Düşünce ve Kuram Dergisi

Politika ve Özyönetim

İdris Boztaş

Spinoza, ünlü “Siyaset İncelemeleri” adlı eserinde “Uygulanabilir olan tüm bilimler arasında kuramın uygulamada en çok uzaklaştığı bilim politikadır.” diyerek, politikanın bir disiplin olarak sınırlarına dikkat çeken bu ironiyle giriş yapar ve bunu kuramcıların “uyarsızlığına” bağlayarak “onlardan yönetim olamayacağını” öne sürer. Buna karşılık politikacıları da “insanları en iyi şekilde yönetmekle değil de, onları oyuna getirmekle uğraşan kurnaz ve usta kişiler” olarak tanımlar. Bu sava göre kuramcılar insanları oldukları gibi görmezler, olmasını istedikleri gibi görürler. Bu nedenle ütopya dışında politik alanda uygulamaya konulabilecek bir görüşleri olamaz. Uygulanamaz olan hiçbir şey söylemeyen politikacılar ise kendilerini insandaki “kötülüğün” gereğini yapmakla yükümlü sayarlar.1

Politika bilimi ve politikacıyı tarif eden bu ironinin yüzyılların ötesinden gelen yankısı alkışlanabilir. Çünkü bugün olanı realize ediyor.

Kelime ve kavramlar, zamanın oluşturucu ve yıkıcı etkilerini olduğu gibi taşırlar. Tarihe ve kontekse bağlı olarak zaman içinde kazandıkları veya kaybettikleri anlamlarla daha zengin formlara ulaşabilecekleri gibi özyitim ve karmaşalara da yol açabilirler. O nedenle de aynı kavram farklı dönemlerde farklı anlamlarda kullanılabilmektedir. Ya da sözün etimolojik anlamı sonradan yitirilerek mutasyona uğratılabilmektedir. Bunun nedeni zaman sarmalında yaşamın zihinsel gelişim, zihinsel gelişimin de yaşam üzerindeki doğrudan diyalektik etkileridir. Diğer her şeyde olduğu gibi kavram ve anlamlarını ele alırken de tarihsel ve toplumsal parametreler içinde gelişim ve değişim süreçlerine bütünlüklü bakabilmeliyiz.

Kıta Avrupa’sında Aydınlanma düşüncesinin doğurduğu en önemli sonuçlardan biri, pozitivizmin bir zihniyet olarak inşa edilmesi ve egemen kılınmasıdır. Pozitivizm bilgiyi deney ve olgularla sınırlayarak toplumsal hakikati parçalamaktadır, realisttir. Realizm donmuş bir dağ kütlesi gibidir, “var olandan” yola çıkar, zamanın oluşturucu gerçeğini yadsır. Deney ve olguya dayanmayan hiçbir bilgi doğru olmazken, “var olan” eğer uygulanabilir ve gözlemlenebilir bir nitelikteyse mutlak ve kesin doğrudur. Aslında mutlak ve değişmez doğru, Aydınlanma düşüncesinin inşa ettiği modernitenin temel prensibidir. Geleneksel toplumun (doğal toplumun) reddi ve yok sayılması üzerinde gelişen kapitalist modernite, tek ve değişmez hakikat olarak inşa edilmektedir. Dolayısıyla politika ve yönetim kavramlarına da bu zemin üzerinde anlam kazandırılmaktadır. Kapitalist modernitenin mutlak egemenliğini tanımlayan bilgi disiplininin çevrelediği yaklaşım ve tanımlamalarla yola çıkılırsa, politika ve yönetim kavramlarını zaman faktöründen koparır, daraltmış oluruz. Söz konusu epistemolojinin kabul gören tanımlamaları dışında toplumsal gelişim ve değişim hakkında; dolayısıyla toplumsal gelişimin ve değişiminin ana dinamiği olan politika ve yönetim hakkında da bütünlüklü ve doğru bilgiye ulaşamayız.

Diğer Aydınlanma filozofları gibi Spinoza’da aslında mevcut tanım ve deneyimleri ön kabul sayarak uygulamada yaşanan sorunlara çözüm arıyor. Kendi ifadesiyle “yeni ve bilinmedik” bir şey söylemiyor. “uygulamayla en iyi uyuşan şeyi” saptamak istiyor ve “uygulamayla en iyi uyuşan şeyi” insan doğasında irdeliyor. Toplum monarşik sistem ve despot monarklar tarafından kötü yönetilmektedir. Devlet “kötü ellerde”, bu nedenle kötülük üretmektedir. O zaman kötülük üretmeyecek bir devlet ve yönetim biçimi “iyi ellerde” olmalıdır. “Mutlak egemenlik ve iyilerin yönetimi”, insanın doğasına ve erdemine bırakılmayacak kadar hayatidir. İnsan aklı ve duygusunun yol açabileceği adaletsizlikleri de giderebilecek bir sisteme ve ortak yasalara dayandırılmalıdır.2

Rönesans ve Aydınlanma filozofları, kötülüğün kaynağını devlet erkinin dışında aradılar. Sorumlusu, yine geleneksel toplumun “dar görüşlülüğünü” aşamayan insanın bizzat kendisiydi. Toplumu iyiye ve erdeme yöneltecek olan ise, ancak birliği ve güvenliği pekiştirilmiş “mutlak bir devlet” olabilirdi. Bu anlamda iktidarın nedenleri ve doğal temelleri aklın öğrettikleri ve duyguların yön verdiği edimler değil, insanların ortak doğası ve gereklilikleri sayıldı. Bu doğa ve gereklerin birleştiği güç ise, Tanrı ve onun yasalarıyla birliği sağlanmış devletten başka bir şey olamazdı. Politika ve yönetim, böylece insanların edimleri olmaktan uzaklaştırılarak devlet idaresiyle özdeş kılındı. Politikanın dar anlamda ilgilendiği konu yönetimdir. Yönetimi politikayla özdeş kılan, politikanın yönetim işi olduğunu ileri süren görüş günümüzde başat yargıdır. Politika ile devlet yönetimi ise aynı terminoloji içinde neredeyse erimiş haldedir.

Politika sözcüğü düalist bir karakter taşır. Aydınlanma düşüncesinin, politika sözcüğünü olduğu gibi uyarlamaya çalışması aslında sözcüğün Antik Yunan’dan başlayan bu düalist serüveni ile bağlantılıdır. Antik çağda politikanın site (kent) yönetimi anlamında kullanıldığı bilinmektedir. Politikayı kent ve devlet yönetimi olarak tanımlayanlar kadar demosla bağlantılı halkın yönetimi olarak tanımlayanlar da az değildir. Burada politikanın üzerinde şekillendiği fiil yönetimdir. Asıl tartışmaya neden olan husus ise yönetimin neyi ifade ettiği ve hangi araçlarla gerçekleştiğidir. Anlam karmaşası öncelikle bu düalist iç içelikten gelir. Yönetim derken kastedilenin devlet anlamında sitenin yönetilmesi mi, yoksa demos olarak ifade edilen halkın yönetimi mi? Yine devlet yönetirken kullandığı araçlarla aldığı biçim ile halk (toplum) yönetirken aldığı biçim arasında da önemli farklar vardır. Atina’da özgür yurttaşların Agora gibi yerlerde site yaşamı hakkında toplantı ve karar süreçlerine katılımı, bu şekilde yönetim işlerine ortak olmaları “halkın yönetimi” anlamında demokrasi olarak tanımlanırdı. Halkın katılmadığı soylu bir kesim ve bireylerle sınırlanmış bir yönetim ise Sparta örneğinde olduğu gibi tiranlıktı.

