Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Özerk Kürdistan Demokratik Türkiye

Akif Ali

Demokratik özerk Kürdistan, demokratik Türkiye değerlendirmesini yaparken demokratik özerklik ve demokratik Türkiye olgularının başındaki demokrasi kavramının tarihsel ve güncel anlamının değerlendirilmesi gerekiyor. Çünkü demokrasinin geçmişteki ve günümüzdeki anlamını doğru ortaya koymadan demokratik özerklik de, demokratik Türkiye de doğru anlaşılamaz.

Demokrasi, bilindiği gibi Yunancada halk anlamına gelen demos ve idare-yönetim anlamına gelen kratos kelimelerinden oluşan bir kavram ya da terimdir. Kuşkusuz demokrasinin tarihini Yunanistan’la başlatmak yanlıştır. Ama kavram olarak ilk kez Perikles’in Atinalılara yaptığı bir konuşmada kullanılmıştır. Bu konuşmasında Perikles, demokrasiyi şöyle anlatmıştır; “Bizde devlet, bir azınlığın değil, çoğunluğun yararına göre idare edildiği için, bu idare şekli demokrasi adını almıştır. Özel farklılıklara gelince; eşitlik kanunlar tarafından herkese temin edilmiştir. Fakat umumi hayata katılmaya gelince, kendi değerine göre her fert saygı görür ve ait olduğu sınıf, şahsî değerinden daha az önemlidir. Nihayet hiç kimse, fakirlik ve sosyal durumun karanlığıyla engellenmez; eğer siteye hizmet edebilirse…” Burada görüldüğü gibi demokrasi sanki bir devlet biçimi olarak ele alınmış ve sınıflara bölünmüş bir toplumda çoğunluğun iradesinin temsili gibi değerlendirilmiştir. Bu çoğunluk içinde doğal olarak da köleler yoktur. Çünkü onlar vatandaş değildir. Sadece konuşan hayvandır.

Biz elbette Periklesin bu yorumunu ve Liberalizmin demokrasiyi bugün buna uygun ele alışını kabul etmiyoruz. Diğer yandan bu tanıma uygun olarak uygulanan demokrasinin ilk merkezleri de Atina ve bazı şehir devletlerinde olmuştur. Bu site devletleri yurttaş olarak tabir edilen halkın bütün erkekleri, şehrin yönetimine katılmıştır. Dikkat edilirse burada sadece köleler değil kadınlar da yer almamaktadır.

Dolayısıyla halkın yönetimi diye ele aldığımız ve toplumun hiçbir ayrıma tabi tutulmaksızın yönetime doğrudan katılımı olarak tarif ettiğimiz demokrasi ile eski Grek demokrasisi arasında ciddi farklılıklar vardır. Bu nedenle de toplumsal doğanın temel ilişki ve yaşam biçimi olan demokrasi Greklerle başlatılamaz. Zaten böyle başlatıldığı andan itibaren de demokrasi kavramı çarpıtılmaya müsait olur, doğru anlaşılmayan bir derekeye düşer. Kuşkusuz bu gelişmenin en önemli yanını toplumun yönetime katılımını ifade etmektedir. Yunan site devletlerinde bu şekilde tanımlanarak ortaya çıkan demokrasi farklı sitelerde ya da aynı sitelerde farklı zamanlarda farklı biçimlerde uygulanmıştır. Hem doğrudan demokrasi yöntemleri vardır, hem de temsili yöntemler vardır. Farklı rolleri olan meclisler yanında aynı zamanda gerektiğinde bazı kararların doğrudan halkın görüşüne başvurularak alındığı bir yönetim biçimi söz konusudur.

Demokrasi, buradaki köleleri ve kadınları dışında tutarsak, Atina vatandaşı olanların yönetimde aktif yer almasını ifade ediyor. İyi bir yurttaş yönetim erkine, karar süreçlerine aktif katılmasıyla tanımlanıyor. Bu, önemli bir yaklaşımdır. Yurttaşların silik olmadığı, aktif olduğu, kendilerinin de yönetimde doğrudan rol aldıklarını düşündükleri bir sistemdir bu. En azından önemli deneyler, dersler çıkarılabilecek bir modeldir. Burada belirli aşiretler vardır. Bu aşiretlerin bulundukları coğrafyada önemli güçleri vardır, kendi özyönetimleri vardır. Hatta Atina’daki demokrasinin en önemli kurumlarından olan beş yüzler meclisi bütün aşiretlerin gönderdikleri temsilcilerden oluşmaktadır. Böylelikle belirli alanlarda yoğunlaşmış aşiretlerin iradesinin dışlandığı, iradesinin dikkate alınmadığı bir kararlaşma söz konusu değildir. Bu yönüyle aşiretler özerkliklerini yaşamaktadırlar, kendi bulundukları alanlardaki kararlaşmaları kendilerine aittir. Onların da Atina’ya beş yüzler meclisine gönderdikleri temsilciler dışında kendi aşiret meclisleri de bulunmaktadır. Kuşkusuz demokrasiyi Atina’yla başlatmak tarihi saptırma olur. İnsanlık devleti tanımadan önce her yerde doğal demokrasiyle yönetiliyordu. İktidarın, devletin, sömürünün olmadığı toplum düzeni doğal bir demokrasiydi. Hatta ilkel haliyle gerçek anlamda demokrasi o dönemde vardı. Böyle değerlendirmek gerekiyor. Kuşkusuz toplum bu kadar karmaşıklaşmamıştı, nüfus bu kadar artmamıştı, bu kadar deney, bilgi, birikim, bilim, kültür gelişimi yoktu. Bu bakımdan tabii ki bu doğal demokrasinin özüne bağlı kalınarak doğru bir şekilde uygulanırsa bugünkü demokrasi daha gelişmiş, daha derin, daha kapsamlı olacaktır; olur da.

Devletleşmeden ve iktidarlaşmadan önceki hiyerarşik dönemde de hiyerarşi eğer toplumun yararına bir biçimde değerlendiriliyorsa o da doğal bir demokrasidir. Hiyerarşinin devlet ve iktidarlaşmaya yakın olmayan önemli bir dönemi iktidarın ve sömürünün olmadığı, hiyerarşinin sadece toplumsal yarar biçiminde şekillendiği dönemde de doğal demokrasiden söz etmeliyiz. Tabii ki doğal demokrasilerde toplumlar kendi kendini yönetiyor. O toplumlarda sömürü yoktur, baskıyı tanımayan toplumlardır. Aşiret toplulukları kendi içlerinde belli bir demokrasi uyguluyorlar. Aslında o dönemde belirli aşiretler arasında olan savaşlar bile yaşamlarını devam ettirmeyle ilgili bir durumdur. Yoksa birinin diğerini egemenlik altına alma ya da onun kültürünü ve inancını yok etme gibi bir yaklaşım kesinlikle söz konusu değildir. Bu dönemin savaşları bir emperyalist, sömürgeci, hegemonik yaklaşımdan kaynaklanmayan savaşlardır

Tarihte devlet ve iktidar dışı kalma toplumlarda esastır. İktidarın gerçek anlamda toplumsal dokulara nüfuz etmesi tarihin eski dönemlerinde coğrafyanın az bir kesimini kapsamaktadır. Zaten insanlık kapitalizmle tanışmadan önce çoğunlukla kırsal kesimlerde yaşamaktadır. Özellikle de kapitalist modernitenin hakim olmasına kadar toplulukların kendi iç demokrasileri fazlasıyla vardır. Prenslerin, beylerin toplum üzerinde bir hegemonyası olsa da, toplulukların kendi içinde belli bir doğal demokratik yaşam vardır. İmparatorluklar ne kadar geniş topraklar üzerinde hâkimiyet kursalar bile toplulukların her şeyine müdahale eden, nüfuz eden bir devlet ve iktidar yapısı yoktur. İmparatorluklar genelde bulundukları alandaki toprakların kendi kendilerini yönetmelerine, kendi işlerini kendi yapmalarına karışmazlardı. Kapitalizme kadar bu kural geçerlidir. Köleci dönemde, feodal dönemde vergileri verdikleri zaman imparatorlukların belirlediği kurallara belirli düzeyde uydukları takdirde her güç kendi bölgesinde özerk yaşamaktadır, otonom yaşamaktadır. Kendi iç yönetimlerini kendileri düzenlemektedir. Aşiretler ve topluluklar kendi içinde demokratik yöntem diyeceğimiz yöntemlerle kendi yaşamlarını sürdürmektedirler.

Devlet olmayan topluluklar demokrasiye daha yakındır. Devletleşenler, iktidarlaşanlar daha fazla hegemonik oluyor, merkeziyetçi oluyor, hiyerarşik oluyor, tam hâkim olmaya çalışıyor. Ama devlet dışı toplulukların imparatorluk karşısında belirli bir özerklikleri olduğu gibi, kendi içlerinde de belirli bir demokratik yaşam sürdürüyorlar. Bu topluluklar aslında güçlerini de buradan alıyorlar. Tarih içindeki aşiret toplulukları, ya da imparatorluklar içinde belirli özerk yaşayan etnik topluluklar, dinsel topluluklar gücünü belirli düzeyde demokratik olma karakterlerinden alıyorlar. Topluluklar ancak öyle ayakta tutuluyor. Topluluklar ya zorla ya da demokrasiyle ayakta tutulur. Zorla ayakta tutma daha çok sömürücülere, baskıcılara, egemenlere hastır. Ama toplumlar genel olarak kendi varlığını sürdürmede demokratik yöntemi, usulü kullanır. Tarihsel toplum araştırıldığında bu gerçeklik görülür. Prensliklerin ve beyliklerin olduğu alanlarda da bu kurumların otoriteleri olsa da toplulukların kendi içinde doğal bir demokratik yaşama sahip olduklarını söylemek gerçekliği ifade etmek olur.

Kapitalizme kadar devlet dışı kılmış toplumlarda genel olarak demokratik kültür, demokratik öğeler vardır. Rönesans ve Reform önemli oranda kırsal manastırlar, kırsal toplulukların demokratik karakterinin egemenlikçi zihniyetlere, kralların istediği gibi karar almalarına karşı çıkan demokratik toplumcu eğilimlere dayanmaktadır. Diğer yandan da şehirlerde üniversiteler ve sanata yakın çevrelerde demokratik eğilimler oluşmakta, bu da toplumu mayalamaktadır. Rönesans öncesi kapitalizm yoktur; toplum hala feodal denen düzen içindedir. Doğal toplumun, doğal demokrasinin etkileriyle şehirdeki egemenler dışındaki toplulukların, farklılıkların mevcut krallıklara, otokrasiye karşı tepkileri Rönesans’ı doğurmaktadır. Bu yönüyle Rönesans’taki düşünce esas olarak toplumcu ve demokratiktir. Toplumcu ve demokratik karakteriyle kralları sınırlamak istemektedir. Eğilim bu yönlüdür.

Rönesans’ın ortaya çıkmasından sonra Avrupa’da halk hareketleri gelişmiştir. Bunlar da demokratik halk hareketleridir. Bazılarının tanımladığı gibi burjuva devrimler değildir. Burjuva demokratik devrimler olarak da tanımlamak gerçeği yansıtmaz. Bu devrimlerin amacı kapitalizm değildir, daha özgürlükçü ve daha demokratik bir düzen öngörmüşlerdir. Ama bilim teknikten aldığı gücü sömürünün olduğu bir yeni düzeni kurmaya yönelen yeni sınıf, şehirli burjuva sınıfı toplumun örgütsüzlüğünden yararlanarak ve toplumu yönetmede belirli bir tecrübesi olan aristokrasiyle de belirli düzeyde uzlaşarak halk devrimlerini kapitalizmin giderek hâkim olduğu bir sisteme dönüştürmüştür. Bunlar halk devrimidir. Burjuva devrimleri denilmesini sonradan ortaya çıkan durum çerçevesinde tanımlanmış bir kavram olarak değerlendirmek daha doğrudur. Kapitalizm hâkim olunca o zaman bu devrimler kapitalizme yol açtığına göre burjuva devrimlerdir, biçiminde bir değerlendirmede bulunulmuştur. Ama dediğimiz gibi esasında halkın daha demokratik, daha toplumcu, özgür yaşamak istediği halk hareketleridir. Burjuvazi örgütlü olduğu için bundan yararlanmıştır. Böyle değerlendirmek daha doğru olabilir.

