Düşünce ve Kuram Dergisi

Devlet-altı Birimlerin İnşa Süreci: Bölgeselleşme ve Federalleşme

Necat Ayaz

Bölgeselleşme nedir?

Bölgeselleşme, en geniş anlamıyla modern bir devletin topraklarının tamamında belirli yetkilere sahip olan bölgelerin oluşması sürecidir. Merkezi devlet, elinde bulundurduğu yetkilerin bir kısmını yeni ortaya çıkan bu yeni birimlere aktararak onları işler hale getirir. Merkezin sadece desantralizasyon kapsamında bölgeleri oluşturduğu örneklerde devletin teritoryal yapısında köklü bir dönüşüme gerek duyulmazken, politik bölgelerin oluşması devletin üniter yapısının baştan sona reorganize olmasıyla gerçekleşir. Devletin üniter yapısının radikal bir dönüşümü anlamına gelen reorganizasyon ve yetki devri süreçlerini yaşayan ülkede yeni bir politik iklim ortaya çıkar. Daha önce bastırılan, politik ifade biçimleri reddedilen etnik, dilsel, dinsel ve kültürel çeşitlilik bölge sınırları içinde ifade ve kendilerini yönetme araçlarına kavuşarak çatışma zemini olmaktan çıkarılır. O güne kadar devletin merkezi yapılanması yoluyla bastırdığı ülkenin gerçek potansiyeli ortaya çıkar ülkenin ilerlemesi yolunda kullanılır.

Özerk bölgelerden oluşan bölgesel sistemin temel birimini yasama ve yürütme yetkilerine sahip politik bölge oluşturur. Bölgelere veya yerele bazı yetkileri devretmeyi içeren idari desantralizasyon politik bölgenin oluşmasını gerektirmediği için sözünü ettiğimiz bölgeselleşmenin kapsamına girmez. Bu tür bölgeselleşmede idari bir reform kapsamında bölgeler kurulsa bile sadece idari yetkilere sahip oldukları için ve merkezi çevredeki kolları olarak görev yaptıkları için özerk değildirler. Buna en uygun örnek Fransa’nın 1982’de oluşturduğu yeni teritoryal sistemdir. İdari desantralizasyon kapsamında Fransa’da oluşturulan bölgeler sadece kendi sınırları içinde yer alan ve “departament” adı verilen illerin arasında ekonomik, kültürel vs. konularda koordinasyon sağlama yetkilerine sahip olup özerkliğin gerektirdiği temsili ve siyasal araçlardan yoksundurlar.

Öte yandan, özerk bölgelere yetki devrini kapsadığı için her bölgeselleşme kapsamlı desantralizasyon sürecini içermek zorundadır. 1960’larda İskandinav ülkelerinde ve Hollanda’da başlayan, 1970 ve 80’lerde Avrupa’nın batı ve güneyinde yer alan diğer ülkelere yayılan ülkelerde desantralizasyon ve bölgeselleşme birbirine paralel ve iç içe geçmiş bir süreç olarak yaşanmıştır. 60’larda yaşanan desantralizasyon yerele yetki devrini içerirken, bunu izleyen on yıllar boyunca özellikle Avrupa’nın Latin kuşağındaki ülkelerde yaşanan dönüşüm yerele yetki devrini aşarak bölgesel sistemlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Aynı süreçte Britanya’da İskoçya ve Gal bölgelere daha fazla yetki devri gerçekleşirken en köklü üniter devlet olan Fransa’da idari yetkilere sahip bölgeler ortaya çıkmıştır. İtalya’da, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan ve idari yetkilere sahip olan bölgeler 1971’de daha fazla yetki devrini içeren reformlarla aktive edilmiş ve bu süreç 2001’deki reformla tüm bölgelerin özerk duruma geldiği bölgesel bir sistem ortaya çıkmıştır. Aynı bölgeselleşme eğilimi 1978’de yaşanan İspanyol örneğiyle zirveye ulaşmıştır. Neredeyse federal bir sistemle kıyaslanacak seviyede olan İspanya’daki bölgesel sistemin bu kadar derinliğine yaşanmasının sebebi farklı etnik kimliklerin ısrarlı mücadeleleri olmuştur.

Bölgeselleşme, özellikle kimlik eksenli (Katalonya gibi bölgelerde ekonomik varlığını koruma en az kimlik talebi kadar etkilidir) etnik direnişin yoğun olarak yaşandığı ülkelerde gelişebileceği azami sınırlara kadar gelişirken, bunun küçük bir bölgeye (veya Tirol örneğinde) hapsolduğu ve bunun sonucunda da zayıf yaşandığı İtalya’da uzun bir süre sadece idari bölgelerin varlığının sürdürülmesine sebep olmuş bölgelere önemli yetkiler aktarılmıştır. Söz konusu taleplerin daha küçük ölçekte destek bulabildiği Fransa’da ise özerklik istekleri anakaradan yalıtılıp bir adayla sınırlanmış (Korsika) ve bunun sonucunda ülkede idari bölgelerin oluşmasının dışına geçilememiştir. Anglosakson devlet geleneğine sahip olan Britanya’daki bölgeselleşme hikayesi ise adı geçen bu örneklerden büyük ölçüde ayrı durmaktadır. Fransa, İspanya ve İtalya gibi ülkeler Cumhuriyetçi üniter devlet geleneğine sahipken, Britanya liberal Anglosakson geleneğe sahip olmuştur. Self-government ilkesini kendisine rehber alan gelenek, devlet altı birimlerin oluşmasını engellemez ve onlara devolution adını verdiği yetki devri süreci yoluyla güçlendirmeyi tercih eder. Birleşik Krallık devletini oluşturan Kuzey İrlanda’ya “Hayırlı Cuma Anlaşması” ile verilen ileri düzeyde özerklik, İngiltere ile birleşmesinden beri devletin iki kurucu unsurundan biri olarak görülen İskoçya’nın 1998’deki reformlarla sahip olduğu ileri düzeyde özyönetim ve aynı reform süreciyle güçlendirilen Galler’in bölge kimliği sözü edilen özyönetim ilkesinin uygulandığı örnekleri göstermektedir. Ancak aynı sürecin devletin nüfus ve toprak olarak en büyük parçasını oluşturan merkezi devletin konumlandığı İngiltere’de yürütülme denemesi başarısızlığa uğramıştır. İngiltere’yi oluşturan birimlerin İskoçya ve Galler benzeri bir bölgesel yapıya kavuşması için 2004’te kuzeydoğudaki “Northumbria’da” yapılan referandum başarısızlıkla sonuçlanınca İngiltere’deki bölgeselleşme sürecinden vazgeçilmiştir. Bu bölgenin özerkliği kabul etmesi durumunda diğer bölgelerde de tekrarlanacak referandumlardan olumlu sonuç çıkması kuvvetle muhtemeldi. Böyle bir durumda, farklı bir etnik ve politik düzlemde yer alan Kuzey İrlanda dışarıda bırakılırsa, İtalya ve İspanya’yla birlikte Britanya Avrupa’nın özerk bölgelerden oluşan bölgesel sisteme sahip üçüncü ülkesi olacaktı.

 

Bölgeselleşme ve aktörler 

Farklı düzeylerde bölgeselleşmenin yaşandığı bu örneklerden çıkan temel sonuç bölgeselleşme sürecine yol açan kimlik, ekonomik, tarihsel ve kültürel taleplerin her bölgede farklı bir düzeyde eşitsiz bir şekilde geliştiği gerçeğidir. Genellikle bu taleplerden birkaç tanesini veya tümünü içlerinde barındıran etnik hareketin bulunduğu politik bölge, bölgesel modele geçilmesinin temel aktörü ve motor gücü haline gelir. Bu durum, İspanya’daki diğer bölgeci hareketlerin oluşmasını doğrudan etkileyen Katalonya ve buradaki etnik hareket için oldukça geçerlidir. Katalonya’daki etnik hareket sadece objektif anlamda İspanya’nın diğer bölgelerinde bölgesel hareketlerin ve taleplerin ortaya çıkmasını tetiklememiş, Katalancı hareketler bu tür hareketleri örgütlemek içinde planlı bir çaba içinde olmuştur. Bu strateji doğrultusunda Katalancı hareket 1917-19 yılları arasındaki Katalan Özerklik Kampanyası kapsamında diğer bölgelerdeki bölgeci talepleri güçlendirmek için yoğun bir çaba içinde olmuş ve bölgesel özerklik konusunda bölgeci hareketlere yeni argümanlar sağlamıştır. Elbette diğer bölgelere bu müdahale, bölgeler arası dayanışmadan ziyade, Katalan taleplerini reddeden merkezi diğer bölgelerden yükselen bölgeci veya milliyetçi taleplerle kuşatmaya alıp uzlaşmaya zorlamak amacı taşımaktaydı. 19. yüzyıl sonu ile 20. başlarında İspanya’da ortaya çıkan bölgeci ve milliyetçi hareketler çoğunlukla kendilerine Katalancı hareketi model olarak almışlardır. Direniş düzeyi ve harekete geçirdiği şiddet potansiyeli sonradan hep gündemde kalacak olan Bask hareketi bile Katalanizmin etkisi altında milliyetçiliğe dönüşmüştür. Ancak Bask milliyetçi hareketi ise kan bağına dayanan, modernizm ve sanayileşme karşıtı reaksiyoner karakteriyle bölge sınırları içine hapsolmuştur. Böylece Bask hareketinin, İspanya’da bölgesel sisteme geçilmesinin temel aktörlerinden biri olmasına rağmen, sahip olduğu bu özelliğiyle diğer bölgeleri etkileme kapasitesinin sınırlı olduğu söylenebilir.

