Düşünce ve Kuram Dergisi

Özgür Kent Yönetimleri ve Özgür Yurttaş(lık)

Şahap Elbasan

“…Etkin politik bir organın, toplumsal kaygılar taşıyan bir yurttaşlığın ortadan kaybolması, bizzat kentin ölümüdür.”
(Murray Boockhin)

 

Toplumsallık kır-köy yerleşimlerinde doğdu, uygarlıksa kentte… Kentler başlangıçtan bugüne bazen kent devletinin özerkliğine sahip oldular, bazen gücün ve görkemin anıtı olarak yükseldiler bazen de kendileriyle birlikte koca imparatorlukların hazin sonunu sembolize ettiler. Günümüzde ise gökdelenlerde göğü yarıyorlar; diplerindeyse çürümenin kokusu yayılıyor dört bir tarafa. Kent sakini olarak var olan yurttaş ise kentte bulduğu özünü yine orada kaybederek, bugün kent diplerinde hala kendini aramakta… Neden özgür kent yönetimleri ve özgür yurttaşlık sorusu, tam da bu çürüme ve kaybolma düğümünün içinde saklıdır. Bu yüzden konu, kentlerin doğuşu, dönüşümü ve kendi toplumsallığını yaratıp bozması üzerinden ele alınabilir.

İnsan toplumsallaştıkça kendi özünü bulur, değerini yaratır ve kendi anlam gücüne kavuşur. Göçebe topluluklar dahil her toplumsallık coğrafi mekânla bir bağ kurar. Tarım ve köy devrimiyle bu bağ pekişir, kimliğin, yani aidiyetin bir bileşeni olur. Topluluklar, bu mekân üzerinden kutsallık atfettikleri değerlerle kendi aidiyetlerini oluştururlar. İlk toplumsal birimler kan bağı ve soy üzerinden gerçekleşir. Bu birimler binlerce yıl, ağırlıklı olarak da kadın eksenli eşitlikçi topluluklar olarak varlığını sürdürürler.

Kentlerle birlikte toplumsallık her açıdan dönüşüme uğrar. Kentlerin doğuşuna G.Childe “Kentsel Devrim” der. Toplumsallık, kentlerle birlikte daha büyük bir coğrafi mekân edinir. Kan-soy bağlarını zayıflatıp farklı bir toplumsallığı mümkün kılar. Kan bağının benzerliği yerine farklılaşmış toplumsal birimleri ve ‘bireyleri’ koyar. Çoğullaşmanın, farklılaşmanın imkanını sunar kentler. Artan nüfus ve farklılaşan toplum örgüsü analitik zekayı koşullar. Kentler böylece soyut düşünce gücünün gelişim yuvaları olurlar. Öte yandan insanlar, burada daha güvenli olduklarını hissederler. Maddi anlamda da, üretimde artış, teknikte gelişim, iş bölümünde çeşitlilik gelişir. Zanaatın çeşitli dalları ortaya çıkarak, kır-kent arası ticareti geliştirirler. İşte bu yeni yerleşimlerde farklılığın birlikteliğinde bir toplum dokusu ortaya çıkar ve bir aidiyete dönüşür. Tapınaklar da bu kimliğin hem manevi hem de düşünsel anlam gücü olarak vücut bulurlar.

Ne var ki, toplumsal dokusu böyle olan kentlerin bir de öteki yüzü vardır; resmi uygarlıkla özdeşleşen iktidarcı yüzü… Kent-sınıf-devlet üzerinden yükselir resmi uygarlık. Tıpkı çiçekleri göz alıcı ve zehirli olan zakkum ağacı gibi uygarlık da, ne yazık ki göz kamaştırıp cezbederek, zehirlemiştir bağrındakileri. Kenti topyekün olumsuzlamak ne kadar sorunluysa, onun uygarlığın ana rahmi olduğunu göz ardı etmek de o denli sorunludur. Kaldı ki bu ilişki etimolojik olarak da tespitli ve tescillidir. Civitas, Latince kent demektir. İngilizce bu kök üzerinden ilişkiyi şu kavramlarla ortaya koyar; city (kent), civic (yurttaşlıkla ilgili), civil (sivil), civilization (uygarlık) gibi… Arapçada da medeniyet, kent, kentli yaşam demektir. Kent-uygarlık bağı öyle sıkı dokunur ki, zamanla kendi içine kapanır kabuk bağlar, çevresinden kopar ve iktidarla bağlantılı tüm ötekileştirici kavramların imalatçısı olur. Kentler uygarlık merkezi haline dönüştükçe, kır-köy kabalığın, cahilliğin sıfatlarıyla anılmaya başlanır. Tarihin bu tekerleğini de, maalesef esasta kentler çevirir. Ama bu, kentleri yadsımaya yol açmaz. Tarihsel olarak belli başlı dönüşümlerini anlamamızı ve bugün nasıl bir kent istiyoruz sorularına cevap aramamızı koşullar. Ki o da bizi kent yönetimlerine ve sakinlerine götürür.

 

Ayin Merkezi (Tapınak) Kent

  1. Boockhin kentleri tarihsel olarak şöyle sınıflandırır: Ayin merkezi (tapınak) kent, yönetim merkezi (Saray kent), yurttaş kardeşliği (polis), lonca kenti (ortaçağ komünü)… Görüldüğü gibi, ulus-devlet dönemine dair bir kent sınıflaması yapmıyor. Elbette megapolis gibi tanımlamalar var. Ama bunun toplumsal bir bağlamı olmadığı için, Bookchin, haklı olarak günümüz için “kentsiz kentleşme” kavramını kullanıyor ki kentin ölümüdür.