Kuşkusuz bu devrimlerin demokratik karakteri yeni yetişen sınıf burjuvaziyi ilk dönemlerde toplumun gücünü dikkate almaya götürmüştür. Özellikle de eski egemenleri saf dışı edip kendilerinin egemen olması sürecinde toplumun gücünden yararlanmak için belirli demokratik yaklaşıma girmek zorunda kalmıştır.

Batı’daki demokrasi tarihi açısından 1215’teki Magna Carta (Büyük Belge) örnek verilir. Yani kralla belirli feodal beyler ve prensler arasında yapılan bir sözleşmeyi ifade eder. Magna Carta belgesinin oluştuğu süreçte burjuvazi yeni yeni gelişmektedir. Bu açıdan belgenin oluşmasında etkileri sınırlı kalmıştır. Yine krallarla prensler ve yeni yetişen burjuvazi arasında başka yerlerde de benzer sözleşmeler olmuştur. Fransız devriminden önce yükselen yeni sınıf burjuvazinin ve yerel otoritelerin de içinde olduğu bir meclis vardır. Belirli dönemlerde toplanan, karar alan Etats generaux denen meclisin kral tarafından keyfi olarak toplamaması sonucu 1789’da Fransa’da krala karşı isyan gerçekleşir. Burada da bir halk devrimi söz konusudur. Esas olarak halkın yoksul kesimleri, yani baldırı çıplaklar hâkimdir. Devrimde Jirondenler, Jakobenler ve montagnarlar (dağlılar) vardır. İlk başta etkili olanlar montagnarlardır. Jakobenlerin bir kısmı da bunlardan etkilenmiştir. Mahallenin, sokağın, kırın gücü etkilidir. İlk dönemlerde Jakobenler sokağın ve tabanın sesi olan Dağlıları dikkate almak zorunda kalmışlardır. Hatta Jirondenler bile dağlıları dikkate almak zorundadır. Çünkü taban, devrimi gerçekleştiren esas güç bunların etkisindedir. Dolayısıyla Fransız devrimi de özünde bir halk devrimidir. Yukarıda belirttiğimiz gibi daha sonra burjuvalar hâkim olduğu için bu devrimlere burjuva devrimi, burjuva demokratik devrimi denilmiştir. Bugün doğru değerlendirildiğinde, daha iyi analiz edildiğinde bunların da esas olarak halk devrimleri tanımlamasına girdiği gerçeği rahatlıkla görülebilir.

İlk devrimler sırasında meclisler güçlüdür. Zaten halk esas olarak iktidarın birilerinin elinde merkezileşmesine karşı ayağa kalkmıştır. Bu nedenle devrimler yürütmeleri zayıf tutmaya özen göstermişlerdir. Bunu rahatlıkla söylemek gerekir. Devletin de bazı kuralları olan bir yargısı olsa da, bu yargı esas olarak iktidarı koruyan bir yargıdır. Ama her yerde toplumların kendi toplumsal adalet sistemi de vardır. Tamamen devlet tekelinde bir yargı sistemi yoktur. Devletin yargı kurumları belirli merkezlerde ya da belirli konularda vardır. Kapitalizmin ulus-devlet zihniyet ve yapılanmasına kadar yaşamın tüm alanlarına girmiş bir devlet yargısından, bu yönlü devlet otoritesinden söz etmek mümkün değildir.

İlk başlardaki bu devrimlerde meclisler güçlüdür, çok merkeziyetçi bir yaklaşım hâkim değildir. Halk devrimlerinin oluştuğu dönemlerde yerel toplulukların özerklikleri belirli düzeyde korunmaktadır. Zaten İngiltere’de toprak sahibi ve yerel otorite olan prensler, feodal denen bu kesimler de devrimin içinde yer almışlardır. Bunlar tabii ki yerel otoritelerini korumayı hedeflemişlerdir. Avrupa’da da krallıklar devrilirken halkın, çeşitli toplumsal güçlerin temsilini bulduğu meclisler gelişip güçlenirken, diğer taraftan da tabanda, yerelde, çevrede toplulukların kendi kendini yönettiği, tümden merkezileşmemiş bir siyasal ve sosyal yapı söz konusudur.

Kapitalizm ve kapitalizm için en iyi sömürü çerçevesi olan ulus-devlet gerçeğinin gelişmesiyle birlikte meclislerin rolü adım adım sınırlanmıştır. Ulus-devlet bütün topluluklara hâkim olmak ister. Ulus-devlet burjuvazinin devlet anlayışıdır. O günkü ulusal burjuvazi denen burjuvazi bir nevi belirli toprak alanlarını kendisinin sömürü alanı yapmak ister. Bir fabrikada nasıl sömürüyorsa, belirli sınırlar içinde insanları sömürmek, sistemin içine almak için bir ulus-devlete ihtiyacı vardır. Ulus-devletin kendini tüm kurumlarıyla oluşturmasıyla birlikte merkeziyetçi-tekçi sistem hâkim olur; bu giderek meclislerin yetkilerinin sınırlanması, yürütmenin gücünün artması anlamına gelir. Tabii ki kapitalizmin feodal sistem gibi, daha önceki sistemler gibi sadece belirli bir vergi alan, otoritesinin kabul edilmesini istemekle yetinen bir ekonomik, sosyal, siyasal sisteme sahip olmadığı ve tüm alanlara hâkim olma ihtiyacı duyduğu için yerel özerkliklere de tahammülü yoktur. Bu devlet anlayışı yargı sistemini de bütünüyle kontrol altına almak ister. Kapitalist modernitenin, kapitalizmin doğası bunu gerektirir.

Ulus-devlet zihniyeti yasama, yürütme, yargı ayrılığı denen, ama esas olarak yürütme giderek hem yasamayı kontrol eder, yasamanın üzerinde yer aldığı bir noktaya gelir hem de yargıyı yönlendiren bir şekillenme kazanır. Kuşkusuz meclisler de kapitalist modernitenin meşruiyetini korumak açısından korunur. Dört ya da beş yılda genel ve eşit oya dayalı seçilen parlamenterlerden oluşan bir sistem kurulur. Dört-beş yılda bir seçim olur, meclis seçilir, onun içinden bir hükümet çıkar. Bu hükümetler esas olarak yürürlükteki yasa ve anayasalar çerçevesinde –bu anayasa ve yasaları da mecliste çoğunluğu olan parti ya da ittifak oluşturan gruplar yapar sistemi istediği biçimde şekillendirirler. Demokrasi denilince de dört yılda bir seçim, çoğunluğun hâkim olması olarak anlaşılır.

Kapitalist sistem sömürünün gereği olarak ülkenin en ücra köşelerine hâkim olacak biçimde merkeziyetçi bir zihniyetle tüm köylere kadar otoriter bir rejim kurar. Bu süreç aynı zamanda burjuvazinin kendini güçlendirdiği, sistemi kendi sömürüsü ve iktidarına uygun bir sistem haline getirdiği bir süreçtir. Buradaki demokrasi de aslında bir üst toplum demokrasisidir. Nasıl ki Atina’daki demokrasi, köleler ve tabii ki kadınlar dışındaki yurttaşların kendileri için gerçekleştirdikleri bir demokrasisiyse, Avrupa’da gelişen demokrasi de -bütün toplum genel ve eşit oy kullansa da burjuvazinin ya da burjuvaziyle ittifak halinde olan güçlerin, yani üst toplumun iktidarını, sömürüsünü güvenceye alan bir karakterdedir.

Eğer demokrasi toplumun kendi kendini yönetmesiyse, yönetime aktif katılmasıysa Avrupa’daki demokrasinin böyle olduğunu söylemek mümkün değildir. Kuşkusuz bir ailenin, hanedanın, kralın babadan oğula geçen yönetim sistemiyle kıyaslandığında buna göre bir gelişme olarak görülebilir. En azından biçimsel olarak böyledir. Ancak burjuvazi elindeki imkânlarla yönlendirme yaparak, kendini örgütleyerek, onun araç ve yöntemlerini kullanarak mecliste hâkimiyetini koruduğu gibi yürütmeyi de eline alıp kendi sömürü düzenini kurmuştur. Bu, gerçek bir demokrasi değildir. Burjuvazinin kendi iktidarının sürekliliğini sağlayan bir sistemdir. Demokrasi, halkın yönetime katılımıysa, halkını büyük çoğunluğu bu sistemin dışındadır. Bu sistemden sadece azınlık olan burjuvazi ve ittifak içinde olan güçler yararlanmaktadır. Bu bakımdan onlar etkindir. Onların etkin olduğu sisteme halkın yönetimi denebilir mi? Halkın yönetimi demek, toplumun çoğunluğunun çıkarına bir yönetimdir. Burada toplumun çoğunluğunun çıkarına bir yönetim yoktur. Bir üst toplumun çıkarına yönetim vardır. Dört yılda bir seçim oluyor, halk gidip oy veriyor ve buna demokrasi deniyor. Bu sisteme bir örtü, aldatma sistemi demek daha doğrudur.

Zaten merkezileşme demokrasi demek değildir. Demokrasi, merkezin sadece koordinasyon rolünü oynadığı yönetim düzenidir. Bu sistem II. Dünya Savaşında iflas etmiştir. II. Dünya Savaşı, dünya tarihinin en acılı dönemidir. Parlamenter demokrasi denen temsili sistem bunu engelleyememiştir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan sürekli kapitalizmle birlikte her türlü kötülüklerin ve çirkinliklerin en üst düzeye çıktığını söylemektedir. Bunlar da milyonlarca insanın öldüğü savaşlardır, çevre felaketleridir, kültürel yozlaşmadır, işsizliktir, şehirlerin yaşanamaz hale gelmesidir. Bu sonuçların halk yönetimi altında gerçekleşmesi mümkün müdür? Bunun halkın çıkarına karar veren, halkı mutlu yaşatan bir düzen olduğu söylenebilir mi? Diğer etkenler bir kenara bırakılsa bile II. Dünya Savaşının en fazla da kendilerine demokrasi diyen Avrupa’da yaşanması, bu savaşta insanlık tarihindeki, insanlık dışı, vahşi uygulamaların olması ve en ağır sonuçların çıkması bile bu sistemin ne kadar çürümüş, kötü bir sistem olduğunu gösterir. Kapitalizmin bu gerçeğine rağmen geçmiş dönemleri geri, kendisini ileri gösterir. Kapitalizmin kendisini ileri göstermesi bir illüzyondan, bir ideolojik hakimiyetten başka bir şey değildir.

II.Dünya Savaşı ve sonuçlarının Avrupa’da aydınlar üzerinde yarattığı travma sonucunda, bir sorgulama ortaya çıkmıştır. Yaşadıkları sistemin gerçek demokrasi olmadığını anlamışlardır. Sadece dört yılda bir oy vermeye dayanan sistem yerine baskı grupları denen çeşitli örgütlenmelerle bu dört yıl arasında da siyaset üzerinde baskı kuran bir yeni siyasal sistem oluşturulmaya ihtiyaç duymuşlardır. Buna da çoğulcu, katılımcı demokrasi denmiştir. Eskinin felaket getiren demokrasi anlayışını iyileştirme, zararlarını aza indirme amaçlı böyle bir yaklaşım ve uygulama geliştirilmeye çalışılmıştır. Ama bunun da sorunları çözemediği giderek anlaşılmıştır.

Bu açıdan demokrasi kavramının gerçek anlamıyla tartışılmasıyla ve mevcudun da yetersiz olmasıyla birlikte giderek yerel yönetimlerin güçlendirilmesi biçiminde bir eğilim ortaya çıkmıştır. Merkeziyetçi sistemin zararları gömülmüştür. Bu açıdan Avrupa’da yerel yönetimler güçlendirilmiştir. Yerel yönetimler şartı denen bir şart kabul edilmiştir. Bunun tüm Avrupa ülkelerinde uygulanması esas alınmıştır. Bugün sadece Avrupa’da değil, dünyanın birçok yerinde demokratik anlayışın gereği yerinden yönetimler gelişmektedir. Hatta yerel yönetimler demokrasinin ve demokratik kültürün beşiği olarak ele alınmaktadır. Bu, giderek dünyada genel bir eğilim haline gelmektedir. Kuşkusuz gerçek anlamda bir demokrasi ve radikal demokrasiyi ifade etmemektedir. Ancak demokrasinin yerelden gelişmesi gerektiği biçimindeki bir eğilimin sonucu olduğundan gerçek demokratik zihniyetin gelişmesi açısından bir düşünce ve pratik gelişimi olarakg örmek mümkündür.

