Düşünce ve Kuram Dergisi

Rojava’da Savaş Ahlakı ve Kadının İtirazı

Sara Aktaş

Giriş:

Savaşların varlığı yeni değil kuşkusuz, insanlık tarihi kadar eskidir. Esasında çıkarlar üzerinden kazanım ya da koruma söz konusu olduğunda ve bunun zorşiddet aracılığıyla hayata geçirilmeye başlanması durumunda savaştan bahsetmemiz mümkündür. Kimi görüşlere göre savaş her halükarda kaçınılması gereken ahlaki bir kötülüktür. Zira insan hayatına mal olmaktadır. Kimi görüşlere göre bizzat insan haysiyetinin ve varlığının korunması söz konusuysa ve büyük bir haksızlığın giderilmesi toplumsal bir ilerlemeye yol açıyorsa, ahlaki olarak kabul edilebilir ve meşru nitelikler taşıyabilir.

Konumuz bağlamında Suriye’de gelişen iç savaşa baktığımızda ise Ortadoğu coğrafyasında gelişen devrimsel süreçlerde farklı bir seyir görüyoruz. Suriye’de muhalefetin sivil gösterilerini çok geçmeden eli silahlı çeteler devraldı. Bu çeteler Suriye dışından cihatçı olarak gelenlerdir. Amaçlarının İslam’ın şeriat kurallarını Suriye’ye hâkim kılmak olduğunu söylüyorlar. Bununla birlikte dünya kamuoyunun da artık kabullenmek zorunda kaldığı ve Suriye’de yürütülen kirli savaşın en meşru noktasında Kürtler bulunuyor. Bu anlamıyla Rojava’daki meşru mücadele bir taraftan Kürtlerin kendi topraklarını savunması ve özgür bir yaşamı örme iradesine dayanırken; bir taraftan da belirttiğimiz El-Kaide’nin uzantısı El-Nusra çetelerinin yürüttüğü çirkin, ahlaksız ve vahşi saldırılarına karşı verdikleri mücadele iradesine dayanmaktadır. Çünkü Rojava’da Kürtler kendi topraklarını savunuyorlar. Kimsenin topraklarını işgal ve istila etme peşinde değiller. Kendilerine saldıranlara karşılık veriyorlar, iradi bir duruş sergiliyorlar. Öyle ki bu irade bizi “savaşların bile bir ahlakı olmalıdır.” sonucuna götüren ve ‘insanın insan olma değeri kaldı mı?’ sorusunu rahatlıkla sordurtan bir vahşet karşısında bile umutlu olmaya çağırmaktadır. Bu yazı da tam da Rojava’da yürütülen bu kirli savaşı ve ona karşı gelişen insanlık direnişini ahlaki boyutta analiz etmeye çalışacağım. Diğer taraftan dünya kamuoyunda da büyük bir yankı bulan Kürt kadınlarının ortaya koyduğu mücadele azminin ve ahlaki itirazının ne anlama geldiğini yorumlamaya çalışacağım.

Köklü Bir Savaş Politikası Olarak: Vahşet

Rojava’da El-Nusra çetelerinin sergilediği vahşetle ilk kez karşılaşmıyoruz. Bunun çok köklü bir savaş politikası olduğunu ve devletlerarası yaşanan savaşlar kadar iç savaşlarda ve halk ayaklanmalarında da sıklıkla başvurulan bir vahşet biçimi olduğunu biliyoruz. Başı kesilerek öldürülen insanlar, ölü bedenlerin bütünlüğünü bozma ve işkence yapma, yakarak öldürme, kadınlara tecavüz etme, hamile kadınların karnındaki bebekleri katletme, kimyasal silahlar kullanma ve binbir şekliyle vahşetin vuku bulması… Tıpkı Goya’nın İspanya’ya saldıran Fransız ordusunun vahşetini gösteren resimleri gibi yaşananlar. Rojava’da yapılmaya çalışılan bu anlamıyla köklü bir savaş politikasının sonucudur. Tüm iç savaşlarda ya da halk savaşlarında yapılmaya alışıldığı gibi Rojava’da da müdahale ve saldırı biçimiyle olabildiğince vahşi davranılarak verilmeye çalışılan mesajlar vardır.