Urfa-Göbeklitepe’de görüldüğü gibi tapınak kültürü çok eskilere dayanır. Ama ayin merkezi kentlerin ilk modeli, uygarlığın da beşiği olan Sümer kentleridir. Kentler tapınak etrafında şekillenirler. O zamanki insanların doğayı, toplumu algılama ve açıklama biçimi kutsallıklar üzerineydi. Tapınak bu kutsallığında toprağında boy verir. Rahipler bu kutsiyeti toplumdan atıp, tapınağa, kendilerini de tapınağın orta ve üst katına koyarlar. Kat kat yapılan zigguratların (tapınak) en alt katında emekçiler, orta katında rahipler, üst katında başrahip bulunur. Bu hiyerarşik tapınak kentin merkezi, rahiplerde yönetim gücü olur. Mısır’daki piramitler de bunun başka uyarlamasıdır. Ziggurattaki hiyerarşi, büründüğü kutsiyetle kentteki sınıflaşmayı meşru kılar. Tapınak merkezli inşa edilen kent, böylece devletin de protomodeli olur. Rahip-kral, rahip-devlet gerçeği buradan doğar.

Olasılıkla ilk kent-devlet olan Uruk(Sümer), aslında neolitik değerlerle uygarlık çıkışı arasında bir geçişin ve düşüşünde adıdır. Uruk, Tanrıça İnanna’nın kentidir. İnsanların birikim değerleri olan ME’lerin (yasalar da denilebilir) sahibidir. Erilliğin simgesi Tanrı Enki, kurnazlık ve hileyle bu değerleri İnanna’dan çalar. Bu aynı zamanda kentin bağrında ataerkilliğin doğumudur. Bu doğum, nice yeni doğumların başlangıcıdır.

 

Saray Kent

Tapınak-Rahip-Krallık sürece kolonileşme ve karmaşıklaşan sorunlarla bağlantılı gücünü yitirmese de öncülüğünü yitirir. Ur hanedanlıklarında görüldüğü gibi artık hanedanlık sürece başlar. Güçlenen bir aile etrafında varlık bulan hanedanlık ataerkilliği kurumlaştırır. Askeri ve politik güç olarak saray, tapınakları aşan bir güç merkezi olur. Tapınağın öncü rolünü Saray, Rahip-Kralın yerini Tanrı-Kral almaya başlar. Kentler toplumun görünür varlığıyla değil, tapınak ve sarayların ihtişamıyla tanınırlar.

Kent-devletleri ilkin tapınak etrafında şekillense de, tapınak aynı zamanda toplumun maneviyatı ve kimliğidir. İlk çağda neredeyse her kentin bir tapınağı, tanrısı ve tanrıçası vardır: Uruk-İnanna, Nippur-Enlil, AtinaAthena gibi… Orta çağda da kent-tapınak ilişkisi sürer: Mekke-Kabe gibi… Yine manastırlar etrafında yükselen-canlanan kentler de öyledir.

Tapınakların ikili karakterleri vardır. Toplumsal yanı kimliktir, devletçi yanı iktidardır. Hanedanlık süreci özellikle Akadlı Sargon’la imparatorluğa dönüşünce tapınakların toplumsal karakterleri darbe alır. “Agade’nin lanetlenmesi” bedduasının özü budur. Sargon’un ardılları Nippur’u yağmalayıp, tapınağa zarar verdiklerinde, aynı şeyin Akad’ın başkenti Agade’nin de başına gelmesi için Agade lanetlenir.

İmparatorluk öncesi kent krallıklarında mutlak yönetimi anlayışı yoktu. Mesela Uruk’ta Gılgamış gücün sahibiyken bile, savaş ve barış gibi temel konularda etkili olan danışma meclisleri vardı. Senato niteliğinde olan ihtiyarlar meclisiyle, eli silah tutan yurttaşlardan oluşan bir meclis söz konusuydu. Görülüyor ki bu gibi kurumlar aracılığıyla, sınırlı da olsa belli bir kesim yurttaş olarak yönetime etkide bulunuyordu. Ancak, kentler arası savaş, hanedanlık ve nihayet imparatorluğa geçiş bu kurumları zayıflatır, işlevsizleştirir. Akad, Babil, Asur, Pers ve sonraları Roma, bu gerçekliğin ifadesidirler. İmparatorluklar kentlerle değil, çoğu kez bir kentte özdeşleşirler. Babil, Pers (başkent Persopolis), Roma bariz örneklerdir. Bu başkentler, merkez-çevre ilişkisinde çevreyi kendine tabi kılarak yükselir, görkem ve lüksüyle öne çıkarlar. Saray, bu görkemin sembolü olarak Tanrı-Krallarda temsilini bulur. Saray ne kadar görkemli, güç ne kadar krallık merkezli olursa, toplum da o oranda köleleşir, görünmez olur. Mesela Hammurabi’yle özdeşleşen Babil’in başkenti Babil, günümüzün metropol kenti gibidir. Herkesi kendine çekecek denli bilimin, kültürün yuvasıdır. Öte yandan Babil kenti 72 milletten insanın Babil kulesinde buluşup, konuştuğu ama, birbirini anlamadığı bir kent adıdır. Yani bir anlamda bir kimlik yitiminin de şehridir. İhtişam toplumun gücüne değil, Tanrı-Krallığın gücüne delalettir. Asur’da farklı değil hatta daha sorunludur. Asur kenti etrafında doğar, Ninova’yla Nemrutlaşır, toplumun celladı olur. İmparatorluklar bir anlamda üzerinde yükseldikleri toplum ve çevrenin hem midesi hem de beyni olurlar. Yani zenginlik başkentlere akar. Yönetim gücü de yine bu merkezlerdedir. Perslerde öyledir. Ama şu farkla ki bir eyalet mirası bırakırlar. Özetle, imparatorluklarla özdeşleşen kentlere rağmen -Saray Kent, kent kimliği zayıflar, toplum ve bireyler yönetim gücünden uzaklaşırlar.