Öte yandan farklı etnik ve dinsel toplulukların giderek kendi kendini yönettiği, özerk oldukları, ya da var olan özerkliklerini daha da geliştirdikleri bir eğilim ortaya çıkmıştır. Bu eğilim ulus-devlet anlayışının ve merkeziyetçi yönetimin toplumun ihtiyacı ve beklentilerine cevap vermemesi sonucu geliştirilmiştir. Bunun da demokratik bir zihniyet ve uygulamaların gelişmesinde önemli olduğu açıktır.

Artık demokrasinin gelinen aşamada dört-beş yılda bir oy verilerek bir parlamentonun seçilmesi olmadığı daha fazla ortaya çıkmaktadır. II. Dünya Savaşı sonrası gelişen sistemi iyileştirmeyi hedefleyen çeşitli sivil toplum örgütlerinin taleplerini ortaya koyması, siyaset üzerinde bu yönlü etkide bulunması da gerçek bir halk yönetimini karşılayamadığı görülmüştür. Bu nedenle demokrasinin toplumun tabandan örgütlenmesi, yerelde kendi kendini yönetmesi olarak anlaşılması eğilimi gelişmiştir. Bu, Avrupa’yı da etkilemiş ve bu yönlü bazı değişimlere gitme zorunda bırakmıştır. Yetersiz de olsa, egemen sınıfların siyaset üzerindeki belirleyiciliği hala devam etse de; giderek kısmen kavramın gerçek içeriğine biraz daha uygun hale geldiği görülmektedir. Toplumun tabandan örgütlenerek kendisiyle ilgili kararları kendisinin verme gücünü göstermesiyle birlikte yerel yönetimlerin güçlendiği bir yönetim anlayışı gelişmektedir. Kuşkusuz Avrupa’da devlet tümden aşılamadığı için merkezden karar verme ve yönetme anlayışı önemli oranda sürmektedir. Çünkü devletçi zihniyet ve yönetim gerçeği devam ediyor. Ulus-devlet zihniyeti belli düzeyde aşılsa da tümden bırakılmış değildir. Bu bakımdan Avrupa’da yerellerin güçlendirilmesi de gerçek demokrasiye karşılık gelmemektedir. 

Avrupa’da devlet bırakılmasa da, devletten söz edilse de yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, farklılıkların özgünlüğünün kendini yönetmesi belli düzeyde kabul görmektedir. Çünkü dünyada demokrasi eğiliminin daha da gelişerek kendisini pratikleştirme çabasının artması temelinde farklılıkların özgünlüğü ve özerkliğinin kabul edilmesi de artık demokrasinin bir gereği olarak görülmektedir. Bu yönüyle demokrasi anlayışı da değişmektedir. Hatta bugün gerçek demokratlar açısından toplumun tabandan örgütlenmesi, güç olması, köyün, kasabanın, şehrin kendisiyle ilgili kararları kendisi vermesi, yine bu çerçevede bu zihniyetin gereği olarak farklı etnik ve dinsel topluluklar varsa onların kendi kendilerini yönetmesi ve kendi kültürel özerkliklerini yaşaması demokrasinin gereği olarak görülmektedir. Demokrasi toplumun güç olmasıysa, o zaman merkezin değil, tabanın güç olmasını sağlayan yaklaşım, yol ve yöntemler, örgütlenme tarzı yeni, halkçı, toplumcu demokrasiyi ifade etmenin gereğidir. Kuşkusuz burjuvazi Avrupa’da ve başka yerlerde kapitalizmin ihtiyacı gereği bireysel haklar temelinde bireyi esas alarak bir demokratik anlayış geliştirmeye çalışıyor. Bu, onun iktidarcı sömürücü düzeninin bir gereğidir. Bireyciliği geliştirmesi hem tüketim toplumu açısından, hem de toplumu daha iyi yönetmek için gereklidir. Çünkü toplumun örgütlü olduğu, kendini güç kıldığı, tabandan kendi kendini güçlü biçimde yönettiği bir yerde egemenlerin hem sömürü hem de hegemonya kurma imkânı daralır. Bu açıdan egemenler, burjuvazi doğrudan demokrasi dediğimiz toplumun örgütlenmesine dayanan demokratik toplumun yerelde kendi kendine karar verdiği demokratik toplumcu demokrasi anlayışına sıcak bakmamaktadır.

Demokratik özerklik, demokratik Türkiye kavramlarını da mevcut toplumsal demokrasi, gerçek demokrasi, halkın örgütlülüğüne bağlı olarak kendisiyle ilgili kararlarda sözsahibi olduğu bir demokrasi anlayışı çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir. Bu açıdan Sayın Öcalan’ın demokratik özerklik ve demokratik Türkiye konusundaki perspektifleri gerçekten çözümleyicidir, çarpıcıdır. Zaten Kürtler de esas olarak Abdullah Öcalan’ın felsefi, ideolojik, teorik, siyasal yaklaşımları çerçevesinde demokratik özerklik ve demokratik Türkiye demektedirler. Kürt Özgürlük Hareketi’nin ifade ettiği Demokratik Türkiye’yi, Kürt sorununun çözümünü nasıl ele aldıklarına bakarak anlamak mümkündür. Zaten Kürt sorununun çözümü gerçekleşmeden demokratik Türkiye’nin gerçekleşmesi ve Türkiye’de diğer toplulukların, etnik ve dinsel toplulukların sorunlarının da gerçek anlamda demokratik temelde çözülmesi mümkün değildir. Bu açıdan da Kürt Halk Önderi, Kürt sorunu Türkiye’nin demokratikleşmesinin kilit sorunudur, değerlendirmesinde bulunurken, demokratik özerkliği de Türkiye’nin demokratikleşmesinin temeli olarak görmektedir.

Sayın Öcalan, demokratik özerkliği değerlendirirken iki biçimde ele almaktadır. Birincisi, Türkiye ile yapılacak bir siyasal çözüm çerçevesinde gerçekleşecek demokratik özerkliktir. Bu dar anlamda demokratik özerklik olarak tanımlanmaktadır. Yani Türkiye ile siyasal anlamda bir uzlaşmayı ifade etmektedir. Türkiye’deki anayasa ve yasaların Kürdistan’da Kürt toplumunun kendi kendini yönetmesini kabul etmesini ifade etmektedir. Bu, siyasal özerklik ya da dar anlamda demokratik özerkliğe denk düşmektedir. Bir de Sayın Öcalan’ın belirttiği geniş anlamda demokratik özerklik tanımı vardır. Buna göre devletle yapılan bir uzlaşma olan dar anlamda özerklik yerine -kuşkusuz bir devlet içinde kalındığında bunun siyasal, hukuki çerçevesinin olması gerekmektedir gerçek anlamda demokratik özerkliği daha derin, daha kapsamlı bir ifadeye kavuşturmuştur. Geniş anlamda özerklik demesi de bunu ifade etmektedir. Bu da demokratik toplumun örgütlü gücüne dayalı demokratik özerkliktir. Demokrasi halkın kendi kendini yönetimiyse, öz yönetimiyse, toplumun tabandan örgütlenip kendisiyle ilgili kararlarda söz ve karar sahibi olmasıysa demokratik özerklik örgütlü toplum gerçeği demektir. Örgütlü toplum demokratik özerk toplumdur. Örgütlü toplum, güçlenerek kendi işlerini kendisi yapan ve kendi kendini yöneten toplumdur. Bu da zaten doğal olarak devletten özerk olmayı ifade etmektedir. Örgütlü toplum, esasında demokratik özerkliği yaşayan toplumdur. İlk başta böyle bir perspektife, böyle bir ufha, böyle bir yaklaşıma sahip olmak gerekiyor.

Demokratik özerkliği bu çerçevede ele aldığımızda şöyle anlaşılmalıdır: Kürt toplumu tabandan başlayarak her yerde örgütlenecektir. Köyde örgütlenecektir, sokakta örgütlenecektir, mahallede ve şehirde örgütlenecektir. Bu örgütlenme çok boyutlu olacaktır. Kadın örgütlenmeleri, gençlik örgütlenmeleri, emek örgütlenmeleri, çevre örgütlenmeleri, sağlık ve eğitim kurumları için örgütlenmeler olacaktır. Çeşitli konularda duyarlı olan sivil toplum örgütleri olacaktır. Bütün toplumsal kesimler de farklı sorunları olan kesimler de kendilerini örgütlü hale getireceklerdir. Bir kişi sadece bir yerde örgütlenecek diye bir kural da yoktur. Bir kişi birçok örgütlenme içinde yer alabilir. Hem çevrecidir, çevre örgütlenmesi içinde yer alabilir, hem kadın örgütlenmesi içinde yer alır, hem gençlik örgütlenmesi içinde yer alır. Hem emekçidir, köylüdür, köy örgütlenmesi içinde yer alır, hem de çevre örgütlenmesinde yer alır. Emekçidir, emek örgütlenmeleri içinde yer alır, ama aynı zamanda bir inanç örgütlenmesi içinde de yer alabilir. Bunun yanında ekonomik alanda komünler kurulur, komün ve kooperatif örgütlenmesi içinde yer alır. Herhangi bir topluluk ekonomisi içinde yer alır. Toplumun birçok konuda bilinçlenmesini ifade eden akademilerde yer alır. Bu akademiler tarımla, çevreyle, sağlıkla, basınla, kültürle ya da başka alanla ilgili olabilir. Toplumsal örgütlemenin, demokratik örgütlenmenin nasıl olacağı, demokrasinin nasıl derinleşeceğini ortaya koyan demokratik siyaset akademileri olabilir. Bu yönlü toplumun örgütlenmesine öncülük edecek, toplumun bilinçlenmesini sağlayacak akademiler de her yerde yaygın kurulur. Bunlar da örgütlü toplum olma gereğidir. Yani hem ekonomik alanda, hem düşünce alanında, hem sosyal alanda, hem kültürel alanda, hem inançsal alanda toplum örgütlenecektir.

Tüm bu örgütlenmeler tabandan başlatılarak gerçekleşecektir. İlçe ve il örgütlenmeleri tabanın söz ve karar sahibi olmasını dışlamayacak biçimde şekillenecektir. Tabanın ve alt örgütlenmelerin söz ve karar gücü korunarak üste doğru bir örgütlenme modeli olacaktır. Merkeziyetçi bir karaktere sahip olmayacaktır. Bu örgütlenmelerin daha özgün, daha demokratik olması açısından da örgütlenmeler tabanın söz ve karar sahibi olduğu demokratik konfederal modelde geliştirilecektir. Her mahalle, her kasaba, her ilçe ve her şehirde örgütlenmeler demokratik konfederal esaslara göre yapılacaktır. Hem özgün (gençlik, kadın, çevre ve diğer) hem de genel (mahalle, kasaba, şehir) örgütlenmeler kendi aralarında demokratik konfederal bir kurumlaşmaya gidecektir. Kuşkusuz Kürdistan genelinde de bir demokratik sistem geliştirilmek durumundadır. Bunun için Kürdistan beş altı bölge ya da eyalet biçiminde örgütlenir. Kuşkusuz bu eyalet kurumlaşmaları da demokratik konfederal temelde olur. Botan ayrı bir örgütlenme olabilir, Serhat ayrı bir örgütlenme olabilir, Amed ve çevresi ayrı bir örgütlenme olabilir, Dersim ve çevresi ayrı bir örgütlenme, Urfa ve Mardin çevresi de ayrı bir örgütlenme olur. Çünkü bölgelerin de kendine göre özgünlükleri vardır. Kültürel özgünlükleri vardır, inanç özgünlükleri vardır, ekonomik ve sosyal bütünlük açısından farklı özgünlükleri vardır. Bunlar da eyalet ya da başka bir adla örgütlenirler. Ama bu eyalet örgütlenmelerinin hepsi de kendi demokratik konfederal sistemlerini tabandan örgütlenen demokratik kurumlara dayandırır. Yani örgütlü ve demokratik topluma dayanan örgütlenmeler ilk önce köyde, kasabada, şehirde örgütlenecektir. Tabandan seçimle gelen köy komünleri olacaktır, kasaba meclisleri olacaktır, şehir meclisleri olacaktır. Bunların temsilcileri ve belirli periyotlarla genel ve eşit oyla seçilen halk temsilcileriyle bir eyalet meclisi ve yönetim oluşturulur.