Savaşın ordu gücüne denk güçlerin savaşıyla nasıl yürütüleceği önceden belirlenip, kimi uluslararası savaş kurallarına bağlanabildiğini biliyoruz. Bu uluslararası savaş kurallarına uymayanlar ‘savaş suçlusu’ kabul edilip, yaptırımlara gidilmiştir. Bu temelde 1. Dünya savaşından sonra Paris barış konferansında müttefik devletlerce savaş sırasında yaşanan suçları araştırmak için bir komisyon kurulmuştur. Bu komisyon 1919 yılında, aralarında İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Belçika, Polonya, Romanya, Yunanistan ve Sırbistan’ın da bulunduğu devletlerce kurulmuştur. Komisyon yaptığı çalışma sonucunda savaş suçu kabul edilen suçlar içinde tecavüz ve cinsel şiddet uygulamanın en fazla karşılaşılan örnekler olduğunu ortaya koymuştur. Örneğin bunu savaş sırasında Alman askerlerince Belçika ve Fransa’da halkı korkutup sindirmek için oldukça vahşi bir şekilde uygulandığı açığa çıkmıştır. Yine 1948 tarihli soykırım suçunun önlenmesi ve cezalandırılması sözleşmesinde soykırım kapsamında değerlendirilen suçlar arasında tecavüz önemli bir yer almıştır. Sözleşmede soykırım suçunun kapsamı; ‘Bir grubun mensuplarının öldürülmesi, yaralanması, fiziksel ve ruhsal işkenceye maruz bırakılması, o grupta doğumların olmasını engelleyici önlemlerin alınması ve karşı grup tarafından çocuk doğumlarının zorlanması’ şekilde tanımlanıyor. Yakın tarihe baktığımızda Yugoslavya’da Müslüman kadınlara ve Ruanda’da iki taraftan kadınlara tam da bu amaçla sistematik olarak tecavüz edildiği artık sır olmaktan çıkmıştır.

Devletlerarasında yaşanan savaşlarda uluslararası savaş kurallarına rağmen bu sonuçlarla karşılaşıyorsak, iç savaşlarda veya halk isyanlarında bastırma operasyonları yapılırken, bu kuralları akla dahi getiremeyeceğimizi kolaylıkla söyleyebiliriz. Burada temel amaç sadece savaş kazanmak veya isyan bastırmak değil, kalıcı bir etki bırakarak bir daha asla tekrarlanmamasını sağlamaktır. Esas olan korkuyu kalıcı ve baki kılmaktır. İsyan etmeyi düşünenlere başlarına neyin gelebileceğini önceden hatırlatmak gibi bir işlevi de vardır. Bu savaş stratejisinin altın kuralı; karşı gücün direnme gücü ve isteğini tamamen kırmaktır. Nitekim mitolojik söylencelerde bile bu zihniyetin varlığını görmek mümkündür. Perseus’un Medusa’nın başını kesmesi bir öldürme davranışıyken, kestiği başı kalkanına taktıktan sonra korku salarak itaat sağlamak istemesinin anlamı ise daha derinlerdedir. Yine Osmanlı ordusunun birçok isyanı bastırma biçiminde ve Türkiye cumhuriyetinin kuruluş sürecindeki isyanı bastırma biçimindeki( Ağrı, Dersim, Şeyh Sait, Maraş vb.) beşiktekini beşikte, eşiktekini eşikte, zihniyeti ile yapılan temizleme operasyonları tam da bunu ifade etmektedir. Ruanda’da bir milyona yakın Tutsi’nin öldürüldükten sonra parçalanması da aynı amaçlıdır.1990’larda PKK gerillalarının cenazelerini parçalama kulak ve parmak kesme uygulaması da aynı zihniyetin devamıdır. Bu bakımdan Rojava’da El-Nusra’nın, savaşın en zalimce çirkin yüzünü sergiliyor olmasını sadece tekil ve onlara özgü bir vahşet olarak nitelemek eksik kalacaktır. Din önderlerinden aldıkları fetvalarla Alevi ve Kürt sivillerinin başlarını kesip katletmelerinin, ‘Allah-u Ekber’ diyerek kadınlara, genç kızlara, çocuklara tecavüz edip, insanların başlarını kesmeleri elbette bu köklü savaş stratejisi ve zihniyetinden kopuk değildir. Bu savaşma biçimiyle yarattıkları korkunç imge ve mesajlarla insanların itaat edip, hizadan çıkmamasını sağlamak kadar, savaşmadan göç etmelerini ve kaçmalarını sağlamak da hedeflenmektedir. Devreye konulan, korku ve yılgınlığın kuşaktan kuşağa aktarılıp süreklileştirilmesi, ekstra bir yıldırma politikasıdır.

