Düşünce ve Kuram Dergisi

Yerel Yönetim, Komün ‘Marinaleda’ ve Kobanê

Metin Yeğin

Ekolojik Demokrasi, Komünler, Kolektifler ve Kooperatifler -ne yazık ki- kutsal kelimeler halini aldı. Hemen herkes ‘çok doğru’ diye başlayıp ‘ama’ ile devam ediyor ve ardından ekliyor, ‘Tabii ki hemen değil bir süreç’. Bu ‘süreç’ dediklerinde de bir kaç ay filan değil yüz yıl kadar, en azından iki-üç on yılı kastediyorlar. Muhtemel ‘ama’ ile idare edip bizim nesli atlatırsak diye düşünülüyor. Sonra da çevrelerinde olan kötü-çökmüş bir kooperatif örneğine dönerek, ‘bak işte’ edası ve ‘gördün mü’ ifadesiyle yüzünüze bakıyorlar. Ben de onlara binlerce çökmüş kapitalist şirketten, çok büyük şirketlerden, ulusötesi bankalardan, iflas etmiş şehirlerden ve hatta ülkelerden söz ediyorum. Sonra da dünyada ‘Kapitalizmin karnında’ yaratılan pratikleri anlatıyorum, yok sayılanları…

 

Marinaleda

Marinaleda, barış ütopyasını inşa etmeye 1978 yılında başladı. İspanya Faşist Franco rejimini yeni sırtından atmıştı. Marinaleda İspanya’nın en yoksul iki yerinden biriydi hatta Avrupa’nın. Bir toprak ağasının ve daha büyük olanın, devletin dışında neredeyse kimsenin toprağı yoktu. “En önemli şey birlikte hareket etmek ve bir de lider ama aynı bizle birlikte her şeyi yaşayan bir lider” diyordu Manuel. Zeytinyağı fabrikası kooperatifinin sorumlusuydu. 2 saat sonra tarladan döndüğümüzde 10 metre yüksekliğinde zeytinyağı tanklarının üstünü tazyikli sularla tutup fırçalayarak temizlemeye çalışıyordu. 1 milyon euro değeri vardı sadece fabrikanın -Hayatımız para ya böyle anlatmaya çalışıyorum. “Sonra toprağı işgal ettik. 2 yıl sürdü mücadale. Jandarma geldi. Direndik. Çıkardılar. Gene işgal ettik. Geldiler, çıkardılar. Gene işgal ettik. Yolları kestiler. Gece gizlice geldik, gene işgal ettik. Kentte tarım bakanlığını işgal ettik. Defalarca yolu kestik. İspanyol bankasını işgal ettik, Sevilla parlamentosunu…” “İşgal etmediğiniz yer kalmamış” diyordum. O saymaya devam ediyordu.

1260 hektar toprak işgal etmişlerdi. Şimdi çoğu zeytinlik. Yol kenarından arabayla gittiğinizde 7 kilometre sürüyor kooperatifin zeytin ağaçları. Sadece toprak yetmiyordu. Onunla birlikte toprakları için su mücadelesine giriştiler. Juan Manuel Sanchez Gordillo’ydu başından beri hareketin lideri ve 35 yıldır belediye başkanıydı. Ne belediye başkanı ne de bu belediyenin yönetiminde en önemli unsurlarından 2 konseyin hiçbir üyesi maaş almıyorlardı. Hepsinin çalıştığı başka işleri vardı. Kooperatiflerde, yani zeytinyağı fabrikasında ya da zeytinliklerde, enginar tarlasında, biber ya da domates serasında, 8 kooperatiften birinde çalışıyorlardı ya da Juan Manuel gibi öğretmen olanları da vardı. Mesailerinden sonra belediye geliyorlardı.