Bu meclisler ve yönetimler yerellerin söz ve kararını ortadan kaldırmayan demokratik konfederal ilkelere bağlı çalışacaktır. Kuşkusuz bu eyaletler de demokratik konfederal temelde merkeziyetçi olmayan bir biçimde Kürdistan geneli açısından üst meclisi ve üst yönetim organlarını oluşturacaktır. Bunlar demokrasi ilkelerine, demokratik konfederal yönetim ilkelerine, yerelin kendi kendini yönetmesi ilkelerine dayalı olacaktır. İşte bu Kürdistan geneli açısından örgütlü toplumun kendi kendini yönetmesini ifade eden demokratik özerklik olmaktadır. Kürdistan’ı yöneten bu özerklik modeli de merkeziyetçi olmayacaktır. Ama Kürdistan genelinde bir koordinasyonu, dayanışmayı, ortak yapılması gereken işleri birbirlerini güçlendiren biçimde, yani tamamlayan ve paylaşan bir biçimde bir demokratik özerklik yönetimi olarak gerçekleştirecektir.

Böyle bir demokratik özerklik sisteminde bütün toplum örgütlü oluyor. Zaten bütün toplumun örgütlenmesi demokratik özerkliğin temeli ve pratikleşmesi anlamına gelmektedir. Bütün Kürt toplumu örgütlü demokratik toplum gerçeğine ulaşarak köyünde, kasabasında, şehrinde kendi kendisini yönetiyor. Hem ekonomik, hem sosyal, hem kültürel ihtiyaçlarını kendi örgütlenmesiyle, kendi yerel yönetim gücüyle gerçekleştiriyor. Bu kadar örgütlü topluma demokratik toplum diyoruz. Toplumun demokratikliği onun örgütlenme düzeyiyle ölçülüyor. Ya da örgütlü toplum söz ve kararın kendinde olduğu toplum, kendisiyle ilgili sorunları çözen toplum demokratik toplum, politik toplum oluyor. Kürt Halk Önderi buna aynı zamanda ahlaki-politik toplum dedi. Ahlak bir yönüyle bu demokratik toplumun kural ve kaidelerinin içeriğini oluştururken, politik toplum ise bunun yol ve yöntemlerini ya da ahlaki toplumun yeni değerlerinin nasıl şekilleneceğinin belirleneceği sistemi ifade etmektedir. Abdullah Öcalan, Özgürlüğün Sosyolojisi kitabında toplum için ahlak ve politikanın işlevini şöyle tanımlamıştır: “Ahlakın temel rolü, toplumun varlığını sürdürme ve ayakta kalma kurallarına sahip olması ve bunları uygulama gücüdür. Varlık kurallarını ve uygulama gücünü yitiren toplum hayvan topluluğuna dönüşmüş demektir ki, bu halde istenildiği kadar kullanılıp sömürülebilir. Politikanın rolü ise, özünde toplum için gerekli ahlaki kuralları sağlamak ve bununla birlikte temel maddi ve zihni ihtiyaçları gidermenin yol ve yöntemlerini sürekli tartışarak kararlaştırmaktır. Toplumsal politika bu gerekçeler temelinde sürekli tartışma ve karar gücünü geliştirerek toplumu zinde ve açık görüşlü kılar; kendisini yönetebilme ve işlerini çözme yeteneğine kavuşturduğu toplumun en temel varlık alanını oluşturur. Politikasız toplum, başı koparılmış tavuk gibi, daha can vermeden sağa sola savrulan toplumdur. Bir toplumu işlevsiz ve güçsüz bırakmanın en etkili yolu, kendi öz varlığı, temel maddi ve manevi ihtiyaçları için zorunlu tartışma ve karar organı olan politika’dan yoksun (siyasetsiz, İslami deyimle şeriatsız) bırakmaktır. Hiçbir yol bu denli sakıncalı olamaz.

Demokrasi, toplumun kendi kendini yönetmesi ve bu çerçevede farklılıklarının özgünlüğünün özerkliğinin gerçekleşmesi anlamına da gelmektedir. Ancak böylesi demokratik zihniyete dayalı örgütlenmelerle demokratik toplum ortaya çıkabilir. Bu demokratik toplum, tabandan örgütlenip köyde bir sistem, kasabada bir sistem, şehirde bir sistem, eyalette bir demokratik yönetim sistemi olabiliyorsa; yine ülke genelinde demokratik konfederal bir model temelinde bir sistem kurabiliyorsa ve bütün işlerini kendini yürütebilecek düzeye kavuşturuyorsa, burada toplum kendi kendini yönettiği için mevcut devlet içinde ya da mevcut sistem içinde bir özerkliği var demektir. Ya da demokratik topluma dayalı demokratik kurumlaşma hangi sistem içinde olursa olsun bu demokratik özerk bir yaşam demektir. Bu açıdan demokratik özerkliği, demokratik toplumun yaşam biçimi olarak ya da demokrasinin olduğu yerdeki toplumun yönetime katılma biçimi olarak görmek gerekiyor.

Demokrasi kendi kendini yönetme biçimi olarak bireyin katılımında bir kişilik-kimlik sahibi olmasını gerektirir. Özgür birey demokratik özerk toplumun temeli ya da kopmaz bir parçasıdır. Bu nedenle demokratik toplum olmadan özgür birey, özgür birey olmadan demokratik toplum geçekleşemez. Bu açıdan toplumun kendini demokratik olarak örgütlediği bir yerde yerellerin ya da farklı kimliklerin mutlaka özerkliği vardır. Tersi durumda demokrasi sadece bir demagoji olur.

Kürdistan toplumu, Kürt insanı bu geniş anlamda demokratik özerkliği kırk yıllık büyük demokrasi ve Özgürlük Mücadelesine dayandırmaktadır. Kürdistan’daki siyasal mücadele, Özgürlük Mücadelesi sadece Kürt’ün bir ulusal kurtuluş mücadelesi değildir. Ya da klasik 19 ve 20. yüzyıldaki ulusal kurtuluş mücadelesi değildir. Bir toplumsal olgu olan ulusun özgürlüğü ancak toplumsal özgürlükle, demokrasiyle gerçek özgürlüğüne kavuşacağı yeni bir özgürlük anlayışı, yeni bir ulusal özgürlük anlayışı ortaya çıkmıştır. Demokratik zihniyetin gelişimi, yani iktidarcı devletçi zihniyetten kopuş yeni bir ulusal özgürlük anlayışı ortaya çıkarmıştır. Her ulusa bir devlet anlayışının doğru olmadığı, esas olarak ulusun özgür ve demokratik yaşamının önemli olduğu bir ulusal demokratik çözüm modelinin de mümkün olduğu ortaya konulmuştur.

 Kürt halkının özgürlük mücadelesi bu modelin pratikleşmesi açısından çok önemli bir düzey kazanmıştır. Devlet olmadan da toplumun demokratik karakter kazanarak demokratik toplum gerçeğiyle kendini her alanda örgütleyerek özyönetim ile özgür ve demokratik yaşamını sağlaması mümkündür. Kürt Halk Önderi bu çözüm modeline demokratik özerklik demektedir.

20.yüzyıldaki ulusal özgürlük anlayışı esas olarak da farklı etnik topluluğun, farklı bir ulusal topluluğun içinde egemenlerin bir iktidar tekeli ve devlet olarak kendilerini hâkim kılma mücadelesi olarak ortaya çıkmıştır. Gerçek bir ulusal özgürlükten çok, ezilen ulus içindeki bir kesimin egemenliğini sağlayan ulus-devlet yaratmayı ifade etmektedir. Kuşkusuz bir kimlik, kültür yok edilmek istenirken bu kimlik içindeki egemenlerin, farklı kimliğin kendini var etmesi adına, kültürel değerleri adına bir mücadele bayrağı açması da belirli bir demokratik karakter taşır. Ama böyle bir ulusal mücadele ulusun tümüyle özgür ve demokratik yaşamını sağlar mı denirse, kuşkusuz olumlu cevap verilemez.

20. yüzyılda ezilen ulus içindeki yoksulların ya da küçük burjuva önderliklerin yürüttüğü ulusal kurtuluş mücadelesi de gelişmiş, birçoğu da ulus-devlet haline gelmişlerdir. Ancak bunların tümünün sonradan toplumun özgürlüğünü sağlamayan otoriter ulus-devlet haline geldikleri görülmüştür.

Kürt halkı demokratik özerkliğe kırk yıllık mücadelesiyle ulaşma imkânına kavuşmuştur. Kürdistan’da büyük bir toplumsal devrim gerçekleşmiştir. Zihniyet devrimi, ulusal devrim, demokratik devrim, sosyal devrim, kültür devrimi gerçekleşmiştir. Tarihin hiçbir devriminde gerçekleşmeyecek düzeyde derinlikli ve kapsamlı bir demokratik özgürlükçü devrimin gerçekleştiği kesindir. Bugün Kürt toplumundaki değişim ve demokratik ve özgür yaşamdaki gelişme gerçeği dünyadaki topluluklar içinde en önde bulunmaktadır. Kuşkusuz önemli düzeyde demokratik kültüre sahip farklı topluluklar vardır. İskandinavya ülkelerinde demokratik kültürün varlığından söz edilir. Ancak orada da egemenler hâkimdir. Egemenlerin hâkim olduğu bir siyasal sistem vardır. Kimse toplumsal tabanın hâkimiyetinden söz edemez. Ama yine de demokratik toplumun o toplumun egemenleriyle yaptığı uzlaşma daha kapsamlıdır, daha demokratik yaşama imkân veren karaktere sahiptir.

Kürdistan’da demokratik zihniyet çok boyutlu devrimlerle daha da gelişerek derinleşmiştir. Toplumumuzun eğitim düzeyinin yükseltilerek bu demokrasi anlayışının bütün topluma derinliğine benimsetilmesine ihtiyaç vardır. Bu konuda yetersizlikler bulunmaktadır. Ama yaşanan devrimler çok büyüktür. Dünyada diğer devrimlerle karşılaştırıldığında Kürdistan’daki demokratik kültür devrimi büyüktür, ulusal devrim büyüktür, sosyal devrim büyüktür. Bu açıdan Kürt toplumu bu devrimlerle demokratik toplum karakterine önemli düzeyde ulaşmıştır. Demokratik topluma dayalı demokratik siyasal kültür ve demokratik siyaset anlayışı ve pratiğinde gelişme yaşanmıştır. Özellikle Kuzey Kürdistan’da bu fazlasıyla gelişmiştir. Kuşkusuz Türk devletinin bu devrimler sonucu ortaya çıkan örgütlü demokratik topluma yönelik yoğun baskısı vardır. Demokratik toplum üzerinde terör estirmektedir. Siyasi soykırım operasyonları bunu ifade etmektedir. Dünyada bu düzeyde bir siyasi soykırım operasyonu olmamıştır. Bu düzeyde siyasetçi ya da siyasal bilinci olan insanlar tutuklanmamıştır. Bu tektir. Kimse dünyanın başka yerinde bu kadar yaygın bir siyasi tutuklama olduğunu söyleyemez. Bu siyasi soykırım operasyonlarıyla tasfiyesi hedeflenen demokratik toplumdur, Kürt toplumunun demokratikleşme gerçeğidir. Türk devleti, “siz kendi kendinizi yönetme anlayışında olamazsınız, kendi kendinizi yönetmezseniz, kendi işlerinizi kendiniz çözemezsiniz. Böyle bir demokrasi anlayışını kabul etmeyiz” diyerek demokratik siyasetçilere, demokratik siyasal bilinci olanlara saldırmıştır.