 

Yurttaş Kardeşliği: Polis ve Roma

Şüphesiz kentlere dair anlatılacak her konuda GrekAtina önemli bir duraktır. Batılıların ele aldığı gibi her şeyin temeli orada değil ama, göz ardı edilemeyecek denli önemli bir duraktır. Bookchin’in yurttaş kardeşliği dediği polis, Atina merkezli Grekleri işaret eder. Fakat öncesi var. Mezopotamya’nın birikimleri Anadolu üzerinden Ege’nin batı kıyılarına taşınır. Bu kıyılarda kent yerleşimleri M.Ö. 700’lerde hızla çoğalır. Bilim, felsefe buralarda yoğrulur. Ancak Perslerin imparatorluk hakimiyeti uygarlığın burada gelişip, serpilmesini engeller. O nedenle, bu kıyılardaki birikim hızla Grek adalarına kayar ve asıl hasadını Atina’da verir. Atina bir kent üzerinden bir uygarlık hamlesi olarak güçlü bir kent-devleti haline gelir. İmparatorluktan uzaktır. Ege’nin İonya uygarlığında gelişen doğa felsefesi, Grek toprağında toplum felsefesine dönüşür. Düşünsel-felsefi tartışmalar, ağırlıklı olarak kent devletlerinden beslenir ve yine polisi besler. Aristo, Platon gibi filozofların siyaset felsefesi, site devletinin sorunlarına çözüm arayışlarıdır. Platon, çözümü filozofların yönettiği elit bir modelde görür. Aristo ise demokrasi ile oligarşinin karışımı olan bir cumhuriyeti benimser. Köleliğin meşru olduğu, yurttaşlığın herkesi kapsamadığı bir çağdı. Atina da zamanın bu ruhundan beslendi. Yine de Atina kurumsal düzeyde insanlığa bir demokrasi (demos+krates: halkın yönetimi) kültürü mirası bıraktı. Bunu da site-kent üzerinden gerçekleştirdi. Grekler kentin bağımsızlığı konusunda hassastılar. Ayrıca kent onlar için toplumsal ve politik yaşam alanıydı. Aristo da polisi “…yaşam amaçlarına uygun sayıda insan mekân olabileceği ve bir bakışta tamamının görüleceği” bir yer olarak tanımlar. Greklerdeki site, tapınak ve sarayla değil, Agora’daki (meydan) toplumsal canlılıkla varlık kazanır. Agora, toplumsallığın, yurttaşlığın ve politik tartışmaların merkezi olur. Atina’da yönetim organları, yurttaş sayılanların tümüne açıktı. Ne var ki, kadınlar, köleler, yabancılar yurttaş değildi. Bu da o demokrasinin çıkması ve çelişkisi olarak kaldı. Yurttaş olanlarsa seçimlerle iş başına gelir, yönetici olurdu. Yönetim birimlerinin uzmanlığına izin verilmezdi. Sorunlar Agora’da pazarda tartışılır Ecclesia denilen meclislerde karara bağlanırdı. İkili meclis vardı. Soyluların yer aldığı ihtiyarlar meclisi ile yurttaşların yer aldığı halk meclisi… Sparta’da ilki etkindi; Atina’da ise Solon reformlarıyla birlikte ikincisi etkin oldu. Atina demokrasisi Perikles’le kendi zirvesine ulaşır. Böylece sınırlı sayıda yurttaşın doğrudan demokrasiyi uyguladıkları bir kent olur. Kent yurttaş bağı sıkı dokunur. Büyük bir kentte doğmuş olmakla övünen bir adama

 Aristo: “Önemli olan büyük kentte doğmuş olmak değil, büyük kente yaraşır olmaktır” diyerek bu bağı ortaya koyar. Ancak zamanın ruhu imparatorluklardan yanaydı. Atina’nın demokrasi ve felsefi çıkışına Sparta’nın askeri gücüne rağmen kent-devleti geleneği imparatorluklar karşısında uzun süre dayanamaz. 300 Spartalı hikayesi özünde kent-devletinde kalma ısrarıdır. Perslerin yıkamadığı bu gelenek İskender’le gücünü yitirir. Greklerden beslenen İskender, bu kültürü imparatorluğa dönüştürür. Sayısız kentinde kurucu gücü olur. Ancak kent yönetimleri ve yurttaşlık konusunda diğer imparatorlukların akıbetini yaşar.

Greklerin düşünsel gücüyle İskender’in imparatorluk hamlesini birleştiren varis Roma imparatorluğudur. Bu imparatorluk Atina’nın demokrasi binasına cumhuriyet çatısını yerleştirir. Roma tarihi bir anlamda dışta merkezle çevre, içte soylularla imparatorlar arasındaki çekişme ve çatışmaların tarihidir. Yönetimi belirleyen kurumsal yapıyı yaratan bu gerçekliktir. Cumhuriyet imparatorlara karşı soyluların sığınağıdır. Hukuk ve siyasetin gelişkenliği bununla ilintilidir. Yurttaşlık hatta dünya vatandaşlığı kavramı, bu dönemin hem felsefi hem de kurumsal özelliğidir. Cumhuriyet zamanla gücünü kaybeder, imparatorluğa dönüşür. Yönetim gücü Patrisyenler (kalıtsal olan seçkinler) ve plebyenlerdi (küçük köy temsilcileri). Ancak Pleblerin ciddi bir etkisi yoktu. Asıl yönetim organları olan senato konsürlük Patrisyenlerin elindeydi. Kölelik ise, en çıplak vahşi haliyle Roma’da yaşandı, kurumsallaştı. Günümüz Avrupa’sı -kusurlu ve elit niteliğine rağmen, övündüğü birçok kurumu, işte bu Roma’dan aldı: cumhuriyet, hukuk, vatandaşlık gibi… 

 