Belediye başkanı Juan Manuel’in iki katlı bahçe içinde bir evi vardı. Diğer bütün isteyen işçilerin olduğu gibi. “Auto-construcción-Kendi evini kendin yap” evlerinden biriydi bu. Juan Manuel’de mesailerden sonra gelip çalışıp evini yapmıştı. Marinaleda da her hangi bir kişi bu kooperatife, “Kendi evini yap” kooperatifine dahil olabilir. Belediyenin ya da devletin toprağına inşa ediyorlardı. Yani herkesin barınma hakkı vardı. Çalışmayı birlikte örgütlüyorlardı. -Çok önemli bir ayrıntı bütün çalışmaları küçük küçük gruplar olarak sürdürüyorlardı.- Yeni yapılan evleri geziyorduk. İki katlı, her küçük ailenin rüyası evlerdi. Altta bir tuvalet, mutfak ve salon, üstte 2 yatak odası ve banyo tuvalet vardı. Hepsinin önünde balkon ve 200 metrekare bahçeleri. İsteyen bahçesine ek oda, hayvanları için barınak ya da garaj yapabiliyordu. Geliştirilebilir bir mimariydi. Carmano gezdiriyordu yeni inşa ettikleri evleri bize. Şu ana kadar 256 ev yapmışlardı. Marinaleda nüfusu 2860 kişiydi zaten. Koca nasırlı elleriyle duvarları, tabanları yumrukluyor, “Hepsi birinci kalite. Biz kapitalistler gibi yapmıyoruz. Kendi evlerimizin her şeyi birinci kalite” diyordu. Tabi ki para ödüyorlardı bu evlere. Aylık 15 euro ödüyorlardı. Yani 30 lira filan. Evlerde istedikleri kadar oturabilirlerdi. Sonra çocukları ya da onlar da ihtiyaçları varsa başvurup “Kendi evlerini yap”abilirlerdi. Kimse evlerini satamıyordu. Çünkü toprak halkın toprağıydı. Ev için malzeme parasını, Endülüs yerel hükümeti veriyordu. Eh tabi birkaç direniş, yol kesme ve işgalden sonra. Girişte bir tabela vardı. İnşa edilen son 20 ev için toplam yaptıkları ödeme yazıyordu. Geçen yıl sadece 96 bin Euro, bu yıl sadece 96 bin Euro vermişlerdi. Tekrar ediyorum 20 dubleks evdi ve yakında bitecekti.

Sabah tarlada enginar topluyorlardı. 40 kişi kadar bir grup. Kadınlar ve erkeklerdi. Gençler ve yaşlılar. Seri bir hareketle enginarın sapından boynunu kırıp, kollarındaki sepete dolduruyorlardı. Biraz daha gençleri, sepetlerden alıp, traktörün romörküne dolduruyordu. Antonio ile konuşuyorduk. 28 yıldır kooperatifte çalışıyordu. Tarladakiler 6,5 saat çalışıyorlardı. Daha zordu işleri. Diğerleri 8’er saat. Arada “Ya arkadaşlar ufakları toplamayın” diye bozuk attı. Sonra yeniden başladılar tarlanın bir ucundan diğer tarafa. Enginar fiyatlarından konuştuk. Türkiye’de çok pahalı diye biliyordum. “Eğer biz işlemeden satsak burada hiç para etmez” diyordu, “Bu yüzden fabrikayı kurduk”.

Bir konserve fabrikasıydı. Bugünlerde mevsim olmadığı için yarı zamanlı çalışıyordu. Sebzeler toplandığında hemen fabrikada işleniyordu. Zeytinyağlı, sirkeli, ikisi birden ya da birçok çeşit enginar, kırmızı biber, fasülye, kereviz sapı konserveleri yapıyordu. Tarlada kendi üretikleriydi hepsi. Bu sefer biz gibi yapıp, “Kaça abi burası?” diye sormadım ama çok para ederdi gene fabrika. Bütün makineleri taksitle almışlardı. 6-7 yıl kadar borç ödemişlerdi. Her bir üründe “Kampanya” olarak çalışıyorlardı. Yani ürün zamanı gruplar halinde çalışıyorlardı. İşe alımlarda eğer başvuru çoksa ihtiyacı olanlar seçiliyordu. Hala fazla başvuru varsa, kura çekiliyordu. Söylemedim değil mi? Bütün kooperatiflerde herkesin ücreti eşitti. Usta olup olmaması, vasıflı olup olmaması ya da belediye konseyinde olması bir şeyi değiştirmiyordu. Herkes eşitti.