Her iki örnekte de öne çıkan ve yönetimi karakterize eden ortak bileşen toplumdur. Oysa sorun birinin daha fazla toplumsal içerik taşıyarak diğerine oranla tercih edilebilir olması değil. İçinde forum kazandığı zaman ve mekân bağlamında elbette geçerli bir değeri vardır. Toplumun ve bireylerin daha fazla katıldığı, rol oynadığı bir yönetim biçiminin “iyi” olduğu, olacağı doğası gereğidir. Ancak burada sorulması gereken hayati soru, neden toplumun, zaten kendisinin bir var oluş ve özgürleşme alanı olan politikaya sonradan dâhil edildiğidir. Yönetim işleri, politikaya katılım ve uygulamada kriter haline geliyor. Dâhil edilme ya da olma aynı zamanda dışsal bir anlam da taşır. Dışında kalan dâhil edilir. Bunun nedeni politika yönetim diyalektiğinde politikanın içerik değiştirerek soyut bir alanla sınırlandırılmış olmasıdır.

 

İktidar Toplumun Yönetim Olgusuyla Özdeşleşme Çabasındadır

Antik Yunan’da politika sözcüğünün polis kök ekinden türetilerek kullanımı konuya açıklayıcı bir örnektir. Devlet ya da yurt güvenliği anlamına gelen sözcük ilkin toprak sahiplerinin kendilerini savundukları “surları” dile getiriyordu. Çok sonraları bu surların çevresinde kurulan kent devletleriyle birlikte deyim kent ve devlet anlamlarını kazandı. Kent devleti, kent surlarının içinde yaşayan toplumun güvenlik örgütüydü.3 Politika bu anlamda kent toplumunun korunması ve güvenliğini önceleyerek beceri ve uzmanlık gerektiren bir alan haline geldi. Yine bu durumu pekiştiren diğer gelişme demografik büyümenin yanı sıra gelişen işbölümüne paralel iç içe geçen ilişki ağları ve bunları düzenleme ihtiyacıydı. Doğrudan üretimde yer almayan, soyut emeğe dayanan ve profesyonellik gerektiren bir iş alanı ve buna dayalı bir katmanlaşma gelişti. Bilgi ve deneyimin toplandığı bir uzmanlar sınıfı olarak askerlik, memurluk ve bürokrasi öne çıktı. Böylece oluşan bu hiyerarşik düzenle bölünen kent toplumu, işlerin önemli bir bölümünü ehil bu sınıfa bırakmak zorunda kaldı.

Toplum için tecrübe ve uzmanlığın önem kazandığı durumlarda devletten veya işin ehli bürokrasiden yararlılık beklemek doğaldır. Çünkü “tecrübe herkeste bulunmaz. Uzmanlık da herkesin işi değildir.” Toplum eğer devletin proto öncülü bürokrasiyi hepten olumsuzlaştırmamışsa ve yetki gaspına katlanmışsa, “beceri ve uzmanlık gerektiren konularda işleri kolaylaştıracağına inandığı içindir.” ⁴

Oysa tarihsel gelişim tam tersi istikamette seyreder. Devlet ya da bürokrasi doğası gereği beklentiyi istismar ederek “tecrübesiz ve uzmanlıktan yoksun kimselerle doldurduğu yönetimi entrikalar çevrilen ve aylaklık yapılan bir alan haline getirir.”⁵ Daha da önemlisi devraldığı yetkiden iktidar devşirir. Çünkü toplum adına toplumun beceri ve uzmanlık gerektiren işlerinin el değiştirmesi aynı zamanda yönetimin parçalanması ve tekelleşmesi anlamına geliyor. Yönetim ve politika yapmanın profesyonelleştirilmesi ayrı bir sınıf ve çıkar grubunu işaret eder. Bireyin uzmanlaşmış bürokrasi içinde kayboluşu iktidarı rasyonalize ederek saklamaktadır. ⁶

İktidar fiziki ve entelektüel güç potansiyelidir ve bu yönetim olgusunda somutlaşır. Yönetim, iktidarın saklandığı merkez üssüdür. İktidar odağı kendini toplumun yönetim olgusuyla özdeşleştirdiği oranda vazgeçilmez kılmaktadır. Bir olasılık olarak iktidar, “gücünü nereden aldığı önemli olmaksızın topluma rağmen kendi iradesini” gerçekleştirir.⁷ Böylece iktidara odak olan yönetim toplumun dışına çıkarak üstüne bir ceberut gibi çöker. Toplum ise kendisini ilgilendiren yaşamsal konularda söz, karar ve uygulama gücünü yitirerek iktidar eliti yönetimin taşıyıcısı ve sömürü nesnesi haline gelir. Yönetime sonradan dâhil edilmesi bu sonucu değiştirmez. Ki, iktidarın devlet biçiminde form kazandığı yerlerde yönetime katılma, politik alanı paylaşım ve uzlaşı dışında toplum lehine yeni bir durum açığa çıkarmamaktadır.

Atina örneğinde halkın yönetimi anlamında demokrasi bir model olarak sunulur. Halkın kendini yönetmesinin ilk ve öncelikli koşulu olarak da yurttaşların politik alana duyarlılığı ve katılım sorumluluğu gösterilir. Gerçekten Atina’nın yurttaşları oluşturulan kurum ve kurallar vasıtasıyla “polisi” ilgilendiren her konuda tartışma ve karar süreçlerine yüz yüze ve doğrudan katılabiliyorlardı. Politika son derece dinamik yapısal ve işlevseldi. Fakat bu, “özgür yurttaşlardan müteşekkil” bir topluluk için geçerliydi. Politika işi, gerekli maddi imkânlara ve zamana sahip, kamusal niteliklerle donatılmış, eğitilmiş, beceri kazanmış, yurt bilinci olan özgür yurttaşların sorumluluğuydu. Başta kadınlar ve köleler olmak üzere zanaatkârlar ve tarım üreticilerinin büyük çoğunluğu, surların etrafına yerleşmiş klan ve kabileler, “eşitlerin” oluşturduğu bu yurttaş topluluğuna dâhil değildiler. Aynı haklara ve imkânlara sahip olmadıkları için de politik yaşamda, dolayısıyla yönetimde söz ve karar iradeleri yoktu.