Rojava’daki Savaşta Ahlak ve Ahlaksızlık İkilemi

Erich Fromm, ‘İnsan kurt mudur, kuzu mudur?’ sorusuyla insan doğasını sorgulamaya giriştiğinde esasında insanın salt iyi ya da salt kötü olarak nitelendirilmesine karşı çıkmıştır. Ona göre insan farklı olanakların toplamından ibaretti. Bu olanakların hangisinin gerçekleşeceğini ise birçok faktör belirleyebilirdi. Bu temelde insan özgür ve ahlaklı eylemlerde bulunabileceği gibi, insani değerleri çiğneme pahasına oldukça canavarca ve ahlak dışı da davranabilirdi.

Hiç kuşkusuz, Rojava’daki saldırıların şaşmaz kuralı haline gelen tam da bu türden ahlaksızca, insanın insan olmaktan utanç duyacağı saldırı biçimleridir. Yani insani değerlerin unutulması, insanı öldürmekle bile tatmin olmama durumudur. Nitekim, öldürülmüş insan bedenleri üzerinde yapılanları izlemek bize insanlığımızı sorgulatırken, Rojava’da saldırganların salt vahşetle ilgili olduklarını göstermektedir.

İlkel bir güdünün dini ve ilmi buluşlarla bezenmiş ve ölüm kusan bu hali, savaş içinde bile bir ahlakın gerekliliğini bize yeniden yeniden hatırlatıyor. David de Breton, ‘Acının Antropolojisi’ isimli kitabında ‘Bir insanın ya da bir devletin gücü hiçbir ayrıcalığı kurbanlar ya da yasa aracılığıyla tehdit altıda olmasa da verebileceği acıların toplamıyla ölçülüdür. Acı çektirme özgürlüğü iktidarın gölgede kalmış yüzüdür’der. Konumuz bağlamında El-Nusra çetelerinin acı çektirerek, işkence yaparak onuru çiğneyerek sergilediği vahşet, Breton’un dediği gibi oluşturulmak istenen mutlak itaat için acı çektirmeyi siyasal bir denetim biçimine dönüştürmeyi ve insanların belleklerinde silinmez izler bırakmayı amaçlamaktadır.

Cennet olan orada sadece kurbanının boyun eğmesini değil, kimlik duygusunu da kırmak istemektedir. Bir güç gösterisidir bu. Düşman görülen gücü, aynı şeyleri yaptığı takdirde veya itaat etmediğinde kendisini bekleyen kaderi unutturmayacak bir vahşet sergiler.

