Düşünce ve Kuram Dergisi

Özerklik Felsefesi ve Demokratik Özerklik

Osman Kılavuz

Toplum, toplumsal alanın bir yaratımı mıdır?

Yoksa topraktan biten bir bitkinin doğuşu gibi organik ve doğal bir özelliğe mi sahiptir? İnsan doğanın bir yaratımı, toplum ise insanın bir yaratımıdır denilebilir mi?

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, zihinsel üretim ve insansal bir inşa süreci olarak değerlendirir toplumu. Cornelius Castoriadis ve kendisinden önceki sayısız filozof da aynı şekilde toplumu, kurma, onların deyişiyle kurumlandırma veya yaratım süreci olarak tanımlar. Genel bakış önemli oranda bu temeldedir. Bakış açıları arasındaki ihtilaf, toplumun nasıl ve hangi güç tarafından kurulduğuna yönelik olmaktan daha çok, toplumun özerk mi ya da yaderk temelde mi kurulduğu yönündeki gelişen tartışmalara ilişkindir. Diğer bir deyişle toplum kendi kendisini mi yapılandırıyor, yoksa bağımlı olduğu aşkın bir iktidar tarafından mı yönetiliyor? Bu soruları konu boyunca tartışmaya başlamadan evvel, öncelikle temel bazı kavramlar üzerinde durmaya çalışacağız.

 

Özerklik (Otonomi) ve Yaderklik (Heteronomi)

Özerklik, autos (kendi) ve nomos (yasa) sözcüklerinden oluşur. Toplum veya bireyin kendi yasasını kendisinin oluşturması anlamına gelir. Dıştan gelen bir otorite ve gücün oluşturduğu veya dayattığı yasaların kabul edilmemesi, toplum ve bireyin kendi yasasını koyup o yasalara göre yaşamasıdır. Başka bir deyişle, toplumun öz yaratım sürecidir. Özerklik aynı zamanda bahşedilmiş olanı değil, hakikate bağlanmış yaşamı yaşamak demektir. C. Costoriadis’in daha yalın bir ifadesiyle, “Özerk olmak özgürlüğe ve hakikat amacına bel bağlamış olduğumuz anlamına gelir.”

Yaderklik (heteronomi) ise heteros-nomos sözcüklerinden oluşur. Kendisinin değil başkalarının yasalarıyla yönetilmek veya kurulmak anlamına gelir. Yaderklikte dış otoritelere boyun eğme durumu geçerlidir; dolayısıyla özgürlükten bahsedilemez; bağımlıdır. Özerklik durumunda bir tür kendilik varken, yaderklikte (heteronomide) bunun tam tersi bir durum söz konusudur.

Toplum, dışarıdan bir güç, ötekiler ya da iktidar tarafından kurulduğunda buna toplumun özerkliğini kaybetmesi, yönetimin aşkınlaşması, öz itibariyle yabancılaşması denilir. Kendi kendini yöneten özerk toplum modelinde ise yönetsel olgu içkinlik temellidir. Amaç, dışarıda değil, topluma içkindir. Kent felsefesinde, insanı yönlendiren ilkenin insanın kendisinde olması olarak değerlendirdiği şeydir de bir anlamda. Toplumun içkin veya aşkın kuruluşunun, özerkliğin veya demokratik özerkliğin hangi felsefesi ve politik öğelerine dayandığını anlamamız açısından önemli bir yeri vardır. O halde felsefede aşkınlık ve içkinlik kavramları nasıl tanımlanmaktadır?