Kürtler örgütlü demokratik topluma dayanarak demokratik özerkliğini yaşamak, onu kurmak istemektedir. KCK sistemi aslında demokratik topluma dayalı demokratik ulus gerçeğini ifade etmektedir. Demokratik toplumsal örgütlenmelerin demokratik konfederal temelde demokratik sisteme kavuşturulması KCK olmaktadır. Zaten KCK’nin anlamı topluluklar topluluğudur. Bu aynı zamanda demokratik ulusun bedene kavuşması anlamına da gelmektedir. KCK, aynı zamanda toplumun kendi kendini yönetmesi anlamına geldiğinden demokratik özerkliği de ifade etmektedir. Demokratik özerklik, demokratik ulusun bedene kavuşmasıdır. Kürt Halk Önderi demokratik özerklik için: “Demokratik özerkliği geniş ve dar anlamda tanımlamak mümkündür. Geniş anlamda demokratik özerklik demokratik ulusu ifade eder. Demokratik ulusun daha geniş yelpazeye ayrılmış boyutları vardır. Kültürel, ekonomik, sosyal, hukuki, diplomatik ve diğer boyutlarıyla genişçe tanımlanabilir. Dar anlamda demokratik özerklik siyasi boyutu ifade eder, diğer bir deyişle demokratik otorite veya yönetim anlamına gelir. Demokratik ulus olmanın demokratik özerklik boyutu egemen ulus-devletlerle çok daha problemlidir. Egemen ulus-devletler genel olarak demokratik özerkliği yadsırlar. Zorunlu olmadıkça hak olarak tanımak istemezler. Kürtler açısından ulus-devletlerle uzlaşmanın temelinde demokratik özerkliğin kabulü yatar. Demokratik özerklik, hâkim etnisiteli ulus-devletlerle ortak bir siyasi çatı altında yaşamanın asgari koşuludur. Bunun altında bir tercih sorunun çözümü değil, çözümsüzlüğün derinleşmesi ve çatışmanın artmasıdır. Özellikle son dönemde geliştirilen ve İngiliz kapitalizminin işçi sınıfını ve sömürgelerini daha kolay yönetmek için geliştirdiği ‘liberal bireysel ve kültürel haklar’ projesi, TC’de de AKP eliyle uygulanmak istenmektedir. Ortadoğu kültürüne yabancı olan bu proje sadece çatışmayı büyütmeye hizmet eder. Demokratik özerklik, ulus-devlet lehine olabilecek en elverişli çözüm projesidir. Bunun altındaki her düşünce ve deneyim, büyüyen çatışma ortamına ve savaşa hizmettir.” demektedir.

 

Sayın Öcalan demokratik özerkliği 8 boyutta pratikleşme olarak tanımladı. Bunun için de Türk devletine 8 komisyon üzerinden tartışma ve bir projeye bağlama önerisi yaptı. Bu komisyonlar:

1- Demokratik siyaset ve hukuksal çerçeve komisyonu,

2- Sosyo-ekonomik komisyonu, 

3-Kadın özgürlüğü komisyonu, 

4- Sivil toplum komisyonu,

5- Ekoloji komisyonu,

6- Misak-ı Milli komisyonu,

7- Güvenlik komisyonu,

8- Hakikatleri araştırma ve inceleme komisyonu.

Bu sekiz boyut çerçevesinde demokratik Türkiye içinde Kürt toplumunun kendi kendini yöneteceği bir demokratik özerklik hedeflenmektedir.

Kürt toplumu bugün tamamen demokrasinin gereğini yapmaktadır. Devlete dayanmadan, devletten beklemeden kendi işlerini kendisi yapmaya çalışmaktadır. Günümüz dünyasında demokrasi her şeyden önce düşünce ve örgütlenme özgürlüğüdür. Dolayısıyla demokratikleşmenin olduğu yerde toplumun kendi kendisini örgütlemesi önünde engel olamaz. Avrupa’daki eleştirdiğimiz ve eksik gördüğümüz üst toplum demokrasisi de artık hukuki olarak bu yönlü örgütlenmelere engel değildir. Eğer toplum kendini örgütlüyorsa, bir işi “ben kendi örgütlenmelerimle yapacağım” diyorsa buna hiç kimse engel olamaz. Sadece ve sadece başka bireylerin, toplulukların zararına olmadığı takdirde bireyler ve toplumlar kendilerini örgütleyip kendi işlerini kendileri yapabilirler. Örneğin, toplumsal adalet sistemi! Toplum çeşitli yöntemlerle kendi adalet sistemini örgütleyip ortaya çıkan sorunları çözecek bir sistemi kendisi kurabilir. Şimdi Batı’da bile bu yönlü kurumlar var. Türkiye bile geleneksel topluma, kültüre, ahlaka dayanan kurumlarla toplumsal sorunları çözecek adımlar atmıştır. Demokratik toplum da Mahkemeye gitmeden kendi sorunlarını çözebilir. Bu, toplumun en doğal hakkıdır. Toplum illa da mahkemeye gidecek diye bir kural yoktur. Birçok sorunu demokratik toplum gerçeği içinde oluşturduğu toplumsal adalet sistemiyle çözebilir. Kuşkusuz bir devlet içindeyse o zaman bazı sorunlar konusunda devletle uzlaşılan bazı genel ilkelere uymak durumunda kalır. Örneğin bir insan öldürüldüğünde genel ilkeler çerçevesinde bir yargılamada bulunulur. Eğer devletle bir uzlaşma içine girilirse, genel devlet hukuk sistemiyle çelişmeyen bir çözüm modeli bulunulabilir. Kuşkusuz demokrasiye duyarlı bir devlet için bunları söylüyoruz. Yoksa bu tüm durumlarda da kendi çözümünü kendisi bulabilir. Kendi yasaları çerçevesinde böyle bir öldürme suçu işleyene evrensel kurallar çerçevesinde bir karar, bir cezalandırmaya gidebilir. Ama bunu yaparken demokratik toplum gereği farklı yol ve yöntemler deneyebilir. Esas olarak cezalandırmayı hedefleyen değil de, yaptığı eylemin nedenlerini araştırıp onu giderme esasına dayanan bir cezalandırma sistemi kurabilir. Bu karmaşık bir konudur, daha da tartışılabilir, derinleştirilebilir.

Toplum ekonomik alanda kendi sistemini örgütleyebilir. Gençlik sorunları, kadın sorunları, kültür sorunları, eğitim ve sağlık sorunları, doğa sorunları gibi birçok toplum sorununda kendi yaşamını nasıl örgütleyeceği, kendi koyduğu kurallar çerçevesinde gerçekleştirebilir. Bunlar devletle karşı karşıya gelmeden yapılabilir. Anadilde eğitimi kendisi yapar. Çocuk ilkokuldan üniversiteye kadar anadiliyle eğitim yapar, bu yönlü okullar sistemini kurabilir. Mevcut Türkiye’deki okul sisteminden daha gelişkin bir toplumsal eğitim sistemi, bir bilimsel eğitim sistemini kurabilir. Kürt toplumunun bu kendi kendini yönetme biçimine demokratik özerklik diyoruz. Bunu da Kürtler rahatlıkla gerçekleştirebilir. Eğer devlet gerçekten de demokrasiye duyarlıysa Kürt toplumunun örgütlü demokratik toplum gerçeğiyle kendi işlerini kendisinin yönetmesine engel olmaz.

Özcesi, dünyada kendi kendini yönetme gücüne ulaşmış en önemli topluluklardan biri Kürtlerdir. Kürtler kadar uzun süreli demokrasi ve Özgürlük Mücadelesi veren bir halk yoktur. Öcalan mevcut ideolojik-felsefi görüşleri ise tamamen bilimsel ve demokratiktir. Evrensel ilkeleri içerdiği gibi, mevcut dünyada benimsenen evrensel ilkelerden çok öte bir evrenselliği kapsayan bir demokrasi ve özgürlük anlayışına sahiptir. Bu açıdan örgütlü demokratik topluma dayalı demokratik özerkliği Kürdistan’da rahatlıkla kurabilir. Kürt Halk Önderi devlete dayanmadan kendi özerk sistemini kurmaktan söz ederken esas olarak bunları ifade etmektedir. Böyle bir sistemde kimseye zorla dayatılan bir şey yoktur. İktidar ve devletçi sistemlerde olduğu gibi bir zor sistemi kesinlikle yoktur. Toplumun çıkarlarının da demokratik temelde şekillenmesi vardır. Toplumun kesinlikle kendi kendine karar vermesiyle şekillenen demokratik özgürlükçü bir yaşam modelidir. Demokratik toplum bulunduğu her yerde kendi iradesine göre kararlar alıp kuralları değiştirebilir. Nasıl yaşayacağına kendisi karar verebilir.

Demokratik özerklik bir devlet ya da iktidar olma değildir. Geçen yıllarda Demokratik Toplum Kongresinin bu yönlü yaptığı bir konferanstan sonra yanlış yaklaşımlar ve değerlendirmelere gidilmiştir. PKK kendisine bir iktidar alanı, hegemonya kurmak istiyor diyenler oldu. Bu Kürt halkının kendi kendini yönetmesini kabul etmeyenlerin bir saptırmasıdır. Kuşkusuz Kürtler kendi kendini yönetmek istiyorlar. Ulus-devlet hegemonyasının etkisinin üzerlerinden kalkmasını istiyorlar. Bu açıdan merkeziyetçi, ulus-devletçi anlayışa karşı kendi haklarını savunuyorlar. Demokrasi içinde ve demokrasinin gereği kendi kendini yönetme iradesini ortaya koyuyorlar. Kuşkusuz bu, Türkiye’nin inkarcı, hegemonik, kültürel soykırımcı zihniyeti ortamında çok köklü bir değişikliği ifade edecektir. Ancak PKK’nin devlet ve iktidar arayışı değildir. Toplumun kendi kendini yönetmesinden başka bir anlam ifade etmemektedir.

PKK devlete de iktidara da uzak durmaktadır. Devletin ve iktidarın demokrasi ve özgürlük karşıtı olduğunu söylemektedir. Kuşkusuz devletlerle bir uzlaşma içinde yaşayabilir. Sayın Öcalan, Türkiye devletiyle de, İran devletiyle de, Suriye ve Irak devletleriyle de böyle bir uzlaşma içinde yaşanabilir demiştir. Ama bu uzlaşmanın demokratik ilkelere dayanması gerekiyor. Demokratik bir uzlaşma, toplumun her alanda kendisini örgütlemesine, demokratik toplum olmasına, demokratik toplum temelinde kendi kendini yönetmesine engel olmayan bir uzlaşmayı ifade edecektir. Kürt Halk Önderi bu uzlaşmanın aynı zamanda Kürt devletçiğiyle de olabileceğini vurgulamıştır. Güney Kürdistan devletçiği içinde onun yanında demokratik toplum belirli bir demokratik uzlaşma içinde yaşayabilir, biçiminde değerlendirmelerde bulunmuştur.

Demokratik özerkliği bir iktidar paylaşımı ya da bir devlet kurma olarak görmemek gerekiyor. Ama devletin ya da iktidarın toplumların elinden aldığı hakların iadesi olarak değerlendirmek doğrudur. Devletler ve iktidarlar toplumların öz yönetimi, kendi işlerini kendileri yapma, kendi işleri hakkında kendileri karar verme hakkını gasp etmişlerdir, ellerinden zorla almışlardır. Bu açıdan Kürtler bir devlet kurma ya da iktidar paylaşmayı değil, ellerinden alınan kendi kendini yönetme hakkını istemektedirler. Onun için Öcalan, “Devlet de iktidar da onların olsun, ama demokratik toplumun kendi kendini yönetme hakkının tanınması gerekiyor; eğer demokrasiden söz edilecekse demokrasi böyle bir tanımı ifade etmektedir” demektedir. Özcesi demokratik özerklik demokratik toplum, demokratik toplumda demokratik özerklik demektir. Böyle bir perspektifle bakıldığında demokratik özerklik gerçeği doğru anlaşılacaktır.