Diğer tarafta parçalanmış, yıkılmış, deşilmiş, başı kesilmiş bir ölü bedenine duyulan öfhe, insani duyarlılıklarımızla çatışmakta ve bizde ahlaki olarak kabul edilemezlik duygusu yaratmaktadır. Öldürme biçimi ve öldürme araçları bu kabul edilemezlik duygusunu derinleştirmektedir. Bu bakımdan kendine cellât rolü biçenlerin düşünme yetisinden yoksunluğu, basmakalıp fikirleri, klişe deyişleri, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırt etmeyi içeren vicdan ve yargıda bulunma yetisinin sakatlanması, bize ahlaki düzenden ne denli uzaklaştıklarını göstermektedir. Zira Rojava’da çatışan cihat grupları da savaşı vahşice yürütüp, savaşmayan sivil insanlara da bedeller yükleyerek insanlıktan çıkarıyor ve tecavüzü ‘muta nikâhı’ adı altında veya fetvalarla meşru hale getirerek iki yüzlülük ve ahlaksızlık üretmektedirler. Uyguladıkları vahşeti kutsallıkla maskelemekte, Allah’ın bir vahiyi olarak kabul etmektedirler. Oysa çokça örneklerden biliniyor ki tecavüz erkek askerlerin morallerini artırmak, halkı korkutmak, bir toplumu yok etmek amacı taşımanın yanında bir galibiyet ve zafer nişanesidir. Tecavüz, savaştaki nefret duygusunun fetih ve ele geçirmenin anlamıdır.

Rojava’da ki Cihat! çetelerinin sınırsız vahşetinin kökeninde tüm bu tespitlerin yanı sıra, geleneksel siyasal İslam’ın savaşma biçiminin de motive edici etkisi, payı vardır. Siyasal İslam’ın tarihsel savaş geleneğinde kılıç zoruyla girdiği ülkelerde bunun sayısız örneği vardır. ‘Hak dinine döndürmek’, ‘cihat’ın meşruluğu’, ‘Din düşmanlarına ve dinsizlere karşı savaş’ söylemleriyle kutsallaştırılan bu savaşma biçiminin Rojava’da tekbir eşliğinde vuku bulan hali; kadınların helal sayılması, çocukların ise başlarının kesilmesi meşru sayılması olmuştur. Bu anlamıyla ElNusra’nın da öncülerinin de öz itibariyle ‘din düşmanlığı’ üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz. Din adına cihatta bulunmak nihayetinde, dinden olmayan başkalarının var olduğunu var sayar. Bu nedenle cihat kimliğine ait olmanın bazen sınırsız bir baskı ve ayrıştırma, bazen de kendi içinde bir birleştirme aracına dönüşebildiğini bu vesileyle belirtmekte yararlıdır. Rojava’da bu durum ‘biz olmayanı’ sadece yok etmek değil, vahşet uygulamayı kutsallaştırma olarak yansıyor. Temel argüman aynıdır; inanmayanların zorla dine döndürülmesi ve ‘sapkınların’ cezalandırılması. Bu makul ve kabul edilebilir görülür. Çünkü din düşmanlarını temizlemek dince de mubahtır. Hayatında hiçbir kavgaya bulaşmamış biri bile böylesi bir zeminde yön duygusunu kaybedebilmekte, empoze edilen tüm öfhe ve nefretle şiddet uygulayabilmektedir. Üstelik bunun için cennette ödüllendirileceğine inanmaktadır.

Betty A. Reardon bir makalesinde ‘Silah kullanmak bağımlılıktır’der. Bu bağımlılık sorgulamaksızın bir kişiyi yönlendirdiğinde ise o kişi hissiz, korkusuz, acımasız bir savaş makinesine de dönüşebilmektedir. Bu durumda uygulanan şiddette vicdan, ahlak ya da haklı kılınacak bir yan bulmak imkânsızdır. Artık devreye giren kışkırtılan, acımasız, bilinçsiz bir nefret veya Rojava’da görüldüğü gibi körü körüne inanılan bağnaz düşünceler olabilmektedir. Orada cellat, insani niteliklerini de kaybetmekte bir boşluk içinde sallanabilmektedir. Bu psikolojisiyle TSK’nin Kürt dağlarında yürüttüğü kirli savaştan sonra, savaşan askerlerde de sıklıkla karşılaşmıştık. Örneğin 1993’te askerliğini komando olarak yapan bir er terhis sonrası şöyle konuşuyor. ‘Hafif canım sıkıldığında kafam bir gidiyor alayım silahı herkesi öldüreyim diyorum’(Nadire MATER Mehmed’in Kitabı 1999,sayfa 123)