Juan Manuel Sanchez Gordillo ile konuştuk. En son ekonomik krizi protesto etmek için bir ulus ötesi marketi “yağma”lamışlardı. Juan Manuel elinde bir megofonla “bir, iki, üç hadi” diye bağırıyor. Markettekiler çuvallara temel ihtiyaç malzemelerini dolduruyorlardı. “Bu ekonomik krizin sorumlularını, finans dünyasını, bankaları ve ulus ötesi tekellerini deşifre etmek istediğimiz bir eylemdi” diyordu. Nasıl ki dağda mahsur kalan birisinin bir eve girip yiyecek alma hakkı varsa, halkın da ekonomik krizde bu yağmaya hakkı var diye düşünüyordu. Hakkında açılmış yüzlerce dava vardı. İki suikasttan kurtulmuştu. Yorgundu. 35 yıl, az değildi.

“Juan Manuel çok önemli bir simge. O olmasa Marinaleda devam edebilir mi?” diye sordum. Dolares konseyin en yaşlı, kadın üyesiydi. Çalıştığı işinden yeni dönmüştü. “O bir simge ama biz zaten, bütün kararları hep genel halk toplantılarıyla alıyoruz. Sadece Juan Manuel’e bağlı değil ki işler” diyordu. Sergio’ya soruyordum. Konseyin en genç üyesiydi. “Sovyetler birliği yıkıldı. Marinaleda nasıl ayakta?” diye. “Biz ihtiyaç üzerinden örgütlendik. İhtiyaç vardı. Bir araya geldik. Onu çözdük. Bir ihtiyaç daha vardı. Örgütlendik onu çözdük” diyordu.

Juan Manuel’e “Ay sonunda seçimler var bizde böyle olabilir mi?” diye sordum. “Neden olmasın, tek yolu mücadele etmek” diyordu. Bir gün sonra Santa Fe’den Madrid’e doğru yapacakları 100 kilometreden fazla, bütün İspanya işçilerinin kendi bölgesinden katılacakları yürüyüşe hazırlanıyorlardı.

Yaklaşık 3000 kişilik bir belediyede, 100 çocuğun aynı anda çalışma yaptığı bir futbol stadı, spor salonu, devasa bir havuz, tenis kortları, eh bizde belediye manasına geldiği için söylemeliyim hiç çamuru olmayan sokaklar, bütün bunların üstüne, 1260 hektar toprak, tarımsal üretim kooperatifleri, içinde zeytinyağı fabrikası, konserve fabrikası da olan 8 kooperatif, bunları koordine eden bir üst kooperatif, ekonomik krizden önce 460 kişinin çalıştığı yani neredeyse her aileden bir kişinin çalıştığı bir kooperatifler topluluğu bulunuyordu.

Tek eksiği hiç lokal polisi yoktu. “Ona verecek paramız yok” diyorlardı.

 

Sihirli İksir

Kobane¸ üç tarafı, hatta dört tarafı kuşatılmış bir kent, her türlü silah üstünlüğü olan, sınırsız lojistik imkanlarla desteklenen, ölüm karlarının paylaşılması esasına dayalı bir talan ordusuna karşı nasıl direniyor? Sarp bir yamacın kenarında, dik bir tepeninin üstünde ya da aşılması güç bir nehrin kıyısında da olmayan yani coğrafi olarak hiç de müsait olmayan bir kent burası. Ayrıca mesela Stalingrad gibi Nazi ordularını donduran doğanın adaleti de yok ortalarda. O zaman sormak istiyorum; bütün gözlemcilerin çoktan umudunu kestiği Kobanê’nin bu direnişinin temelinde ne var?