Kuşkusuz Kürt ve Kürdistan söz konusu olduğunda demokratik özerklik kendi kültürüyle, kendi kimliği ve diliyle kendi işlerini yürütme demektir. Kürtler bütün işlerini Kürtçeyle yapacaktır. İşlerini yaparken Kürt kültürünün özgünlüğü ve karakteri demokratik toplumun işlerine rengini verecektir. Bu da demokrasinin gereğidir. Demokrasi hem yerelden toplumun kendi kendisini yönetmesini esas almaktır hem de her dilin, her kültürün, her kimliğin yaşamasını kabul etmektir. Bunu kabul etmeyenler artık dünyada demokrat ve demokratik olarak görülmemektedir. Bu ilke demokrasinin temel boyutlarından biri haline gelmiştir. Bu açıdan Kürtler demokratik özerk yaşam derken bir demokrasinin gerektirdiği hakları istemektedirler. Daha doğrusu Kürtler, kendi dili, kimliği ve kültürüyle kendilerini demokratik zihniyetle örgütleyerek demokratik toplum haline gelip kendi kendilerini yöneteceklerdir. Bu, farklılığı ve özgünlüğü olan bir toplumun en doğal hakkıdır. Hiç kimse buna itiraz edemez, karşı çıkamaz. Karşı çıktığı zaman haksız olur, bu haksızlığa karşı direnmek de meşrudur.

Onun için Kürtler demokratik özerklikten söz ederken “biz kendi kendimizi yöneteceğiz, bu bizim meşru hakkımızdır” diyorlar. Kurumlaştırdıkları özerk yönetimlerine müdahale edildiğinde bunu savunmayı da meşru evrensel hak olarak görüyorlar. Böyle doğal, demokratik, evrensel bir hakkı yani saldırıya karşı meşru savunmayı kabul etmemek gayri meşrudur, evrensel hukuku tanımamaktır. Saldırılar karşısında bu meşru direniş hakkı günümüzdeki demokrasi anlayışı ve evrensel hukuk ilkeleriyle uyumludur. Kuşkusuz Kürtlerin kendilerini demokratik kurumlaşmaya kavuşturup demokratik özerk yaşama geçildiğinde, demokratik zihniyete kavuşmamış ve Kürtleri bir toplum olarak kabul etmeyen mevcut devletle bir gerilim ortaya çıkacaktır. Mevcut Türkiye gerçeğinin ulus-devletçi merkeziyetçi hegemonik anlayışı –ki bu anlayış kültürel soykırımcıdır. Kürtlerin demokrasi gereği demokratik topluma dayalı özyönetimini kabul etmeyecektir. Her demokratik özerklikten söz edildiğinde hemen şovenist tepkiler ortaya çıkmakta ya da bazı güçler tarafından bu tür tepkiler örgütlendirilmektedir. Zaten ulus-devletçi zihniyet iktidarcı-devletçi olduğu için, daha da ötesi kültürel soykırımcı olduğu için Kürtlerin kendi kimliğiyle, kültürüyle kendi kendini yönetme istemini düşmanca görmektedir, ona saldırmaktadır. Nitekim KCK operasyonları denen operasyonlar Kürt’ün kendi kendini yönetme iradesinin ortaya çıkmasına yönelik bir saldırı olarak gerçekleşmiştir. Yoksa zindanlara atılan binlerce demokratik siyasetçiyi cezalandırmak için anayasa ve yasalara dayalı tek bir gerekçe bulunamaz. Türkiye’nin bugünkü yasaları içinde bile suçlanabilecek hiçbir eylemleri yoktur.

Gerçekleşen siyasal soykırım operasyonlarıyla esas olarak Kürtlerde gelişen demokratik zihniyete saldırılmıştır, demokratik toplum gücüne ulaşmalarına saldırılmıştır. Bu temelde kendi kendini yönetme iradesine hem de daha böyle bir yönetim ortaya çıkmadan Kürtlerde gelişen zihniyet ve demokratik toplum tehlikeli görülerek saldırılmıştır. Nitekim yeni ortaya çıkan ses kayıtlarında görüldüğü gibi polis ve savcılar “Biz doğru yaptık, tutuklamasaydık kendi kendilerini yöneten bir toplum gerçeği ortaya çıkacaktı” demektedirler. Açıkça Kürtlerin özyönetimlerini ve kendi kendini yönetme gerçeğini engellemek için binlerce insanı zindanlara atmışlardır. Tek başına bu durum bile gösteriyor ki, Kürtler gerçekleştirdikleri zihniyet devrimi temelinde demokratik toplum inşası için her yerde kendilerini örgütlediğinde karşısında zor ve şiddeti buluyor. Çünkü demokratik toplum demek toplumun güç olması ve kendi kendini yönetmesi demektir. Bu nedenle siyasi soykırım operasyonlarıyla Kürtlerin büyük devrimlerle gerçekleştirdiği demokratik toplum gerçeği dağıtılıp ezilmek istenmiştir. Demokratik toplum iradeli toplumdur, demokratik toplum bireyi özgürdür. Özcesi, özgür birey ve iradeli toplum gerçeği ezilmek istenmiştir. Bunun da demokrasiye karşı yapılan en büyük düşmanlık olduğu açıktır. Kürt’ün demokratik toplum gerçeği, eşittir toplumun kendi kendini yönetme gerçeğidir, özyönetim gerçeğidir. Bu da iradeli toplum ve özgür birey gerçeği olarak Kürdistan’da büyük bir demokratikleşme hamlesini ifade etmektedir. Bu sadece Kürdistan toplumunun demokratikleşmesini, demokratik değişimini sağlamayacak; aynı zamanda Türkiye devletini, Suriye devletini doğrudan etkileyecek ve onları demokratikleşmeye zorlayacaktır. Demokratik zihniyetin gelişmesi ve demokratik zihniyet temelinde devletin demokrasiye duyarlı, demokratik toplumu kabul eden, farklılıkların özgünlüğünün özerkliğini kabul eden bir karaktere kavuşmasını beraberinde getirecektir. Çünkü böyle bir toplumla barış içinde yaşamak demokrasi içinde farklılıkları tanıyarak yaşamaktır. Demokratik özerkliğin bu biçimi Türkiye’nin demokratikleşmesinde daha etkin rol oynayacaktır. Dar anlamda demokratik özerklik de Türkiye’nin demokratikleşmesinde bir rol oynayabilir, ama bu sınırlı bir rol olabilir. Ama demokratik topluma dayalı geniş anlamda toplumun kendisini her alanda örgütleyerek kendi kendisini yönetme gerçeği Türkiye’ye demokratikleşme konusunda daha büyük adımlar attıracaktır. Türkiye’deki demokratik devrimi derinleştirecek ve kapsamlılaştıracaktır. Bu açıdan Kürdistan’da demokratik devrime dayalı demokratik özerklik sistemi bir yönüyle de Türkiye’de demokratik devrimi geliştirme ve gerçekleştirme modelidir, sistemidir. Nitekim bugün Kürtler, Kürt Özgürlük Hareketi, PKK Önderi Kürdistan’da gelişen bu demokratik devrimi, demokratik toplum gerçeğini, buna dayalı demokratik özerklik yapılanmasını ve bunun Kürdistan’da yarattığı demokratik toplum gerçeğini ve bu değerleri Türkiye’ye taşırmaya çalışmaktadır. Kürdistan’daki demokratik toplumun Türkiye’de demokrasinin derinleşmesi ve kapsamlılaşması için temel olacak bir değer haline getirecek bir sisteme kavuşturulması bunu ifade etmektedir.

Demokratik özerklik ulus-devletçi zihniyete karşı olan, ama derinleşmiş demokrasiye duyarlı bir toplum modeli olmaktadır. Demokratik devrimler sınırlanamazlar, dört duvar da örülse aşarlar. O bakımdan Kürdistan’daki demokratik devrim, demokratik toplum gerçeği Kürdistan’a dalga dalga yayılacak bir karaktere sahiptir. Nitekim etkisi gelişmektedir. Bu devrimin demokratikleşmede derinleşmesi ve özgürlükçü hale gelmesinde kadın devriminin rolü de çok önemlidir. Kürdistan’da bir kadın devrimi de yaşanmaktadır. Kürdistan’daki demokratik özerkliğe rengini bu kadın devrimi vermektedir. Bu kadın devrimi demokratik toplum gerçeğini, demokratik ve özgürlükçü zihniyeti derinleştirmektedir. Bu açıdan kadın özgürlüğü geliştikçe toplum gerçeği daha demokratik hale gelmekte, özgürlük bilinci daha da derinleşmektedir. Bu çok önemli bir etkidir. Daha doğrusu her türlü gericiliği çözecek demokratik devrimin en temel boyutudur. Bu açıdan kadın devrimi demokratik devrimin, demokratik toplumun kapsamının derinleşmesi ve boyutlarının zenginleşmesi olarak ifade edilmelidir. Kadın devrimi Kürt devriminin en görünür hali olarak ortaya çıkmıştır. Bu da Türkiye toplumunu derinden etkilemektedir. Türkiye’de bugün kadına yönelik politikalarda farklı bir yaklaşım varsa, bütün partiler de bu konuda bir şeyler yapma ihtiyacı duyuyorsa bunda Kürdistan’da gelişen demokratik kadın devriminin ve kadın özgürlük çizgisinin etkisi belirleyicidir.

Türkiye kadınları Kürt kadın devriminden çok etkilenmektedir. Özellikle de hep kendini ileri gösteren, Kürt’ü de geri gösteren Türkiye gerçeğinde Kürt’ün, Kürt kadınının bu düzeyde devrimci karaktere ulaşması Türkiye için sarsıcı olmaktadır. Böyle bir karşılaştırma Türk egemenleri için, Türk egemen zihniyeti için bir travmadır. Bu nedenle egemen sistem, Kürdistan’da yaşanan kadın devriminin boyutunu göstermemede ısrarlıdırlar. Bu etkiden olacak ki, Türkiye’deki aydınlar, yazarlar, basın kadın devrimine gereken değeri vermemektedir. Zaman zaman Kürt kadınının geldiği düzey önemlidir, gelişme vardır denilmekte, ama bu gerçeklik hala Türkiye toplumuna anlatılmamaktadır. Hatta Türkiye’deki akademisyenler, profesörler ve birçok çevre bu kadın devriminin görülmemesi ve Türkiye’ye yansımaması için özel bir çaba sarf etmektedirler. Ama bunu engelleyememektedirler. Bu açıdan kadın özgürlüğüne, kadın devrimine dayalı bir demokratik özerklik kuşkusuz Türkiye’nin demokratikleşmesinde daha büyük ve temel bir rol oynayacaktır.

Demokratik Türkiye gerçeği Kürdistan’da gelişen devrimden etkilenmektedir. Kürdistan’da gelişecek geniş anlamda demokratik özerklik, Kürdistan’ın özgürleşmesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli rol oynayacaktır. Ancak Türkiye’nin demokratik birikimini sadece bununla da sınırlı görmek doğru değildir. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan beri bir demokratikleşme, bir Özgürlük Mücadelesi vardır. Özgürlük Mücadelesi demokrasiyi, demokrasi Özgürlük Mücadelesini gerektirir. Demokrasiyle özgürlükler iç içedir. Bunları birbirinden koparmak mümkün değildir. Demokrasi olmadan özgürlük olamaz. Özgürlüğün olmadığı bir sisteme de demokrasi denilemez. Bu açıdan Türkiye’de eksikliğiyle, yetersizliğiyle cumhuriyetten bu yana özellikle de sosyalistlerin, tüm sol demokratların içinde bulunduğu bir demokrasi ve Özgürlük Mücadelesi verilmiştir. Kuşkusuz Türkiye tarihinde demokrasi ve özgürlük mücadelesinde Kürtlerin mücadelesi çok önemli yer tutmaktadır. Ama Türkiye geneliyle ilgili bir değerlendirme yapılırken Türkiye halkının da, emekçilerinin de, gençliğinin de, köylüsünün de önemli bir demokrasi mücadelesi verdiğini görmek gerekir.

