürmektedir. Bu savaş hali özellikle toplumun geleceği olarak gördüğü gençliğine ve çocuklarına karşı yürütülür. Toplumun gençlerine ve çocuklarına karşı yürütülen bu soykırım savaşı temelinde çocukları ve gençleri öz toplumlarından soyutlayarak kendi zihniyetini, tarihini, kültürünü ve dilini öğreterek kendi özüne yabancılaştırmayı geliştirir ve soykırımı topluma eğitim adı altında dayatır. Eğitim yoluyla toplum üzerinde ideolojik ve maddi hegemonyasını pekiştirmiş olur, böylelikle kölelik zincirlerini kayım hale getirmiş olur. Asimilasyon ve soykırım çarkından geçirilen bu devşirilmiş kesimler kendilerini devlet ve iktidar sahibi sanırlar ve kendi öz toplumlarına karşıt birer ucube haline getirilirler. Devletli uygarlık bu toplumsal çelişki üzerine inşa edilmiştir. Egemenlerin toplumsal eğitimi zor ve cebir yoluyla gasp etmeleri ve toplumu eğitim işlerinde uzak tutmalarının altında bu tarihi gerçeklik yatığını biliyoruz. Yoksa topluma karşı zerre kadar sorumluluk duymadıklarını çok iyi biliniyor ve toplumsal eğitim gibi bir çalışma umurlarında bile olmaz. Topluma karşı en büyük yalan ve çarpıtmalarından biri de budur.

 

Eğitim Toplumun İşi Olmalıdır

“Özellikle ulus-devlet iktidarları toplumun tüm çocukları ve gençleri üzerinde tekellerini öncelikle eğitim yoluyla örerler. Kendi tarih ve sanat anlayışları, dinsel ve felsefi zihniyetleriyle yoğurdukları kişiler artık eski ailelerinin değil, iktidar sahiplerinin öz çocukları, mallarıdır. Büyük yabancılaşma böyle kurumlaştırılır. Burjuvazi eğitim açısından tüm toplum üzerinde en yoğun tekeli kuran sınıftır. İlk ve orta eğitimi mecbur kılıp, iş bulmak isteyenlere de üniversite diplomasını hatırlatınca, toplum gençliğinin üzerindeki yabancılaşma ve bağımlılaşma kıskacı, kafese alınma süreci zorunluluk kazanmış demektir. Zor, maddi güç ve eğitim toplumu sömürgeleştirmenin dayanılması güç silahları haline gelmiş demektir.”

“Böylelikle eğitim sorunu özünde toplumun ahlaki ve politik kurumlarını (dokularını) zorunlu kıldığı gibi, ahlak ve politikanın esas görevi de toplumsal eğitimi gerçekleştirmektir. Kendini eğitmeyen toplumun kendi öz ahlakını ve politik kurumlarını geliştirme ve ayakta tutma imkânı ortadan kalkar; böyle bir toplum sürekli tehlike altında yaşamaktan, çürümekten ve dağılmaktan kurtulamaz.” (Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü, 3. Cilt, Amara Yayıncılık, s.68-69)

Özgür insan ve toplumlar kendileri için iyinin de kötünün de ne olduğuna dair kendileri karar vermelidirler ki, toplumsal ortak aklın yaratılmasını ve kullanılmasını kendi iradeleri ve renkleri doğrultusunda geliştirebilsinler. Kendi aklını oluşturabilen ve kullanabilen insan-toplum özgürlük bilincine ulaşan insan-toplumdur. Bu bilince ulaşan insan-toplum kendi hakkında özgürce kararlar alabilen, yanlış ve hata yapmayan insan-toplumdur; hata ve yanlış yapsa dahi bu hatasını düzeltecek özgüven ve özgürlük bilincine sahiptir. Toplumsal özgürlük ve doğal eşitlik bağlamında eğitim toplumun işi olmalıdır ve bu görev ve sorumluluk kamusallık adına kimseyle paylaşılmamalı ve kimseye devredilmemelidir. Bu anlayışa dayalı toplumsal eğitimin en özgür biçimde gelişeceği toplumsal form yerelden ve yerinden yönetim ve birimler olmaktadır. Özgünlükler ve farklılıkların kendilerini özgürce koruması, var etmesi ve sürdürmesi ancak bu toplumsal form içinde mümkündür. Tepeden inmeci, dayatmacı, farklılık ve özgünlükleri gözetmeyen anlayışlar amacı her ne olursa olsun bizzat kendisi problem yaratır, toplumsal farklılıklara dayalı sivil ve demokratik inisiyatiflerin gelişmesini engeller. Dolayısıyla toplumsal özgürlüklerin kendi rengi ve doğası içinde gelişmesini yadsır ve hegemonyası altına almak ister. Demokratik ulus eğitimi böyle bir zihniyeti reddederek, demokratik toplum bilinci ve zihniyeti temelinde yerel farklılık ve özgünlükleri esas alan özyönetim ve yerinden yönetim esprisiyle gelişmek durumundadır.

Tabi bu kendiliğinden olabilecek bir şey değildir. Demokratik ulus eğitim anlayışında kuşkusuz toplumsal eğitim demokratik işleyiş temelinde ve bir sistem dahilinde yürütülecektir, ama bu yerel, bölgesel ve konfedere birimlerin inisiyatifi ve özgünlükleri esas alınarak yapılacak bir şeydir. Bu birimler kendi özgünlük ve farklılıkları temelinde toplumsal eğitimlerini uygun biçimde denetlenen, aktif ve öğrenmeye hazır bir zihin geliştireceklerdir. Bunu sağlamanın en iyi yolu, belirli bir bilgiyi çocukların kafasına sokmak değil, onların gizli yeteneklerini açığa çıkarmak, zihinlerini uyandırmak ve onlara düşünme alışkanlığı kazandırmaktır.

