Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Ulus Çözümünde Barış Politikası ve Yeni Süreç

Osman Kılavuz

Newroz deklarasyonuyla müjdelenen yeni barış sürecinin tarihi önemi ve etkisi sadece Kütler ve Türkiye’yle sınırlı kalmayıp tüm bölgeye yansıyacağı hemen her bakıştan kesimin kabul ettiği ortak bir kanıdır. Şimdi ise herkes bu sürecin ortaya çıkmasını bir ihtiyaç haline getiren nedenlerin neler olduğunu ve bundan sonrasında nelerin olabileceğine yönelik sorularla birlikte yanıtlar aramaya çalışıyor. İşleyen süreçte çoğu şey gözler önünde cereyan etse de müzakere edilen konuların sınırları hakkında yeterli bir bilgi ve veriye sahip olunmaması nedeniyle algılayışlarda daha çok aşırı şüphecilik, ihtiyatlılık, güvensizlik, belirsizlik, günübirlik bilgilerle aceleyle yapılan yorumlar üzerinden ‘stratejik ’ sonuçlara varma durumları ortaya çıkabilir.

Sorunun karmaşık ve çok yönlü boyutlarının olması çözümünü de karmaşık kılıyor. Ortadoğu tarihi ve güncelliğinde bakıldığında aslında bu durum sadece Kürt sorununa münhasır bir durum değildir. Ortadoğu’da hangi sorun ele alınırsa alınsın çözümü de çıkış sebeplerindeki gibi karmaşık bir yapıya dayanır. Dolayısıyla, normal bir ak-kara algılayışıyla anlamanın zor olduğu böylesi (hele de Kürt sorunu gibi) karmaşık-çatışmalı toplumsal sorunların çözümlerinin belli öngörülmezsizlikler, belirsizlikler veya karmaşıklar taşıması gayet doğaldır.

Kürt sorunu diye ifade edilen sorun aslında tek başına Kürtlerin (kimlik) sorununu kapsamıyor. Aynı zamanda bölgede diğer halkların özgürlük, eşitlik, kadının kurtuluşu gibi sorunlarıyla iç içe geçmiş bölgesel bir karakteri de var. Sorunun çözüm denklemi bölgede bir çarpan etkisi yaratma ve mevcut dengeleri halkların lehine bozma, değiştirme, potansiyeline sahiptir. Kürdistan’ın dört parçaya bölünmüş olmasının ortaya çıkardığı tarihsel dezavantaj, bugün açısından bölgenin en temel sorunlarının çözüme bağlanmasında Kürtlere doğallığında bir öncülük yapma misyonunu da yüklemiştir.

Bu süreçte her dört parçada sorunsallaştırılmış Kürtlerin özgürlük ve eşitlik, kurtuluş sorunlarının çözüme kavuşturulması imkânlarına belki de tarihin hiçbir döneminde, olmadığı kadar yakınlaşmıştır. Dört parça içerisinde en büyük parçayı temsil eden Kuzey Kürdistan ‘da şu an için gündemde olan barış sürecini anlamaya çalışmadan önce, otuz yıllık silahlı mücadeleyle de restleşme düzeyine daha yakından bakmak gerekiyor.

 

Türkiye’ de Kürt Sorunu ve Politikleşmiş Toplum; KÜRTLER

Kürtler, PKK mücadelesi öncesinde sadece inkâr edilen değil, aynı zamanda kendini de inkâr eden bir toplumdu. Elbette bunun böyle olması, yine devletin inkâr ve yok etme politikalarına dayanıyordu. Örneğin Cezayir’de Cezayirlilere siz Fransızsınız diye dayatıldığında buna karşı Cezayirlilerde gelişmesi gereken doğal refleksi açığa çıkartmak için farklı bir çabaya gerek yoktu. Cezayirliler, inkâr dayatmasına refleks gösterebilecek bir doğallığa zaten sahipti. Geriye sadece bunu örgütleyip isyana dönüştürmenin doğru yol ve yöntemini bulmak kalıyordu. Vietnamlılar için de yine böylesi bir doğallıktan bahsedilebilir. Bir de bazı toplumlar vardır ki, tam asimile edilmiş oldukları veya geçmişleri onlara unutturulduğu için kendileriyle ilgili farkındalık algısını kaybederler. Bu yüzden ciddi bir kişilik ve kimlik bunalımı da yaşamazlar. Fakat Kürt toplumu gerçekliği bu verilen örneklerin belki bir kısmıyla kimi benzerlikler taşısa da büyük çoğunluğu açısından düşünüldüğünde yaşanmış olan örnekler arasında istisnai bir durumu ifade ediyor. Kürt toplumu üzerinde yaşanan asimilasyon sadece ona Kürtlüğünü unutturmayla sınırlı değildir. Bu asimilasyonda Kürtlüğün hem farkındasın hem de utanan, kaçan durumundasın. Bu şekilde yaşanan ve yaşatılan vücutta açılan ve hiç kapanmayacak olan üstelik hep saklanılması gereken ölümcül yaralarla yaşamaya mahkûm edilen türden bir kimlik bunalımıdır. Ortaya çıkan kimlik sorunu, ciddi bir kişilik sorununa da yol açmıştır. Örneğin; Türkiye’de bir Çerkez’in asimile olma süreci böyle gelişmedi. Kişi Çerkez olduğunun farkında olsa bile kendisinden özellikle kaçma gibi bir durumu yaşamamıştır.