Aydınlanmanın fideliğinde yetişen düşünürler Atina demokrasinin kurum ve kurallarını yüceltirken özgürlük dışında bırakılan toplumun bu büyük çoğunluğunu dönemin koşullarına bağlayarak “kusur olarak” değerlendirirler. Sosyolojik dağılıma göre toplumun bir kesiminin politik alanın dışında kalmasının eleştirisi doğru, ama yetersizdir. Yüzeysel ve dışsal bir yaklaşımın sonucudur. Oysa görülmesi gereken esas “kusur”, içerikte ve derinliğine politikaya yedirilmiş iktidar anlamıdır. Atinalı yurttaşlar kuşkusuz yönetime katılarak iktidarı sınırlandırmış oluyorlar. Fakat eğrinin diğer ucunda toplumu yönetime dâhil ederek iktidar da kendisini meşrulaştırmış oluyor. Politika, bu anlamda yönetim ve iktidarı aynı içerikte uzlaştırıyor. Günümüzde politika deyiminin yönetim ve iktidarı birlikte çağrıştırması bu nedenledir. Politika, bu yüzden çoğu yerde “uzlaşı sanatı” olarak değerlendirilir. Kuşkusuz uzlaşıdan kasıt sorunların çözümü değil, toplum ve devlet uzlaşısıdır, ama devletin lehine bir uzlaşı. Çünkü artık politik alan, sözün kullanım anlamıyla devlet çeperinin içindedir. Yönetim de iktidardır. Politika için yapılan “devlet yönetimi” tanımı bu düşünsel alt yapıya dayanır.

Aristoteles, Antik Yunan’da Oikos ve Polis ayrımına dikkat çekerek Oikos’tan polise evrilmeyi toplumsallaşma olarak tanımlar. Oikos toplumun çekirdeği ailenin yaşadığı ev, ekonomik işlerin yürütüldüğü yer anlamındadır. Polis ise ortak sorunlar üzerinde ortak tartışmaların yapıldığı, ortak söz ve fikirlerin oluşturulduğu; böylece toplum olunduğu mekândır. Demografik sosyolojiye ve mekâna indirgemeci bir yaklaşımla “insan Oikos’ta kalsaydı zoon Politikon (Politik hayvan) olamazdı”⁸ denilmektedir. Kamusal yaşamın ve toplumsallığın odağına bir güvenlik örgütü olarak polis’in oturtulmuş olması, politikayı devlet ve iktidarın uzantısı haline getirir. (Poli s-tia kos)

“İnsan bir toplumsal varlık’tır” diyen Aristoteles, onun toplum içindeki yerini ve düzenini netleştirmeye özen gösterirken, önce onun kişisel törebilimini belirtir. Bu törebilimin amacı, Antik çağ geleneğine uygun olarak, mutluluktur ve bu mutluluk da bilgelikle sağlanır. Bilgelik, düşünme ve tutumla gerçekleşir. Aristoteles, düşünsel (Arete dianoetike) ve tutumsal (Arete ethike) erdemleri birbirinden ayırır. Tutumsal erdemlerin şekillendiği zemin Oikos’tur ve doğrudan güdüsel itkilerle harekete geçer. Düşünsel erdemler ise toplum olunan polisin ortak iyiliğini önceler. Bu nedenle tutum, düşünmeye dayanmalıdır. İnsan, toplumsal bir varlık olduğundan onun töresel kişiliği de polis de, yani devlet içinde oluşacaktır. Devlet şöyle ya da böyle olmuş, bunun önemi yoktur. Önemli olan, devletin yurttaşlardaki bu töresel kişiliği gereği gibi geliştirip geliştiremediğidir. Yetkin devlet bu ödevindeki başarısıyla ölçülür.

Antik çağ Yunan düşünürlerinden Sokrates, Platon ve Aristoteles’in ortak yanı, toplumu düzenlemeye çalışmalarıdır. Toplumun düzenlenmesi gerekiyorsa demek ki düzeni bozulmuştur. Her üç düşünür de düzensizliği devlet çarkının yanlış ellerde bozulmasına bağlamakta ve devleti onarmaya çalışmaktadırlar. Sokrates törebilimini devleti ayakta tutacak vatandaşlar yetiştirmek için kuruyor. Platon, devlet ütopyasıyla köleleri iyice çalıştıracak bir örgüt öneriyor. Aristoteles, üyelerinin kişiliklerini güçlendirmekle kendini de güçlendirecek olan bir devlet kurmak peşinde.⁹ Rönesans ve Aydınlanma düşünürlerinin birçoğu (Machiavelli, Descartes, Kant, Locke, F. Bacon, Spinoza, Bodin, Montesquieu, Rousseau, Hobbes ve Hegel gibi.) -dayandıkları felsefi farkları koruyarak- aynı izde yürümüş; bugün de geçerli olan ulus-devletin zihinsel kalıplarını inşa etmişlerdir.

Kuşkusuz kent, devlet, politika, yönetim ve bizzat toplumun kendisi Antik Yunan tarihiyle başlamıyor. Demokrasi de ismini ve yapısını orada almakla birlikte işlev olarak Atina’nın icadı değil. Tüm bu olgular binlerce yıl öteden evirilerek Antik çağda barajlanıyor, düşünsel bir sistem kazanarak kırılma yaşıyor. Modernist düşünce kalıplarını oluşturan epistemolojinin dogmalarla yüklü anlam karmaşasının nedeni, işte bu üst üste giydirilmiş özkırım (anlam yitimi) süreçleridir. Kendisini yeni ve tek çağ ilan eden kapitalist modernizm, “Antik” yaptığı eski Yunan dünyasını olduğu gibi, ama daha kökten üçüncü bir kırılmayla güncellemiştir ve bundan en çok politika ve yönetim kavramaları etkilenmiştir. Antik çağ düşünce dünyasının yüklediği anlamlar dışında sanki öncesi-sonrası, toplumsal tarihi yok gibidir.

Marks’a göre devlet ile toplumun yapısı politika bakımından iki ayrı şey değildi, devlet toplumun yapısıydı. Önemli olan devletin kendisi değil, kimin elinde olduğu ve hangi çıkarlara hizmet ettiğiydi. Sorgulama, bu praksisden başlayınca tanım “sınıfsal egemenliğin aracı” sonucuna götürdü. Sınıfsal egemenlik tanımını bir tarafa bırakırsak geriye sadece “ekonomik ilişkilerin içinde gerçekleştiği koordine edici bir çerçeve” kalır.10 Marksist devlet teorisi önemli eleştiriler sunsa da sonuçta “mutlak egemenliği ve devletin birliğini” daha fazla kutsayarak proletarya diktatörlüğü biçiminde sadece el değiştirdi ve zamanla yılanın kuyruğunu yemesi gibi kapitalist modernite ve devlet kazanırken aynı zamanda da gerçekleşen sosyalizmi içinden çürüterek acı yenilgiler yaşattı.

