Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Özerklikte Gençlik ve İnşa

Zerdeşt Munzur

Sistemler kendilerini yeniden inşa ederken, çelişki-çatışma durumunu yaşarlar. Bazen bu durum gerilime de neden olur. Binlerce yıllık akıntının bile önü alınabilir, bir bedenin damarlarındaki kan durabilir ve ruh bedenden çıkabilir. Tarihin yönü her zaman “ileri” akmıyor. Tersi de geçerlidir. Yaşanan 21.yy olayları biraz da bunun dersleriyle doludur.

Büyük sınıf kavgaları, alt-üst oluşlar, büyük devinimler ve kargaşa dönemi…. Sonrasında ise güneşli aydınlıklar gelmedi. Ve belki daha korkuncu, sadece katliamlar anlamına gelmiyordu bu yüzyıl, yürek ve beyinlere umutsuzluk da ekiliyordu. Ters giden bir şeyler vardı. Fakat neydi?

“Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez” der, Sokrates. Hatalar, kayıplar büyük de olsa, elbette yaşanmaya değer başka bir dünya vardı. Cılız da olsa yıkıntılar arasında kalan bedenler haykırıyordu. Tarihin bütün resmi kitaplarını yakın! Yalan söylüyor. “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” çünkü …. Elbette dehşet verici katliamlar, yanmalar, yakılmalar ardından öylesine söylenmiş sözler değil bunlar. Tanrı öldü derken, Nietzsche’de bir gerçek dile geliyordu. O adeta yaşadığı çağın peygamberi gibidir. Ona göre tanrı ölürken, toplum ve doğa da ölüyordu aynı zamanda. Yani tüm yarattıklarıyla birlikte insan da yok oluyordu. Kutsal kitapta şöyle bir hüküm vardır;

“Allah der ki ben bir sır idim, bilinmek için evreni yarattım.” Peki, anlamak, anlaşılır kılınmak istenen şey nedir burada? Daha da önemlisi bu sır kim tarafından bilinecek ya da anlaşılacak?

Gerçek bütündür diyen Hegel’in felsefesinde evrenselliğe ulaşmak mutlak tine, tanrıya ulaşmak anlamına da gelir. Bilinen dünyada en gelişmiş, mükemmel varlık ( en azından şu an bilebildiğimiz kadarıyla ) insan olduğuna göre, gerçeği görecek olan da insan olacaktır.

Hegel’de mutlak tin ile evren, kendine bilinçli olarak dönmüştür. Bilinmek istenen evren fiziki, biyolojik, toplumsal aşamalardan geçerek bilincin en yetkin hali olan felsefi bilinçle yani mutlak tinle kendini bilinmiş kılarak anlam gücüne erişmiş sayacaktır. Hegel’de, “anlam”, toplumsal insanın tanrısallaşmasıdır. Fakat Hegel’in bu ‘anlamı’ devlette görmesi büyük yanılgıdır. Devleti kutsallaştırması, sonraki ideolojileri de etkilemiş ve bu ideolojilerin adeta devlete tapınmalarına neden olmuştur. Böylece gerçeği görmesi gereken, canlıların en gelişkin varlığı olan insan, hiçbir canlının yapamayacağı kadar devlet eliyle, birçok katliama neden olmuştur. Kendisi de dâhil tüm doğayı yok olmanın eşiğine getirmiştir.

Hegel’in Napolyon’u tanrılaştırması, ulus devletçi fethe, talana, sömürüye felsefi bir meşruiyet kazandırmıştır. Bu nedenle de 21.yy’a girerken kıyımdan geçilmeyen halk, işgal edilmeyen toprak kalmamış gibidir. Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Keldaniler, Asurlar, Gürciler…. Hemen hepsi katledildi, mallarına el konuldu. Halen Ortadoğu’da yürütülmek istenen siyaset bu çerçevededir.

Tüm samimi fikirlerine rağmen başta Marx, Lenin gibi sosyalist ustalar da dahil, devrimcilerin devlet aracına sarılmaları, onları hata yapmaktan alıkoymamıştır. Çokça söylenildiği gibi cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir…

Sorunun temelinde aynı yolda yürüyüp de farklı sonucu alma beklentisi vardır. Ne kadar da yürünülse o yolun varacağı yer, aynı köy ve kasabalar olacaktır. O nedenle bilinen yol ve yöntemlerde değişiklik olması gerekir.

Kürt Halk Önderi yöntemi,’ amaç ve hakikate götüren yol’ olarak değerlendiriyor. Yöntem olarak ortaya çıkan hususlar neler peki?. Örneğin, mitoloji, din, felsefe, bilim, tarihsel materyalizm, diyalektik, tümdengelim, tümevarım vs…. Birer yöntem midirler?