Bu ağır gerçeklik nedeniyle Kürtler için mücadele edecek, isyanı örgütleyecek öncü gücün Kürt bireyinin, ilkin kendi kendisiyle barışık olması, kendine olan yabancılığını kırması, kendine olan güvenini-milliyetçiliğe de kaymadan sağlaması gerekiyordu. PKK ve onun önderlik gerçeği, milliyetçi örneklerde yaşandığı üzere, bir örgütlenme tarzı olarak egemen ulus ve ulusları olumsuzlayıp kendi toplumunu olumlama anlayışını benimsemiş, kendisinden uzak tutmuştur. Daha çok, eski yaşamdan alınan sorunlu tarafları eleştiri-özeleştiriyle, kişilik çözümlemeleriyle çok yoğun bir sorgulamaya tabii tutma ve içsel mücadeleyi adeta bir ipotek gibi ele alma tarzıyla kişiliklerde yenilenme, güven ve irade kullanılmasını sağlama yoluna gitmiştir. Toplumun bilinçlenmesi ve politikleşmesi bu şekilde geliştirilmeye çalışılmıştır. Örneğin 1960’ların veya 70’lerin başında Kürtlükle ilgili olan kimi örgütler ve bilinçli bazı insanlar vardı ama bunlar azınlığı ifade eden bir grup insan düzeyinde insanlardı. Hak ve özgürlükler ancak onu sahiplenecek yeterli bilinç düzeyi oluştuğu zaman bir anlam ifade eder. Örneğin; ABD dâhil birçok batı demokrasisinde toplumun direnme hakkı diye bir yasa vardır. Bu yasanın ilk algılayışta ilgi çekici bir yönü olsa da aslında liberalizmin bir çarpıtmasıdır. Toplumun gerçek anlamda direnmeye ihtiyaç duyduğu bir dönemde buna karşılık iktidar ve devletten aldıkları cevap katliamdan başka bir şey olmamıştır. Daha sonradan anayasaya “direnme hakkı vardır” diye yazıldığında ise toplum ya direniş gücünden düşürülmüş ya da barışla uysallaştırılmış demektir. Kaldı ki direnmek için bir yerden icazet almaya ve yasaya ihtiyaç duymaz kimse. Direnme hakkı canlılık ve süreklilik arz eden bir olgudur. Yani toplumun her zaman ve her koşulda direnebilme, örgütlenebilme ve kendi kendini savunabilme hakkını elinde bulundurabilmesi ve bu hakkını herhangi bir iktidara devretmeden yaşayabilmesidir.

Kürtler, bugün ulaştıkları bilinç düzeyiyle önceden elinden alınmış olan direnme, örgütlenme, kendini yönetme hakkını egemen güçlerin elinden geri alma ve kendinde yaşatma düzeyini hızla yakalamaya çalıştığı bir süreci yaşıyor. Halen bir seçim barajı, anadilde eğitim ve yerel yönetimlere ilişkin pasif sayılabilecek ve normal koşullarda ortalama demokrasi ölçülerini taşıyan ve bir devletin rahatlıkla tanıyabileceği hakların, bugün Türkiye’de rejim değişikliği yaratacakmış gibi bir korku nedeni olması, bu uyanış ve bu politikleşme düzeyi nedeniyledir. Bazı çevreler bu düzeydeki taleplerin dile getirilisini, alt düzeylerde olduğu gerekçesiyle bir zayıflık belirtisi olarak değerlendirmiyorlar. Bu yaklaşımın altında yatan anlayış ise kendine ve topluma olan güvensizlik, iktidarın gücünü abartmak ve iktidar olmadan hiçbir şeyin olamayacağını düşünme yanılgısıdır. Bir bakıma devlet, politik toplumun gücünü bu bakıştan daha iyi anlamıştır da diyebiliriz…

Kürt toplumu ulaştığı politikleşme düzeyiyle bir devleti yıkıp yeni bir devlet kurma gibi güç bir külfete girmeden sadece bir anadil eğitimiyle yaşadığı coğrafyayı hızla-gerçek anlamda Kürdistanileştirebilecek bir güce ulaşmıştır. Şu koşullarda bile anti terör yasalarıyla sık, sık süslenen 12 Eylül faşist anayasası ile Kürdistan’da ikili paralel bir yönetimin “ defakto ” düzeyinde yaşandığı herkesin kabul ettiği bir gerçeklik. Politik toplum, kurum ve yasalara içerik ve işlerlik kazandırıyor. Dogmatik anlayışlar ise olayın bu boyutunu sürekli ihmal ediyorlar. Bir yandan devlet protokolü ve yetki derecesinde valilik daha üst bir konumdayken, politikleşen halk gerçekliğinde belediye yönetimlerinin itibarı toplum düzeyinde valiliğin önüne geçmiştir. Güçlü toplumsal dinamikler nedeniyle valiler yasaklayıcı, belediyeler özgünleştirici bir rol üstenmişlerdir. Egosu şişirilmiş, imtiyazlı elitler ve devletten icazetli siyasetçilerin yerine emek ve fedakârlığıyla toplumun saygınlığını elde etmiş halk önderlerinin değeri öne çıkmaya başlamıştır. Kavramlara, yeni kurumlara devrimci öz kazandırılmıştır. Devletten bir şey beklenmeden dipten gelen zorlamayla devlet dönüşmek durumunda bırakılmıştır. Devletin, toplumun kılcal damarlarına kadar sirayet etmiş olan gücü ve etkisi, toplumun politikleşme düzeyiyle savrularak devlet asıl yapması gereken kamu görev ve hizmetlerine doğru çekilmiştir.