Devleti toplumun yapısı olarak öngörmek iktidarı geneolojik (genetik determinizm) bir olguya indirger. Oysa iktidar ve devlet olmadan insanlık milyonlarca yıl yaşamını sürdürmeyi başarabilmiştir. Yani insan ve toplumsallaşma serüveni iktidar ve devletten çok eskidir.  Devletin palazlandığı mekân kent olmasına rağmen kentler de devlet ve iktidarı tanımadan binlerce yıl varlık bulabilmişlerdir. Demek ki, konuyu salt insanın bencil doğası ve mekânıyla izah edemeyiz. Bu parametrelere dayalı tanımlamalar realist ve rasyonalist kurgular içerir. Sosyal bilimi tarihsel bağlamlarıyla odağına almaz. Oysa oluşturucu öğe insanın mekânıyla birlikte toplumsal ve tarihsel niteliğidir. Politika ve yönetim olgularını mayalandıran onun toplumsal ve tarihsel karakteridir.

Aristoteles bilgiyi parçalayarak rasyonalize etmesine rağmen yazılarının çoğu yerinde politikayı toplumsallık anlamında da kullanmıştır. Yönetim biçimlerini sıralarken “ortak iyiliği amaçlayan çoğunluğun yönetimine politeia” demektedir.11Bu tanım polis kök ekinden arındırıldığında etimolojik ana karakterini verir. Politika sözcüğünün Pol kökü Aryen dil ailesinde “çok” anlamında kullanılan pel ve ple kök eklerinden türetilmiştir.12 Kökler, bizleri Antikçağ’dan öteye, çok daha eskilere dilin oluştuğu süreçlere ve oradan da tarım devrimine-Neolitik topluma kadar götürmektedir. Toplumu ve toplumsallığı –tarihini de- anıştıran bu etimolojik oluşum politikanın ana doğrultusu hakkında ipuçları vermektedir. Politika eğer insanın toplumsallaşma evrimiyle atbaşı gelişiyorsa iktidar ve devletten çok daha fazla varlıksal bir muhteva taşır. Bu durumda politikayı toplumun var olduğu, toplumsallığın geliştiği bir ortam olarak ele alabiliriz.

Demokratik modernite kuramı politikayı “toplumun özgürlük alanı, gelişmenin anlam ve iradece üretildiği yaratım alanı” olarak tanımlar. “Toplumun hem düşünce, hem de eylemle kendiliğini, kendi kimliğini bilince çıkarması, geliştirmesi ve savunması” politikanın ana çerçevesini oluşturur. Burada öne çıkan temel kriter “toplumun hayati çıkarları; onun yapısal ve anlamsal esenliği ve gelişkinliğidir.” Toplumun esenliği ve gelişimi nasıl, ne gibi araçlarla, hangi yol ve yöntemlerle sağlanır; bu temelde neler yapılabilir soruları ışığında gerçekleşecek etkinliklerin tümü politika olarak ifade edilebilir. Toplumun varlığını koruyarak güvence altına alması ve sürdürmesi, duyusal ve düşünsel tutuma da moral değer çerçevesini oluşturur. Toplumun varlığını koruyarak güvence altına alacak etkinlikler yararlı (özgürleşme) olurken, tersi zarar vererek yaşamı tehlike içine (köleleşme gibi) sürüklemektedir. Topluma yarar sağlamayan, dolayısıyla özgürleştirmeyen tutum politika karşıtlığını ifade eder. Politika, bu nedenle toplumsal yaşamın önünü açma işi olarak ahlaki bir formasyon kazanır. Politikayı toplumsal bir edim yapan toplumsallığı da politik bir alan çerçevesine oturtan ahlaktır. Ahlak “politikanın tarihsel toplumsal gelenek halidir.” Ahlak kültürel bellek dokusunda yarar sağlayacak iyi, güzel ve doğru erdemlerle toplumsallığı dinamize ederken, politika günlük olarak yaratıcı, koruyucu ve besleyici rol oynar. “Ahlak toplumun politik hafızasıdır. Ahlaken aşılmış veya ahlaktan yoksun kalmış toplumlar politik hafızasını, dolayısıyla geleneksel kurum ve kural gücünü zayıflatmış ve yitirmiş demektir.” Toplum ahlaki ve politik edimlerle özgürleşir. Bu anlamda politika ve ahlak özgürlükle de özdeşleştirilebilir. “Özgürlük politikanın kendisini ifade ettiği iklimsel alandır.” Politikayı toplumun özgürce yönetilerek gelişmesi olarak özetleyebiliriz.13

Politikanın ana çerçevede doğru tanıma kavuşturulması yönetim olgusuna da açıklık getirmektedir. Yönetimi, devindirici bir ahlaki ve politik etkinlik olarak görmek gerekir. Politika gibi yönetim de insanın toplumsallaşma evrimine paralel gelişen, kültür gibi sürekliliği olan bir olgudur. Politika eğer toplumun varoluşsal edimlerinin tümüyse, yönetim bu edimlerin koordinasyonu ve pratize edilmesinden başka bir şey değildir.

Toplumsal anlamda yönetimin doğası ahlak ve politikadır. Daha bütünleyici bir ifadeyle ahlaki ve politik toplumdur. Montesquieu ayrıt edici bir özellik olarak “her yönetimin dayandığı bir doğası ve ilkesi” olduğunu belirtir. Her yönetim kendi doğasına ve ilkesine bağlı biçim kazanır. Doğası onun olduğu gibi olmasını sağlar, ilkesi de onu harekete geçirir.14Doğası iktidar ve devlet olan yönetim biçimlerinin ilkeleri ona uygun olarak iktidar ve devleti besler.  Yönetim, ilkesini doğasından alarak pratikleşir, farkını ortaya koyar. Peki, o zaman ahlaki ve politik toplumun yönetimi hangi koşullarda var olabilir ve kendisini sürdürebilir? İşte bu soru, ilkeyi yönetimin “zembereği” haline getirmektedir. İlkelerinden sapan yönetim yozlaşarak, doğasını da bozarak başkalaştırmaktadır.

Bu anlamda ahlaki ve politik toplumun iktidar ve devletle var olamayacağı ve kendini sürdüremeyeceği kesindir. “İktidar alanı politikanın inkâr edildiği alandır. Toplumda ne kadar iktidar potansiyeli varsa, o kadar özgürlük yoksunluğu yaşanır. İktidar ne denli azaltılırsa, özgürlük durumu o denli gelişim sağlar.” Bunun nedeni yukarıda uzunca izah ettiğimiz gibi iktidar ve devletin toplumsal yönetimi gasp etmesidir. İktidar içeren yönetimin en belirgin özelliği ise topluma yabancılaşmasıdır. Toplum yönetimden koptuğu için politik ve ahlaki dokusu zedelenir. Toplumsal yönetim kendisini özgürce tayin edemez hale gelir. Tarihsel temel sorunun kaynağı burasıdır. “Diğer tüm sorunlar son kertede yönetim çözümsüzlüğüne takılıp boşa çıkmakta, hatta sorunların daha da ağırlaşmasını beraberinde getirmektedir.” 15

 

Özyönetim Dayanakları İktidar ve Devletdışılıktır

Demek ki toplumun yönetime doğrudan katılımı ve özgürce tayin edilmesi demokrasiyi, dolayısıyla politika ve konfederalizmi ilke haline getirmektedir. Burada politikanın icra tarzı, uygulama biçimi doğrudan demokrasidir ve demokratik nitelikler taşımak zorundadır. Ahlaki ve politik toplum yönetiminin ayırt edici niteliği, bu ilkesel özünden gelmektedir. Bu nedenle genel yönetim kategorilerinden ayırmak için toplumsal öze sahip yönetim biçimini özyönetim (özerklik) olarak adlandırmak daha doğru bir ifade olmaktadır.