Türkiye’deki demokrasi mücadelesini küçümsememek gerekir. Türkiye’de önemli bir demokrasi ve Özgürlük Mücadelesi verilmiştir. Türk devleti özellikle Kürtler yararlanmasın diye bu demokrasi ve özgürlük Mücadelesine büyük bir düşmanlık beslemiştir, bastırmaya çalışmıştır. Bunu yaparken özellikle de demokrasi ve özgürlük derken Kürt’ün bunun dışında tutulması için bir ideolojik çalışma yürütmüştür. Bu devlet Kürtlerin demokrasiyle, özgürlükle, solla, sosyalizmle ilişkisi olmasın; Kürtsüz demokrasi, Kürtsüz özgürlük, Kürtsüz sol, Kürtsüz sosyalizm anlayışı olsun diye özel bir gayret göstermiştir. Nerede Kürtlere yakın bir eğilim ortaya çıkmışsa onu kesinlikle sabote etmeye, provoke ve manipüle etmeye çalışmıştır. Son zamanlarda HDP’ye yönelik saldırılar bu gerçeğin ifadesidir. Eğer ileride bu devletin kozmik odaları açılırsa, bu devletin derinliklerinde yapılan tartışmalar gün yüzüne çıkarsa Türkiye’deki bütün yapılanmanın, bütün sistemin Kürt karşıtlığı üzerine kurulu bir özel savaş sistemi olduğu daha iyi görülecektir.

Türkiye’de eğitim de, ekonomi de, spor da her türlü politika da Kürtleri inkâr etme ve soykırıma uğratma üzerine kuruludur. Bu açıdan Türkiye’deki solu da, demokrasi ve özgürlükçü güçlerini de zehirlemeye çalışmışlardır. Kürtsüz bir demokrasi, Kürtsüz bir özgürlük, Kürtsüz bir aydınlanma yaratmaya çalışmışlardır. Bu da Türkiye’deki özgürlük ve demokrasi mücadelesini olumsuz etkilemiştir. Ama bütün bu yönlendirmelere, manipüle etmelere, ideolojik olarak etkileme çalışmalarına rağmen Türkiye’de gerçekten büyük bir demokrasi ve Özgürlük Mücadelesi verilmiştir, verilmektedir. Dolayısıyla küçümsenmemelidir.

Türkiye’de on binlerce insan özgürlük ve demokrasi mücadelesinde zindanlarda yatmıştır, binlercesi şehit düşmüştür. Türkiye’de yürütülen özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde büyük acılar çekilmiştir. Bu yönüyle Türkiye’de güçlü bir demokrasi ve özgürleşme mücadelesi tarihi vardır. Güçlü bir sosyalist ve sol damar vardır. Türkiye’nin demokratikleşmesinde bu damar çok çok önemlidir. O nedenle Kürt Özgürlük Hareketi hep bu damarla buluşmaya çalışmaktadır. Bu damarla birlikte Türkiye’nin demokratikleşmesini istemektedir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin demokratik özerklik çizgisi bunu daha da gerekli hale getirmiştir. Devlet ve iktidar peşinde koşmadığından Türkiye’nin demokratikleşmesiyle demokratik özerklik arasında doğrudan bir bağ vardır. Demokratik özerklik demokratik Türkiye’yi gerçekleştirecek, Türkiye’deki demokratik gelişme demokratik özerkliğin gelişmesini ve gerçekleşmesini sağlayacaktır. Bu yönüyle bu diyalektik ilişkiyi Kürt Özgürlük Hareketi önemsemekte ve bu açıdan da Türkiye’nin demokratikleşmesi için de rolünü oynamaktadır. Türkiye’nin demokratikleşmesinden ‘bize ne’ dememektedir. Mevcut sınırları parçalar, kendi devletimizi kurarız biçiminde bir yaklaşım içinde değildir. Türkiye’nin demokratikleşmesini sadece kendi haklarını ve hukukunu kazanması açısından bir uygun zemin olarak görmemektedir. Türkiye’nin demokratikleşmesini daha kapsamlı bir stratejik yaklaşımla ele almaktadır. Türkiye’nin demokratikleşmesini ve demokratik özerkliği iç içe bir durum olarak, bir bütünün parçaları olarak değerlendirmektedir.

Kürt sorununun çözümünü yaşamsal, varlık-yokluk nedeni olarak görmektedir. Çünkü Kürtler üzerinde bir inkâr, imha ve kültürel soykırım sistemi kurulmuştur. Kürt Özgürlük Hareketi bunun ortadan kaldırılmasını öncelikli ele almaktadır. Ancak soykırım sisteminin Türkiye’nin demokratikleşmesiyle ortadan kalkacağını da iyi bilmektedir. Bu nedenle demokratik Türkiye Kürt sorununu çözmüş Türkiye’dir. Zaten Kürt sorununu çözmeyen bir Türkiye’ye demokratik denemez.

 Bu açıdan Kürt sorununda demokratik çözüm istemek, bu konuda hassas olmak, bazılarının dediği gibi Türkiye geneli açısından siyaset üretmemek ve dar yaklaşım içine düşmek değildir. Aksine Türkiye’nin en temel sorununu gündeme getirmektir. Kürt sorununu önemsemeyen her yaklaşım ve yasal-illegal örgütün, Türkiye için siyaset üretme ve sorunları çözme kapasitesi yoktur. PKK ve Kürt Özgürlük Hareketi Kürt sorununu Türkiye’nin gündemine koyarak Türkiye’nin demokratikleşmesi ve özgürlüğü açısından tarihsel bir görev yerine getirmektedir.

Tabii ki Türkiye’nin temel diğer sorunlarının da görülmesi ve çözüm yaklaşımının ortaya konulması gerekir. Başta Alevilerin sorunu var, diğer etnik ve dinsel toplulukların sorunu var, kadın sorunu var, emekçilerin sorunu var, çevre sorunları var. Bunlar da Türkiye’nin demokratikleşmesinin temel sorunlarıdır. Demokratikleşme bir bütündür, parçalı olamaz. Kürt sorunu çözülecek, diğer sorunlar çözülmeyecek! Alevi sorunu çözülecek diğerleri çözülmeyecek! Böyle yaklaşılamaz. Kürt sorununun çözülmesini isteyen Alevi sorunlarının da çözülmesini istemek zorundadır. Alevi sorunlarının çözülmesini isteyen Kürt sorununun çözümüne de sahiplenmek durumundadır. Demokrasi isteyen kadın sorununu; farklı etnik ve dinsel toplulukların demokratik ve özgür yaşamlarına sahiplenmek durumundadır.

Demokratikleşme derken şu gerçeği de vurgulamak gerekiyor: Demokrasi birilerine hak vermek değildir. Demokrasi, hakların tanınması ve söz konusu toplulukların demokratik hakların kullanmasını ifade etmektedir. Kürtler söz konusu olduğunda haklarını tanımak esastır. Demokrasi, Kürtlere ve Alevilere bir şey vermek değildir. Kürtler kendi kendilerini örgütlemeli ve kendi kendini yönetmelidir. Aleviler kendilerini örgütlemeli, kendi sorunlarını kendileri çözebilmeli ve ibadetlerini istedikleri gibi yapmalıdır. Tabii ki demokrasiye duyarlı bir ülkede hükümetler başta olmak üzere tüm siyasi güçler Türkiye genelindeki sorumluluklarını yerine getireceklerdir. Bu da demokratik anayasa ilkeleri içinde olacaktır. Alevilerin sorunlarının çözümünden söz ediyorsak Aleviler kendilerini örgütleyecek, kendi kendini yönetecek, kendi kendine karar alacak ve bu temelde sorunlarını çözeceklerdir. Yoksa onlara hak verilmeyecektir. Demokrasi, esas olarak toplulukların örgütlenmesini, demokratik bir toplum haline gelerek kendi kendini yönetmesini ifade etmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin demokratikleşmesi derken de birilerine bir şeyler verilecek değildir. Demokrasi, bütün toplulukların kendi kendisini yönetmesini tanımak, bireyin özgürleşmesinin önündeki engelleri kaldırmaktır. Bunlar birbirini tamamlayacak demokratik ilkelerdir.

Özcesi, demokratik Türkiye, Türkiye’de emekçiler, sol ve sosyalistler tarafından onlarca yıldır yürütülen demokrasi ve Özgürlük Mücadelesine dayandığı gibi, Kürtlerin ve farklı etnik ve dinsel toplulukların özgürlük ve demokrasi mücadelesine de dayanacaktır. Kadınların ve çevrecilerin özgürlük mücadelesine dayanacaktır. İnançlar üzerindeki baskılara karşı direnen toplulukların verdiği mücadeleye dayanacaktır. Türkiye tüm bu demokratikleşme kaynaklarından beslenerek demokratikleşecektir. Ama bütün bunların somut hale gelmesi ise, özellikle Türkiye gibi farklı etnik ve dinsel toplulukların bulunduğu bir ülkede, bir coğrafyada farklı etnik ve dinsel toplulukların farklılıklarından, özgünlüklerinden kaynaklanan –demokratik özerkliklerinin kabul edilmesiyle sağlanacaktır.

Demokratik Türkiye, herhangi bir topluluğun, herhangi bir siyasal gücün hegemonya olmayacağı bir ülke olmak anlamına gelmektedir. Türkiye’de 1920’lerde hegemonik bir anlayış ortaya çıktı. İttihatçı denen bir anlayış her şeye egemen oldu. İktidarlar, hükümetler değişti, ama bu zihniyetin hegemonyası değişmedi. Bu hegemonya 1980 darbesiyle yeni bir biçime kavuşturulmaya çalışıldı. Bu yeni biçimin içine İslamiyet de sokularak sol ve Kürtler üzerinde yeni bir hegemonya kurulmaya çalışıldı. 2000’den sonra AKP iktidarında bu yeni hegemonik sistem kurma çabası daha somut hale geldi. AKP ile Fetullahçılar birlikte Türkiye’de yeni bir hegemonya kurmak istediler. Aslında 12 Eylül iktidar İslam’ını, devletçi İslam’ı, yani devletin parçası olacak ve bu devletin arkasındaki NATO’ya hizmet edecek İslam’ı içine alarak yeni bir Türkiye oluşturmak istiyordu. Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesi yükselince bu yönlü değişim sekteye uğradı. Ancak 1998 ve 99’da Kürt Özgürlük Hareketi’nin tek yanlı ateşkesiyle savaş durunca 2000’lerden sonra bu yeni hegemonya şekillendirilmesine devam edildi. Çünkü eski hegemonik zihniyet ve yarattığı sistem Türkiye’nin iç ve dış ihtiyaçlarına cevap vermiyordu. AKP ve Fetullahçıların ABD ve Avrupa’yı da arkasına alarak eski hegemon güçlere karşı mücadelesi bir demokrasi ve Özgürlük Mücadelesi değil, yeni bir hegemonya kurma mücadelesiydi. Eski hegemonyanın yerine egemen sınıfların yeni bir hegemon devlet yapılanması yaratma çabasıydı. 

Ancak bu hegemonya mücadelesi çatladı. Fetullahçılarla AKP kendi aralarında çatışmaya başladı. Bu, aslında Fetullahçılarla AKP’nin birbiriyle çatışmasından öte bir olaydır. Bugün bunların çatışmasına dayalı olarak gelişen devlet krizi, kurmak istenilen hegemonyanın başta Kürt halkı olmak üzere demokrasi güçleri tarafından kabul edilmemesi sonucu ortaya çıkmıştır. Yeni hegemonyayı Kürt toplumu da, Türkiye toplumu da kabul etmedi. Kürtler özellikle son 30-40 yıldır üzerlerindeki hegemonyayı ortadan kaldırmak için direndiler. Türkiye’nin geneli açısından da Gezi Direnişi yeni hegemonyanın kabul edilmemesini ifade etmektedir. Gezi Direnişini en iyi anlamlandıracak olan da her türden egemenliğin reddi olmaktadır. Bu nedenle Gezi Direnişini başka bir hegemonyanın aracı yapmak isteyenler Gezi Direnişinden ve Türkiye gerçeğinden bir şey anlayamayanlardır. Gezi’yi kendine göre kullanmak isteyenlerdir. Gezi’de esas ifadesini bulan gerçeklik AKP hükümetinin yarattığı yeni hegemonyanın kabul edilmemesidir. Bu, aynı zamanda Türkiye toplumunun artık hiçbir hegemonik zihniyeti ve sistemi kabul etmediğinin ifadesidir. Bu açıdan demokratik Türkiye, hegemonya peşinde koşulmayan bir Türkiye olacaktır. Zaten herhangi bir siyasal gücün, partinin, siyasal eğilimin, akımın hegemonya peşinde koşmadığı bir ülke demokratik olabilir.