Devlet, bu toplumsal dinamizme rağmen uzun süre yasaklayıcı/jandarma rolünde kalamaz. Ya küçülecek ya da kendini dönüştürecektir. Demokratik Özerklik çözümünde eğer devlet bildiğinde ısrar ederse, o zaman toplumsal güç tek taraflı özyönetim, ilanını gündeme getirecektir. Nitekim 2012 ilanında böyle bir ilan gerçekleşti. Buna karşılık devlet çatışmalı süreci tetikleyecek şekilde sayısı binlerle ifade edilen yoğun tutuklamaları gündeme getirdi. Ancak kısa süre içerisinde görüldü ki yeni baskı ve tutuklamalar özyönetim sürecini pratikte zorlamış olsa da, devletin toplumla olan bağlarını koparacak noktaya gelmiştir. Başbakanın yardımcılarından M. Ali Şahin de Kürtlerin batı tarafıyla ve devletle ciddi bir kopuşu yasama noktasına geldiğine dair tehlikeli sinyaller aldıklarını söyleyerek bu durumu doğrulamış oluyordu. Yoğun baskı ve tutuklama örgütsüz bir toplumda belki devletin arzuladığı görüntüyü bir süreliğine verebilir, ama örgütlü ve politikleşmiş bir toplumda gücü ikiye katlar ve kopuşa kapıyı aralar.

Politik toplum, kapısına kilit vurularak, kaptırılarak, yasaklanarak varlığı sınırlandırılabilecek bir yapı değildir. Devlet sisteminde politik gücü tekelinde bulunduran hükümet devrildiğinde, yıkılmış ve ele geçirilmiş sayılır. Ama ahlaki politik toplumda politik güç toplumda içselleştiği için doğal olarak devletin ele geçirebileceği, yasaklayabileceği bir yapı ortada bulunmaz.

Devlet ve toplum arasındaki süre giden ilişkiler, yerini bozan ilkeli uzlaşmalara bırakır. Uzlaşma hangi zamanlarda devreye girer? Sayın Öcalan şöyle diyor; “İktidar, devlet ve demokratik özerklik ilişkilerinde çözülmesi gereken temel problem aralarındaki farklılıklar, nasıl düzenleyebilecekleri içinden geçtiğimiz barış süreci de böylesi bir uzlaşma aşamasını ifade ediyor. Zamanın ruhu ve bölgenin yeni bu uzlaşma sürecinin başlatılmasında hızlandırıcı bir rol oynadığı kesindir. Peki, sözü edilen zamanın ruhu genel olarak neyi ifade ediyor?

 

PKK’nin Doğuşu ve Şimdiki Zaman

PKK hareketi grup aşaması olarak ortaya çıktığı 1970’li yıllarda, sosyalizm ve devrim hareketleri yükseliş halindeydi. Fakat örgütün kitlelerle gerçek anlamda buluştuğu ve hareket olarak büyümeye başladığı 90’lı yıllarda dünya ve bölge genelinde devrimci durum açısından umut var edecek gelişmeler pek söz konusu değildi. Sosyalist blok yıkılmış, sol dünyanın genelinde etkisini kaybetmiş, halk hareketlerinin (bir iki istisna dışında) pek görünür bir etkisi olmamıştır. Açıkçası tarihin gidişatı devrimci dinamikleri besleyecek bir yönde ilerlemiyordu. Akıntının yönü devrim yönünde ilerleyenler için tersine akıyordu. PKK böylesi bir zamanda, adeta akıntıya karsı gemisini devirmeden sürdürebilmiş ve bugüne kadar gelebilmiş bir harekettir. Yeni gelişen barış sürecinin ortaya çıktığı şimdiki zaman açısından bakıldığında ise bu akıntı halkların lehine ve statükonun aleyhine akmaya başlamıştır. Tarihin kırılma, çatallaşma süreçlerinden, neolitikten yeni bir düzene geçiş aşamalarından birini daha en azından bölge düzeyinde yaşadığımız, bir söylem olmanın ötesinde dramatik olarak ortaya çıktı. Bu konjönktür içerisinde gündeme gelen barış sürecinin şu aşamada taşıdığı belirsiz yönleri var. Bu, karşı tarafın güvensizlik uyandıran yaklaşımları nedeniyle ağırlıklı olarak netameli bir süreç olduğu izlenimini vermektedir. Ama süreci başlatanın AKP hükümeti değil, bizzat hareketin önderliği olduğunu hatırladığımızda, sürece kuru bir şüphecilikle ve takıntılı bir ihtiyatla yaklaşılmaması gerektiği daha iyi anlaşılmış olur.

AKP ve onun tarafgillerinin sıkça savunduğu gibi, sürecin başlatılmasını sağlayan nedeninin, güya yükselmiş olan demokratik standartların sunduğu imkânlar olduğu bu nedenle de silahlı bir mücadelenin anlamsızlaştığı şeklindeki bir değerlendirmeyle uzaktan yakından alakası yoktur. O kadar basit olsaydı hükümet bir iki yasa çıkartıp savaşı çok önceden rahatlıkla durdurabilirdi. Bugünkü talepler bir yana, bundan yıllarca önce hareketin önderliği, anayasa da sadece “farklılıklarımız zenginliğimizdir şeklinde yazılsın bu savaşı durdurayım” diyerek devlete çağrıda bulunmuştu. Ama buna bile karşılık alamamıştı. Bu koşullarda PKK’nin hala neden savaştığını sormak yerine, en makul talepler karşısında devletin neden hala savaşta ısrar ettiği sorusunun daha çok sorulması gerekiyordu.

Bu süreci sadece hükümetin verdiği veya vermediğini bilmediğimiz güvenceler üzerinden tartışmak veya anlamaya çalışmak çok verimli bir tarz değildir. Buraya takılıp kalmak sürecin öznesi olması gerekenlerin bir izleyici, bekle-gör konumunda kalmalarına neden olabilir. Bundan daha çok geri çekiliş ve barış sürecinin ortaya çıkaracağı yeni iklim ve enerjiyle oluşacak demokratik siyaset koşullarında iktidarın ne kadar zorlanıp değişime uğratılabileceği konusu, üzerinde durulması gereken asıl konudur.