 

Aşkınlık ve İçkinlik

Aşkınlık, felsefede tanrının (yaratıcının) evrenin dışında, ondan bağımsız bir olgu inancı olurken; içkinlik ise tanrının yaşadığımız dünyada olduğu inancıyla ifadeye kavuşur. Örneğin; tektanrıcılık aşkınlığı, kamu-tanrıcılık (panteizm) denilen doğayı kapsayan bir ilahın varlığını kabul eden inanç ise içkinliği ifade eder. Yani aşkınlık başka bir tanımlamayla, deneyim alanının ötesinde bulunma halidir. Bir panteistin tanrısı algılanabilir alem içerisinde dünyaya içkinken, bir teistin tanrısı ise algılanabilir dünyanın dışındadır, aşkındır. Bunların dışında ruh, devlet, iktidar, kutsallaştırılmış birey vb. de aşkınlık kapsamı içinde yer alır. Konumuzla bağlantılı olarak bu her iki kavram, gücün varlığa içkin mi olduğu ya da varlığın dışında (tanrı, devlet gibi) aşkın karakterde mi olduğu boyutlarıyla ele alınacaktır. Örnek, toplumsallığı bir varlık olarak ele aldığımızda onun bir gücün belirleyici olduğu felsefe ve siyaset biliminin önemli tartışma götüren konularındandır. Buna göre özerklik içkin bir olma hali iken, iktidar ve türevi devlet türü şeyler aşkın bir gerçekleşme olarak tanımlanabilir.

Toplumdaki değişmeyi başlatan iç koşulları içkin nedenler olarak belirtebiliriz. Örneğin egemenlik hakkı bir devlete veya iktidara devredilmemişse, bu, toplumun içkin bir gerçekleşmeyi yaşadığı anlamına gelir. Egemenlik eğer bir yerde iktidarın tekelindeyse topluma, onun kendini yönetme hakkına dayatılmış bir aşkınlık hali söz konusudur demektir.

 

Toplumsal Problemin Benliği

Toplumsal problemin neliği konusu sosyal bilimin en temel tartışma alanlarındandır. Toplumsal sorunun temel kaynağının doğru ve sağlıklı tespiti yapıldığında ondan çıkışın yolu da kendisini daha net bir şekilde açığa vurmuş olacaktır. Asıl sorun, toplumsal problemin tespitinin büyük bir giz perdesi altında saklı olması nedeniyle bilinmesinin çok güç olmasıyla ilgili değildir. Problem, tespiti yapacak gözlemcinin (sosyal bilimcinin, filozofun) gözlemlediği olguyu etkilemesi, tanımlaması esnasında olgunun (gözlemlenenin) özünü, daha doğrusu ona ait olan hakiki bilgiyi değiştirebilme potansiyelidir. Gözlemci, hakikati durduğu noktayla bağlantılı olarak kendine büküp değiştirebiliyor; dünyayı, toplumu olduğu gibi kavramaktan çok onu kendi felsefesi ve yasalarına indirgeyerek, toplumsal problemin hakikatini çözeceği yerde ondan daha çok uzaklaşıyor. Bu hususta mutlak bir görecelilikten bahsedilmese de toplumsal gerçeğin değişken ve karmaşık karakteri nedeniyle onu her zaman ve mekânda geçerli olan yasalarla tanımlamanın zor olduğu da açık bir gerçektir.

1-Öcalan, toplumsal dinamiği tanımlarken, toplumun temel dinamiğinin çiğnenmesi, bozulması olarak belirtir. O halde bozulan ya da çiğnenen toplumun temel dinamiği nedir?

Sözü edilen dinamiğin kendi kendini kurabilme özelliğiyle bilinen kendilik olduğu açıktır. Toplum bir tür öz yaratımdır. Kendi kendisini kuran bir dinamiğe sahiptir. Biyolojik alanda bir yumurtanın döllenmesi, vücutta açılan bir yaranın kendi kendini iyileştirmesi, enerjinin maddeye, kaosun düzene dönüşmesi gibi. Toplumsal yapı da bu türden özüretken sistemler gibidir. Heterojen ve çoklu farklılıklarıyla karmaşık olan bu iç yapılarını özüretkenlik özellikleriyle korurlar. Denge noktasından uzaklaşsa bile kendi kendisini düzenleyebilecek bir özorganizasyon olma yeteneğini gösterirler. Sistem sürekli olarak tekrarladığı çevrime geri çekilmektedir. Küçük bir havuzun içindeki su dibe doğru süzüldükçe, suda oluşan spirallerin elimizle müdahale ettiğimizde bozulup, elimizi çektiğimizde suyun eski haline gelmesinde olduğu türden bir kendilik ve çekiş durumu vardır.