Yöntem ve hakikat arasında ne gibi bir bağlantı olabilir, yol kavramıyla ilişkileri nelerdir? Şüphesiz sorular çoğaltılabilir. Mesela; doğuda bunlar çok sık kullanılabilir diyor, KCK Yürütme Konseyi Üyesi A.Haydar Kaytan ve ekliyor: “Örneğin tarikat yol anlamına gelir bir tür yöntemdir. Tao da yol anlamına gelir. Hakikati arama yolu olarak kullanır. Alevilikte yol çok önemlidir. Hakikate götüren olgudur. Bir gerçeğe ulaşmak için öncelikle yola girmeniz gerekir. Yol olmadan yürüyüşte olmaz. Bu açıdan da önceden yürünecek yolu netleştirmemiz gerekir. Hakikat ile sizin aranızda kurulan bağ ona ulaşma biçimi bir yürüyüş halidir. Bu açıdan da hakikatle buluşma öncelikle bir yola girmedir…”

Bugün girdiğimiz yol bizi özgürlükleştirebilmeli. Yoksa kölelik getiriyorsa baskı, boyunduruk altında tutturuyorsa ve her gün toplumsal gerçekliğimiz lime lime yapılıp talan edilirken buna sessiz kalıyorsak yoldan çıkmışız demektir. İnsanlık, milyonlarca yıldır bu yol yürüyüşünde yarattıklarıyla derin bir birikime sahiptir. Bu debisi sürekli yükselerek artan bir nehir akışına benzemektedir. Demokratik modernite birikimleri olarak da adlandırabileceğimiz bu nehir, her geçen gün insanlığın yaşam hücrelerine can verirken aynı zamanda da kapitalist modernite karşısında direnmektedir.

Bugün kapitalist modernite, elindeki tüm manipülasyon araçlarıyla kendisini, sanki yaşanılması gereken tek sistemmiş gibi göstermede oldukça başarılı gibi görünüyor. Bunu yaparken tarihsel gelişim seyrini ezelden ebede giden düz bir çizgi gibi ele almaktadır. Ve böylece de mevcut durumu değiştirilemez bir kader gibi sunmaktadır. Daha da ötesi, kendinden sonrasını ise tarihin sonu ilan etmektedir. Sayın Öcalan, kapitalist uygarlık (maskesiz tanrılar ve çıplak krallar çağı) adlı ikinci kitabında kapitalizm için şu değerlendirmeyi yapmaktadır: ‘Kendini maddi uygarlık (Bernand Braudel’in doğru, haklı yorumu) olarak tarihleştiren kapitalist uygarlık sistemine ekonomik sistem de diyebiliriz. Daha önceki tüm uygarlık sistemlerine ‘metafizik sistemler’ demek pek sakınca ifade etmediği gibi, kapitalizme ‘materyalist sistem’ demek de aydınlatıcı olabilir.’

Kapitalizmde zihniyet, aşırı bir şekilde nesnelliğe dayanır. Burjuvazi buna destek olarak bilimi gösterirken aynı zamanda bilimi madde içine hapsolmuş yasalar; tanrı kanunları’ gibi de sunar. Doğal olarak bu bilimci bakış açısıyla kapitalizm, çağdaş putçuluktan öteye bir anlam ifade etmez. Nesne, özne ile anlamlı bir bütünsellik içinde olduğunda ancak bir anlam ifade edebilir. Nasıl ki itim çekimden, madde enerjiden, dalga parçacıktan, mekân zamandan, varlık yokluktan ayrı düşünülemiyorsa nesne de özneden ayrı düşünülemez. Ya da geniş anlamıyla analitik zeka duygusal zekadan kopuk olmamalıdır.

Bugün kapitalizm, sadece sıvası dökülen bir bina gibi değildir, aynı zamanda temellerinden de sarsılmaktadır. Bunun içindir ki geniş halk yığınlarında sisteme karşı olan güven azalmaktadır. O nedenle çeşitli tepkiler farklı kesimler tarafından daha çok dile getirilmektedir. Farklılığın zenginlik olduğu bilinci bir kez daha yüksek sesle haykırılmaktadır. 68’in esintisi daha henüz gitmemişken; halkların yeni bir umut rüzgarı ile tarihin yazımında etkin rol üslenme çabası içine girmesi oldukça anlamlıdır. Bu temelde dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi bölgemiz ve ülkemizde de oluşturulan halk meclisleri, kooperatifler, akademiler, savunma birlikleri… Yalnızca bir gerçeği açıklamaktadır. Devletsiz, iktidarsız; halkın özgücüne dayanan bir sistem inşa etmek mümkün! Alternatif bir yaşam mümkün!

Son iki yüz yıl içinde biri 1848 diğeri ise 1968’de olmak üzere iki dünya devrimi gerçekleşti. Bugün farklı çevreler 14 Temmuz 1789’u ya da 7 kasım 1917’yi kutluyor. 1848 ya da 1968, neredeyse akla bile getirilmiyor. Ancak bu tarihlerin, en az o iki tarih kadar belki daha fazla dikkat çeken yanları olduğunu iddia ederken bir noktada haklıdır I.Wallerstein. 68 rüzgarının anlık esen bir rüzgar olmadığını bugün artık daha net görebiliyoruz. Modernizme tepkili ekolojik hareketlerden tutalım, cinsiyet özgürlükçü hareketlere, otonom hareketlerden devlet dışı örgütlenmelere kadar sosyal, siyasal, kültürel alanda bir çok örgüt oluştu ve kurumsallaştı.