“Toplumsal doğa dikkatlice gözlemlenirse, ulus-devletin ‘demirden kafes’ niteliği ile demokratik konfederalizmin en uygun özgürleştirici niteliği rahatlıkla anlaşılabilir. Ulus-devlet toplumu ne kadar bastırıyor, tek tipleştiriyor ve demokrasiden uzaklaştırıyorsa, demokratik konfederalist model de o kadar özgürleştirici, çoklaştırıcı ve demokratikleştiricidir.” (Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü, 3. Cilt, Amara Yayıncılık, s. 142)

Dikkat edilirse iki farklı yapıdan söz ediliyor. Bu yapılardan biri ne kadar antidemokratik, hiyerarşik ve despotikse, diğeri bir o kadar demokratik, çoğulcu ve yerel-konfederatiftir. Demokratik konfederalizmde tüm toplumsal işlerde olduğu gibi, eğitim de yerel özgünlükleri esas alan öz ve özerk yönetimler tarafından yürütülecektir. “Her köy veya mahalle rahatlıkla bir konfedere birlik olabilir.” Demokratik konfederalizm yerelden evrensele uzanan kapsayıcı ve demokratik bir sistemin adıdır. Bu sistem içinde her yerel, bölgesel, ulusal ve küresel birim ve yapı kendini temsil etme hakkına sahiptir.

Bundan dolayı demokratik ulus eğitim sistemi demokratik ve özgürlükçü bir işleyiş temelinde toplumsal dönüşümü gerçekleştirilerek ve eğitimi otoritenin bir aracı olmaktan çıkarmak ve yerine özgürlüğün sağlanmasında bir araç olmasını sağlamaktır; bu aynı zamanda amaçsal değişimleri de kapsar. Bu ilişki çerçevesinde toplumsal zihniyetin oluşmasında ve biçimlendirilmesinde eğitim önemli bir yere sahiptir. Devletli uygarlık tezlerinden kaynağını alan geleneksel eğitim teorileri eğitimi, insana istenilen biçimi verme ve devlete uysal kul-köleler yetiştirme aracı olarak ele alırlar. Geleneksel eğitim anlayışı bireyi, sözde bir toplumsal düzenlilik uğruna, resmi ideolojinin isteği doğrultusunda devlete iyi birer yurttaş-kul yetiştirmeyi ve bu kalıba göre biçimlendirmeyi hedefler. Bu bağlamda doğal eşitlik, bireysel ilgi, istidat, yetenekler ve dolayısıyla da bireysel özgünlük ve özgürlükler görmezden gelinir, kısıtlanır. Oysa insanı insan yapan kendi insani, doğal, spontane nitelikleridir. Her bir birey doğal olarak eşit olmakla birlikte farklı niteliklere sahiptir, insanın özgürlüğü özgünlüğünde saklıdır.

Özgürlükçü bir yaklaşım olarak demokratik ulus kendi karakteristiğine binaen geleneksel eğitim teorilerine karşı çıkarak, insanın yetenek, kabiliyet, özgünlük ve özgür gelişimini hedefler. Bu bağlamda eğitim anlayışı kurumsallaşmış kalıpları, dogmaları yıkmayı gerektirir. Bu noktada demokratik ulus eğitim sisteminin temel hedefi ve amacı insan biçimlendirmek, bir kalıba sokmak yerine, özgür bilince ve düşüncesine ulaştırmaktır. Özgürleştirmeden kastedilen, bireyin bireyliğine müdahale etmeksizin kendi spontane gelişimine yardımcı olmak, bilimsel düşünme olanaklarını sağlamaktır, yoksa salt özgürlük uğruna bir kalıp ve dogmalar yığını yaratmak değil. Özgürlüğün kalıba sokulur cinsten bir şey olmadığını; aynı zamanda her bir bireyin kendi özgülüğünde gelişen bir farklılık olduğunun farkında olmalıyız. Bu sebeple eğitim toplumsal öz bilincin, özgürlüğün kazanılmasında ve korunmasında bir araç ve amaç işlevini görmelidir. Toplumsal değişim ve dönüşüm aracı olarak eğitimi, otorite ve iktidarların elinden kurtararak gerçek anlamda insanlığa hizmet etmesi için amaçsal değişim ile araçsal dönüşümün aracı haline getirerek toplumun hizmetine sokmak gereklidir. Amaç ve hedefleri olan insanlardan oluşan bir toplum, özgür bir toplumdur ve özgür bir toplumda insanların yaratıcılıklarının önünde herhangi bir engel olmadığı gibi yaratıcı insanlar desteklenir ve teşvik edilirler. Toplum yönetimi totaliter ve otoriter anlayışların eline geçtiği zaman, bundan en çok etkilenecek olan insanların yaratıcı insanlar olduğu tarihin her döneminde görülen bir durumdur.

Eğitim toplumsal eylem, ortak aklın oluşumu ve kullanımıdır; toplumsal eğitim ise ortak aklın ve zihniyetin gelişimini sağlayan bir vasıtadır. Demokratik ulus eğitim yaklaşım ve modeli bu çerçevede şekillenir; toplumsal eğitimin amacı da toplumsal zihniyeti ve aklı özgür kılmaktır. Toplumsal zihniyetin gelişmesi, toplumun eğitim hakkını kendi eline almasını gerektirir. Kendi eğitim işini devlet ve otoritelerin elinden alan toplum özgürlük yolunda büyük bir adım atmış demektir. Bu da toplumsal adaletin sağlanması anlamına gelmektedir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.