Lonca Kenti-Ortaçağ Komünü Kentler 

Tarihin uygarlığa yön veren seyrine bağlı kalırsak ulus-devlete giden kent duraklarını yine Avrupa üzerinden almak bir gereklilik oluyor. Ortaçağ Avrupa’sında Roma’dan sonra kentler gücünü kaybetti. Uzun süre sonra ticaret ve zanaatla alakalı şato, kilise, manastırlar etrafında şehirler yeniden kuruldu, canlandı. Tüccar ve zanaatçıların yerel otoritelerden (senyör, lord, kont, baron gibi…) belli oranda kurtulduğu bir süreçti (1000’li yıllar). Şehrin sakinleri olarak özgür yurttaştılar. “Şehrin havası sizi özgür kılar.” Alman atasözü bu sürece atıf gibidir. Krallarda senyörlere karşı kentten yana tavır aldılar. Şehirler yine de yerel güçlere, manastır ve kiliselere bağımlıydılar. Ancak, yerel güçlerin lüks tüketime duydukları ihtiyaç ve kiliselerin şatafat içinde toplumla zayıflayan bağları rüzgarı kentlerden yana estirdi. Kırsaldan kente akış hızlandı. Tüccar-zanaat öncülüğünde kentler büyüyüp, güçlenince Lonca-kent denilen yapı vücut bulur. Ekonomik temelli olmaları, Lonca içinde hem sınırlara hem de haklara sahip olmaları bu kentlerin komün kentleri diye adlandırılmalarına da yol açar. Gittikçe laikleşip, özerk kentlere dönüşürler. Kent bilinci yeniden canlanır, kurumlaşmaya dönüşür. Yerel meclislerini, kurumlarını, öz savunma gücünü ve kendi vergi sistemini oluştururlar. Floransa, Venedik, Cenova gibi İtalyan kentleri ve hatta Amsterdam bu sürecin başat kentleridirler. Rönesans bu İtalyan kentlerinde doğar ve bu süreci besler. Dinlerin kulluk, imparatorlukların soyut kimlik arayışlarına karşı kent toplumu, bilinci, komünü yeniden canlanır. Yerel ve dinsel otoriterlerden kurtulur, özerklik olanağını yaratır. Bir anlamda Atina dönemi gibi bir kentlilik ruhu doğar. Günümüz Avrupa’sının yerel özerklik yapılara gitmesi çeşitli koşulların sonucu olduğu gibi, ortaçağ kent özerkliği gibi bir kaynağa da dayanıyor.

 

Ulus-Devlet Fabrika-Kent/1848 Devrimleri ve Paris Komünü

Her ne kadar Lonca kentler Atina’yı çağrıştırsa da ciddi ayrımlar söz konusudur. Mesela Atina’da Agora ve onun etkin yurttaşı kente ruhunu verirken, İtalyan kent-devletlerinde Pazar ve ticaret kentlerin yaşam kaynağıdır. Başaktör ticaret ve tüccarlardır. Yönetim de tüccar aileleri elindedir: Floransa’da mediciler ailesi gibi… Evet, ticaret kentleri özerkleştirdi ama, kendi iç mekanizmasını da yarattı. Ticaretin tekele, orta sınıfın burjuvaziye dönüşümü bu zeminden beslenir ama burada değil.

İtalyan kentleri özerklik üzerine kuruldular. Biriken sermayenin tekele dönüşmesi için ulusal pazara ihtiyaç vardı. Bu kentler buna kapalıydılar. Kendi aralarında rekabet halindeydiler. Ayrıca Habsburg hanedanlığının etkin olduğu imparatorluklarca (Fransa, ispanya gibi) kuşatılmışlık içindeydiler. Ancak, bu birikimden beslenen Amsterdam, imparatorlukların etkisinden görece uzaktı. Ayrıca, Kalvinist Protestancılığın etkisindeydi. Birde deniz kenti olarak, öncesinde bulunan keşif yollarından yararlanma koşuluna sahipti. Zaten 16.yy’a gelindiğinde Avrupa’da iki dinamik vardı: ilki, binlerce yıl süren imparatorluk geleneğiydi, ötekisi ise, Rönesans’la başak veren ama kırılgan olan kent-devletçikleriydi, işte Amsterdam, biri geçmişe, diğeri geleceğe bakan bu iki gücün bıraktığı boşluktan doğar, gelişir, güçlenir. İmparatorlukların hegemonik karakterini, kent-devletçiklerinin ise sermaye birikimini alır ve kendi Leviathan’ını yaratır. Hollanda’nın ulus-devlet olarak doğuşu böyle gerçekleşir. Ada ülkesi olmanın avantajına sahip Londra-İngiltere’de benzeri bir yol izler. Fark şudur: Amsterdam ticaret, para, finans üzeri sermaye birikimiyle, Londra ise sermayeyi sanayileştirerek ulus-devleti yaratıp Leviathana dönüştürür. Ulusdevleti yaratan Amsterdam ve Londra, kent kimliklerini kaybetmenin bedelini başşehir olarak alırlar. Hollanda ve İngiltere ulus-devletin öncüleri olsalar da, onun yıkıcılığını dizginsiz bırakmadılar kendi topraklarında. Batı demokrasisi ve hukukuyla sınırladılar. Ama ulus-devleti ihraç ettikleri tüm ülkelerde onu dizginsiz bıraktılar.

Ulus-devlete kadar ticaret dizginsiz bırakılmadı. Pazarlar ise, o güne değin malların buluştuğu, değiştiği, hatta toplumsal kültürlerin karşılaştığı ekonomik ve toplumsal yaşam alanıydılar. Ancak ulusdevletle birlikte ticaret-pazar-kâr üçlüsü ve mekanizması her şeyin çarkı haline geldi. Sermaye birikti, kent sınırlarını aştı. Tekelleşerek ulus-devlete dayalı iktidarını yarattı. Merkeziyetçilik, tekelciliğin siyasal iktidardaki karşılığı olarak gelişti. Kentlerin özerk ve toplumsal dokusu bu dönüşüm içinde kaybolmaya başladı.