Sonuç itibariyle diyebiliriz ki vicdan ve ahlaktan kopuk olarak yürütülen kirli bir savaştan geriye kalan; öfke, intikam duygusu, yıkıcılık, saldırganlık ve kan dökücülüktür.

Ahlaki Bir İtiraz Olarak Rojava’da Kadın Mücadelesi

Hemen belirtmek gerekir ki, insanların köleliğe, ırkçılığa, soykırıma, kadına karşı ayrımcılığa, sömürgeciliğe ve talancılığa karşı çıkmalarında haklılık, meşruluk ve ahlaki boyut neyse, Kürt halkının kendi öz topraklarında zulme ve vahşete karşı duruşundaki ahlakilik ve meşruluk da odur. İnsanlığı hiç eksilmeyen adalet istemi, özgürlük fikri, özcesi yeni ve yaşanılır bir yaşam ve dünya düşü nasıl ki her zaman baskın olmuş ve acılı bir uyanış çağrısıyla iradeli bir mücadele gücüne dönüşmüşse Kürt halkının ve kadınlarının verdiği mücadelenin ve direnişin anlamı da budur.

Rojava’da bu bağlamda direnen Kürt kadınlarının savaşma gücündeki ahlakilik, meşru savunma, hak ve adalet alanıyla yakından bağlantılıdır. Bu alanda savaş bir amaç değil, tamamen bir araç ve zorunluluktur. Korunmaya çalışılan insan değerleri merkeze alınmıştır. Merkeze alınan, bir halk olmanın, insan olma onurunun değeridir. Kendisinin olan toprakları koruma, en kutsal hak olan yaşam hakkı ve haysiyetinin korunmasıdır. Bu adalet talebidir. Bu talepte gasp etmenin yasası değil, adalete saygı vardır. Özgürlüklerini gasp eden, vahşet uygulayanlara karşı direnişin vuku bulduğu bir ahlakilik alanıdır bu. Kendi yazgısına sahip çıkmaktır. Özcesi Rojava’da Kürt kadınının verdiği mücadelenin ahlaki temellendirilmesi, insan olmanın, insan kalmanın koşullarının korunması ve yaratılmasıdır. Burada gösterilen meşru savunma; Kürt halkının ve kadınlarının kendi varlıklarını yok etmek ve tutsak kılmak isteyenlere karşıdır ve onlara yönelmektedir.

Kuşkusuz, savaşlar her halükarda yıkıcılığa yol açtığı gibi savaşların ve militarizmin yarattığı dehşetten de en fazla payını alan kadın ve çocuklar olmaktadır. Dünyanın kanlı tarihi sayısız örnekle bunu çoktan kanıtlamıştır. Savaş ahlakına aykırıdır, savaş suçudur diyebileceğimiz sayısız savaşma biçiminin hedefinde de yine kadın ve çocukların olduğunu yukarıda kimi örneklerle açmaya çalıştık. Buna paralel olarak kadınların savaşlar karşısında itirazları da her zaman yükselebilmiştir. Kimi zaman savaşın ve çatışmanın yaşandığı alanın bizzat içinden olabildiği gibi dışından da olabilmiştir. Savaşların yarattığı bu vahşet ve dehşet karşısında kadınların mücadele alanlarını, mücadele yöntemlerini ve stratejilerini de çeşitlendirdiklerini biliyoruz. Bu çerçevede Rojava’da Kürt kadınları bu kirli savaş karşısında tutumun, kendi savunmasını erkeğe bırakmaksızın bizzat kendisi yapmaktan yana tutum belirlemiş ve direnişini öz savunma endeksli yoğunlaştırmıştır.