Bütün dünyanın sevilen çizgi romanı Asterix’in öyküsünü bilirsiniz. Büyük Roma İmparatorluğu her yeri işgal etmiştir ama küçük bir Galya köyü ona karşı direnir. Bunun sırrı da köyde sihirbazın yaptığı iksirdir. Aslında burada çizgi romanı okuyanların okuyup geçtiği ve hatta bilmiyorum ama çok muhtemel, yazarın da sadece yazıp geçtiği bir şey vardır. Bu şey; Roma, sarayları, altınları, uşakları, köleleriyle koca bir imparatorluk iken, Asterix’in köyü, sadece tepsi üstünde taşınmak ve birçok zaman oradan düşmek dışında bir başka ayrıcalığa sahip olmayan, şef olmayan şeflerin yaşadığı bir yer olmasıdır. Yani aslında Asterix’in köyünün iksiri budur; eşitlik ve özgürlük! İşte Kobanê de aynı iksire sahip. Kenti savunan halk meclisinin yöneticilerinin, komutanlarının evlerine bakın. Yaşadıkları yerlere, giysilerine, ailelerine ve hatta silahlarına bakın… Kentteki diğer insanlarından ne farkı var? İnşa edilmeye çalışılan ‘Ekolojik Demokrasi’, ‘Kolektifler, Kooperatifler, Komünler’ belki tamamlanmamış olsa da, onun temel dinamiği ‘Eşitlik ve Özgürlük’ düşüncesi bu mucizeyi yaratıyor. ‘Cinsiyet özgürlükçü’ felsefe, kadın gerilla gücü YPJ, her halk meclisinde yer alan kadın, onların söz ve karar hakkı ve de bunu dünyada, kadının yok sayılmışlığının simge coğrafyası Ortadoğu’da örgütlemesi bu direnişin sihirli gücü. Yani Kobanê’de bu direniş mucizesinin temeli, devrimdir.

Toplumsal analiz oyununun yönünü bu tarafa çevirelim. Peki bu kuşatma Amed’de olsaydı aynı direniş gerçekleşebilir miydi? Kentte Kobanê direnişini destekleyen -çok önemli- eylemler sırasında neden bankalar, bankamatikler, büyük marketler hedef alınmıştır? 1848 devrimcilerinin birbirlerinden habersiz, saat kulelerine ateş etmesi gibi toplumsal bir isyan işareti değil midir bu? 1848’de zamanı tutsak alan, köleleştiren sanayi üretiminin, mesai saatlerinin simgesi saat kulelerinin kırılması ile küçük bakkalları, kasapları, manavları bununla birlikte ‘veresiye’yi yok eden büyük marketlerin, kredi kartı ödemeleri ile yaşamı ipotek altına alan bankaların, kredi kartınız gold ya da platin değilse, daha da kötüsü(!) hiç yoksa, dışına atıldığınız bir yaşamın, para makinelerinin, toplumsal hiyerarşinin kırılması tamamiyle aynıdır. Etrafı kapatılmış ‘güvenlikli’ sitelerin taşlanması ve hatta bir müzenin yakılması, bütünüyle ‘Kentsel Dönüşüm’ ile kentin ‘müzeleştirilerek’, mutenalaştırılmasına-‘gentrification’a karşı toplumsal tepkiden başka bir şey değildir.

Eğer Kürt Özgürlük Hareketi, ‘Kolektifler, Kooperatifler, Komünler’ ütopyasından(!) vazgeçmezse başarılı olamayacaktır diyen liberallere sözüm; direnişin gücü eşitlik, özgürlükte; Devrimde…

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.