İspanya’da bölgesel sisteme geçilmesinden bir yıl öncesinde bile Katalonya, Bask, Valensiya ve Kanarya dışındaki tüm bölgelerde merkeziyetçilerin oranı özerklik isteyenlerin oranından daha büyük olmuştur. Ancak aynı durum 1978’de değişmiş bu yıl özerklik isteyenlerin oranında ciddi bir artış olmuştur. Bu değişimde bölgelerin özerklik haklarını garantileyen yeni İspanyol Anayasası’nın kabul edilmesi önemli bir rol oynamakla birlikte, Katalonya ve Bask’ın özerklik hakkını kullanmak için harekete geçmesinin de etkisi küçümsenmemelidir.

Ülkelerdeki diğer bölge hareketleriyle en az 70 yıl öncesine dayanan bir ilişkiye sahip Katalan baş aktörünün ve onun hemen yanında yer alan Basklı aktörün özerklik için harekete geçmediğini varsaydığımız durumda İspanya’da yaygınlık (tüm bölgeleri kapsaması) ve derinlik (yetki devri) açısından bu ölçüde bir bölgesel sistemin oluşması hayal bile edilemezdi.

Bölgesel sistemin asıl savunucuları olan etnik ve bölgesel hareketlerin yanında en az onlar kadar önemli olan bir diğer aktör ise devlettir. Nasıl bir bölgesel sisteme geçileceğini (idari bölge, politik bölge vb.), bölgesel sınırların belirlenmesinin hangi kriterler çerçevesinde olacağını, bölge statüsünün ne şekilde hazırlanacağını, bölgelere yetki devrinin nasıl olacağını ve bunun ne kadar sürede gerçekleşeceğine son tahlilde devletin karar vermesi gerekmektedir.

Aynı şekilde, tüm bu süreç boyunca gereken yasal ve anayasal değişiklikleri yapması gereken aktör devlet olduğu açıktır. Bölgesel dinamikleri oyun kurucular ve bunu sahada uygulayanlar olarak ele alırsak, devleti de bu oyunun kurallarını belirleyen yapı olarak kabul etmemiz gerekir. Bu tespitten, bölgesel dinamiklere karşı devletin rolünü büyütmek anlamı çıkarılması doğru değildir. Bundan ziyade, tüm yetkileri elinde tutan merkez olarak devletin bu süreçteki temel düzenleyici role sahip olduğu anlaşılmalıdır. Bölgesel dinamiklerin talepleri doğrultusunda ortaya koyacakları hareketlilik düzeyi nasıl bir bölgesel sisteme geçileceği, bölge sınırlarının belirlenmesi, bölge kimliğinin bölgesel dinamikler tarafından tarifi sürecin hızı konularında belirleyici olacaktır.

 

Politik bölge talebinin dayanakları

Dünya üzerindeki bölgeler, birbirinden oldukça farklı parametreler kullanılarak sınıflandırılır. Bölgelerden her biri tarihsel, dilsel, dinsel, coğrafik ve ekonomi özelliklerden biri veya birkaçı esas alınarak sınıflandırılır. Bu özellikler açısından birbirinden bu kadar farklı olan bölgeler, 20. yüzyılın farklı zaman dilimlerinde farklı şiddetlerde politik bölge talebi için mücadele etmişlerdir. Bu mücadeleler boyunca taleplerin çoğu politik bölgeye geçiş noktasında yoğunlaşırken, bu talebin dayandırıldığı dayanaklar her bölge için farklı olmuş veya aynı olsalar bile önem sırası değişmiştir. Katalancı hareket için 20. yüzyılın başında Katalan ekonomisinin korunması en başta gelen talepken, Bask hareketi için yok olmaya yüz tutan Baskçanın diriltilmesi tartışılmaz önemde olan bir talepti. İspanya’nın özellikle güney ve batı bölgelerinde ise talepler ekonomik gelişme zeminine oturmuştur. Özellikle ekonomik talepler İtalya’nın merkezden uzak Sicilya ve Sardinya adalarında ön plandayken, ülkenin geri kalanından daha iyi bir refah seviyesine sahip olan ve farklı bir tarihsel ve dilsel mirasa sahip olan Güney Tirol ve bir ölçüde de Aosta Vadisi için bu mirası koruma talebi ekonomik kaynakları kontrol etme talebi kadar önemli olmuştur. Yine, hem anakaradan kopuk olan ve hem de farklı dilsel-kültürel mirasa sahip olan Korsika ise politik bölge talebi adanın ekonomik kaynaklarını kontrol etme ve dil-kültürü korumayı içine almıştır.

Britanya’da ise ekonomik merkezlere yakın olan ve erken dönemde sanayileşen Galler’de bölgeci hareketin özerklik talebinin dayanakları daha çok Gal dilini korumaya dayanmıştır. Ülkenin diğer bölgeleriyle kıyaslandığında daha az bir ekonomik gelişmişlik düzeyine sahip olan İskoçya’da bu talepler coğrafik ve ekonomik zemine dayanmış ve ardından Britanya’nın iki kurucu unsuru olma gerçeğinin güçlendirdiği İskoçya milliyetçi hareketi özerklik talebini aşarak bağımsızlık talep etmiştir.

O halde politik bölge taleplerinin ilk dayanağı bölge dil, kültür veya ortak tarihsel geçmişinin şekillendirdiği kimliği korumak olurken, ikincisi bölgeler arasındaki teritoryal hiyerarşiyi derinleştiren ve bunun sürdürülmesine yol açan ekonomik politikalara son vermek veya kendi ekonomik kaynaklarını kontrol etmektir. Acaba politik bölge statüsünü elde eden bölgeler kimlik taleplerini gerçekleştirebilmişler midir? Son kırk yılın özerk bölgeler tarihine baktığımız zaman buna olumlu cevap vermemiz gerekecektir. Ulus-devletlerin tek dile dayanan politikaları sonucu dilsel gerileme veya dilsel yok oluşla yüz yüze kalmış pek çok halk, özerklik statülerinin kendilerine verdiği yetkiyle dillerinin kullanımını normalleştirme konusunda önemli ilerleme göstermişlerdir. 

Bu konuda başarılı olan bölgelerin başında Katalonya gelmektedir. Statü edildikten sonra Katalanca benimsenen dil politikası gereği eğitim, yönetim, kültürel üretim ve ekonomi alanında en önemli dili haline gelmiş ve bu sayede kaybettiği toplumsal zemini önemli ölçüde geri kazanmıştır. Özerklik öncesi neredeyse yok olmakla yüz yüze kalan Baskça için aynı şeyleri söyleyemesek bile, dilsel erimeyi durdurma anlamında başarılı olduğu ve İspanyolca’nın ardından Baskçayı Bask bölgesinin ikinci dili haline getirdiğini söyleyebiliriz. Politik bir statüye sahip olmamasına rağmen dil ve eğitim konularında söz sahibi olan Galler’de Galcenin bölgenin dili olması anlamında kayda değer ilerleme sağlanmıştır. Güney Tirol’de ise İtalyancanın yayılması karşısında gerileyen bölgenin dili (Almanca), özerklikten sonra bölgenin normal dili konumuna gelmiş, İtalyan’ın bir başka özerk bölgesi olan Aosta Vadisi’nde de aynı konuda benzer bir gelişme meydana gelmiştir.

Politik bölge talebinin bir diğer dayanağı olan teritoryal hiyerarşinin ortadan kaldırılması noktasında özerk bölgelerin başarılı olup olmadıkları sorusu cevaplamalıdır. Bölgeler arasında derin ekonomik eşitsizliklerin olduğu böylesi durumlarda başarı sağlamak bazı ancak uzun vadede söz konusu olabilir. Teritoryal hiyerarşi eşitsiz kapitalist gelişmeyle ortaya çıkmış ve bunun ardından devletlerin farklı ekonomi politikaları kapsamında kimi durumda bu realiteyi değiştirmek için mesafe alınırken, diğer durumlarda da bunu değiştirmek için fazla çaba harcanmamıştır. Özyönetim talepleri zemininde ulusdevletlerle çatışma içinde olan etnik hareketlerin bulunduğu bölgeler de ise bölgesel ekonomik hiyerarşilerin sürdürülmesi bir devlet politikası olarak benimsenmiştir. Ulus-devletler çatışma sürecine geçmeden önce sanayileşen ve dolayısıyla bu hiyerarşinin yukarılarında yer alan bölgelerde bu politikanın ekonomik zarar vermek dışında fazla bir başarı şansı yokken, diğer örneklerde ekonomik geri kalmışlık sabitleştirilir ve bunun sonucu bu bölgelerdeki ekonominin yıkımı yaşanmıştır. İlk duruma örnek olarak verilebilecek olan İspanya’nın ilk sanayileşen bölgeleri olan Katalonya ve Bask onlarca yıl süren Franko diktatörlüğüne rağmen söz konusu hiyerarşinin başındaki yerlerini kaybetmemişlerdir. Ancak bu gerçeklik, ekonomik alanda kendi kararlarını vermediklerinden dolayı her iki bölgenin de büyük ekonomik kayıplarının ortaya çıkmasına engel olmamıştır. Özerklikten sonra ekonomilerinin kumandasını ellerine alan bu bölgeler, kendi ihtiyaçları doğrultunda ekonomilerini yönetmiş ve önemli ilerlemeler sağlamışlardır. İspanya’da, ekonomik olarak gelişmemiş oldukları için teritoryal hiyerarşinin aşağısında yer alan bölgeler de politik statü kazandıktan sonra kendi öz çıkarları doğrultusunda bir ekonomik örgütlenmeye gitmiştir. Söz konusu bölgelerin ekonomik gelişmemişliklerini telafi etmek için kurulan Bölgeler Arası Tazmin Fonu ile mali yardım yapılmaya devam edilmektedir. Kimliği korumak ve teritoryal hiyerarşiyi ortadan kaldırmak için kendi ekonomisini yönetmek özyönetimin gerçekleştiği anlamına gelir.