Özyönetim.(self-rule) öz’ün erkidir. Benliği iç yasalarla harekete geçirme (auto-nomos) anlamında kendi kendine kural koyma olarak tanımlanır. Öz (Autos), kendi demektir. Kendilik, iç devinim ve içsel varoluşa dayanır. Erk bu varoluşun sağladığı, açığa çıkardığı gücü niteler. Varlık olarak yaşamını sürdürebilmek veya varlık kazanmak ancak kendi olmakla; yani varoluş gücüne sahip olmakla mümkündür. Kendi olamayan veya varlık kazanmayanlar özgür olamazlar. Özgürlük, varlık kazanmanın bir edimidir, varoluşun iradesini, bilincini ve eylemini koşullar. Özyönetimi (öz-erkliği) bu anlamda özgürlük alanı içinde kurgulayabiliriz. İnsan ve toplum için özgürlük sağlayan dinamik bir güç olarak varlığın iradesi, bilinci ve eylemi özyönetimi karakterize eder. Buna kendi kendini yönetme de denilebilir. Kendi kendini yönetme, toplumun yönetime doğrudan katılma kapasitesiyle ilgilidir.

Kendi kendini yönetme, yalnızca bireyi ve ekonomiyi değil, toplumu bir bütün olarak kapsamına alır. Bireysel özbilinç ve iradenin toplumca üretilmesi ve varoluşsal yaşamın devindirici gücü haline getirilmesiyle; daha açık bir ifadeyle toplum üyelerinin politik bir özne olarak yönetime doğrudan katılımıyla diğer yönetim biçimlerinden ayrılır. “Kendi toplumsal doğasındaki erki düzenleme ve denetlemeyi, böylece toplumun sürekliliğini sağlamayı ve beslenip korunmasını güvence altına almayı” amaçlar. Özyönetim, “en küçük klan toplumundan en geniş ulusal toplumlara kadar yaygınlaşan ve sürekliliği olan bir erki ifade eder.”16 Burada ivedilik kazanan konu binlerce yıllık devlet geleneğinin boğucu atmosferi içinde özyönetimlerin nasıl inşa edileceği ve işlevsel kılınacağıdır.

Gerçekten özyönetimler inşa edilebilir mi? Başarısını kanıtlayacak dayanakları nerden bulacak ve nasıl inşa edeceğiz? Yerleşik algı olanaksızlık kurgulandığı ve toplumsal bakış köreltilerek güncel yaşamda geçerli formlarla sınırlandırıldığı için girişim ve deneyimleri başarılı kılamıyoruz. Nereye bakılacağı, işe nerden-neyle başlanacağı ve nasıl yapılacağı soruları anlamını yitirebilmektedir. Oysa temel sorun güncel uygulamaya ve maddi formlara sıkıştırılmış yerleşik ve geçerli ön kabullerle yola çıkmaktır. Öncelikle pozitivizmin toplumsallığı kırarak hâkim kıldığı bu algı ve bakış açısı bırakılmalıdır.

Genel bir ifadeyle özyönetimin (özerklik) dayanaklarını iktidar ve devlet dışında kalan bütün toplumsal kesimler biçiminde özetleyebiliriz. “Gençler, kadınlar, işsizler, sömürge halkları, birçok dinsel cemaat, emeği ile geçinen her topluluk; özce tarihsel-toplumun ana kütlesini oluşturan ve çağın yaşam tarzına (modernitesine) esas rengini veren tüm kesimler,” bu kapsam içine girer. Özyönetimin bu ana unsurları halen büyük bir basiretle direniyor. Komünalite, aslında sosyolojik bir hakikat olarak yenilmemiştir. Görünmeyen, ama sıradan insanların yaşamında başarısını her gün yeniden kanıtlayan işte bu kültürel mirastır.

Öte yandan devletsiz yaşam, neredeyse mümkün olmayan “güzel,” ama “ütopik” bir çıkarsama olarak düşünülür. Buna bağlı yoğun tartışma ve arayışlara odak olmasına rağmen doğrudan demokrasi de aynı düşünce kalıbı içinde çok fazla uygulanabilir görülmez. Her şeyden önce bu tarz düşünce kalıplarını kırarak, bunun iktidarcı hegemonyanın manipülasyonu ve itaat geleneğinin alışkanlığı olduğunu görerek işe başlamak gerekir. Liberal ve temsili demokrasilerin bu kadar tercih edilmesinin en önemli nedenlerinden biri bu tarz realist ve rasyonalist kanıksatmalardır. Bu ise özyönetimin sistematik olarak inkârı ve reddidir. Elbette bu kaygan zemine dayanarak öz yönetim inşa edilemez. Ya da sadece özyönetim ifadeleri kullanılarak özyönetim olunamaz. Devlet paradigması dışına çıkmadan, devletin ağır hegemonik örtüsü altında ezilmiş ve gizlenmiş hakiki toplumu görmeden bu kanıksamayı parçalayamaz ve doğru pratik örnekler açığa çıkaramayız. Hakiki toplum, kar altındaki bereketli toprak gibi devletli uygarlığın baskıcı yüklerinin altında bulunmaktadır.