Sanayileşmeyle kentin dokusu her yönüyle değişir, bozulmaya uğrar. Fabrika, eski tapınakların yerini alan yeni bir tapınç kültü olur. Ama her türlü anlam ve aidiyetten yoksun olarak… Yoksul kitleler için fabrika ekonomik yaşam kaynağı haline gelir. Fabrikayla, toplum, işçi ve işsiz olarak ayrışıp ekonomiye indirgenir. Tek aidiyet olarak sınıf bilinci gelişir. Marksizm, bu zeminin sonucudur. Sanayileşmenin tapıncı olan fabrika sadece kenti değil, çevresini de yıkıma uğratır. Kır-köy insanının önemli bir kesimini kente çeker. Kentler, köyle bağının koparan ama kent kimliğiyle ilgisi olmayan yığınlarla dolar. Tarım sekteye uğrar, bugüne kadar belli düzeyde korunan köy-kent ilişkisi darbe alır. Yanı sıra, endüstriyalizm biçiminde tamamen kâr hırsına odaklanan bu süreç, ekolojinin temellerini de dinamitler. Murray Bookchin in “kentsiz kentleşme” dediği şeyin temelleri böylece atılır. Bu, özerkliği ve yurttaşları olan kentlerden, aidiyeti kaybolan ve yığınlara dönüşen kent enkazıdır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bunu, “kentlerin kanser tarzı büyümesini mümkün kılan endüstriyalizmdir. Kentler gezegenimizi yutan canavarlara dönüşmüşlerdir” diye belirtir. Özetle ulusdevlet ekonomide tekelcilik, siyasette merkeziyetçilik, sosyal dokuda ise yığınlaştıran bir homojenlik üzerine inşa edildi. Toplumsal mühendislik imalathaneleriyle (fabrika, okul, kışla, vs.) toplumun tüm dokularına müdahale edildi. Ulus-devlet tüm gıdasını tekelle ‘tek’in birleşiminden alır, varlığı bunlara borçludur. O yüzden farklılığı, özerk olanı, kimliği, kişiliği, ortadan kaldırmayı varlık koşulu sayar.

Her ne kadar ulus-devlet ve endüstriyalizm şaha kalkıp dizginsiz yol almak istediyse de, hızını sekteye uğratan mücadelelerle karşı karşıya kaldı.1848 devrimleri bunun ifadesidir. Orta kesimin öncülüğünde başlayan mücadele, hızla ezilen emekçi kesimin bütününe yayılır, devrimci, halkçı bir karakter kazanır. Ama gerek ulus-devletin her şeyi, herkesi ezme pahasına iktidara sarılması gerekse de orta sınıfın tutarsız ve iktidarcı tutumu, bu mücadeleleri başarısızlığa uğrattı. Yine de emekçiler açısından bir mücadele ve hak talep etme kültürü yarattı. Ki, Paris komünü bu kültürden doğar. 2-3 aylık gibi kısa süreli bir ömre sahip olsa da sonraki emekçi Marksist hareketlerin referansı olacak bir miras bıraktı. Daha da önemlisi, kentlerin komüne dayalı özerk yönetimi için bir model sunarak ulus¬-devletin tek model olamayacağını gösterdi. Kentin kendini yönetme girişimidir. Genel oy hakkı gibi o günün koşullarında radikal olan birçok hakkın mücadelesini verdi. Ne var ki, o da zamanın ruhundan müzdaripti. Mücadele’de etkin rol oynayan kadınlara yönetimde yer verilmedi. Egemenlerin tüm bu mücadelelere karşı çözümü, hızla militarizme ve milliyetçiliğe sarılma oldu. Dünya savaşları bu sürecin sonucudur.

Öte yandan kaynağını aydınlanmadan alan bir başka seçenekte sürekli diri tutulur. J.J. Rousseau’nın “toplum sözleşmesi’’yle bireyler eşit ve özgür olarak tanımlanır. Yurttaşlık bilincinin düşünsel dayanağı oluşturulur. Fransız devrimiyle “yurttaşlık bildirgesi’’ yayımlanır. Tüm bunlar devlet odaklı batı demokrasisine hukuki bir zemin sunar. Anayasal vatandaşlık buradan doğar ve liberalizmin esneyen karakteri olarak ulus-devlet ve milliyetçilikle iç içe gelişir. Tabii liberalizmi hukuk devleti ve anayasal vatandaşlık noktasına getiren önemli bir etkende, yukarı da belirtilen mücadele geleneğidir. Ki, bu mücadele geleneği, 20. yy.’ın ikinci yarısında batı demokrasisini bir başka boyuta taşır.

 