Politik bölge talebinin bir başka önemli dayanağı ise merkeze karşı devlet-altı yetki katmanlarının oluşmasının demokratikleşmedeki yeridir. Bu yetki katmanlarının oluşturulması bir yandan bölgeler için özyönetimin gerçekleşmesi anlamına gelirken, diğer yandan yetki paylaşma kültürünü geliştirerek ülkenin demokratikleşmesine katkıda bulunur. Tüm yetkileri elinde bulunduran ve her bölge için neyin gerekli olduğuna kendisi karar veren çok güçlü bir merkezin çevresine yeni merkezler inşa ederek yetkilerin çoğunu bunlara devretmek önemli bir demokratik adım sayılmalıdır. Baskıcı ve hantal olan merkeziyetçi devlet yapısını çok merkezli biçimde yeniden dizayn edilmesi demokratikleşme yönünde geri dönülmez bir değişimin yaşanmasına sebep olur.

 

Federalleşme nedir?

Federalizm genel olarak yargı, yürütme ve yasama yetkilerinin büyük oranda devlet-altı birimlerin elinde olduğu ve eyaletlerin devletin yapısını belirlediği bir yönetim sistemidir. Ancak dünya üzerindeki federal devletlerin çoğu farklı toplumsal ve siyasal kültüre sahip olup tam olarak bu tanımın gereklerini yerine getirmezler. İki yüzyıldan fazla bir tarihsel geçmişi olan federalizm, dünyanın tüm kıtalarında çok farklı etnik, dilsel, siyasal ve ekonomik sorunlara çözüm bulma kapasitesi ile üniter devlet karşısında başarılı bir alternatif sistemi temsil etmektedir.

Federal sistem kuruluş amacına göre ilk olarak eşit kurucu birimlerin bir araya gelerek ortak bir devlet çatısı altında birleşmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu tarz federal inşa süreci ağırlıklı olarak ABD, Kanada ve Avustralya gibi eski kolonilerde ve bağımsız devletlerin bir araya gelmesiyle İsviçre’de yaşanmıştır.

İkinci federal inşa modelinde ise üniter devlet çatısı altındaki bileşenlerin bir arada tutulması için Belçika örneğinde olduğu gibi üniter sistemden federal sisteme geçilir. Hindistan ve bir ölçüde de Rusya’da federalizme geçiş bu modele uymaktadır. Üçüncü tip federal inşa modelinde ise savaş sonrasında barışı gerçekleştirmek için devleti yeniden yapılandırılır veya kurulur. Nepal, Etiyopya, Bosna ve Irak’ta federal inşa modelleri bu amaçla gündeme gelmişlerdir. 18. ve 19. yüzyıl boyunca yaşanan ilk federal inşa modeli artık mevcut dünya gerçekliğinde tekrarlanma şansına sahip olmayıp, yerini ikinci ve üçüncü tip federal inşa süreçlerine bırakmıştır.

Bir yandan çok etnikli ve çok dinli olan ve lehçeleri ile birlikte yüzlerce dili bünyesinde barındıran, diğer yandan da büyük bir nüfusa ve geniş topraklara sahip olan Hindistan’ın federalleşme süreci oldukça dikkat çekmektedir. Tarih boyunca bir kez Moğol hükümdarlığı döneminde, ikinci kez de Britanya yönetiminde dışardan zor kullanılarak birleştirilen Hindistan, kendi dinamiklerine dayalı gelişen bir siyasal birlikten yoksun olmuştur. Bu özelliğinden dolayı, bağımsızlık sonrasında yeni bir arada yaşama modelinin geliştirilmesi bu devasa devletin varlığını sürdürmesi için can alıcı önemdeydi. Bu kapsamda, Britanya sömürge imparatorluğundan bağımsızlığını elde ettiği birkaç yıl içinde hem farklı etnik ve dilsel grupların özyönetim taleplerine cevap vermek hem de geniş topraklara yayılan ülkede daha etkili bir yönetim oluşturmak için çeşitli idari modeller tartışılmış ve en sonunda dil sınırlarına dayalı olarak çizilen sınırlara sahip olan federal sisteme geçilmiştir. Nehru döneminde, oluşturulacak federal sistemin güçsüz bir merkezle, yetkilerin çoğunu elinde bulunduran eyaletlerden oluşması düşüncesi, müslümanların farklı bir örgütlenmeye gitmesi ve bunun sonucunda Pakistan’ın birlikten ayrılması üzerine rafa kaldırılmıştır. Bu tarihten sonra, güçlü bir merkezin olmasının ülkenin birliği için gerekli olduğu fikri benimsenerek bu doğrultuda adımlar atılmıştır. Dilsel sınırlara dayalı olarak oluşturulan ilk eyaletin 1953’te kurulmasından bu yana gelen süreçte toplan 28 eyalet ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı Hindistan’da devlet altı birimlerin kurulması süreci ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara cevap olmak için sürekli olarak ilerleyen evrim halinde olan dinamik bir süreçtir.

Federalizm tartışmaları günümüzde Hindistan’ın komşusu olan Nepal’de politik hayatın başlıca gündemini oluşturmaktadır. Ülkede krallık rejimine karşı yürütülen halk savaşının temel taleplerinden biri de, farklı etnik grupların özyönetimi çerçevesinde federal bir sistemin kurulması olmuştur. Nepal’in çok etnikli yapısını göz ardı eden kralcı üniter sisteme karşı desantralizasyon temeline dayanan talepler zamanla politik kredibilitesini yitirmiş ve bunun yerine halk savaşını yürüten Maocu hareket etnik grupların kendi kaderini tayin hakkı ve özerkliği savunmaya başlamıştır. 1990’ların ortalarından hareketin programında federal Nepal olarak yer alan bu talep, üç büyük siyasi parti arasında imzalanan dokuz maddelik anlaşmada da yer alarak ülkede kendine geniş bir taban buldu. Politik partilerin üzerinde uzlaştıkları maddelerden 5’i kimlik talepleriyle ilgiliydi ve bu durum Nepal federalizminin güçlü bir etnik temele dayanacağını göstermekteydi. Nepal’de iç savaş sonrası devletin baştan sona restorasyonu zemininde tartışılan federalizm meselesi bu yönüyle 20. yüzyıl boyunca yaşanan diğer örneklerden ayrılmaktadır. Aslında devletin yeniden kurulması anlamında ilk tür federalizm modeline yaklaşırken, üniter devlet yapısının reorganizasyonu yoluyla farklı etnik grupların taleplerine cevap verme anlamında da ikinci federal inşa modeline yaklaşmaktadır. Nepal’de federalizm konusunda 2000 yılından bu yana yapılan tüm tartışmalara ve iç savaşın ardından tarafların üzerinde uzlaştığı Geçici Anayasa’da devletin adının resmen “Nepal Federal Cumhuriyeti” olarak değiştirilmesine rağmen bu konuda daha üzerinde uzlaşılmayan bazı temel meseleler var olmaya devam etmektedir.

Uzun süren bir iç savaş sonucunda federal sistem temelinde yeniden örgütlenen bir başka ülke ise Etiyopya’dır. Afrika’nın en eski devleti olarak sayılan Etiyopya’da federalizm ülkedeki farklı halklar tarafından kurulan tüm ulusal kurtuluş cephelerini bünyesinde barındıran Etiyopya Halkları Devrimci Demokratik Cephesi’nin 1991’de diktatörlüğü yıkmasıyla gündeme gelmiştir. Daha 19. yüzyılın sonunda kendini yönetme tecrübesi olan Eritre’nin ayrılma yönünde tercihini yapmasından sonra geriye kalan etnik grupların uzlaşması sonucu 1995’te yeni anayasa ilan edilerek federal cumhuriyet kurulur. Federe eyaletleri inşa sürecinin etnik temele dayalı olarak yürütüldüğü ülkenin toprakları dokuz eyalete ve iki özel statüye sahip kent arasında bölünmüştür. Eyaletlerin tamamen etnik temelde oluşturulmasının yanında dikkati çeken diğer önemli bir noktada dünyada mevcut eyalet sistemleri içinde istisna olan eyaletlere anayasal olarak ayrılma hakkının bu ülkedeki eyaletlere verilmesidir. Etiyopya federalizminin bir başka önemli özelliği de ülkedeki her etnik grubun diğer etnik gruplarla uzlaşma şartıyla istedikleri zaman kendi eyaletine sahip olma hakkının olmasıdır.