Özyönetim ütopya değildir. Yine geçmişte kalan ve özlemi duyulan bir düş de değildir. Frankfurt okulunun kurucularından Marcuse’ün deyişiyle, “ütopya” olarak suçlanan şey artık “yeri olmayan” ve tarihsel evren içerisinde yeri olamayacak olan şey değil, fakat daha çok, meydana gelmesi yerleşik toplumların güçleri (iktidar ve devlet) tarafından engellenen şeydir.17 Ahlaki ve politik toplumun tarihi özyönetim örnekleriyle doludur. Klan, Kabile ve Aşiretler özyönetimin döl yatağıdırlar, orijinal örneklerini onbinlerce yıl yaşadılar. Toplumsallığın şafağındaki köyler ve kentler özyönetimle yönetildiler. Amerikan ve Fransız devrimlerinde Boston’dan Charleston’a uzanan özgürlükçü yöre toplantıları ve Paris quartiers’lerinde toplanan popüler seksiyonlar, İspanyada Madrid komünleri, Ortadoğu’da Karmat’lar, Baba İshak’lar ve Şeyh Bedrettin’in Ortakları öne çıkan örneklerdir ve bunları çoğaltmak mümkündür. Bu girişimlerin iktidar ve devlet karşısında kalıcı olmamaları; olmadıkları ve bundan sonra başarılı olamayacakları anlamına gelmez. Bugün küresel çapta Bolivarcı sosyalizm, Zapatist hareket, İtaatsizler, Topraksızlar gibi irili ufaklı birçok değişik özyönetim girişim ve deneyimleri yaşanıyor.  Özyönetim,  elbette her yerde aynı uygulanamaz. Her yerde ve her zamanda bir şablon gibi uygulanabilecek bir özyönetim modeli bulamayız ve bu toplumsal doğaya da aykırıdır. Uygulandığı yerin toplumsal dokularıyla, özgün renkleriyle var olabilir ancak. Ahlaki ve politik toplumun varlığı, devlet iktidarından daha fazla özyönetimi olanaklı kılar ve bu, insanlığın evrensel bir hakikati olarak her yerde, ama temas ettiği toplumun tikel zenginliği ve biçimleriyle gerçekleşir. Şayet bunu yapamıyorsa nedeni imkânsızlığı değil, politik ve ahlaki dokuların zayıflatılmış olmasıdır. Daha genel bir ifadeyle her açıdan örgütsüz kalmaları, küresel çapta ve sistematik bir bütün içinde pratikleşememeleridir.

Ahlaki ve politik topluma bütünlüklü yaklaşmamak özyönetimi parçalayarak zayıflatan önemli bir nedendir. Ahlaki ve politik toplumun bir birimini esas alarak sadece bu zemine dayalı geliştirilecek mücadele özyönetimi diğer dayanaklarından mahrum bırakarak kadükleştirmektedir. Örneğin sınıfa dayalı mücadele ağırlıklı olarak kentleri, kentlere dayalı sanayi toplumunu esas alırken, köylerde yoğunlaşan “geleneksel” (doğal) toplumu başkalaşıma zorlayarak reddetmiş, yok saymıştır. Yine kentlerde yoğunlaşan büyüme ve derinleşen sosyolojik farklılaşma daha fazla merkezi yönetimlere götürmüştür. Haliyle toplumun büyük çoğunluğunun katılmadığı bu tarz yönetim biçimleri amaçlarının tersine iktidar üretmişlerdir. Aşırı merkezileşme ve dar sınıfsal yaklaşım özyönetimin inkârı demektir. Demografik artış, dengesiz kentsel büyüme ve endüstriyel toplumun yol açtığı sosyolojik uçurumlar buna gerekçe olamaz.

Özyönetim, bu anlamda işleri yürütmenin ötesinde örgütsel bir sistem içermektedir. Özyönetim eşitsizlik ve adaletsizlik sorununu özgürlük zeminine oturtarak çözümler. Bu ise toplumsal doğaya uygunluğu gerektirir. Toplumsal doğada vücut bulan farklılık ve çeşitliliği söz, karar ve eylem sahibi yaparak hegemonik egemenliğin bu zeminde beslediği eşitsizliği nötr hale getirir.

Toplumun doğası komünal ve konfederal niteliktedir. Toplum homojen ve yeknesak değildir. Tarihte varlığını sürdürmüş aşiret, kabile, kavim gibi yapıların konfederalizm dışında bir ilişki sistemine olanak sunmadığı bilinmektedir. Topluma homojenliği ve yeknesaklığı dayatan aslında toplumu hiyerarşik katmanlara dönüştüren iktidarın kendisidir. İktidara dayalı yönetim bu nedenle toplumun üstünde, toplumdan yalıtık ve dışındadır. Oysa özyönetim toplumun içindedir. Kılcal damarlarında, hücrelerinde, yüreğinde dinamik bir güçtür. Kimi sosyal bilimciler binlerce yıl öncesinin toplum biçimiyle günümüzün toplum biçiminin aynı olamayacağını ileri sürerler. Elbette aynı değildir.

Ama ahlaki-politik toplum, birimler halinde yaşamın her dokusunda varlığını sürdürmektedir. Birimi, genel anlamıyla komün olarak da niteleyebiliriz. Her birim, birlik özünde komündür. Politik, ekonomik, kültürel ve sosyal temellerde oluşan kümelenmelerden tutalım ereksel bir iş ve ihtiyacın doğurduğu geçici birlikteliklere kadar yaşamsal bir araya gelişlerin tümü komünaliteyi (toplumsallaşma) motive etmektedir. “Demokratik ulustan bir köy derneğine, uluslararası bir konfederasyondan mahalle şubesine kadar her topluluk bir birimdir. Kabileden kente, yerelden ulusala kadar her yönetim organı bir birimdir. İki kişilik, hatta tek kişilik birimler kadar milyarlarca insanı temsil eden birimler de söz konusu olabilir. Burada önemli olan, tüm birimlerin birer ahlaki ve politik toplum olarak değerlendirilmesidir.”18

 

Politika Oluşturmak Komün ve Meclislerin İşi ve Hakkı

Ahlaki ve politik toplum birimleri, özyönetimsiz kimlik kazanamazlar. Ahlaki ve politik toplum birimleri olmadan da özyönetim gerçekleşmez. Bu nedenle yerellik ve yerindelik özyönetimin ayırt edici bir özelliğidir. Toplum birimler halinde yerelden ve yerinden yönetime doğrudan katılırlar. Özyönetim sistemi, bunu toplumun kediliğinde olan komünal ve konfederal ağ örgütlenmesiyle olanaklı kılar. “Ağ, şebeke olma hali, karşı kutbun örgütsel yapılanması ve yönetilmesiyle bağlantılıdır. Ayrıca içsel birliktelikler en iyi ağlar halinde örgütlendirilebilir. Katı merkeziyetçi, hiyerarşik emir-komuta örgütlenmesi ve yönetimi demokratik modernite birimlerinin örgütlenme ve yönetme ilkelerine tamamen terstir.”19 Devlet merkezileşmeyle, bürokratikleşmeyle ve iktidarı elit organlar elinde profesyonelleştirmeyle toplumun kendiliği olan konfederalizme dayalı politikayı etkisiz hale getirirken, özyönetim yarattığı komün ve meclis ağlarıyla politikayı yaşamsal kılar.

Bu sistem yeni bir politik dünyadır. Basittir ve uygulanabilir. “Her topluluk, etnisite, kültür, dinî cemaat, entelektüel hareket, ekonomik birim vb. birer politik birim olarak kendilerini özerkçe (özyönetimle) yapılandırıp ifade edebilir. Her kendiliğin yerelden küresele kadar konfederasyon oluşturma şansı vardır Dikkat edilmesi gereken bir husus federe ve kendilik birimlerini çok zengin bir kapsamda düşünmektir. Bir köy veya şehir mahallesinde bile konfedere birliklere ihtiyaç olacağını anlamak büyük önem taşır. Her köy veya mahalle rahatlıkla bir konfedere birlik olabilir.”