Savaşların sivil halkı, en çok da kadın ve çocukları yaşadıkları topraklardan kopardığını biliyoruz. İnsanların çoğunluğu savaşın yarattığı dehşet ve korkuyla ülkesini terk etmekte, özellikle kadınlar çocuklarını korumak, cinsel şiddet ve tecavüzden kaçmak için göç edebilmekte, göç ettikleri yerlerde ise katlanan acılarla yüz yüze gelebilmektedir. İşte Rojava’da Kürt kadınları bu gerçekliği ters-yüz ederek büyük cesaret ve irade ile kendi özvarlıklarına yönelen çeteci saldırılardan kaçmayarak mücadeleden yana tutum belirlemişlerdir. Bu aynı zamanda oldukça ahlaki, haklı ve meşru bir itiraz olarak da anlam bulmuş, yaşamın her halinde yansımasını bulmuştur. Hatırlanacağı gibi Suriye’de iç savaşın başlaması ve Rojava’da devrim sürecinin gelişmesiyle birlikte toplumsal alanlarda da adeta bir seferberlik yaşanmıştır. Bununla eşzamanlı olarak yaşamın her alanında devrimin inşa sürecinin öncülüğünü kadınların üstlendiğini de gördük. Rojava’da birçok kurumda eşbaşkanlık sistemi uygulanmış, sadece bununla da sınırlı kalınmayarak her alanda kadının ağırlığı hissedilmiştir. Sosyal, politik anlamda yaşanan bu öncülük iradesinin yanı sıra asıl dikkat çeken diğer bir tarihsel gelişme ise halk savunma alanlarında görülmüştür. YPG ile birlikte savunma alanlarında yerini alan kadın savaşçılar, tamamen özgün olarak, YPJ adı altında yapılanmış kadın taburları oluşturmuşlardır. Savaşın başından beri kadın taburları kent savunmasında El-Nusra çetelerine karşı yaptıkları askeri operasyonlarla ahlaki meşru savunmalarını gerçekleştirmiş, kadınlara biçilen klasik rolü tersine çevirmişlerdir.

Kadın taburları bu öz savunma endeksli savaşa hazırlanıp eğitim süreçlerini geliştirirken de askeri eğitimle sınırlı kalmayıp kadın bilincinin geliştirilmesini esas almışlardır. Konu bağlamında YPJ Genel Komutanı Axin Nucan’ın belirttikleri Kürt kadılarının bu tutumunu oldukça açık ortaya serer niteliktedir. Şöyle diyor; ‘Bu eğitimin temel sebebi, kadının kendini tanıması, hayatın her alanında var olma, irade ve güven geliştirmesidir. Yaşamın her alanında olduğu gibi askeri alanda da kadın bir güç olarak var olacaktır, yer alacaktır. Bu kadına özgü bir güçtür artık. Askeri olarak tamamen kadın gücüne, özgünlüğüne dayalı bir gücüz… Erkeğin bize dayattığı kader bizim kaderimiz olamaz.’

Aynı konuşmamın devamında komutan Nucan, YPJ’nin savaşarak yaşamını yitiren ilk savaşçısı Berivan isimli kadın savaşçının hikâyesini anlatarak, Rojava’daki Kürt kadınlarının direnişinin ve verdikleri savaşın niteliklerini onun şahsında özetlemiştir.

‘Bizim ilk şehidimiz Heval Berivan’dır. Burada her kadın acı çeker. Berivan arkadaş bir çocuk annesiydi. Kocasından büyük zulüm görmüştü. Zorla evlendirilmişti. Orda kalıp aynı acıyı çekmeyi kabullenemediği için başka çare aramıştı ve YPJ’ye katılmakta bulmuştu kurtuluşu. Acı dolu kapkara bir oda düşünün, odanın bir yerinde küçük bir ışık huzmesi var. Böyle bir durumda bazı insanlar o ışıktan korkar yaklaşmaz. Bazılarıysa o ışığa doğru inatla gider ve kurtulmayı başarır. İşte Berivan arkadaş da kapkaranlık dünyasında bu ışık huzmesine inatla, tutkuyla yürüdü ve o karanlıktan kurtuldu.’