Asya ve Afrika’da federal sistem inşa örnekleri yakın zamana kadar bu şekilde yaşanırken, buna benzer bir sürecin Avrupa’da yaşandığı tek örnek Bosna Hersek olmaktadır. Yugoslavya’nın dağılmasının ardından eski cumhuriyetlerin birlikten teker teker ayrılmaya başladığı süreçte Bosna’daki Boşnak ve Hırvat güçlerinde bu amaçla düzenledikleri bir referandumla Bosna Hersek devletini ilan etmeleri bu bölgedeki Sırplar tarafından kabul edilmemiştir. Kendi çözümlerini uygulamak için harekete geçen Sırp, Hırvat ve Boşnak milliyetçilikleri ülkeyi tahrip ederek ağır kayıplarla sonuçlanan savaştan sonra federal bir modelle aynı devlet çatısı altında kalmayı kabul etmişlerdir. Birbirine düşman bu milliyetçiliklerin elinde kalan üç toprak parçası üzerindeki etnik grupları bir arada tutabilmek için neredeyse dünyanın en ileri politik desantralizasyon süreci yaşanmıştır. 1995 tarihli Dayton Barış Anlaşması’nın öngördüğü bir şekilde ülke Bosna Hersek Federasyonu ile Sırp Cumhuriyeti arasında bölünmüş ve merkezi hükümetin yetkilerinin çoğu bu iki birime verilmiştir. Bu her iki birim politik, idari ve mali olarak özerk olup anayasada açıkça devlete bırakılan yetkiler dışında kendi topraklarında tüm kamu işlerini yerine getirmektedirler. Devletin iki alt biriminden biri olan ve Boşnak ve Hırvat nüfusundan oluşan Bosna-Hersek Federasyonu’da özerk yetkilere sahip 10 kantona bölünmüştür.

 

Federalleşme ve aktörler

Hindistan’da federalleşmenin ana aktörü süreci baştan sona kadar dizayn eden merkezi hükümetler olmuştur. Hindistan gibi çatışma potansiyeli yüksek olan dinsel ve etnik hareketlerin bulunduğu devasa bir ülkede merkezin federal modeli belirlemesi işini üstlenmesi anlaşılır gibi görünmektedir. Özellikle eyalet sınırları içinde etnik azınlıkların eyaletteki çoğunluk yönetiminin baskıcı politikalarından korunması noktasında merkezi müdahalelerin rolü önemli görünmektedir. Ancak federal hükümetin bu gücünü eyaletlerdeki azınlıkları korumak yerine kendi eyaletlerine sahip olan daha büyük azınlıkları kontrol altına almak için kullandığı yönünde eleştirilerde vardır. Hindistan’da merkezi hükümet dışındaki ikinci aktör eyalet ve eyalet altı bölgelerdeki dinamikleri temsil eden hareketlerdir. Andra Pradeş eyaletinin kurulması talebini 1950’lerde yükselterek ülkenin federalleşmesinin yolunu açan ülkenin doğusundaki hareketi bu süreçte önemli bir yere sahiptir. 1953’te Andra Pradeş eyaletinin kurulmasına yol açan Telugu halkının zaferi diğer bölgelerde de eyalet taleplerinin yaygınlaşmasına yol açmıştır. 1989’daki parlamento seçimleriyle başlayarak eyaletlerdeki partilerin seçimlerde istikrarlı bir şekilde oylarını arttırmaları ise ülkede bu partilerin katıldığı koalisyon dönemlerini başlatmıştır. Çok partili sistemin güçlendirildiği bu süreçte federal sistem geri dönülmez bir şekilde derinleştirilmiştir. Bölgesel partilerin yükselişi eyaletlerin yetkilerinin arttırılması taleplerine yeni bir boyut katarak meşruiyetini arttırmıştır.

Nepal’de federalizm talebinin en önemli aktörü 20. yüzyılın ortalarından itibaren federalizmi savunan Madhesi etnik grubu olmuştur. Ülkenin güneyindeki ovalık alanlarda yerleşik olan Madhesilerin kurduğu tüm siyasi partiler, kendi etnik gruplarının yönetimin her düzeyinde adil bir şekilde temsil edildiği federal temelde bir yapılanma talebini ortak bir şekilde dillendirmişlerdir. Bunun ardından Maocu hareket 1996’da yayınladığı kendi gündemindeki öncelikler arasına federalizm talebini de eklemiştir. Böylece, hem Madhesilerin hem de etnik temelde motor gücünü oluşturdukları ve süreç içinde diğer bölgelere de yayılan federalizm talepleri ülkenin iki büyük politik gücünden biri olan Maocu hareket tarafından savunulmaya başlanması ülkede federalleşmenin önünü açan en önemli adım olmuştur. Aynı etnik grubun 2007’de nüfusun önemli bir kısmını oluşturdukları Terai bölgesinde özyönetim amacıyla başlattıkları güçlü direniş ülkenin federal sistem doğrultusundaki inşa sürecinin ilerlemesi yönünde önemli bir basınç yapmıştır. Geçici anayasanın bu direnişten bir yıl sonrasında kabul edilmesi ve ülkenin federal bir cumhuriyet olarak ilan edilmesinde bu direnişin rolünün belirleyici olduğu söylenebilir. 2000 yılından sonra federalizm üzerine Nepalli ve yabancı araştırmacıların çalışmalarının ardı ardına yayınlanması ise bu süreci akademik olarak besleyerek aktörlerin tezlerini güçlendiren bir rol oynamıştır.

Etiyopya’da federal sistemin inşa edilmesi sürecini yöneten temel güçler ülkede etnik haklar temelinde örgütlenen Eritre, Tigre, Afar, Oromo ve diğer halkların kurduğu ulusal kurtuluş cepheleri ve onları bir araya getiren demokratik cephe yapılanması olmuştur. Geçmişte siyasal bir kimliğe sahip olan ve bir müddet Britanya’nın mandasında kalan ve 1950 yılında BM’nin aldığı kararla Etiyopya ile federe bir ilişki statüsüne sahip olarak bu devlete bağlanan Eritre, Tigre ile birlikte merkeziyetçiliğe karşı etnik direnişin temel aktörü olmuştur. Eritre’nin bağımsızlığını ilan ederek tamamen Etiyopya siyasal hayatından çıkması diğer siyasi yapılanmalardan daha örgütlü olan Tigre politik güçlerinin devletin federal yapılanması üzerinde daha fazla etkili olması sonucunu doğurmuştur.

Uluslararası güçler eliyle federalizmin inşa edildiği Bosna’da ise yerel aktörlerin yanında hatta onlardan önce yabancı aktörlerin etkisini görmek gerekmektedir. Özellikle Hırvat ve Boşnakların Bosna-Hersek devletinin en büyük alt birimini oluşturacak Bosna-Hersek Federasyonu altında bir araya gelmelerinde uluslararası baskının rolü büyüktür.

Bunun sonucunda her iki etnik kesimin temsilcileri 1994’te Washington’da bir araya gelerek kendi aralarındaki çatışmayı sona erdirecek anlaşmayı imzalamışlardır. Bosna’daki bu güçler çatışma koşullarında içerden bir model geliştirmek konusunda başarısız olmuş ve kendileri için dizayn edilen modeli benimsemişlerdir. Bu anlaşma, yine uluslar arası aktörlerin direkt yönetiminde gerçekleşen ve ülkedeki savaşı bitiren 1995 tarihli Dayton Barış Anlaşması’nı imkan dahiline sokmuştur.

Kanada federalizminin aktörleri eski kolonyal topraklarda ortaya çıkan bağımsız birimler olurken, bunların arasında yer alan Quebec sergilediği dinamizmle bu ülkedeki federal modeli önemli oranda etkilemiştir. Örnek olarak, 1960’larda Quebec’te Fransızca konuşanların yaygınlaşan hak talepleri Kanada’daki federal sistemin daha fazla desantralize olmasına yol açmıştır. Quebec’teki bu gelişmeler Kanada sınırlarını da aşarak diğer çok uluslu liberal demokrasileri de etkilemiştir.

Federalleşme talebinin dayanakları

Politik bölge talebinin üç dayanağından kimliği korumak ve gücü inşa edilen farklı merkezler arasında paylaştırarak otoriterizmi önlemek federal sistem talepleri içinde geçerlidir. ABD ve Kanada’da olduğu gibi, ilk inşa sürecinde eyaletler özgün kimliklerini yitirmeden bir devlet çatısı altında bir araya gelmişlerdir. Yine Almanya ve ABD’de olduğu gibi gücün tek merkezde toplanıp başka amaçlar için kullanılmasını engellemek federal sisteme götüren gerekçelerden biridir. Yüzölçümü olarak büyük olan ülkelerde bölgesel düzeyde hizmet sağlamak meselesi de federalizmin bir başka gerekçesidir. Brezilya, ABD ve Avustralya gibi büyük ülkelerde federalizmin kurulmasında yüzölçümünün büyük olması da etkili olmuştur.

Günümüzde gerçekleşen federal inşa süreçlerinin yaşandığı örneklerin çoğunda savaş sonrası barışı tesis etmek amacı güdülmektedir. Bu örneklerde daha çok etnik olarak bölünmüş toplumları bir arada tutmak için devlet federal model temelinde baştan sonra yeniden dizayn edilir. Etnik kimliğin oldukça güçlü olması ve çoğu durumda devletin baskılarına karşı şiddetli bir direniş göstermeleri federal temelde bir reorganizasyonu zorunlu kılmaktadır. Yaşanan reorganizasyonda sürekli tahakküm ve baskı üreten merkez-çevre ilişkisinin yerine bölgelerin çoğunun kurucu unsur oldukları ve yeni merkezin (ya da devletin) niteliklerine ortak karar verdikleri bir sistem getirilir. Bölgeler arasındaki eşitliğin anayasal olarak da güvenceye alındığı bu sistem federalizmden başkası değildir. Etiyopya’da gerçekleşen, Nepal’de devam eden ve Irak’ta ise mevcut istikrarsızlıktan dolayı daha epeyce sorunları olan federal inşa süreçleri bu kapsamda görülebilirken, Bosna’da federalizm esas olarak etnik grupların devlet inşa sürecinde kendi aralarında derin bir bölünmeyi yaşamalarına cevap olarak gündeme getirilmiştir.