“Tüm toplumsal gruplar ve kültürel kimlikler kendilerini ifade eden siyasi oluşumlarla toplumun özyönetimini gerçekleştirirler. Çeşitli düzeylerde atamayla değil seçimle başa gelen yöneticilerle işler görülür. Asıl olan meclisli, tartışmalı karar alma yeteneğidir. Başına buyruk yönetim geçersizdir. Genel merkezî koordinasyon kurulundan (meclis, komisyon, kongre) yerel kurullara kadar her grup ve kültürün bünyesine uygun, çok yapılı, farklılıklar içinde birlik arayan kurullar demetiyle toplumsal işlerin demokratik yönetimi ve denetimi gerçekleştirilir.”20

Özyönetimin örgütlenme ağında ana ilkelerinden biri de politika oluşturma ve yapma işini komün ve meclisler üzerinden topluma bırakmaktır. Politika yapmak ile benimsenen politikaların uygulanması arasında açık bir fark vardır. Politika oluşturmak komün ve meclislerin işi ve hakkıdır. Özyönetimin üyeleri,  komün ve meclisler tarafından, yine komün ve meclislerin formüle ettiği politikaları koordine etmek ve uygulamak üzere seçilirler ve onlar tarafından geri çağırılırlar. Dolayısıyla onların işlevi temsili demokrasilerde olduğu gibi toplum adına politika yapmak değil, yönetsel ve pratik uygulamalarla sınırlıdır. Politika yapma hakkı toplumun elinden alınırsa, haliyle bu yönetimi bürokratik bir örgüte dönüştürür.

Reel sosyalizmin çökmesinde ve birçok devrimin yenilgisinde hiyerarşik ve merkezi yönetsel örgütlenmenin rolü belirleyicidir. Merkezileşen hiyerarşiye dair çözüm doğru uygulamanın başarısızlığında değil, hiyerarşinin kendisinin temel yapısında bulunur. Hiyerarşinin yapısında esas olan eksiklikleri ortadan kaldırmak için, toplumsal örgütlenmede bir prensip olarak merkezi hiyerarşinin karşısında olmalıyız. Hiyerarşiye, toplumsal doğanın kendisiyle karşı çıkmalıyız. Hiyerarşi merkezden ve tekçi örülen katmanlı bir sistemdir. Bunun zıddı, yerinden ve yerelden başlayan Komünal ağ örgütlenmesidir. Fransız filozoflar Giles Deleuze ve Felix Guatari hiyerarşiye karşı “kökgövde” teorisini öne sürüyorlar. İsmini bambu ve diğer otlar benzeri bitkilerin yapısından alan kökgövde, birbirine bağlı, fakat bağımsız düğümlerin ağ benzeri yapısına atıftır. “Kökgövde’deki her düğüm daha büyük yapıdan bağımsız kalır, fakat düğümler bağımlılık yaratmadan düğüme yarar sağlayan daha büyük bir ağda birlikte çalışırlar.”21 Bu ağ modeli, kendi kendine yeten ev halkı ve kabile gibi küçük birimlerin esnek ilişkiler içinde örgütlenmesinden yola çıkar. Benzer bir örgütlemeyle, fakat daha çok kentleri ve eşit özgür yurttaş katılımı odağına alan Bookchin, komün ve meclislerin politika ve karar oluşturma yerleri haline getirilerek karşılıklı bağımlılık ilkesiyle konfederal tarzda örgütlenen özgür belediyeciliği öne çıkartır.22 Toplumsal doğanın örgütlenmesine ilişkin geliştirilen bu ve benzeri modellerin kusurlu yanları tartışılmaktadır.  Önemli olan toplumsal doğayı oluşturan birimleri parçalamadan, birini diğerinin önüne çıkarmadan, var olan dengesizlikleri ve çelişkileri kendi özgünlüğü içinde görerek her birimi özyönetim örgütlenmesi içinde birleştirebilmektir. Yine esas olan toplumun bu birim ve konfederal ağlarla yönetime doğrudan katılabilmesi ve politik bir güç haline gelebilmesidir.

Özyönetim forum ve içerik olarak sahip olduğu ve kendisini bağladığı demokratik ulusun konfederal ağlarıyla farklılaşır. İktidara kaymanın önlemini alır. Ve doğrudan demokrasinin öznesi olmayı başarır. Sadece dayandığı toplumsal birim ve sahip olduğu işlevle demokratik olmaz, aynı zamanda içinde vücut bulduğu ve tabi olduğu demokratik Modernite sistemi ile demokratik karakter kazanır. Demokratik Modernite sistemi özyönetim ve konfederal ağ örgütlemeleriyle politik ve ahlaki toplumu realite haline getirir.

Sistemin güvencesi konfederal ağ örgütlemesidir. Buna komünlerin birlik içinde yönetilmesi de diyebiliriz. Özyönetim, demokratik özerklik olarak tüm ilgili toplumsal birimlerin katılımını gerçekleştirmekte ve kurumlaştırmaktadır Sistem aşağıdan yukarıya işleyerek komün ve meclisleri bir birine bağlar. Yerel ve geneli uyumlu hale getirir. Yerelden kopan genel ve genelden kopan yerelin önüne geçer. Bu anlamda politik ve ahlaki topluma gerçeklik kazandırmanın can alıcı noktası, birimlerin ortak kaynaklara, ortak üretime ve ortak karar almaya dayanan içsel bir dinamizmle karşılıklı olarak bir birlerine bağlı olmalarıdır.

Özyönetimi, ahlaki ve politik toplum birimlerinin örgütlenme ağı haline getirirken bu birimlerin doğal adaptasyondan uzak kalacağı ve gerekli demokratik refleksleri göstermeyeceğini de bilmemiz gerekir. Yine özyönetim olarak oluşturulacak yönetimlerin de aynı ölçekte bilinç ve tutum geliştiremeyecekleri önemli bir gerçekliktir. Binlerce yıldır oluşan patriark iktidar kodları, alışkanlıklar, dar görüşlülük, bireycilik vb. doğal karşı direnç noktaları oluşturacaktır. Devlet nasıl yönetmişse o şekilde yönetilme beklenecektir ve hatta o itaat kültürü içinde davranılacaktır. Yönetimler de aynı alışkanlık riskini potansiyel olarak sürekli taşıyacaklardır. Hatta demokratik ve özgürlükçü amaçlar demokratik ve özgürlükçü olmayan tutum ve davranışları daha fazla maskeleyebilecektir. “Önemli olan, yönetim erkinin bir yandan kendini iktidar biçimine taşırmaktan alıkoyması, diğer yandan yönetimsizliğe karşı sonuna kadar direnmesidir. Yönetimi iktidarlaştırmamak kadar, iktidarın yönetim ayrıcalıklarını elinden almak”23 işin püf noktasıdır.

