Düşünce ve Kuram Dergisi

Dersimin Asi Kızı

Yılmaz Avcı

Acı ve hüzün düştü payıma, bu dondurucu havada. Yüreğim buz kesti, gözyaşlarım hüzünlerimle yüreğime aktı. Hüzün kahredici bir ağırlıkla çöküyor ve acıyı bütün bedenime ve benliğime işliyor.

Oysa ne güzel düşler kurmuştuk geleceğe dair. Yüreğimizin ısısının gözlerimizde sevincin parıltılarına dönüşmesi için, düşler kurduk. Özlemlerimizi düşlere dönüştürdük. Düşler, sevinç hep düşlerde kalmasın diye. Ama düşlerde kaldı her şey.

Güzel düşlerle bir gelecek yolculuğuna çıkan, ama acılarla dolu bir dönemin kuşağıyız aslında. Ama hiçbir zaman “acıyı bal eyledik” diye düşünmedim, bu söz ağzımdan çıkmadı. Çünkü bu söylem insan anlayışıma uymuyor. Acılar yaralayıcıdır, kanatıcıdır. Yara ve kanama asla “bal” tadına dönüşemez diye düşündüm hep. Acıyı reva görene karşı direnç insani bir duruştur ve insanın kendi özlemlerine, düşlerine bağlılığı ifade eder.

İnsanı var eden, geleceğe daha büyük umutlarla bakmasını sağlayan, kışın dondurucu soğuğuna karşı baharı düşleyerek ayakta kalmayı başaran bu insani yöndür.

İnsanda bu yönü geliştiren düşünce olsa da, düşünceyi canlı kılan ise, duygudur. Duygu insanı insan yapan kriterdir. Hüzün veya sevincin gözlere yansıması ise, duygusal yön oluyor.

Biz Kürtlere bakıldığında gözlerinde, yüzlerinde neler hissettikleri, neler yaşadığını görmek zor olmuyor. Çünkü Kürtlerde duygunun çok belirgin olmasının kuşkusuz yaşadığımız büyük acılarla bağı var.

Bu kadar büyük acılar yaşayan, inkar edilen, gittikleri her yerde aynı kötü muameleleri gören başka bir halk var mı acaba? Ya da şöyle desem, ölümün bu kadar reva görüldüğü başka bir halk var mı? Kuşkusuz var, ama Kürtler kadar kimlikleri görmemezlikten gelinen, katileri inkar edilen başka bir halk yoktur. Yıllar önce Viyana’nın göbeğinde, devletin gözlemi altında bir görüşmeye giden KDP Lideri Kasımlo’nun, ardından yine Berlin’de KDP lideri Şeref kendi’nin öldürülmesi ve faillerinin bulunmaması bir tesadüf mü acaba?

Ve üç Kürt kadın siyasetçinin Paris’in göbeğinde öldürülmesi ve yaşanan cinayetlerinin faillerinin halen bulunamaması ile bir bağı yok mu?

Siyasi, ekonomik ve askeri çıkarlar, Kürtlerin ölümünü “meşrulaştıran” bir yaklaşıma dönüşmüş. Ve “Kürtlere hiçbir yerde yaşam güvenceniz yok, ölüm gölgeniz gibi yanı başınızda duruyor”, deniliyor.

* * *

Çok insan bu mücadele sürecinde yitip-gitti, kimisi en yakın arkadaşın, çok şeyleri paylaştığın oluyor. Acı ve tatlı anlarla dolup-taşan bir arkadaşlık serüveni içerisinde.

Paris’te katledilen üç Kürt kadın siyasetçilerden biri olan Sakine Cansız arkadaşla böylesi zorlu ve büyük acıların yaşandığı dönemde tanıştık.

Bu ilk tanışmada hemen dikkatimi çeken yüzündeki gülüş, arkadaşlığa olan sıcak sevginin gözlerinde parıltıya dönüşmesiydi. Yıllar akıp gitse de hafızamda sakine hep öyle kaldı. Çünkü onun yüreğinde sevgi coşkun nehirler misali hep canlı ve akışkandı.

Hüzün, acı, zorlu yıllar bedeninde izler bıraksa da, yüzündeki gülüş ve gözlerindeki parıltıdan hiçbir şey alıp götüremedi.

Onun en çok dikkatimi çeken bir başka yönü de düşündüklerini hiçbir zaman çekinmeden dile getirmesiydi. Dersimin asi dağları gibi başı hep dik, gözleri keskin. Doğru bildiklerin de ısrar ve inat vardı. Ama hiçbir zaman kırıcı, incitici değildi. Çünkü sözlerinde sevgiyi yansıtırdı. Yüreği duygu yüklüydü, hüzünlü anlarını nasıl gözyaşına dönüştüğüne çok tanıklık etmiştim. Kimisi hüznünün gözyaşına dönüşmesini, bunun yansımasını bir zafiyet olarak düşünürken, o hep sevecen insani yönünü yansıtmaktan çekinmezdi.