Farklı etnik, dilsel veya dinsel temelli kimliklerden oluşan ülkelerde yaşanan federalleşmede etnik barışı tesis etmenin en önemli yönlerinden biri olan etnik temele dayanan özyönetim taleplerine olumlu cevap verilmektedir. Çoğu durumda teritoryal bir zemine dayanan bu talepler bölgenin baskın kimliğini korumayı amaçlamaktadır. Etiyopya’da ve Nepal’de baskıcı merkeziyetçi yönetime karşı ortak bir mücadele veren etnik gruplar rejim değişikliğinden ziyade kendi etnik kimliklerinin korunması birinci öncelik olmuştur.

Hindistan’da ise kimliği koruma meselesi devletin ilk geniş çaplı reorganizasyonunda bazı eyaletlerde dilsel bir renge bürünürken, Pencap ve Keşmir’de ise daha çok dinsel kimlik şeklinde ortaya çıkmıştır.

Federalizm sürecinin bir başka önemli dayanağı ise sosyal ve ekonomik ayrımcılığa son vermek kendi ekonomik gelişmesinin sorumluluğunu üstlenmektir. Günümüzde federalleşen bazı ülkelerde daha önceki dönemlerde üniter devletlerin ekonomik ve sosyal politikaları sonucu yatırımların çoğu merkezi bölgelere yapılmış olup diğer bölgeler tamamen ihmal edilmişlerdir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Nepal’dir. Bu ülkede eski rejimin tercihi sonucu yatırımların çok büyük çoğunluğu başkentinde yer aldığı merkezi bölgeye yapılmış olup ülkenin uzan batı ve orta batı bölgelerine neredeyse hiç dokunulmamıştır.

Almanya’da federalizmin gündeme gelmesinin bir başka nedeni savaş sonrası ülkenin yeniden imarı gibi ağır bir sürecin altından merkezi hükümetin kalkmasının zor olduğu gerçeğidir. Bundan hareketle, Almanya’nın, dünyanın en büyük ekonomilerinden biri haline gelmesinde ülkeyi yeniden imar sürecinde başarılı olan federal yapının rolü olduğunu söyleyebiliriz. Küçük bir Avrupa ülkesi olan İsviçre’nin güçlü ekonomiye sahip olması ve ekonomik refahında 150 yıllık federal sisteminin kilit bir role sahip olduğu iddia edilebilir. Aynı şekilde başta ABD olmak üzere Kanada ve Avustralya’nın sahip oldukları zenginliğin ve ekonomik performansta sahip oldukları federal sistemin önemli bir rolü olduğu kabul edilebilir. Tüm bu örneklerden, federal sistemin bir ülkenin ekonomik gelişmesinin yolunu açtığı sonucu çıkarılabilir.

Dünya’da Teritoryal Reorganizasyon Örnekleri İspanya;

İspanya’da bölgesel sisteme geçiş kapsamında teritoryal reorganizasyon meselesi 1977’yi izleyen yıllarda demokratikleşme sürecinin vazgeçilmez bir maddesi haline gelmiştir. Ancak bundan epeyce önce, 1936-38’de kısa süren halk cumhuriyetinin eliyle gerçekleştirilen Katalan ve Bask bölgelerinin kuruluşunu içeren reorganizasyon örneği ortaya çıkmıştır. Fakat demokratikleşme sürecinde reorganizasyonu gerçekleştirme görevini üstlenen hükümetler, bu radikal mirası devralıp geliştirmek yerine 1948’de bölgesel sisteme geçen İtalya’nın sınırlı idari yetkiler veren modelini kendisine örnek olarak almak istemiştir. Katalan ve Bask hareketlerinin daha fazla özerklik için gösterdikleri kararlılık ve bu taleplerin diğer bölgelere de yayılmaya başlaması merkezi iktidarı ülke gerçekleriyle yüzleşmek zorunda bırakmıştır.

İspanya’da politik bölgelerin kurulması 1975’ten itibaren başlayan demokratikleşme sürecinin tüm aşamalarında yer almış ve sürecin sonunda tüm ülke topraklarını kapsayan bölgesel sistem ortaya çıkmıştır. İlk olarak 1975’te hükümet çıkardığı yasayla Bask etnik direnişinin merkezi olan Bizkaia ve Gipuzkoa illeri için teritoryal bir modeli araştırmakla yükümlü Özel İdari Yönetim Araştırma Komisyonu’nun kurmak için bir yasa çıkarır. Komisyon, çalışmalarının sonunda hükümete söz konusu illerde idari özerklik kapsamında bölgesel bir kurumun oluşturulmasını önerir. Aynı çalışmayı Katalonya ayağı da 1976’da bölgeyi oluşturarak her dört ilin meclis başkanları ve önde gelen şahsiyetlerinin katılımıyla aynı isme sahip olan bir komisyon kurulur. Bu komisyon da hükümete sunduğu öneride bölgede Katalonya Genel Konseyi’nin kurulmasını önerir.

Adı geçen ki komisyonu kurarak ülkenin kuzeyinde şiddetlenen etnik talepleri değerlendireceğini yolunda mesaj veren hükümet çıkardığı yasalarla 1977’de ilk olarak Katalan Geçici Özerk Yönetimi’ni ardından aynı yıl Bask Ülkesi Genel Konseyi’ni oluşturur. Kurulan geçici özerk yönetimleri oluşturan üyeler her bölgedeki illeri meclis ve yeni kurulan senatoda temsil eden milletvekilleri ve senatörlerden oluşmaktaydı. Yasama ve düzenleme dışında idareyle ilgili bir dizi yetkinin devredildiği bu rejimlerin amacı kurumsal olarak bu bölgeleri özerkliğe hazırlamaktı. 1978’de meclisin çıkardığı yasalar sonucunda bu adım genelleştirilir ve aynı yılın sonuna gelindiğinde ülke çapında 13 geçici özerk yönetim kurulur.

1978’de yürürlüğe giren yeni anayasa İspanya’nın

yeni teritoryal örgütlenmesi açık bir şekilde yer alarak özerklik hakkı, özerklik inisiyatifi, özerklik statüsünün nasıl hazırlanacağı, özerk bölge ve devletin elinde kalacak yetkiler ve özerklik sürecinin nasıl gelişeceği konularına açıklık getirdi. Anayasanın özerklik inisiyatifini kapsayan 143. maddesi ortak tarihi, kültürel ve ekonomik özelliklere sahip çevre iller,

 

adalar ve bölgesel tarihi kimliğe sahip illerin bir araya gelerek özerk bölge oluşturabileceklerini belirtmekteydi. İnisiyatif başlatmak için söz konusu bölgede seçmenlerin çoğunu temsil eden belediyelerin en az 2/3’sinin bir araya gelmesi gerekmekteydi. Etnik hareketliliğin olmadığı veya zayıf olduğu bölgeler için geliştirilen bu formül normal yolla özerkliğe ulaşım olarak adlandırılmıştı. Bu yolu kullanan özerklik inisiyatiflerinin hazırladığı statü tasarılarının referanduma götürülmesine ihtiyaç yoktu.

Katalonya, Bask ve Galiçya için 151. madde kapsamında öngörülen özerklik inisiyatif formülü çabuk yolla özerkliğe ulaşım olarak adlandırılıyor ve bu bölgelerde daha geniş bir mutabakat ve referandum zorunluluğu getiriyordu. Bu formüle göre, bu bölgeler sözü edilen şartları yerine getirmek koşuluyla üst düzeyde yetkilere sahip olabilecekti. Buna göre, söz konusu bölgeleri oluşturduğu varsayılan illeri temsil eden milletvekilleri ve senatörlerin oluşturduğu asamble statü tasarısını kabul edecek, ardından tasarı meclisteki anayasa komisyonuna gönderilecek ve eğer burada bölgeyi temsil eden heyetle tasarı konusunda uzlaşmaya varılırsa bölgede referandum düzenlenecekti. Referandumdan sonra tasarı tekrar parlamentoya sunulacak ve bir yasa olarak resmileşecekti. Anayasa komisyonundan uzlaşma çıkmadığı durumlarda ise statü parlamentoda bir yasa tasarısı olarak ele alınacak ve bölgede referanduma sunulacaktı.

Böylece özerkliğe her iki yoldan ulaşımda da özerklik inisiyatifinin başlatılması anayasal bir hak olarak kabul edilmekteydi. İnisiyatif için gerekli çoğunluğa ulaştıktan sonra en önemli iş talep edilen özerk bölge için statü hazırlamaktı. Bu açık hükme rağmen, statü tasarılarının anayasada öngörüldüğü gibi aşağıdan yukarıya yoluyla hazırlanması sadece Katalan, Bask ve Galiçya özerklik statüleri için geçerli olmuştur. Geriye kalan diğer bölgelerin statü tasarıları yukardan aşağıya yoluyla hazırlanmıştır. 1981’de 2 büyük siyasi parti ve diğer siyasi ve sosyal aktörler ülkenin teritoryal yapısının aşağıdan yukarıya doğru sorgulamaya başlamış ve bunun sonucunda sürece tabanın katılımı sınırlanmıştır. Aslında daha 1980’den beri merkezi iktidar “tarihsel” olarak ifade edilen bölgelerin dışında kalan diğer bölgelerin maksimum yetkilere sahip olmalarından yana olmayıp onlara sınırlı yetkiler verme eğilimindeydi. Ancak 1979’da Andalusiya maksimum yetkilere sahip olmak için harekete geçince bunu Kanarya Adaları ve Valensiya’da izler ve Navarra’yla birlikte bu düzeyde özerkliğe sahip olan bölgelerin sayısı yediye çıkar.

Normal yolla özerkliğe ulaşan bölgeler ise 1981-1982 yılları boyunca statü tasarılarının Parlamentoda onaylanmasından sonra peş peşe özerkliğe kavuşur.