Kürt Halk Önderi sayın Öcalan bu dönemin sürdürücülerinden biri olarak şunu dile getirir. “1968 devrimi esas olarak manevi kültür alanında ideolojik devrim olarak patlak verdi. Modern kültüre onun tüm liberal, sağ, sol türevlerine başkaldırıyordu. Bu anlamıyla önemli bir devrimdi. En az Fransız ve Rus politik devrimleri kadar rol oynayan ideolojik bir devrimdi. Modernitenin ideolojik hegemonyası inşa edildiğinden beri ilk defa kırılmaya uğramıştı. Yüzlerce yıldan beri homojen toplum adına tutsaklaştırılan, asimile edilen hatta soykırıma uğratılan kültürel, cinsel, etnik, dini ve yerel birçok toplumsal unsur kimlik savaşına kalkıştı. Gençliğin önderlik etmesi ayrıca anlamlıydı.”

68 gençliği Paris sokaklarında, Filistin’de, Vietnam’da, Venezüella’da direnirken, sistem büyük bir korkuyu yaşıyordu. Türkiye için de geçerliydi bu durum. Kapitalizme karşı direk, açıktan bir tavır alma durumu vardı. Sinan Cemgiller dağların yolunu tuttuklarında halk yeni görmüştü gerillayı. Ve bedenler işkencede parçalanırken, ser verip sır vermemenin ne anlama geldiği İbrahimler’de dillenmişti. Maltepe’de cezaevinden kaçıp, Denizlerin idamını önlemek için 3 İngiliz’i yanlarına alan Mahirlerin şahsında kahramanlık, cesaret ve fedakarlık bir kez daha halkların gündemine girmişti. Onların şahsında sanki “ferman padişahın dağlar bizimdir” diyen Dadaloğlu, Denizlerin şahsında Anadolu-Mezopotamya halklarına yeniden haykırıyordu.

68’de, eşitlik ve özgürlüğe adanmış ve sisteme müthiş öfkeli bir kuşak vardı. Sistem onları pasifize etmek için elinden gelen her şeyi yaptı bazen korkutarak, bazen öldürerek çoğu zaman gerçeklikten kopararak liberalizm içinde eritmek istedi. Bu konuda, Sayın Öcalan şöyle demektedir: “Gençlik sistemlerin başına en başta bela olan kesimdir… Gençliği kontrole alan düzenin kendini en güçlü hisseden düzen sayması boşuna değildir. Daha sonraki devletçi toplum sistemlerinin tümü gençliğe benzer bir uygulamayı dayatacaklardır. Zihni böyle yıkanan gençlik her işe koşturulabilir. Savaş dahil en zor işi meslek edinebilir. En önde tüm zor işlere sürülür.”

Günümüz gençliği için yüksek hayaller, ancak toplumsal sistem krizinden nasıl çıkılacağına ilişkin olarak anlam taşıyabilir. Devletin içine girmiş olduğu yapısal krizde gençliğin tutumu belirleyici olacaktır. Yaşanılan süreç bir kaos aralığıdır ve bu yaratıcı ‘aralıktan’ neyin çıkacağını yaşam güçlerinin yeni anlam ve yapılanma çabaları belirleyecektir. Kürt halkı en uygun sistem olarak kendine demokratik konfederalizmi seçti. Bu sadece Kürtler için değil aynı zamanda diğer bölge halklarına da özgürlük getirecektir. Devlet ve demokrasi güçleri savaşarak, birbirlerini değiştirip dönüştürerek ve bazı alanlarda birbirlerini de tanıyarak bu mücadeleyi sürdüreceklerdir. Üzerinde yaşanılan coğrafya, karşılıklı farklılıklar gözetilerek etkin bir mücadele alanına dönüşecektir.

Zaten farklılığın olmadığı yerde özerklik ilişkisininde olması mümkün değildir. Farklılığın olmadığı yerde aynılık vardır. Aynı olanın ise birbirinden özerk olmak gibi bir sorunu yoktur. Bu farklılıklar ulusal olabileceği gibi, dinsel veya cinse dayalı farklılıklar olabilir. Farklı uluslar, dinsel yapılar veya cinsler birbirlerine göre özerk örgütlenmek isteyebilirler.

Ahlaki politik toplum inşasında demokratik özerklik hayatidir. Verilen mücadele anlamlı ve destansı olmazsa şayet; devlet önü alınamaz bir canavar gibi yok eder yaşamı. Yeni toplumsal inşada gençliğin rolü tartışılmazdır. Gençlik, her ne kadar sistem içinde büyüse ve onun kültürünü almış olsa da, iktidarcı ve devletçi sistem içinde hala yer almadığından, kendini ifade etmeyi ve kimliğini bulmayı en temel sorunu olarak gördüğü için otoriter, baskıcı ve bireyin kendisini ifade etmesini engelleyen antidemokratik sistemlere karşı doğal bir refleks içindedir.

Özgürlüğe yürümek isteyen bir gençliği tutmak zordur. Akan bir enerji ve ruhtur. Anlam bilince çıkarıldığında enerjinin bilinç, bilincin özgürlük eylemi olduğu anlaşılacaktır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.