İnce yüzü, beyaz teniyle, kumral saçları arasında gökyüzüne süzülmüş el değmemiş ak güvercin misali bir simayı yansıtırdı. İnce, zarif ve uzun boyuyla kıvırcık kumral saçlarıyla Diyarbakır cezaevindeki vahşete karşı ödün vermez duruşuyla, kadın kimliğinin direngen simgesiydi.

Sakine, duruşu yaklaşımlarıyla bulunduğu ortamda bir güven oluşturuyordu. Diyarbakır cezaevindeki kadınlar koğuşunda o zorlu işkenceli yıllarda birçok kadının kendi kimliğine sahip çıkmasında, eksik ve zayıf yönlerinin düzelmesinde ve hatta ayakta kalmasında rol oynamış bir arkadaştı. Ve bu yönünü hiçbir zaman kimseye yansıtmazdı.

Yine Sakine sadece siyasetçi yönüyle çok bilinir, ama sakine aynı zamanda bir sanatçı ruha da sahipti. Bu yönünü kimse fazla bilmezdi, ama 1990 yılında Günay Aslan’ın Otuz Üç kurşun kitabını tiyatroya dönüştürerek Sakine ve bir grup arkadaşla birlikte bu oyunu oynama hazırlıkları sürecinde ve oyunu oynarken keşfetmiş ve örgenmiş oluyorduk. Sanatçılık duygu yüklü olmayla bağlantılı bir olay, duygu yönü olmayan, hissetmeyen, yüreğinde ona büyük bir yer açmayan insanın sanatçı olması da zaten mümkün değil.

İnsan sevgisi güçlü olan, ama zulme, işkenceciye karşı asi bir yüreği vardı. Zarife’nin direngenliğini kendi kuşağındaki kadın kimliğine dönüştürerek geliştirmeye ve örgütlü kadının ortaya çıkmasında rol oynamıştı.

Hatırlıyorum 1990 yılının sonuydu Çanakkale cezaevinden tahliye olurken, gözlerinden süzülen gözyaşlarını. Evet, kendisi tahliye oluyordu ve özgürlük mücadelesine yelken açıyordu, ama o çok sevdiği arkadaşlarını geride bırakmanın burukluğu ve hüznü yüreğinde taşıyordu. Hüzün ve burukluk gözlerinde yaşlara dönüşmüştü.

Uzun yıllar sonra zaman zaman TV’ye çıkarken görürdüm, zorlu mücadele koşulları ve yılların insan bedeninde yarattığı etki görülüyor, ama o ilk tanışmamızdaki gülüş ve gözlerindeki parıltıdan hiçbir şey eksilmemişti.

Hiçbir zaman insan aklına gelmeyecek o şok ve kahredici, ama kışın dondurucu soğuğunda yüreğimde büyük bir yaraya dönüşen o hüzün verici haberi Perşembe günü aldığımda inanamadım. Çünkü o sevgi dolu yürek, o gülüş ve gözlerindeki parıltı silinemez.

Fidan ve Leyla’yı hiç görmemiş, tanımam, çok genç ve yaşam dolu oldukları fotoğrafları çok iyi yansıtıyor. O kahredici kalleş ölümün ardından fotoğraflarını görünce, gülüş ve gözlerdeki parıltıyla ne kadarda birbirlerine benziyorlar diye söylendim.

Halk, mücadele ve kadın kimliğinin kuşaklar buluşmasının simgeleri Sakine, Fidan ve Leyla. Sakine, işkenceli ve zorlu yılların içerisinde halk ve kadın kimliğinin direngenliğinde yeni bir doğuşun sancıları içerisinde var olma mücadelesini verirken, Fidan Doğan, Kürt halkının ve kadının yeni kimliksel doğuşunun müjdelendiği bir dönemde geleceğin umutlarının fideliğinin fidana dönüşmesinin muştucusu, Leyla yüreğinde Aşk ve sevginin taşıyıcısı olarak dünyaya gözlerini açarlar.

Ve Paris, insan hafızasına mekansal görüntüyle yerleşmedi, biz Kürtler onu kadınların 14 Temmuz’da Bastille zindanın basması ve devrimiyle tanıdık, onu süreklilik arz eden devrimlerle ki, komünle daha çok sevdik. Ama Paris, “kendi çocuklarını yiyen devrime” dönüştü. Binlerce emekçi ve devrimcinin katledildiği bir merkez olmaya başladı. Ve hızla egemenlerin kirli ilişkileri, sömürgeci politikaları ile kirlendi. Ve neredeyse bu kirli ilişki sonucu bütün dünyadan oraya gelen devrimcilerin katili olmayla özdeşleşti. Kadınların özgürlük ateşini yaktığı Paris, özgürlük ruhundan korkan hale gelerek, kadınların katledilmeye başladığı, halkların özgürlük özlemi ve düşlerini boğmaya çalışan bir Paris oldu. Ve özlem ve düşlerin gözlerinde parıldadığı üç devrimci kadın. Üçünün Kürt, kadın olma, mücadeledeki ortak yönlerinin yanında yüreklerindeki sevginin yüzlerindeki gülüşe, yaşamı gözlerinde parıltıya dönüştürmeleri Paris’i korkuttu. Ve o kalleş, o çirkin ölüm, gülüşlerinin karşısında o anda yenik düşmüştü.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.