Bölge sınırlarının belirlenmesi meselesi bölge dinamiklerine bırakıldığı için süreç genel olarak iyi işlerken, birkaç bölgede çeşitli sorunlar baş göstermiştir. Eski Bask toprağı olan Navarra’nın Bask bölgesinden ayrı bir inisiyatif geliştirmesi Bask milliyetçilerini öfhelendirirken, Andalusiya’daki referandumda da Almeria kenti bölgeye dahil olmamak için olumsuz oy vermiş, İspanya’nın en eski krallığının kurulduğu Leon ve kayda değer bir bölge bilincinin olduğu Segovia ili özerklik inisiyatifleri başarısızlığa uğramıştır. Hükümet bu problemlerden sadece Almeria’ya müdahale etmiş ve bu ili yeni kurulan bölgeye eklemek için referandum yasasında değişiklik yapmıştır. Yasaya eklenen bir ibareyle, referandumun her ilde çoğunluk oyuyla kabul edilmediği durumlarda bölge bazındaki çoğunluk oyu özerk bölgenin kurulması için yeterli olacaktı. Ortaya çıkan bu sonuçla Andalusiyacı hareket sevinirken Almeria’nın tercihi açıkça yok sayılmıştır. Bu süreçte bir başka anlaşmazlık ise iktidar partisinin sınırlı bir özerklik vermek istediği Galiçya’da yaşanır. Bu bölgenin statü tasarısı 1980’de referandumdan geçer ve parlamentoya gönderilir. Tarafların uzlaşması sonucu tasarı gecikmeli olarak ancak 1981’de parlamento tarafından kabul edilir ve bölgeye üst düzeyde yetkiler verilir.

Sıradan yolla özerkliğe ulaşan bölgelerden üst düzeyde yetki elde etmek isteyen bölgeler, özerklik statüleri kabul edildikten beş yıl sonra buna ulaşabileceklerdi. 1987 yılına gelindiğinde, bu yolla özerkliğe ulaşan bölgelerin çoğu için bu süre bitmiş ve bu tarz bölgelere önemli miktarda yetki transfer edilmiştir. Bölgeler arasında sahip oldukları yetkiler açısından ilk başlarda çok belirgin biçimde ortaya çıkan asimetri 1992’ye gelindiğinde hükümetin çok sayıda bölgeye elinde tuttuğu yetkileri devretmesiyle daha simetrik hale gelmeye başlamıştır. 1997’den 2000 yılına kadar süreçte özerk bölgeler statülerinde reformlar gerçekleştirmek yoluyla özerkliğin yasal çerçevesini derinleştirmiştir. Merkezi hükümet bu yıllarda normal yolla özerkliğe ulaşan bölgelere özellikle eğitim ve sağlık alanlarında önemli yetkiler devretmiştir. 2005’e gelindiğinde ise bazı bölgeler tekrar statülerinde reform yapmış ve bu kez devlet hazinesinin kullanımı, mali sistem ve vergi servis, yüksek mahkeme ve sosyal güvenlik alanlarında çeşitli yetkiler devredilmiştir. Diğer yandan, özerk sürecinin iki motor gücünden biri olan Bask’ta milliyetçi güçlerin kendi kaderini tayin hakkı konusunda girdikleri arayış 2003’te özgür ilişki planıyla ile sonuçlanırken, diğer bölge Katalonya’nın daha ileri bir özyönetim yolundaki arayışları sonucunda 2006 tarihli Katalan Özerklik Statüsü ortaya çıkmıştır.

 

İtalya;

İtalya’yı yöneten faşist rejim savaşta İkinci Dünya Savaşı’nda yenilerek 1943 yılında çöker. Siyasal ve kurumsal bir krizin patlak verdiği savaş sonrası bu yıllarda İtalya’da yeni bir rejimin kurulması zorunluluğu gündeme gelir. Ancak savaş sonrasında sadece faşist rejimin çökmesinin yanında İtalya’nın teritoryal birliği de yıkılmış ve İtalyan ulusuna ait olma duygusu da yara almıştır. Rejim ve kimlik krizinin bir arada yaşandığı bu dönemde bölgelerden yükselen özerklik taleplerine cevap vermek için yeni hükümet özerk bölgelerden oluşan bir teritoryal modeli benimser.

1946’da monarşi rejiminin kaldırarak demokratik cumhuriyeti kabul eden kurucu meclis devletin teritoryal modelini geliştirdiği bölgesel sistem modeli üzerine inşa eder. 1948 tarihli yeni anayasa ile de İtalya’nın üniter devletten bölgesel devlete geçmesi resmi olarak tescil edilir. Yeni demokratik anayasa yasama ve yürütme yetkilerine sahip olan 20 kurucu bölgeyi en önemli teritoryal birimler olarak tanır. Kurucu parlamento bölgesel sistemi aldığı kararlar doğrultusunda yukardan aşağıya yoluyla kurmasına rağmen yeni bölgelerin inşa edilmesi sürecini ise bölgesel dinamiklere bırakır. Bu noktaya ilişkin olan anayasanın

  1. maddesine göre en az 1000.000 nüfusa sahip olan alanlarda nüfusun en az 1/3’ini temsil eden belediye meclisleri, bölgesel konseylere danıştıktan ve bu istek referandumda söz konusu nüfusun çoğunluğu tarafından onaylandıktan sonra, anayasal bir düzenleme ile mevcut bölgeler arasında bir birleşme olabilir veya yeni bölgeler kurulabilirdi. Aynı madde, illerin ve belediyelerin arzu etmeleri halinde bölgesel konseye danıştıktan ve bir yasa ile bu istek kabul edildikten sonra bir bölgeden kopup diğerine bağlanmasını da izin vermekteydi. Elbette bu isteğin gerçekleşmesi için de söz konusu il ve belediyelerdeki nüfusun çoğunluğunun bu talebi desteklemesi gerekiyordu.

Ancak anayasal olarak yapılan bu dizayna rağmen söz konusu 20 bölge içinde özel statü elde eden 4 bölge dışında kalan diğer bölgeler için yeni bölgesel sistem uzun süre uygulanmayacaktır. 1940’ların sonlarından itibaren, ülkenin savaş sonrasında ortaya çıkan yeniden inşa ve gelişmesinin ağır sorunları yüzünden bölgesel sistem tartışmaları ülkenin politik gündeminden çıkar. Bunun bir sebebi de İtalyanların bölgelerinden ziyade kentlerine daha sadık olmaları ve bu yüzden ülkenin demokrasiye geçmesinde bölgesel güçlerin önemli bir rol oynamamasından kaynaklanmaktaydı. 1970’li yıllarda Avrupa’daki genel eğilime uygun bir biçimde İtalya’da da bölgesel hareketler kültürel ve politik dinamizm kazanır ve bu noktadan sonra bölgeler meselesi gündemin kalıcı maddeleri arasına girer. 1970’te merkezi iktidar özel statüye sahip olan bölgeler dışında kalan 15 bölgeyi “normal statü”ye sahip birimler olarak oluşturur ve her bölgede bölgesel konseyler kurulur. 1972’de de İtalyan Parlamentosu oluşturulan bu bölgelerin statülerini kabul eder ve aynı yıl bölgelere yerel polis, ulaşım, turizm, kentleşme, tarım, balıkçılık vb. çeşitli alanlarda idari yetkiler verilir. Bu sonuçla bölgesel sistem İtalyan kurumsal yaşamının bir parçası durumuna gelerek bölgeler fonksiyonel hale gelmeye başlar.

Özel statüye sahip bölgelerin sayısı ise 1963’te Friuli-Venezia Giulia’nın katılımıyla beşe yükselir. Bu tarz statüye sahip bölgelerin çoğu tarihsel, etnik ve dilsel açıdan ülkenin geri kalanından farklılaşmış ve coğrafik olarak da sınır bölgelerinde yer almakta ya da coğrafik olarak anakara ile bağlantısı olmayan adaları meydana getirmekteydi. Bunlardan kuzeyde yer alan üç bölge Almanca konuşan bir nüfusa sahip olan Güney Tirol, Fransızca’nın bir diyalektini konuşan Aosta Vadisi, Retoromen ve Sloven azınlığa sahip olan ve aynı zamanda önemli bir kesimin Furlan dilini konuştuğu Friuli-Venezia Giulia’dan oluşmaktaydı. Ülkenin güneyinde yer alan Sicilya ve özgün bir dile sahip olan Sardinya ise özel statüye sahip olan iki büyük adadan oluşmaktaydı. Özel statüye sahip bölgeleri diğerlerinden ayıran en önemli özellikler normal statüye sahip olan bölgelerin statüleri bölgesel bir yasayla oluşturulup bölgesel konseyler tarafından kabul edilmesine rağmen, bu tarz bölgelerin statülerinin anayasal bir yasa değişikliği ile kabul edilebilmesi ve değiştirilmesiydi. Yine, bu tür bölgeler sağlık ve eğitim alanlarında pek çok yetkiye sahip olup mali açıdan geniş bir özyönetime sahiptiler.

1990’lı yıllarda tekrar yükselmeye başlayan bölgesel hareketliliğin ortaya koyduğu taleplere cevap vermek için hükümet bir reform paketini hazırlar.