Hareketin önderliği görüşme masasını yeniden açmıştır. Devletin de buna icabet etmesini sağlayan taraflar açısından güvenceli koşulların neler olduğu konusunda çeşitli fikirler yürütmek mümkün.

Örgüt açısından alınan bu stratejik karar politik bir hamledir. Politik hamleler doğası gereği risk taşırlar. Sonuçları önceden yüzde yüzlük bir netlikle tahmin edilemez, belirlenemez. Ancak denilebilir ki, bu son barış sürecini başlatan Önderlikse, sürecin her iki tarafın da kendini kazançlı hissedebileceği şekilde projelendirmiştir. Müzakere masasında sadece bir tarafı temsil eden irade olarak kendisini konumlandırmıyor. Tüm Türkiye toplumu için hazırladığı barış projesine önderlik ediyor.

Hareketin başta kuzey olmak üzere bölgede ulaşmış olduğu örgütsel düzey ve sahip olduğu güçlü toplumsal dinamikten alınan özgüvenle politik esneklik oldukça etkili kullanılmıştır. Müzakerelerde belli prensiplerde mutabıka varıldığını tahmin etmek mümkün olsa da, sürecin içi, daha çok işleyecek süreç boyunca dolacaktır. Demokratik siyaset alanı denilirken şimdiki koşullardan bahsedilmediği kesindir. Barış sürecinin gelişmesiyle oluşacak/ oluşturulacak uygun zemin ve koşullar kastedilmektedir. Bu zemin ve koşullar toplumu demokratik siyasette aktifleştirirken, devleti demokratik adımlar atmaya daha çok zorlayacaktır. Tepeye kadar yuvarlanarak götürülen koca bir kayanın taraflardan birisince bırakılması halinde aşağıya düştüğünde yaratacağı yıkım ve tahribatın eskisinden çok daha ağır olacağı bilinerek yürütülmek durumunda oluşan bir süreçten bahsediliyor.

 

Politika ve Önderlik

Politika ideolojinin güncele indirgenmiş izahıdır. Politika ideolojisinin şimdiki zaman haliyle daha çok ilgilenir, onu şimdiki zaman içerisinde uyarlar. E. H.Carr, “politika asla bir arada düşünülmeyecek iki farklı alana ait iki unsurdan ütopya ve gerçekten oluşur.” der.

“İdeolojik olarak zayıflık varsa ve aynı zamanda savunulan ideolojinin kendisi zayıf bir nitelikteyse politika yapıldığında savrulmak daha kaçınılmaz olur. İdeoloji, gerçeklikle kurulan ilişkiden doğar. Gerçeklikle kurulan ilişki, gerçekçi değilse onun politikası da gerçeklik karşısında hiçbir şey ifade etmez. İnsanı ideolojiye bağlayan bağlar zayıfsa eğer, politikanın uygulanmasında iki ayrı durum ortaya çıkar. Birincisinde ideolojik katılık, esnememe, politik riskleri göze alamama, politikaya kendini katmama…

İkincisinde ise, yeterli ideolojikleşmemeden kaynaklı biraz da cüretkâr, kendi sınırlarını zorlayan bir politika yapmaya kalkıştığında merkez-kaç kuvvetinden kopma, savrulma tehlikesiyle karşı karşıya kalınır. Güncel politika alanında zaman, zaman karşılaşılan bir durum olmak üzere ideolojik duruş ve düzeyini güçlendirememişliğin bir sonucu olarak politika adına yapılan şey genelde ya popülizmle sonuçlanır, ya da karşıt taraflarca aleyhte kullanılabilecek bir malzemeye dönüşür.

Politik darlık en çok da sol gelenekte kendisini gösterir. Genel anlamda güncel politik alan, liberalizmin insafına inisiyatifine bırakılmıştır. Liberalizmin ise bu alanı toplum karşıtlığı üzerinde amaçlarına hizmet ederek tıkatır. Nietzsche, devlete hapsedilmiş liberal politika için ‘tüm kalpsiz canavarların en kalpsizidir’ der.

Solun politik alanı şimdiye dek etkili bir şekilde kullanamamasında tek belirleyici güç olarak sınıfı görmesi önemli bir neden olarak belirtilebilir. Bu yüzden dogmatizm, kalıpçılık, sloganlarla hareket etme, gelecekçilik, ütopiklik, şimdiye dair icrasızlık vs ortaya çıkmış politik darlık bağlamındaki sorunlar olarak sıralamak mümkündür. PKK Önderlik gerçeğinin politik alanı etkili kullanmadaki başarısı ise bu anlamda sol ve sosyalist deneyime en önemli bir katkı değeri taşımaktadır. Özellikle 1999’dan bu güne politikayı bir yaratım gücü olarak kullanarak olabilecek en sıkıntılı koşullarda bile 14 yıl içerisinde nelerin başarılabileceğini ortaya koymuştur. Yapıcı bir süreç söz konusu olduğunda karşı tarafın ve geniş kitlelerin inandıkları değerler üzerinden yapılan pozitif göndermelerle ulaşılmaya çalışılan uzlaşım ortaklıklarına ilişkin, süreçsel niteliği de belli olan kimi politik argümanları abartıp öne çıkaran çevreler, bugün olduğu gibi o zamanlar da bunun devrime vefa olduğunu sorumsuzca söyleyebilmişlerdi. Tanıl Boranın ‘gerçekliğe eleştirel bir bakışla bakan ama onu eleştirmeyen, fakat bu kavrayıştan çıkardığı sonucun icabına da bakamayan bu mutsuz kişiler’ diye tanımladığı sinik solculuğun penceresinden doğru ve sağlıklı bir yaklaşımın gelişmesini beklemek yanlış olur belki de.