Kentlerin Ölümü

Tarih boyunca yerel, kentsel, bölgesel kimlik ve yönetimler her zaman varola geldi. Çünkü kültür ve kimlik genelde yerelde asıl özüne kavuşur. Ulus-devlete kadar etkinliğini koruyan imparatorluklar, genelde yerel-bölgesel kimliklere pek karışmadılar, kendilerine bağlı olmalarını yeterli gördüler. Yereli, kenti öldüren ulus-devlet homojenliğidir oysa toplumun doğasında farklılık ve çoğulluluk vardır. Bu yüzden ulus-devletin tekçiliğiyle toplumsal doğanın çoğulluğu hep çatışma halinde oldu. Bu çatışma ikinci dünya savaşından sonra krize dönüştü. Liberalizm, anayasal vatandaşlık konusunda esneyen karakterini burada da göstermek durumunda kaldı. Yerel, bölgesel özerk yönetim modelleri böyle bir ihtiyaç ve zorunluluktan doğdu. Çünkü anayasal vatandaşlık hala batı demokrasisinin temeli olsa da toplumsal değişimleri ve mücadeleleri karşılamaktan uzaktır. Anayasal vatandaşlık toplumsal aidiyetler yerine bireye odaklanır. Batının sürekli toplumu parçalayıp bireye indirgemesi bu gerçeklikten kaynaklıdır. Ancak, anayasal vatandaşlık tek başına toplumsal sorunları çözemediğinden, ispanya, İtalya, İngiltere, Almanya, hatta merkezi yanı önde olan Fransa gibi ülkelerde bile yerel, bölgesel özerk yapılar (batı tipi) mevcut sorunları, A. Öcalan’ın deyimiyle kanserleşen kent sorunlarını çözmeye yetmiyor. Kentler bugün can çekişiyor. Fabrikanın dokuduğu endüstriyalizm, bugün teknoloji ve bilgiyle kol kola girerek, kentleri toplumsallıktan yığına, oradan gösteri dünyasına dönüştürdü. İnsanları kendine çektiği gibi mutsuz da kılıyor. İnsanları kalabalıkla buluşturuyor ama, kalabalığın içinde de yalnızlaştırıyor. Eskiden kentler yeni toplumsal bağların dokusuyken, bugün tüm toplumsal bağların tek tek kemirilir, kesilir. Artık aidiyetin, kimliğin yitirildiği yerlerdir. Toplumsallık çözüldükçe yalnızlaşılır, yalnızlığa battıkça da yabancılaşma gelişir. Ve tüm bu sürece ne yazık ki birey olma algısıyla bakılır. Oysa birey olmanın temelinde benliğini gerçekleştirme vardır. Yani kendi özüne sahip çıkmayı gerektirir. Buy da kendini gerçekleştirmenin olanaklarına ve kararlarına sahip olmakla sağlanır. Eskilerin “ Kendi kurallarını koy” dediği şey budur. Yani politik insan denilen şeyin ta kendisidir. Bugün hangi insan kendisi ve yaşadığı kenti üzerinde söz sahibidir? Kentler insanla dolmuştur, ama insan kentte kaybolmuştur. Kentin yığını olmakla zaten kentin nesnesine dönüşmüştür. Kentteki sıfatı alt tabakalar için işçi, işsiz, avare, varoş insanıdır; orta kesim için memur, esnaftır. İktidarın kaymağından yararlananlar için bürokratlardır. Ama geniş halk kesimi için kent yurttaşlığının gerçek karşılığı vergi mükellefliğidir. Yani yurttaşın kent üzerinde hakları yoktur ama yükümlülükleri vardır. Elbette tüm ülkeler için aynı şey söz konusu değildir. Ama asayiş adına, yönetim adına kentlerin güvenlik güçlerine ve bürokrasiye boğdurulması, hakların varlığı değil, yükümlülüklerin sayısız halini gösterir. İşte bu kadar yalnızlaşan, yabancılaşan ve yükümlülüklere boğdurulan yurttaş için liberalizm elbette kendi gösteri dünyasını sunuyor. Sanal dünya! Ve tabii bir de çılgınlık düzeyine getirilen tüketim arzusu… Çözülen sosyal bağlar sanal aleme ikame edilir. Böylece teknolojinin yaratıcısı insan onun kurbanı olur. Tv, internet, telefon üzeri sanal aleme çekilen ve gömülen insan böylece yalnızlığını giderdiğini sanır. Oysa daha da yalnızlaşır, içindeki boşlukla birlikte öte yandan ayağının altı başının üstü beton yığınlarına dönüşüp onu nefessiz bırakırken sanal alemin tüm yaşamı dolduran niteliği bunu da görünmez kılar. Çünkü gerçek ve canlı yaşam çoktan sanal alemin içinde kaybolmuştur. O yüzden insanlar toplumun doğanın, tahrip olan niteliğine değil, sanal alemin dizilerine, filmlerine dedikodularına ve magazine odaklanırlar.

Görüldüğü gibi sanal dünya yalnızlığa karşı kendi görselliğini sunar. Yaşamın canlılığına karşı da kendini ikame eder ki, toplumsal, ekolojik tüm sorunlar görünmez olsun. Bununla da sınırlı kalmaz, egemenlerin dizayn ettiği bu alem aidiyetlerin boşluğuna kadar da kendi çözümünü bulur. Moda, marka, kadın üzeri, bir tüketim kültürü geliştirir. Bireyi tüketicilere dönüştürerek modaya markaya bağımlı kılar. Spordan sanata kadar her alanda modeller, referanslar yaratır. Kimliği bunlara bağımlılık üzerinden yeniden kurar. Kadın, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın deyimiyle metaların kraliçesi olarak tüm alanların reklam ve tüketim metası olur. Özetle öze dair kimliklerin yerini biçime ve gösteriye dair aidiyetler alır. Futbol fanatikliği, marka bağımlılığı moda, model sunumu, film ve ses sanatçılarına tapınç bu gerçekliğin ifadesidir. Aidiyetler öze değil, göze göre şekillenir. İşte kentlerdeki ahlaki çöküntü, toplumsallıktan kopan bu gerçeklikle ilgilidir. Her şeyin metalaştığı bir yerde zaten ahlak söz konusu olamaz. Özetle devlet Leviathan iken bugün artık her kent Leviathan’a dönüşmüş durumdadır.

 

Ölü Kentten Özerk Özgür Kente

İşte özgür kent yönetimleri ve özgür yurttaşlık, ulusdevlet modelinin lağım çukuruna dönüşmüş kentlerini dönüştürme ve yeniden inşa etme arayışı ve modelidir. Bu da öncelikle bir yönetim sorunudur. Çünkü kentlerin köy, kırla bağını koparan doğanın enkazı yapan toplumsal bağları çözen, bireyleri yığınlara dönüştüren, kâr hırsı için kadın başta olmak üzere insanları metalaştıran bizzat ulus-devlet iktidarlarıdır. Bu canlı enkazı canlı bir yaşama dönüştürecek olan da doğru bir yönetim modelidir. İktidar toplum adına düşünüp ona hükmetme gücüdür. Yönetim ise kendi adına düşünüp kendi kararlarını alma iradesidir. İktidar toplum inkarıdır, yönetimse toplumsal olanı var eder. Bu da politikayla gerçekleşir. Zaten politika Grekçe kent yönetimi demektir. O zaman politika kentin kendini toplumsal düzeyde gerçekleştirme eylemi oluyor ki bu da katılımı gerektirir. O da demokrasidir. Ahlak zaten toplumsal bağın vazgeçilmez unsurudur. Bu da demektir ki özgür kent yönetimleri esasta dört kavram üzerinde şekillenir. Yönetim, politika, demokrasi ve ahlak. Tabi tüm bunlar insan eliyle gerçekleşeceğinden asıl özne etkin ve özgür yurttaştır.