Kanımca tüm tespitlerden çıkaracağımız temel birkaç sonuç var: Birincisi, dünyanın her karışında olduğu gibi Ortadoğu’da da kadının nesneleştirilmesi ister içten ister dış koşulların bir sonucu olsun ataerkil egemenlik stratejisinin baş koşulu olduğu için yaşanması neredeyse zorunlu bir sürece dönüşür.

Diğer taraftan dinsel dünya görüşleri salt bir inanç öğesi olarak kalmamakta, egemen kültürel akışa dâhil olarak önce kadınların yaşamını derinden etkilemektedir. Bu bakımdan Rojava’daki kadın direnişinin sadece saldırgan cihat çetelerine karşı değil, ataerkil sistemin köklü geleneklerine ve kadını tuttuğu ölüm kıskacına karşı da verildiğini görmek durumundayız. Bu anlamıyla Rojava’daki savaş ve mücadeleyle açığa çıkan devrim, bir halk devrimi olduğu kadar kadın devrimidir de. Öyle ki bu süreçle birlikte kadına biçilen toplumsal roller köklü bir değişime uğramış, kadim tabular yıkılmıştır.

İkinci olarak; siyasi aktörlerin tarihsel gelişmeleri biçimlendirdiği ve yönlendirdiği gerçeğini gözönünde bulundurduğumuzda Rojava’daki kadınların direnişi ayrıca ahlaki bir değer de kazanmaktadır. Kürt kadınlarının yarattıkları örgütlü güç, artık salt kurban ve mağdure olmayı kabul etmiyor. Kadınlar, her alanda özneleşerek kendi geleceklerinin hem belirlemekte hem de yaşanan devrimsel sürecin inşacısı ve öncüsü olmaktadırlar. Bu yönüyle politik özneler olarak, özgürleşme iddiaları ve stratejileriyle sadece Kürt kadınlarının değil, Ortadoğu kadınlarının özgürleşmesine öncülük etmektedirler.

Üçüncü olarak; Rojava’da ki kadın direnişi somutunda, kadınların sadece savaşma nedenlerinin değil, savaşma biçimi ve araçlarının da erkeklerinkinden farklılık gösterdiğini görüyoruz. Her şeyden önce kadınlar savaşırken bile nefret ve intikam duygularıyla vahşet üreten bir savaşma biçimini değil, öz savunmaya dayalı, vicdani ve ahlaki niteliklere dikkat çeken savaşma biçimini geliştiriyorlar. Bu bakımdan kadının savaş ortamında bile canavarca, ya da insani değerleri ayaklar altına alan, çiğneyen örneğin tecavüz eden, baş kesen-yöntemlerden uzak durduğunu görüyoruz. Diğer taraftan Rojava somutunda Kürt kadın taburlarının savaşma nedeni gasp etmek veya öldürmek eksenli değil, öz savunma eksenli olduğundan saldırganlık değil koruma ve korunmak amaçlıdır diyebiliriz. Bu tespitler ise bizi rahatlıkla şu sonuca götürmektedir; Rojava’da kadın öncülüğünde gelişen direniş; her şeyden önce kirli ahlaksız bir savaş karşısında kadınların meşru ve ahlaki itirazıdır.

 

Yararlanılan Kaynaklar

-David De Breton, Acının Antropolojisi
-Çiğdem Akgül, Militarizmin Cinsiyetçi Suretleri,
-Özgür Gündem Gazetesi, Rojava Devriminin Teminatı: Kadın Taburları,1 Ekim 2013 sayısı
-Nadire MATER, Mehmedin Kitabı,(metis yay.)

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.