Toplumsal gerçekler dinamik, değişebilen gerçekliklerdir. Politik argüman da kaynağını buradan alır. Politika an’a indirgenmiş ideolojik özdür. Ütopya ve gerçekliği an içerisinde hakikate kavuşturur. Newroz da İmralı’dan gelen deklarasyon metni, bu konuda çarpıcı bir örnektir. Hükümetin paralı kadro ordusunun, onlarca akil insanın, birlikte uğraşıp alamayacağı sonucu tek bir metin, Türkiye toplumunu bir anda barışa kilitleyebilmiştir. Sorunu sadece etkili ve güçlü bir retorikle açıklamak dar kalır. Eğer sadece sorun bu olsaydı, hükümetin de kitleleri mest etmek için belagati yüksek çok sayıda metinleri sürekli hazırlattığı biliniyor. Ama bu metinlerden, bilhassa Kürt sorununa ilişkin olanlarından arzuladıkları sonucu alamıyorlar. Alamazlar. Çünkü politik söylem, devletin retorik mühendislerinin bilgileriyle devşirilemez. Çünkü politika toplumsal dinamiklerle kurulan ilişkinin yakınlığı ölçüsünde yaşamda karşılığı olan bir olgudur. Toplumdan kopuk olarak yapılana politika değil, demagoji denir ancak.

Özgürlük hareketi açısından sürecin başlatılmasını ve stratejik-kritik kararlar alınmasını gerektiren muhtemel politik ve konjonktürel neden ve koşulları anlamaya çalışarak ana başlıklar halinde toplayabiliriz.

1- Barış süreciyle birlikte daha çok tartışmaya başlanan, ‘Türkiye de demokratik standartların artık çok yükseldiği o yüzden silahlı mücadelenin de anlamını yitirdiği şeklindeki değerlendirmeler özünde bir hükümet yanlısı propaganda olup, bir çarpıtmadır. Şu anki koşullarda bir takım demokratikmiş gibi görülen standartların yükselmesi olayı, aslında diktatörlük eğiliminin ve adaletsizliğin hukukileştirilmek istenmesinden başka bir şey değildir. Bu gerçekliği ortaya koyduktan sonra, diğer taraftan hükümet ve devlet sistemiyle Türkiye’nin bir kırılma anına, yol ayrımına gidip dayandığını da belirtmek lazım. AKP iktidarı, bir on yıl daha gidebilmesinin yolunu önümüzdeki yerel-genel seçimler ile cumhurbaşkanlığı-olursa başkanlık seçimlerinden geçtiğini biliyor. Bu seçimlerden başarılı çıkmak için bütün avantajları kendi lehine çevirmeye çalışıyor. Kendi lehine bir başarısızlık on yıllık iktidarını ciddi tehlikeye sokacaktır. O yüzden oldukça hassas bir süreç söz konusu. Bu hassaslık hükümeti de hassaslaştırmaktadır. Ülkedeki tüm muhalif taraflar da sürecin bu özgünlüğü ve kırılganlığından hareketle tüm güçleriyle sürece yükleneceklerdir. AKP hükümeti ise önünde duran bütün engelleri ortadan kaldırmayı hedefleyecektir. Nitekim bu nedenle son iki yılda bir demokratik açılım (milli birlik ve kardeşlik projesi) adı altında diğeri ise birincisi tutmadığı için devreye sokulan gerilla ve sivil siyasete yönelik operasyonlar yoluyla kendince bir yol temizliği yapmak istedi. Öyle ki, basın ve kamuoyunda bu yönelimler ‘son savaş’ olarak tanımlandı. Fakat gerilla gücünün de buna hazırlıklı olması, hatta çok daha atak davranması hesapları alt üst etti. Tasfiye üzerine kurulan süreç tümden boşa çıkarıldı ve tıkandı. Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in bu gibi durumları aydınlatacak önemli bir sözü var; ‘düzenli ordular yenildikleri zaman kazanırlar, düzensiz ordular yenilmedikleri zaman’.

Devletin, İmralı’dan uzatılan müzakere davetini kabul etmesinin altında yatan mecburiyetin gelişimi de buna dayanıyor. Hükümet, özgürlük hareketinin zamanın ruhunu ve üç bölgedeki değişimi iyi okuduğunu, örgütün böylesi bir süreçten sonuç almak için kararlı olacağını ve sürece olabildiğince yükleneceği bilinmeliydi. Gelişecek savaşın taşıyacağı risk ve belirsizlikler hükümetin önüne koyduğu hedeflerin selameti açısından problemliydi. Nitekim adalet bakanı bir demecinde, İmralı müzakereleri neden başlatıldı sorusuna verdiği cevapta 1,5 yıl boyunca İmralı’yla kimseyi görüştürmediklerini, ama beklenilmeyen, hiç umulmayan türden eylemliliklerle karşılaştıklarını dile getirmişti. Dolayısıyla bu noktadan bakıldığında hükümet bu mücadele karşısında siyaset olarak en sıkıntılı ve zorda olduğu bir dönemi yaşıyordu. Bu nedenler sonucunda silahlı güçlerin geri çekilişinin de olacağı bir müzakere sürecine kendisini kapatması beklenemezdi.

Peki, örgüt içten ve dıştan kaynaklanan tam avantajlı pozisyonlarına rağmen neden barış yönteminde karar kılmıştır?