İktidarlar daima merkezleşme eğilimindedirler.

Temsilidirler. Yönetim ve politika ise bizzat aktif katılımı gerektirdiğinden yerelle ve doğrudan demokrasiyle ilişkilidir. Ulus-devletler tekçi homojen ve merkeziyetçi olarak tarihteki tüm kent devletlerine ve yarı konfederal nitelikteki imparatorluklara rahmet okuturlar. Farklılığa dair ne varsa yok ettiler ya da tahrip ettiler. Oysa toplumun doğası çoğulluk ve farklılıktır. Özgürlük de, kendi “özünü” gerçekleştirme eylemi olarak bu çoğulluğa ve farklılığa yaşam imkanı yaratmaktır. Dolayısıyla yeni model ulus-devlete dair ne varsa, onun reddiyle ve alternatifiyle inşa edilebilir. İktidara karşı yönetim ve politika, merkeziyetçiliğe karşı yerellik, tekçiliğe karşı çoğunluk, bireyciliğe karşı toplumsallık, sanallığa karşı canlı yaşam, kent-kır karşıtlığı yerine ilişki ve bütünlük gibi temel hususlar yeni modelin özünü oluşturur. Böyle bir model de, genelden özele doğru bir perspektife sahip olup, onu yerelde tabanda inşa etmekle hayat bulur.

Resmi uygarlık kent-sınıf-devlet üzerinden şekillendi. Demokratik uygarlık ise, kentleri iktidar kıskacından, köy karşıtlığından, endüstriyalizmin kimyevi ve toplumsal artıklarından (bireycilik, ahlaki çöküntü, vs.) arındırma perspektifine sahiptir. Resmi uygarlığın son formu ulusdevlete karşı demokratik uygarlık, kendi alternatifini demokratik ulusla gerçekleştirir. Demokratik ulus veya ulusların siyasal yönetim biçimi, yeni çatısı da demokratik konfederalizmdir. Ki o da devlet dışı bir yönetim anlayışını gerektirir. Yerellik ve farklılık da ancak böyle bir yönetimde yaşam bulabilir. Bu da kendisini yerele özerklik olarak uyarlar. Özerklik, konfederalizmin bedenleşmesi, yani kurumlaşmasıdır. Özerklik, kentlerin özgür olmasının temelidir. Her kent kendi içinde özerk bir birim olarak konfederal çatıyla da demokratik ulusun bir bileşeni olur. Aynı şey kentin içinde de geçerlidir. Eğitimden sağlığa, spora, sanata, kadına, gençliğe kadar tüm yaşam alanları özerk yapılara dönüştürülür, hatta mahalle mahalle özerk kurumlar oluşturulur. Ama hepsi kent kimliğine bağlanır, kentli olur. Bugün devleşen ekosu, dokusu bozulan kentler, yığılmış nüfustan ibarettir. Merkezin valisi, kentin Tanrı’sı gibidir. Yığınlar adına, adeta kentin tek söz sahibidir. Tüm etkili kurumlar valilerin denetimindedir. Hepsi de iktidar olgusunun kurumlarıdır. Bürokrasiden güvenliğe kadar… Belediyelerin vali karşısındaki etkisi çok azdır, Kürtler söz konusu olduğunda ise devre dışıdır. Bu yüzden kentin ve tüm yaşam alanlarının özerk yapıların hücre birimi ve yaşam kaynağıdırlar. Boockhin’in Martin Buber’e atfen “hücre-doku” dediği şey, toplumun birimler bazında örgütlenmesidir. Ki komün bunu ifade ediyor. Boockhin’in eko-toplulukları bu komünlerde yaşam bulur. Kooperatifler de aynı işleve sahiptir. Bu kurumlar ekonomiye indirgenmeyecek düzeyde hayatidirler. Kadından ekolojiye, ekonomiye… yani her alana dair toplumsallığın yeniden inşa hücreleridirler. O nedenle A. Öcalan, komünsüz tek bir kişi kalmamalı diyor. Hiçliğe, yalnızlığa, bencilliğe batmış atomize bireyin kendini yeniden bulacağı, öz bilincini, dolayısıyla özgürlüğünü gerçekleştireceği yer bu komünlerdir. Öz bilincin özyönetimi de bu komünler üzerinden mahalle türü yerel meclislerden kent meclislerine kadar yaygınlaştırılacak kurumlarla sağlanır. Konseyler, senato, vs. bunun yürütücü gücü olurlar. Doğrudan demokrasi doğrudan katılımı gerektirdiği için, bu kurumlar bu işlevi yerine getirir. Tabi tüm bunları da, öz bilince ve iradeye sahip yurttaşlar gerçekleştirebilir. Demokrasi kendi kendini yönetme biçimiyse, kent insanının da kendisini ve kentini yönetecek düzeyde olması gerekir. Kentler bu bilincin de edinildiği ve kurumsallaştığı yerlerdir. Nasıl ki iktidarlar “bilgi güçtür” deyip üniversiteleri, zihni bulanıklığın ve pozitivizmin yuvaları yaptılarsa, bunun alternatifini oluşturmak da o denli hayatidir. Siyaset akademileri tam da bunun için gereklidir. Başka türlü ulus-devletin binlerce zihin kalıbı ve tabusundan kurtulmak olanaksız görünüyor. Özgür bilinç olmadan özgür kent inşa edilemez.