Ancak bu sefer harekete geçen bölgeler farklı bir etnik ve dilsel gerçekliğe sahip olan çevre bölgeler olmayıp, İtalya’nın ileri düzeyde sanayileşmiş kuzey bölgeleriydi. Bu bölgelerin ortak talebi kendilerinden alınan vergilerin İtalya’nın ekonomik olarak geri kalmış güney bölgelerine transfer edilmesinin sona erdirilmesi, üzerlerindeki vergi yükünün azaltılması ve daha fazla ekonomik özyönetimdi. Bu yeni süreç karşısında harekete geçen merkezi hükümet 2001’de parlamentodan yeni bir reform paketini geçirir. Bu pakette devlet ve bölgeler arasında daha yasama görevlerinin yeniden paylaşılması yoluyla merkezi hükümetin bölgesel yasamanın kararlarını iptal edebilme yetkisinden vazgeçmesini ve bunun yerine hükümet ve bölgelerin anayasa mahkemesine başvuru yapma hakkına sahip olmaları, mali açıdan zayıf olan bölgelere yardım etmek için karşılıksız eşitleme fonuyla kaynakların bölgeler arasında yeniden dağıtılması ve daha fazla özerklik isteyen bölgelerin merkezi hükümetle görüşmeler yoluyla bunu elde etmelerinin yolunun açılması gibi maddeler bulunmaktaydı. Paket sahip olduğu içerikle normal statüye sahip bölgelere özerkliği derinleştirme fırsatı vererek özel statüye sahip bölgelerle aralarındaki farklılıkları büyük ölçüde azaltmaktaydı. Özellikle devlet tarafından çıkarılan yasalarda açıkça yer almayan tüm alanlar üzerinde bölgelerin yasama yetkisi olduğunun pakette yer alması iki tip özerk bölgeyi birbirine oldukça yaklaştırmaktaydı.

Kuzeydeki Lega Nord’un federal İtalya taleplerine cevap vermek için hazırlanan 2006 tarihli anayasa reform paketi ise referandumda reddedilmiştir. Anayasa değişiklik paketi toplanan vergilerin nasıl kullanılması konusunda son sözü bölgelere bırakmakta, eğitim, sağlık, adalet konusunda bölgelerin yetkilerini arttırmakta ve bölgelerin yüksek mahkemede temsil edilmesini öngörmekteydi. Referanduma olumlu oy verecek olan bölgeler kuzeyde yer alan Lombardiya ve Veneto bölgeleri olacak, FriuliVenezia Giulia bölgesinde ise evet diyenlerin oranı %49’a kadar çıkacaktı. Toplamda kuzey bölgelerinin %47’si referanduma olumlu oy verirken yoksul güney bölgesinde bu oran %25’e düşecekti.

 

Hindistan;

Hindistan’ın Britanya İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını elde ettiği 1947’den sonra ülkenin teritoryal temelde reorganizasyonu uzun süre boyunca politik gündemin en önemli maddelerinden biri olmuştur. Britanyalıların bu devasa ülkeyi yönetmek için ortaya oluşturduğu teritoryal organizasyon mirası üzerinde yeni bir devleti oluşturmak zorunda kalmak iktidarları en çok zorlayan konulardan başında gelmiştir.

Yeni bağımsız devlete devredilen topraklardan bir kısmı Britanya Hint Toprakları olarak adlandırılmış ve sıkı bir merkezi yapı tarafından yönetilmekteyken, Hint Toprakları adı verilen geriye kalan topraklarda ise 552 tane yerel prenslik kurulmuştu.

Hindistan’ı dilsel veya etnik kriterlere göre birimlere bölmek aslında 19. yüzyıl ortalarından beri zaman zaman gündeme gelmekteydi. Hindistan Ulusal Kongresi 1920’li yıllardan beri ülkenin dilsel sınırlara göre kendi içinde bölünmesini savunmaktaydı. Bağımsızlıktan sonra farklı bölgelerin devletin dilsel sınırlara dayalı olarak reorganize olması talebi üzerinde Kurucu Meclis 1947’de Dhar Komisyonu’nu görevlendirir. Komisyon açıkladığı raporunda dilin yanında, coğrafik, mali yeterlilik, idari yaşayabilirlik ve kalkınma potansiyeli kriterlerinin de göz önüne alınmasını önerir. Ancak bağımsızlıktan sonra Tüm Hindistan Kongre Komitesi’nin devlet altı birimlerin nasıl oluşturulacağı konusunu araştırmak üzere kurduğu JVP Komitesi 1949’da açıkladığı raporunda eyaletlerin dil kriterine göre oluşturulmasını reddeder ve daha önemli sorunlara yoğunlaşmak için yeni eyaletlerin oluşturulmasının birkaç yıl ertelenmesini önerir. Böylece, Mahatma Gandi’nin eyaletlerin dilsel sınırlara göre oluşturulması gerektiği fikrine ve Hindistan’da iktidarı ele geçiren partinin daha önceki sözlerine rağmen dilse ve etnik temele dayalı bir federalizm bağımsızlığın ilk yıllarında öngörülmez. Özellikle Pakistan’ın birlikten ayrılmasından sonra Hindistan’ın karizmatik lideri ülkenin birliğini tehlikeye atacağı gerekçesiyle bu tarz bir federalizme açıkça tavır alacaktır.

Ancak ülkeyi oluşturan topraklarda örgütlenen bölgesel hareketler merkezi hükümetin bu tavır değişikliğini kabul etmeye hazır değildir. Ülkenin doğusundaki Madras’a bağlı topraklarda Telugu dilini konuşanlar için bir eyalet kurulması talebiyle yapılan kitlesel gösteriler hükümeti oldukça zorlamaya başlar. Ayrı bir eyalet kurulması yanlısı hareketin üyesi olan Potti Sriramulu’nun bu taleple başlattığı açlık grevinde hayatını kaybetmesi kitlesel ajitasyonun düzeyini oldukça yükseltecek ve 1952’de geri adım atan Nehru protestocuların talep ettiği Andra eyaletinin kurulacağını açıklayacaktır. 1953’te Andra’nın kurulmasıyla birlikte merkezi hükümet reorganizasyonun nasıl yapılacağı konusunu netleştirmesi için Devlet Reorganizasyon Komitesi’ni (SRC) kurar. Komite, devletin reorganizasyonunun ilkelerini tespit edecek ve hangi toprak parçalarının eyalet statüsüne sahip olacağını belirleyecek raporunu 1955’te açıklayarak bu konudaki belirsizlikleri giderir. Raporda dilsel homojenlik temel bir kriter olarak kabul edilmesine rağmen idari, mali ve politik faktörlerinde eyalet sınırlarının belirlenmesinde göz önüne alınması gerektiği önerisinde bulunulur. Kurulacak birimlerin coğrafik devamlılığın, idari uygunluk açısından önemli olduğunu, birimlerin yeteri kadar büyük olmasının ise etkili bir idareyi ve ekonomik kalkınmayla ilgili etkinliklerin koordinasyonunu sağlayacağı raporda yer almaktaydı. Komite raporda halkın isteklerinin de önemli olduğunu kabul eder ancak bunun diğer faktörlerle birlikte ele alınması gerektiğini belirterek ona merkezi bir önem atfetmez. 16 eyaletin kurulmasının önerildiği raporda söz konusu eyaletlerin isimleri ve hangi bölgelerden oluşacakları da ayrıntılı bir şekilde yer almaktaydı.

Merkezi hükümet, SRC’nin raporunun ardından, eyaletleri esas olarak konuşulan dillere göre belirleyen Devletin Reorganizasyonu Yasası’nı 1956’da kabul eder. Yasayı hızla uygulamaya geçiren hükümet ilk kapsamlı reorganizasyon sürecini başlatır ve aynı yıl beş eyaleti kurar. Pencap’taki Sih hareketinin dini temele dayalı olarak Pencap’ta bir eyalet kurma talebi ise Hindistan’ın bir kez daha dinsel temelde bölünmesini istemeyen merkezi liderlik tarafından kabul edilmez. Nehru bu bölgeyi Hindu ve Sihler arasında bölmek yerine daha fazla toprak ekleyerek Pencap’ı daha da büyütür. Sih liderliği dini retoriği terk etmesi ve eyalet taleplerini dilsel ve etnik bir temele oturtmasıyla 1966’da Pencap eyaleti oluşturulur. Hindistan’da ikinci reorganizasyon süreci ise 1971-87 yılları arasında gerçekleşmiş olup Assam Eyaleti üzerinde yoğunlaşmıştır. Çok farklı aşiret, karışık dilsel ve etnik gruplardan oluşan bu eyaletteki nüfusun sisteme daha iyi entegre edilmesi amacıyla bu toprak parçasından altı yeni eyalet oluşturulmuştur. Aynı süreçte Pencap’tan kuzeyinde kalan topraklardan Himachal Pradeş eyaleti oluşturulmuş ve son olarak da batıda Hint Okyanusu kıyısındaki Goa kenti ve çevresinden Goa Eyaleti oluşturulmuştur.

Hindistan’da bugüne kadar yaşanan reorganizasyonlardan üçüncüsü ve en sonuncusu 2000 yılında gerçekleşmiştir. 1990’lar boyunca özellikle Hinduların çoğunlukta olduğu bölgelerde bölge siyasetin güçlenmesiyle Hindu milliyetçi güçleri de yükselişe geçmeye başlayarak merkezi hükümetlerde koalisyon ortağı olmuştur. Bu partilerin merkezde sahip oldukları gücü harekete geçirmeleriyle Hindu bölgelerinde üç yeni eyalet kurulmuştur. Hindu dilini konuşan her üç bölgenin bağlı oldukları eyaletlerin diğer bölgelerinden ekonomik açıdan daha geri olmaları kurulma gerekçelerinin ekonomik gelişme olduğunu göstermektedir.