2- Hem savaş hem de barış yöntemiyle kazanmanın mümkün olduğu koşullar mevcutsa savaşı değil de barışı sevmek en insani ve akıllı bir yoldur. Daha fazla savaş daha fazla insani kayıp anlamına geldiği gibi, gereğinden fazla uzayan bir savaşın iktidar üretmesi tehlikesi de vardır. Zira Kürt Halk Önderliği Kürt sorununun çözümünde ayrılıkçı-şiddete dayanmayan çözümün en tutarlı ve en anlamlı yol olduğunu söylerken aynı zamanda bunun gerçekleştirilememesinin çıkmazı daha çok derinleştireceği ve ayrışımlara gireceğini belirtir ve şöyle der; ‘tarihsel ve güncel örneklerden görüyoruz ki, birbirini tamamen tasfiye etme yaklaşımları sadece devlet ve iktidarın toplumsal canavara dönüşmesi ve kaotik sürecin derinleşerek süreklileşmesidir.’

Ergenekon’u temsil eden devlet içindeki klikler PKK’ye karşı savaşırken hem bir canavara dönüştüler hem de ülke yönetiminde tek söz sahibi olma hakkını hep ellerinde tutabildiler. Savaşma hakkından toplumu yönetme hakkına eriştiklerine inandılar. Savaşta başarısız olmanın getirdiği yıpranmaya, 99 sonrası gerillanın geri çekilişi ve ateşkes de eklenince orduya dayalı olan bu klik giderek zayıfladı etkinliğini kaybetti ve tam olarak yenildi. Savaşma inisiyatifinin AKP hükümetine geçmeye başlamasıyla, AKP de bu savaşma tekelinden aldığı güçle kendine muhalif gördüğü herkesi bastırma yoluna gitti, hegemonyasını yaydı ve güçlendirdi. Yeni barış süreci ve geri çekilmenin ardından oluşması muhtemel olan koşulları bir de bu gözle değerlendirmekte fayda var.

3- Anayasa sürecinde en etkili şekilde rol oynama isteği de barış sürecinin başlatıcı saiklerinden biri olarak kaydedilebilir. Özgürlük Hareketinin anayasal çözüm yöntemini seçmesi, Kürt sorunun çözümünü Türkiye ortak vatan bütünlüğü içerisinde gördüğünü ve silahlı güçlerini sınır dışına çekme kararıyla da buna stratejik düzeyde yaklaştığını kanıtlıyor.

Özgürlük hareketinin ulus-devletçi çözümü değil, demokratik ulus çözümünü savunuyor olsa da demokratik ve barışçıl yolları seçmesini zorunlu kılıyor. Demokratik ulus çözümünün bizatihi halkların birbirine kıydığı, birbirini yok etiği yıkımı çok büyük olan bir (İç) savaşın kalıntıları üzerinden gelişmesi zordur. Bu yüzdendir ki demokratik moderniteye bağlı olan demokratik ulus çözümleri sıcak mücadele döneminden veya devrimden sonrası, geleceğe bırakılacak bir ütopya değil, şimdiden işlemesi, inşa edilmesi gereken günün ihtiyaçlarına cevap olabilen bir çözüm sistematiğidir.

Bu çözümü herkesin eşit düzeyli bir devleti olmasında aramaz, ulus ve kültürlerin ortak ve eşit çoklu yaşamasında arar. Ulus devlet çözümü ise, savaşta üstün gelindiğinde kısa süreli zafer duygularını yaşatabilir. Ama kısa süre içerisinde gerçekleşen şeyin özünde toplumun kendi kendini yönetme, örgütleme hakkının yeni bir iktidarca ele geçirildiği bir süreç olduğu anlaşılacaktır. Üstelik ulus-devlet çözümü ve barışı, dondurulmuş ve ertelenmiş düşmanlıklar üzerinde kurulur. Her bir barış, yeni bir savaşın hem başlatıcısı hem de habercisidir. Toplum iktidara karşı savaşı kazandığında galip gelen toplum değil yeni gelen iktidar olur.

Demokratik modernite paradigmasında devlet ve iktidar oluşurken onu devşirerek görme yöntemi esas alınmıyor. Sorun buna gücünün yetip yetmemesiyle ilgili değil elbet. İktidarı yıkma veya ele geçirme sebebiyle harekete geçen bir mücadele tarzında iktidar amaca, toplum araca dönüşüyor. O zaman da toplum, amaca ulaşmak için kendisinden etkili bir şekilde faydalanılan lojistik bir kaynak olur. İktidardevlet eksenli kurtuluşçu bir çok paradigma hedefe ulaşmanın kısa-kestirme bir yolunu aramakla, bir yerlerden çıkıp gelmesi beklenen yaratıcı bir krizi beklemekle tüketir enerjisini. Bunun dramatik sonucu ise halklaşmama, toplumsallaşmama veya apolitik toplum olma gerçeğidir.

Devletli uygarlığın başından yana ortadan kalkmayacağı, Öcalan’ın deyişiyle, “bir yüz yıl, iki yüzyıl daha toplumla birlikte varlığını sürdürebileceği” ön kabulünden hareketle, onunla toplum olarak ilişkilerin demokratik modernitenin öz yönetim anlayışı temelinde düzenlenmesi zorunlu bir ihtiyaçtır. Devletle sonsuz bir barış olmayacağı gibi sonsuz bir savaş da olmaz. Toplum kendini özerkleştirebilme olanaklarına sahip kıldığı ölçüde devlet iç ilişkilerinde uzlaşmaları veya barışı gerçek anlamda yaşayabilir. Bunun olmadığı koşullar için ise Öcalan, varlığını korumak ve özgür yaşamak için topyekûn seferber olmak ve savaş pozisyonu al maktan başka çare kalmayacaktır demektedir.