Biliniyor, batı demokrasisi, özünde temsilidir. Bireyi yurttaş yapar ama, aktif özneler haline getirmez. O nedenle temsili demokrasi seçime indirgenir. Apolitik insanlar yaratılır. Özerkliğin katılıma imkan sunduğu doğrudan demokraside ise politik yurttaşlar yetişir. Özerklikte özgür kentlerin güç kaynağı da, kullanımı da tabanda gerçekleşir. Politik yurttaş bu gücün doğru kullanımının teminatıdır. Komün ve meclislerle sürekli yaşamın içinde olacağından kent sorunlarına karşı sorumlu ve karar sahibidir. İktidar bürokrasi üretir, komünse toplumsallık… Dolayısıyla kentlerdeki yığınsallık, komün üzerin toplumsal aidiyete, sosyal ilişkiye ve dayanışmaya dönüşür. Aslında Gezi olaylarının doğal mücadele ortamı, bunun canlı örneğini sundu. O kısa sürede elbette bir model yaratılamazdı ama, neye ihtiyaç duyulduğunun ipuçlarını verdi. En başta, kentin dokusu üzerinde kent sakinlerinin söz hakkı olmadığını gösterdi. Ama politik bir duruş sergilendiğinde -politik duruştaki sorunlara rağmenbunun hızla toplumsal bir ilişki ve dayanışmayı, farklılığın birlikteliğini sağladığını da gösterdi. Kentlerin özerkliğinin, yurttaşlarınsa politik olmasının ne kadar önemli olduğunun canlı bir örneği ve tanığıydı. O nedenle yerellik ve özerklikte ısrar, özgür kent yönetimlerinin temelidir. Ulus-devlet yakın zamanda hemen yok olup gitmeyeceğine göre, birey olarak kendini bulmanın, politik olmanın ve kentini yönetmenin dayanağı ve ortamı özerkliktir. Bizlerin Türkiye’de, Rojava’nın Suriye’de özerklik arayışı ve inşası bu gerçeklikten kaynaklıdır. Kimliğimizle kendimizi yönetme imkanına ancak özerklikte kavuşabiliriz. Rojava, bugün bunun tüm kurumlarını inşa etme sürecini yaşıyor. Kentleri odağına alan kantonlarda özerkliğini ilan edip sözleşmesini yarattı. Öz savunmasıyla, farklılıkların bir aradalığıyla, yerel meclisler-konseyler aracılığıyla doğrudan demokrasisiyle, kadına tanıdığı eşbaşkanlık ve temsil gücüyle, özgün kadın kurumlaşmalarıyla, savaşa, kıtlığa rağmen ekonomik yaratımlarıyla kendi modelimizin aynasıdır, yaşam bulan halidir. İçinde bulunduğumuz Türkiye koşullarında özgür kent yönetimlerinin geleceği de, özerliğin mücadelesi ve inşasıyla mümkündür. Ki o da devletin kurumlarının bittiği anda değil, o kurumların varlığına rağmen inşa edilecek bir süreçtir. İktidarın temsili olan Valilik ve kurumlarına karşı, halkı temsil edecek belediyelerin yaygınlığını ve etkinliğini sağlamak çok önemlidir.

Ancak, toplumun asıl örgütlenme hücreleri komünlerdir. Kent yönetimi komün tabanından başlar, meclis, konsey ve belediyelere kadar yaygınlaştırılır. Devlet kurumlarını gereksiz kılacak şey, yaşamın her alanına dair örgütlendirilecek komünler ve onun aktif bireyleridir. Devlet kurumları kenti pazara, ekonomiyi tekele, çevreyi kar hırsıyla betona ve yıkıma, yönetimi hiyerarşiye ve valiye, toplumsal dokuyu ahlaki çöküntüye, kadını metaya, insanları apolitikliğe, kenti kır-köy karşıtlığına dönüştürmeye devam edecektir. Kısaca, bir Kızılderili Şefi’nin dediği gibi: “Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlamayız. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz.” Kızılderililerin ‘Beyaz adamı’ bizim için iktidardır. Ki o da kentleri betona ve yığına dönüştürmüştür.

  1. Öcalan, “Toplumun oluşum tarzı veya doğası demokratik komünal, kadın eksenli ve ekolojiktir.” diyor. Özgür kent yönetimleri bu perspektiften kentleri inşa ederler. Kentleri pazar olmaktan çıkarıp, toplumsal yaşam alanına dönüştürürler. Tekeli sınırlar, hatta engelleyerek kendi kendine yeten bir ekonomiyi, üretimi hedeflerler. Betonlaşmaya karşı ekolojiyi, bireyciliğe ve apolitikliğe karşı komün ve meclisleri, sınıflaşmaya karşı hukuki eşitliği ve mesleki iş bölümlerini, yozlaşmaya ve bürokrasiye karşı ahlakı ve örgütlülüğü, merkezileşmeye karşı yerinden yönetimi, erilliğe ve her tür metalaşmaya karşı kadının özgürlüğünü ve öncülüğünü esas alırlar. Kadın eski kentlerde düşürüldü, köleleştirildi, ulus-devlette ise metalaştırıldı. O zaman özgür kent yönetimleri, en büyük farkını kadın özgürlüğü ve öncülüğüyle gösterebilir.
  2. Öcalan’ın deyimiyle: “Kente evet, sınıf-devlet-sermaye tekelleşmesine hayır!” diyen bir kent modeline ihtiyaç vardır. Özgür kent yönetimleri tam da bunun için vardır: Kentsiz kentleşmenin ölü toprağını atıp, toplumun canlı dokusunu ortaya çıkarmak ve kendini yönetmek için…

 

  • Savunmalar, Abdullah Öcalan 
  • Ekolojik Bir Topluma Doğru, Murray Boockhin
  • Halkların Tarihi, Chris Harman
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.