Demokratik bir ülkede AKP de, Cemaatler de, herhangi bir parti de siyasal ve sosyal yaşamda yer alabilir. Demokratik kurallar içinde yönetime talip olabilir. Ama hegemonya peşinde koşarlar ve “Türkiye’yi biz şekillendireceğiz” derlerse bu kabul edilmez. Demokratik sistemin parçası olmayı kabul ettikleri ve demokratik oldukları düzeyde de Türkiye siyasetinin bir parçası olabilirler. Böyle olursa her siyasi güç demokratik Türkiye’nin siyasetinde etkili olabilecekleri gibi demokratikleşmenin bir parçası ve zenginliği haline gelerek Türkiye’nin demokratikleşmesinde rol oynayabilirler. Ama hegemonya peşinde koşarlarsa bu demokrasi olmaz, yeni bir hegemonik sistem kurmak olur. Bu da demokrasi ve özgürlüğe karşıtlık demektir. İşte bugün ortaya çıkan çatlak, demokrasi güçlerinin yeni hegemonyaya izin vermemesidir. Özcesi devletçi hegemonik sistemin krizi yaşanmaktadır. Bu krizden yeni ittifaklarla yeni hegemonyalar mı, yoksa demokratikleşme mi çıkacaktır? Bunu demokrasi güçleriyle hegemonya peşinde koşan taraflar arasındaki mücadele belirleyecektir.

Demokratik Türkiye’de Kürtler üzerinde de, Aleviler üzerinde de hegemonya olmayacaktır. Kürtler üzerinde Türklük hegemonyası, farklı etnik ve dinsel topluluklar üzerinde ulus-devlet anlayışının hegemonyası, farklı inançlar üzerinde Sünniliğin hegemonyası, kadınlar üzerinde erkek egemen hegemonyası, doğa üzerinde kapitalist endüstriyalizm hegemonyası olmayacaktır. Hegemonyanın peşinde koşulmadığı bir düzen demokratik düzendir, demokratik Türkiye’dir. Bu açıdan demokratik Türkiye olacaksa o zaman Kürtler, Aleviler üzerindeki hegemonyadan da vazgeçilecektir, farklı etnik ve dinsel topluluklar üzerindeki hegemonyadan ve her türlü “mahalle baskısı” kurmaktan vazgeçilecektir. Doğa üzerinde “istediğim gibi tasarruf yaparım” biçimindeki pozitivist kapitalist modernist zihniyet ve uygulamalardan vazgeçilecektir. “Egemenlik hakkım” deyip bütün toplumlar üzerinde hegemonya kurmayacak biçimde devlet varlığını sürdürebilir. Devletle demokrasi zaten bir gerilimi ifade eder. Bu gerilim her zaman olabilir. Bugünden yarına hemen devlet ortadan kalkmayabilir, devlet sönmeyebilir. Devletsiz tam demokrasiye geçiş zaman alabilir. Dolayısıyla devletle demokrasi arasında her zaman bir gerilim olabilir. Zaten günümüz koşullarında demokrasi, devletle toplum arasında bir gerilimin olduğu sistemdir. Saf demokrasi olmadığı durumlarda yaşanan budur. Saf demokrasi, ancak devletin ve iktidarın tümden ortadan kalktığı yerde olur. Günümüzde saf demokrasiyi bugünden yarına yaratmak mümkün olmayabilir, ama demokrasiyi geliştirmek, demokratik toplumu yaratmak, devletleri demokrasiye duyarlı hale getirmek mümkündür. O açıdan demokratik Türkiye derken böyle bir Türkiye’den söz ediyoruz. Kuşkusuz bir kaostan söz etmiyoruz. Devletle demokrasi arasında her zaman bir gerilimin olduğu bir düzen kaotik değildir. Aksine şiddetli çatışmaları önleyen bir barış diyalektiğidir. Dolayısıyla barışı da devletle demokrasi güçleri arasındaki mücadelenin demokratik kurallar içinde yürütülmesi biçiminde ifade edebiliriz. Demokrasi koşullarında toplum daha avantajlı hale geldiğinden böyle bir mücadele zemini ve koşulu tabii ki demokrasi güçlerinin tercihi olmak durumundadır. Çünkü merkezi ve hegemonik karakterin zayıfladığı, tabana dayalı demokratik gelişmenin yaşandığı yerlerde egemenler de zayıf duruma düşerler.

Eğer hegemonya peşinde koşmazsa AKP de bir demokratik toplum gücü olabilir, Fetullahçılar da olabilir. Hatta İslami duyarlılığı olan güçlü bir demokratik eğilim haline de gelebilirler. Bu yanlış da olmaz. Ortadoğu İslami kültürün hakim olduğu bir coğrafyadır. O nedenle bu coğrafyada eğer demokratik bir karakter taşınırsa, farklı etnik ve dinsel topluluklara gerçek bir demokratik yaklaşım içinde olunursa, İslami duyarlılığı olan kültürel İslam’a hassas partiler siyaset üzerinde etkili olabilirler. Yönetim olurlar, ama bir hegemonya peşinde koşmadan bütün toplumsal kesimlerin üzerinde uzlaştığı bir toplumsal sözleşme içinde yönetim gerçeğini pratikleştirirler. Özcesi demokratik karakteriyle yönetim olabilirler. Ama hala Türkiye’de biri gidiyor, diğeri geliyor, “ben egemen olacağım” diyor. Türkiye’deki kriz budur. Dünyadaki kriz de böyledir. Ortadoğu’da nasıl ki devletçi sistemin krizi varsa, klasik devlet anlayışı toplumları bir türlü kontrol edemiyorsa, bu da kaos yaratıyorsa, Türkiye’de de hegemonik sistemin yarattığı bir kriz ve kaos vardır. Artık Ortadoğu’da da Türkiye’de de barış ve istikrarın olması için hegemonya peşinde koşmayan siyasi bir anlayışın yerleşmesi gerekir. Bu açıdan hegemonya peşinde koşmayan demokrasi güçlerinin Türkiye ve Ortadoğu’da gelişme ve siyaset üzerinde etkili olma şansları her zamankinden fazla artmış bulunmaktadır. Hegemonya peşinde koşmayan bütün farklılıkların özgürlüğünü ve özerkliğini kabul eden siyasal eğilimler gelişebilir, Ortadoğu ve Türkiye böyle bir zihniyet ve yapılanmaya kavuşursa istikrar ve barışa da kavuşur.

İşte hegemonya peşinde koşulmayan demokratik Türkiye aynı zamanda demokratik özerkliğin olduğu özerk Kürdistan gerçeğini de ifade eder. Çeşitli kesimler tarafından dillendirildiği gibi bu kesinlikle bir bölünmeyi değil, bütünleşmeyi ifade eder. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, bunu çözümlemelerinde kapsamlıca ortaya koymuştur. Özellikle Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasının siyasi olarak hep bir bütünlük içinde olduğunu vurgulamaktadır. Anadolu ve Mezopotamya’nın siyasal diyalektiği birlikte var olmayı gerekli kılmıştır. Bu açıdan bugünkü Türkiye gerçeği sürdürülmek isteniyorsa o zaman demokratik Türkiye içinde Kürdistan da demokratik özerk yönetime sahip olacaktır. Tarih içinde hep böyle olmuştur. Tarih içindeki bu siyasal diyalektik birinin diğerini yok sayması ve ezmesi biçiminde olmamıştır. Tarihte Kürtler hep belirli bir otonomiyi yaşamışlardır. Birlik öyle gerçekleşmiştir. Bugün de demokratik Türkiye içinde demokratik özgür Kürdistan gerçeği birlikte yaşam diyalektiğinin pratikleşmesi olacaktır. Birlikte yaşamın formülü budur. Geçmişe, geleneğe ve tarihe bağlılık esas olarak bunu gerektirmektedir. Bunun dışındaki her türlü yaklaşım birliği değil, kesinlikle parçalanmayı, çatışmayı ve kavgayı getirir.

1919 Sivas kongresinde kabul dilen Misak-ı Milli esas olarak Kürtlerin ve Türklerin ortak vatanının sınırlarını çizmektedir. Zaten Güney ve Rojava Misak-ı Milli sınırları dışında tutulduğunda buna en fazla tepki gösterenler Kürt milletvekilleri olmuştur. Rojava ve Güney Kürdistan Misak-ı Milli dışında tutulduğunda bunu Kürdistan’ın parçalanması, hatta Kürtlere verilen sözün tutulmaması olarak görmüşlerdir. Bugün Kürtlerin ağır sorunlar yaşamasının başında Kürtlerin bu parçalanmışlığı gelmektedir. Hatta Türkiye’nin yaşadığı ağır sorunların nedeni de 1919 yılında ortak kararlaştırılan Misak-ı Milli’nin bir tarafa bırakılmasıdır. Türk devleti Misak-ı Milli’den vazgeçme karşılığında ulusdevlet içinde Kürtleri yok etme hakkını almıştır. Halbuki Misak-ı Milli Kürtlerin ve Türklerin ortak vatanı olacak, Kürtler de bu ortak vatanda kendi kimliği ve kültürüyle özerk yaşayacaklardı. Zaten Misak-ı Milli’nin kabul edildiği yıllarda Kürtlerin özerkliği bulunmaktaydı. Osmanlı döneminden kalma kendi kendini yönetme gerçeği hala geçerliydi. Aslında bugün Kürtlerin talep ettiği demokratik özerklik Misak-ı Milli’nin pratikleştirilmesidir. Kürtlerin sınırlar sorun yapılmadan diğer parçalardaki Kürtlerle ilişkilenme isteği ve buna engel olunmaması da Misak-ı Milli’nin güncellenmesi talebidir. Misak-ı Milli de dar anlamda Kürtlerin Türkiye içinde özerklik yaşamasını içermektedir. Dar anlamda kültürel özerklik Türkiye ile bir siyasal sözleşme ve bir siyasal ilişkiyi içerir. Bunun da olması gerekir. Ama Kürtler demokratik Türkiye’nin gerçek anlamda oluşması açısından geniş anlamda özerkliği de önemli görmektedir. Kürtler bugün geniş anlamda özerkliği yaşamak istemektedirler. Kürt Özgürlük Hareketi’nin yaklaşımı herhangi bir yerdeki bir federasyon, konfederasyon gibi bir iktidar paylaşmak değildir. Aksine tam demokrasiyi, doğrudan demokrasiyi yaşamak istemektedir. O nedenle de tabandan-yerelden örgütlenmeye dayalı demokrasi içindeki bir demokratik özerklikten söz edilmektedir. Buradaki demokratik özerklikteki ısrar demokrasideki ısrarıdır. Kuşkusuz Türkiye ile Kürt sorununun çözümü açısından dar anlamda bir özerklik olabilir, o da asgari bir ilişkilenme biçimidir. Ama Kürtler bu dar anlamda özerklik gerçekleşirken Türkiye’nin demokrasiye duyarlı olması, Kürtlerin kendi kendini örgütleyerek geniş anlamda demokratik özerkliğe dayalı olarak kendi kendisini yönetmesine engel olunmaması gerekir. Buna engel olanlar, yani demokratik karakterde olmayanlar zaten dar anlamda özerkliği de kabul etmezler. Bunu kabul etmeyenler de hala Kürtleri kültürel soykırıma uğratmaktan vazgeçmemişler demektir. Ancak Kürtleri kültürel soykırıma uğratmaktan vazgeçen bir Türkiye, demokratik zihniyete kavuşmuş bir Türkiye’dir. Demokratik zihniyete kavuşmuş bir Türkiye de hem Türkiye genelinde hem de Kürdistan’da demokratik ilke ve ölçüleri kabul edecek Türkiye’dir. Böyle bir Türkiye’de de demokratikleşme derinleşir ve sadece Türkiye sınırları içinde halkların ve toplulukların ihtiyaçlarına cevap vermez, Ortadoğu halkları açısından da örnek teşkil eden bir demokratik etki ve çekicilik oluşur.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.