4- Başlatılan barış sürecinde, çatışmaların durmasının ardından muhtemel oluşacak koşullarda, demokratik ulus ve demokratik özerklik inşasının devletçe kriminalize edilmesi daha zorlaşacaktır. Zira yapılacak her şey demokratik siyaset ölçülerinde legal ortamda yapılacaktır. Hareketin önemli kadro gücü ve enerjisi sadece demokratik siyasal alana yoğunlaştıracağı için çok güçlü bir dinamizm ortaya çıkacaktır. Fakat böyle bir soru da haklı olarak akla gelecektir. Acaba toplum üzerinde büyüleyici etkisi olan, ölçü kazandıran insanlara ahlaki duruşu hatırlatan gerilla mücadelesinin olmadığı bir ortamda aynı motivasyon, aynı etkileyicilik yeniden yaratılabilecek midir? Elbette geçiş sürecinin çok kolay olmayacağı açıktır. Sonu ulus devlet egemenliğiyle bitmiş her devrimci, halk ve sınıf savaşlarında toplum doğal bir politikleşmeyi yaşar. Toplumun örgütlenme ilkeleri politik bir geleneğe dönüşür. Bu durunda savaşın bitmesi ile birlikte politika yapma hakkı bir zümrenin tekeline geçmeye başladığında toplum giderek apolitikleşmeye başlar. Tutkular şiddetini kaybeder. Örneğin Rusya’ da Ekim Devrimi sonrası devletli kurumlaşma halkın depolitizasyonluğu süreciyle sonuçlanmıştır. Ne kadar devlet ve iktidara yüklenmişse toplum o derece apolitikleşmiştir. Güçlenmeyi toplumda değil de iktidarın güçlenmesinde gören anlayış dışarıdan gelen tehditlerle de birleşince Sovyetlerde devletin daha da büyümesiyle sonuçlanmıştır. Daha birçok örnekte devrim sonrası barış ortamında toplum devre dışı bırakılmış, iktidar durmadan palazlanmıştır. Toplumsal inşadan çok devletin iktidarının kurumsallaşması gerçekleşmiştir. Bu inşaatın ücretli ameleleri de bizzat devrimi yapan toplumun kendisi olur. Bu tehlikeye karşı Newroz deklarasyonunda, Sayın Öcalan, eski mücadele tarzlarının terk edilmesi ve yeni koşullara ayak uyduracak tarzın geliştirilmesi gerektiğine dikkat çekerek uyarır. Aynı durumların yaşanmamasında en önemli güvence ve avantajları Kürt toplumunun sahip olduğu örgütlenme mobilizasyon yeteneği son 15-20 yılda en çetin koşullarda yürütülen (legal) siyasi mücadele birikimi ve devlet odaklı olmayan paradigmasıdır. Bu birikim ve genel kadim duruşları sadece mücadele süresince doğalığında gelişmiş motivasyonlar olarak değerlendirilemez. Yaşamsallaşma, içselleşme, kişilikleşme boyutu çok güçlüdür. Bu nedenle yeni oluşacak koşullarda halkın özyönetimi sömürücü sermayeye ve bozguncu gelişmelere terk edilmesi düşünülemez.

5-         Demokratik siyaset demek devletten silahla alınmayanların, artık siyasetle alınmaya çalışılacağı anlamına gelmez. Kurtuluşun toplumdaki manevi alt yapısı bu mücadeleyle fazlasıyla oluşmuştur. Yine Newroz deklarasyonunda Sayın Öcalan’ın bu konu hakkında söylediklerine bakarak bu mücadeleyi her türlü dayatmaya karşı bir bilinci, bir anlayışı, bir ruhu oluşturmayı amaçladığını açık bir şekilde anlayabiliriz. Bu gün görünen o ki, bu haykırış bu noktaya ulaşmıştır.

Normal koşullarda birçok devrimde önce siyasi devrim hedeflenir, sosyal devrim sonraki inşaya bırakılır. Devrim sonrasına bırakılan sosyal devrim ise devletin kendine göre iktidar, yurttaşlar/ özneler yaratması süreciyle son bulacağı için, buna ne düzeyde sosyal devrim denileceği tartışmalıdır. Özgürlük Hareketi ve Kürt halkında mücadele süresince bu durumun biraz tersine işlediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Özgürlük Hareketi bir yandan mücadele ederken bir yandan da kendini, kadrosunu, halkını eğitmiştir. Bu eğitim sadece mücadeleye motive ve hizmet etmek amaçlı değildi. Bundan daha fazla sosyal devrimi hedefleyen bir nitelik taşır. Kişilik sorunu, kadıncins özgürlüğü farklılıklara yaklaşımdaki özgürlükçülük, yeni toplumsal / komünal ahlaki değerler bizzat mücadele ortamında yaşamın ortaklığındaki konular olmuştur. Bunları geliştirirken üstten dayatmayla, pozivist yöntemlere başvurarak değil özgür katılım esas alınmıştır. Yine modernleşme bilinci ise orta sınıfın varlığına ihtiyaç duymadan kendi orjinalliğinde gelişmiştir.

Kürt toplumunda var olan bu özelikler politikleşmenin savaş sürecinde doğalığında ortaya çıkmış olan barış süreciyle giderek kaybolacak türden bir politikleşmeye benzemediğini göstermesi bakımından önemlidir. Tamamlanmış bitmiş bir süreç değildir. Ama bu aşaması bile devrim niteliğindedir.

Muhtemelen hükümet de sürece barış koşullarında sermayenin araya girmesi ve gelişecek yeni ekonomik hareketlikle politikleşmeyle ilgili mücadelenin gündemden düşmeye başlayacağı umudunu taşıyor ve bunun hesabını yapıyordur. Tabi ki bu günden bakarak geleceğe dair çok somut şeyler söylemek çok doğru olmayabilir. Demokratik siyaset ortamında hangi fikirlerin baskın geleceğini siyaseti yürütenlerin fikirlerine duydukları güven verecekleri mücadele tarz ve kabiliyetine bağlı olacaktır.