Politik alanla “sivil alanın” birbirinden ayrıştırılması; politik alan devlet işleriyle sınırlandırılırken sivil alanın devlet dışı alan olarak yerleşik bir algı haline gelmesi politik yönetim ve tutum geliştirmenin önündeki en büyük engellerden biridir. Politikanın toplum alanından çıkarılıp “sivil” olarak kategorize edilmesi, pozitivist sosyal bilimin çarpıtmasıdır. Amaç toplumun politika yapmamasıdır. Toplumun yerine partiler ve STK’lar sözcülük yaparak yönetimi devlet erkiyle paylaşıyorlar. “Yönetişim”24 gibi serbest piyasa politikalarının oluşturduğu manipülatif kavramlaştırmalarla toplumun adeta ahlaki ve politik belleği sağaltılıyor. Ahlaki ve politik toplumun neredeyse her birimi; sendika, dernek, inisiyatif vb. temsili kurumlaşmalarla sarmalanmış durumdadır. Elbette bu alanların demokratik duyarlılıkları geliştirme potansiyelleri önemlidir. Fakat toplumsal yönetimi doldurarak toplumu kuşatmaları ve politika dışına çıkartmaları, özyönetim pratikleşmesinin önünde ciddi bir engeldir. Toplumun politika yapmak için aracılara ve elit sözcülere olduğu kadar içi bireysel çıkarlarla boşaltılmış bu tür işlevsiz kurumlaşmalara da ihtiyacı yoktur. Buna yol açan liberal anlayış ve yapılara karşı mücadele, özyönetimin öncelikli görevleri arasındadır. Bu alanların özyönetim sistemine çekilerek toplumun doğrudan katılımını sağlayacak komünal örgütlenmeyle yeniden inşa edilmeleri gerekmektedir.

Toplumun tüm gözeneklerine sızmış iktidar ve devlet kuşatması altında özyönetim sisteminin inşası radikal bir mücadeleyle mümkündür. Özyönetimin inşası birden ve topyekûn değil, dalga dalga gelişecektir. Hiçbir devrime herkes birlikte katılmamıştır.  Sistemin savunma ve mücadelesine olduğu gibi işleyişine de herkes birden katılım sağlamamıştır. Dolayısıyla herkesin yeknesak tarzda komün ve meclis inşasına, çalışmalarına ve savunmasına katılımı beklenmemelidir. Öz yönetim her şeyden önce öncülük pratiği gerektirir.

Toplumun bilinci, eğitimi, kültürü, yetişme şartları, çıkarları, cins, inanç vb. farklılıklar beklenti ve katılımı da farklılaştırmaktadır. İkna ve çekim herkes ve herkesim için aynı zaman diliminde gerçekleşmeyebilir. Böyle bir beklentinin toplum bilim ve siyaset felsefesi açısından da değeri yoktur ve yanılgılar taşır. Öncü girişim ve uygulamalar bakımından mücadele ve inşa çalışmalarının herkesi birden kapsamaması, nicel olarak azınlık olması doğası gereğidir. Sözün kuvveti kadar eylemin başarısı ve sonuçları da ikna için gereklidir. Bunlar bir sefer de gerçekleşmez. Önemli olan nicelik değil, nitelikli işlerdir. Anlamlı pratikleşmelerdir.

Esas sorun toplumsal destek ve katılımın niceliği değil, bundan çok daha fazla karşılaşılacak direncin gücüdür. Fiziki saldırıları önlemek kadar demokratik olmayan gelenek ve alışkanlıkların gücünü kırabilecek kadar bir kuvvet toplamak ve bunu pratikleştirmek gerekir. Eski yapı ve işlevlerin direncini adım adım zayıflatıp kıracak çalışma niteliği daha fazla önem kazanmaktadır. Öncü pratikler esasen burada çözüm üretecek yaratıcılığa sahip olurlarsa – ki bu gerçekten demokratik tarzla doğrudan bağlantılıdır- yeni yapı ve işlev olarak özyönetim aynı diyalektik uyum içinde bina edilebilir.

Yaşanan pratik deneyimler ve bin yılların oluşturduğu kültür derin bir güvensizlik bilinci ve kodları yaratmıştır. Toplum sağduyulu bir refleksle kolay kolay inanmaz. Hapsolduğu çıkar ve alışkanlıkların dışına çıkmaz. Görmesi ve yaşaması gerekir. Bu sosyolojik gerçek göz ardı edilmemelidir. Yönetimlerin öncü pratiği demokratik farkı açığa çıkardıkça katılım köklü ve geniş olacaktır. Embriyon ve çekirdekler halinde olsa da inşa pratiğinde ahlaki ve politik toplumun görünür hale gelmesi çekim alanı oluşturarak başlangıcın devamını sağlar. Yapılan işlerin sayısı herkesi kapsamasa da, aynı zamanı kuşatmasa da içeriğinin toplumsal hakikatle uyuşum içinde olması ve çözüm gücü sergilemesi, özyönetimin gerçekleştiği her yerde açığa çıkaracağı demokratik sinerjiyle büyük tepkimelere yol açacaktır.

Demokrasi ve özgürlük insan doğasına hitap eden ve bağlayan bir güç potansiyelidir. Önemli olan toplumun bunu görebilmesi ve ikna olmasıdır. Kendisine ait olduğunu yürekten gördükçe aynı basiretle katılımda da tereddüt etmeyecektir. İradece güçlendiğini gördükçe toplum hapsolduğu dar çıkarları ve sosyolojik çeperleri aşabilecektir. Eşitlik, özgürlük ve adalet gerçekleşerek ve büyütülerek görünür hale geldikçe toplum bu sarmalın asıl öznesi olacaktır.

 

 

1 Spinoza, Siyaset İncelemesi
2 Spinoza, Siyaset İncelemesi
3 Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi
4 Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü, 5. Cilt, Amara Yayıncılık
5 Abdullah Öcalan, age.
6 Fulya Özkaya, Sosyal Teoride İktidar Tartışmaları; Marks, Nietzsche, Weber, Foucault
7 Max Weber, Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı
8 Özkan Yıldız,  Sivil Toplum, Demokrasi ve Çoğulculuk
9 Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi
10 Fulya Özkaya, age.
11 Vikipedi version of the Thursday, June 19, 2014.
12 Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi
13 Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü, 3. Cilt, Amara Yayıncılık
14 Louıs Althusser, Montesquieu Siyaset ve Tarih
15 Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü, 5. Cilt, Amara Yayıncılık
16 Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü, 5. Cilt, Amara Yayıncılık
17 Herbert Marcuse, Özgürlük Üzerine Bir Deneme
18 Abdullah Öcalan,  Demokratik Uygarlık Çözümü, 3. Cilt, Amara Yayıncılık
19 Abdullah Öcalan,  age.
20 Abdullah Öcalan,  age.
21 Jeff Weil, Bir İktidar Teorisi
22 Murray Bookchin, Geleceğin Devrimi Halk Meclisleri ve Doğrudan Demokrasi, 2015
23 Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü, 5. Cilt, Amara Yayıncılık
24 Sonay Bayramoğlu, Küreselleşmenin Yeni Siyasal İktidar Modeli: Yönetişim -Praksis 7 | Sayfa:85-116

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.