 

Devletin üç kez geçirdiği reorganizasyon süreçlerinde toplam 28 eyalet kurulmasına rağmen yeni eyalet talepleri ülkenin çeşitli noktalarından yükselmeye devam etmektedir. Yirmiye yakın bölgede ortaya çıkan bu taleplerden en güncel olanı kitlesel bir zemine oturan Telangana eyaletinin kurulması ile ilgili olanıdır. Andra Pradeş’te yer alan Telangana bölgesinde Andra’yla aynı dil konuşulmasına rağmen ekonomik olarak bu bölgeden geri olması yeni eyalet talebinin zeminini oluşturmuştur. Elli yıldan beridir dile getirilen ayrı bir Telangana Eyaleti talebinin son yıllarda kitlesel bir destek bulması 2009’da devleti ayrı bir Telangana eyaleti oluşturma sürecini başlatmak isteğini açıklamak zorunda bırakmıştır. Yeni eyaletin oluşturulması meselesini araştırmak üzere hükümet 2010’da bir komisyonu görevlendirdiğini açıklamıştır. Sözü edilen eyaletin günümüze kadar kurulmamasının en önemli nedeni hükümetin eyaletin kurulmasını açıklamasından sonra yeni eyalet kurma talebini yükselten grupların harekete geçmesinin Pandora’nın Kutusu’nu açmasından korkulmasıdır.

 

Nepal;

Nepal’i 239 yıl boyunca yöneten krallık rejimi Maocu hareketin yönetimindeki halk savaşı sonucunda geri adım atarak ülkedeki demokratik güçlerle uzlaşmaya varır. Ülkenin demokratikleşmesi görevini üstlenen kurucu meclisin 2007’de hazırladığı geçici anayasa, krallık rejimine ve üniter devlete son vererek onların yerine demokratik federal sistemi getirir. Anayasa daha önce merkezi iktidarın baskısı altındaki etnik gruplara yönelik ayrımcılığı ortadan kaldırır, kast sistemini yasaklar ve başta kadınlar olmak üzere dezavantajlı durumda olan sosyal gruplara fırsat eşitliği tanır.

Ancak 2007’de anayasa ile ilan edilmesine rağmen ortaya çıkan sorunlara çözüm getiremeyen Nepal’in federalleşme sürecinde şimdiye kadar önemli bir mesafe kat edilememiştir. Bu süreçte tüm tarafların en çok ilgisini çeken ve birbirinden çok farklı çözüm önerilerinin ortaya atıldığı mesele hangi eyaletlerin kurulacağı ve bu eyalet sınırlarının hangi kriterlere göre çizileceği meselesidir. 100 civarında etnik grubun ve 70 civarında dilsel grubun bulunduğu ülkede en çok rağbet bulan etnik temelde federe eyaletlerin sınırlarının çizilmesi konusunun nasıl çözüleceği meselesi şimdiye kadar çözülememiştir.

Sürecin ilerlemesini zorlaştıran bir başka nokta federalizmin başta gelen aktörlerden olan Madhesileri için kurulacak eyaletin hangi toprakları kapsayacağı ile ilgilidir. Madhesiler ülkenin güneyinde boyunca uzanan tüm toprakların kendileri için kurulacak eyalete bağlanmasını isterken, bu eyaletin Hindistan sınırı boyunca uzanmasından kaynaklanan stratejik öneminden dolayı bu talep bazı etnik gruplar tarafından kabul edilmemektedir.

Federal yapı üzerinde uzlaşmayı zorlaştıran bir başka konu doğuda yaşayan Limbular tarafından kendileri için ayrıcalıklar talep etmeleridir. Daha önce baskı altın alınmış etnik grupların uğradıkları mağduriyeti telafi etmek için yönetime katılmakla ilgili diğer etnik gruplardan daha üstün haklar talep etmektedirler. Söz konusu etnik gruplar federal bir sistemde bile bu tür kurumsal ve yasal mekanizmalar olmadan marjinalleşeceklerinden korkmaktadırlar. Diğer yandan, Limbus etnik grubunun ülkenin doğusunda kurmak istediği eyalet ise bu kez aynı topraklarda hak iddiasında bulunan Madhesiler tarafından kabul edilmemektedir. Nepal’de federalizmin inşa sürecini geciktiren bir başka önemli mesele ise ülkede uzun bir tarihi geçmişi olan kastlar meselesidir. Etnik hiyerarşinin tepesinde yer alan iki egemen kast olan Brahmin ve Chhetriler etnik temelde kurulacak federalizmin yönetimdeki hakimiyetlerini ortadan kaldıracağına inandıkları için sürece muhalefet etmektedirler. Buna benzer bir şekilde diğer etnik gruplarda geçmişte kast hiyerarşisinde kendilerine tanınan ayrıcalıkları korumak istemektedirler.

Ülkenin coğrafik yapısı da etnik federalizm temelinde bir inşa sürecini zorlaştıran bir başka faktör olmaktadır. Himalayaların güneyinde yer alan ülkede sırasıyla doğu-batı doğrultusunda önce dağlar, ardından tepelik alanlar uzanmakta ve bunu da en güneydeki ovalar izlemektedir. Bu yapıya ek olarak da ülkedeki başlıca akarsu havzaları kuzeyden güneye doğru dağlık, tepelik ve ovalık alanlar boyunca akmaktadır. Ülkenin bu coğrafik yapısından hareket edenler dağlar, tepeler ve ovaların kendi aralarında bir bütünlüğü meydana getirdiklerini ve bu üç farklı yer şekillerinden sadece birini kapsayan bir bölgenin kalkınmasının engelleneceğini ileri sürmektedirler. Bu yaklaşımı benimseyenler kurulacak bölgesel birimlerin “birbirleriyle mukayese edilebilir ekonomik şartlara” sahip olmaları için kuzeyden güneye uzanmaları gerektiğine inanmaktadır.

Nepal Geçici Anayasası, yeni anayasanın yürürlüğe girmesinden önce ülkenin yeniden yapılanmasını şart koşmuştur. Bu görevin yerine getirilmesi için hareket geçen hükümet 2008’de Devletin Yeniden Yapılandırılması ve Devlet Yetkilerinin Dağıtılması Komitesi adı altında 43 kişiden oluşan yapıyı kurmuştur. Nepal için benimsenecek federal modeli belirlemeye yönelik çalışmalar yapmakla yükümlü olan bu oluşuma siyasi partiler devletin yeniden yapılandırılması ilgili hazırladıkları tasarıları sunmuşlardır. Komitenin devletin yeniden yapılandırılması ile ilgili hazırladığı raporda etnik temelde 14 eyaletin kurulması önerilmiştir. Ancak beklentileri karşılanmayan çeşitli etnik grupların bazı siyasi partilerin muhalefeti raporun reddedilmesine sebep olmuştur. Bu tartışmalı raporun ardından hükümet 2011’de aldığı kararla gereğince uygun bir federal modeli önermekle görevlendirdiği Devleti Yeniden Yapılandırma Komisyonunu kurmuştur. Fakat dokuz üyeden oluşan komisyondaki üyeler arasında uzlaşma sağlanamamış, üyelerin çoğunluğu tarafından yayınlanan rapora karşı azınlıktaki üyelerde yeni bir rapor yayınlamıştır. Çoğunluk raporunda etnik temele dayalı olarak 11 eyalet kurulması önerilirken azınlık raporunda ise ekonomik yaşayabilirlik kriteri gereği 6 eyaletin kurulması önerilmiştir. Her iki raporun yayınlanmasının ardından beklentilerinin karşılanmadığını düşünen kesimler tarafından ülkede geniş çaplı protestolar yapılmıştır.

Nepal’in federal inşa süreci kapsamında teritoryal reorganizasyonu konusu siyasi oluşumların yanı sıra akademik çevrelerinde yoğun ilgisini çekmiş ve bu kesimler tarafından çok sayıda öneri yapılmıştır.

Bunlardan ilki 2003 yılında Bohara tarafından önerilmiş olup, nehir havzaları boyunca kurulacak 5 eyaleti kapsamaktadır. 2006 yılındaki çalışmalarında Devkota ve Gautam’da nehir havzalarını kapsayan 3 eyaletin yanında Katmandu Vadisi’nde için bir eyalet kurulması önerisini getirmiştir. Pitamber Sharma’da (2007) biri dışında hepsinin kuzeyden güneye uzandığı altı bölgenin kurulmasını önermiştir. Sözü edilen bu her üç önerinin ortak yönü etnik temele dayalı federalizme karşı tavır almalarıdır. Bu görüşü benimsemeyen diğer araştırmacılar ise daha çok etnik temele dayalı federalizm önerilerinde bulunmuşlardır. Bu görüşte olanlardan biri olan Limbu (2003) teritoryal federasyonların içinde kültürel federasyonların kurulacağı 7 özerk bölgeyi ve bunun içinde de dilsel sınırlara dayalı alt-birimleri önermiştir. Shastra (2005) hacim olarak oldukça homojen olan 14 eyaletin kurulmasını önerisinde bulunurken Gurung (2005) eyalet sayısının 11 olması gerektiğini savunmuştur. Sharma ise (2007) 15 küçük eyaletten oluşan ve eyalet meclislerinde orantılı temsile dayalı bir sistemin olduğu kültürel bir federasyonun kurulması önerisini getirmiştir.

Devletin yeniden yapılanması kapsamında teritoryal reorganizasyon için gerek siyasi partiler ve devlet tarafından kurulan yapılar gerekse de akademik çevreler tarafından sunulan önerilerin hiçbiri tüm kesimlerin beklentilerini karşılayamamıştır.

Durum böyle olunca yeni anayasayı hazırlama takvimi sürekli olarak uzatılmakta ve bu da “Yeni Nepal” olarak tabir edilen dönemi bekleyen çok farklı kesimleri daha fazla öfhe ve endişeye sevk etmektedir.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.