Bu barış sürecinin ortaya çıkardığı bir sonuç ise realist bir yaklaşımın esas alınıyor oluşudur. Realist yaklaşım demek, var olana razı kalmak ya da “ilk söylediklerimiz olmalı şimdi daha gerçekçi olalım daha azına razı kalalım” demek değildir. Realist politika şimdiden fırsatlarını sonranın inşasında etkili bir şekilde kullanma felsefesine dayanır. Barış ve çözüm için gelişmelerin olgunlaşmasını beklemez. Uygun koşul ve imkânı bizzat kendisi yaratır. Nereden ne zaman geleceği belli olmayan o uygun anın gelmesini beklemekle kendisini eylemsizliğe mahkûm etmez. Savaşta olduğu gibi barışta da inisiyatifi elde bulundurmak çok önemlidir. Örneğin şimdiye kadar gelişmiş olan müzakerelerde inisiyatif, atılan adımlar, sürecin önünü açmalar hep hareketin önderliğince geliştirilmiştir. 99 sürecindeki barış guruplarının yollanması, ateşkesler, Habur süreci ve şimdiki geri çekilmeler barış umudunu Türkiye’nin gündemine taşıyan önemli, tarihi aşamalardır. Önderlik çözümsüzlüğün derinleşmesi içinden çıkılmaz hale gelmesi, kanserleşmesi karşısında hep bir çıkış yolu arama çabası içinde oldu. Ortadoğu gibi bir yerde 50 -60 yıllık hatta yüz yıllık çözülmemiş sorunlar, devam eden çatışmalı süreçler var. Çözümlerin gelişmemesinin sebepleri yeterince savaşılmadığı için değildir. Ortadoğu’nun bilinen çeşitli dengeleri ve tabi ki ulus-devlet çözüm tarzlarındaki ısrar kronik bir çözümsüzlük, kesintisiz savaş-çatışma hali adeta kalıcılaştırıyor.

Önderlik bu yüzden gelip geçen hükümetlerle bir çözüm ortamının yaratılmasının çok zor olduğunu bildiğinden, diyalog ve çözüm ortamını yaratma sorumluluğunu bizzat kendisi üstleniyor.

Koşulların ortaya çıkardığı karamsarlığa, giderek daha da derinleşen çözümsüzlüğe, olmazcılığa karşı, her zaman bir çıkış yolunun mümkün olabileceğini göstermesi yönüyle, bu sürecin her kes açısından müthiş öğretici bir tarafının olduğunu da belirtmek lazım. Sürecin elbette çok tehlikeli bir boyutu da var. Ancak hareketin birikimi, olası tehlikeleri de mutlaka hesaba katacak şekilde bir hazırlığı da hesaba katacak düzeydedir. Savaşta da tehlike vardı, hatta çok daha fazlaydı ve rahatlıkla göze alınıyordu. Ama demokratik siyaset sürecine doğru ilerlerken sadece tehlikeli noktalara odaklanma yerine avantaj ve üstünlüklerin de farkında olan bir yaklaşım geliştirilmeli ki süreç güçlü karşılanabilsin. Çünkü aşırı kaygı ve temkinlilik eylemsizliğe yol açıyor, pasif bırakıyor. Bu hareketin yarattığı mücadele alanı çok merkezli olup her bir merkezin gelişimin birbiri üzerinde moral, motivasyon, güven anlamında ciddi katkısı olmaktadır. Mücadelenin özgürlük ve özerklikleri kadar, aynı paradigmanın yol göstericiliğinde iç içe geçmiş örgütsel bir mobilizasyon özeliği bütünlüklü bir yapıyı ifade ediyor.

Yeni bölge dengelerinin doğuracağı fırsatlardan, gelişmeler karşısında hazırlığını en iyi şekilde yapmış, iyi örgütlenmiş, güçlü politik bir doğrultuya sahip ve alternatif bir yaşam modeli olanlar daha çok faydalanacaklardır. Batı destekli ve ulusdevletli çözüm paradigmalarını başarısızlığı, dumanı üstünde Tunus, Libya, Mısır devrimi örneklerinde netçe görüldü. Esat gitse de gitmese de aynı çözümlerle yaklaşılması halinde Suriye’nin Filistin, İsrail sorunundan daha kötü bir sonuçla karşılaşacağı bir sır değil. Irak’ta bittiği söylenen savaştan sonra ölen insanların hesabı bile yapılamamaktadır. Üstelik Kürtlerin de içine kaydırılmaya çalışıldığı daha büyük sorunların çıkma tehlikesi de var. Tüm bu gelişmeler çözümsüzlüğü derinleştirirken, demokratik ulus çözüm alternatifini daha da görünür kılacaktır.

Devlet + toplum ilişkileri, demokratik siyasetin yapılabildiği parçalarda siyaset zeminin sunduğu imkânlardan sonuna kadar faydalanabilinecekken, o imkânın sunulmadığı yerlerde daha büyümüş savunma gücüyle meşru savunma temelli bir direniş mücadelesi yürütülecektir. Bu arayışlar yoğun güçlü ittifakları da beraberinde getirecektir. Şimdiden Rojava’da bunun temelleri atılmıştır. Rojava sahası ittifakların daha da gelişip kurumlaşmasıyla demokratik ulus çözümü, model bölge olma yolunda ilerliyor. Türkiye’de ise bunun koşulları, çatışmalı siyasetten demokratik siyasete bıraktığında daha da güçlenecektir. Çünkü Türkiye sahasında bunun potansiyeli diğer parça ve bölgelerden hiç olmadığı kadar fazladır. Bu anlamda yeni barış süreci başarıya ulaşması halinde tahmin edilenler kadar, tahmin edilemeyen gelişmeler, fırsatlar sürprizlerin yaşanmasına da açık olabilecektir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.