Bilim, bu limit devirlere veya nokta çekenlerine ‘tuhaf çekenler’ adını verir. Bütün kaotik sistemlerin bu tuhaf çekenlerin etkisi altında olduğu iddia edilir. Aslında kaosun kendisi de birebir karmakarışıklık, rastgelelik, hiç tanımlanamazlık olarak görülmez.

Kaos, sürekli düzen ve birlik olmaya eğilimli açıklanabilir bir düzensizliktir. Kaos, içinden çıkılmaz bir hercümerç ya da bir bitiş de değildir. Yaradılış ve döllenmenin, oluşun zorunlu bir zamansallığıdır.

21.yy’ın bilim insanları öz örgütlenmeyi bütün maddesel süreçlerin doğal işleyişi olarak kabul ederler.

Demek oluyor ki kendilik ve özorganizasyon mekanizması bütün canlı organizmaların iç yapıları için de geçerli oluyor. Farklılık ve çokluğu ifade eden toplumsal bir sistemin iç yapısında da aynı şekilde bir kendilik mekanizmasının varlığından bahsetmek mümkündür. Burada sözü edilen kendilik, kendiliğindencilik demek değildir elbette. Toplumsal bünye, uygun şartlarını yaşadığında bu kendilik mekanizması işleyecektir. Bu, Kant’ın sözünü ettiği insani eylemeyi, iradi etkiyi gözardı eden metafizik kendilikle de tam olarak örtüşmez. Kant’a göre mutlak, değişmeyen bir akıl vardır; o, mutlaka her durumda geçerli yasayı seçecektir. Bu akıl varlığın kendisindedir, ona içkindir. Burada varlığa içkin olan bir akla, güce işaret edilmesi, o aklın dışarıda/aşkın bir güce dayandırılmaması önemli bir noktadır. Ama bu içkin özelliğin kaynağı a prioridir; anlaşılmaz ve metafiziktir. Kant, içkin olan özellikten aşkın bir kudret çıkarmıştır. Bunun pratik anlamı ise şudur: İnsanın yaratıcı eylemi ve seçme özgürlüğü önceden kodlanmış şekilde insanda mevcuttur. Oysa ki ‘özerklik ve toplumsal kendilikte akıl kendi yolunu bulur’ türünden bir akışına bırakma hali söz konusu değildir. Buradaki anlatılmak istenen doğal hal, tikel varlıklar olarak her insansal eylemin çoklukla buluştuğunda yakaladığı tümel uyumdur. Temel dinamiği bozulmamış olan toplumsal dinamikte kendiliğindenci bir akış öngörülmez, yasalar ve doğrular tikel bireylerce seçilir, sorgulanır ve istekle yaşamsallaştırılır. Elde edilen verim ve ortaya çıkarılan ortak iyi’nin sonuçları görüldüğü oranda kendilik döngüsü sürgit yaşatılır. İnsanların kendi yasasını yapıp o yasaya göre yaşamaya başlaması hem kendi isteklerinin bir sonucudur hem de onu yapmak durumunda oldukları içindir. Zorunluk özgürlüğü doğurmamış, özgürlüğün içinde doğmuştur.

O halde özerklik ve kendilik toplumun iç yapısında doğal bir şekilde olduğuna göre, toplumlar neden uzun bir süredir ve hala yaderk şekilde yaşamakta ve özerkliğe tümüyle dönememektedir? Bu soruya yanıt aramaya çalışırken A. Öcalan’ın toplumun temel dinamiğindeki bozulmaya ilişkin yaptığı temel tespite yeniden dönmeliyiz. Şöyle diyor Öcalan: “Toplumun toplum olmaktan çıkarılmasını temel sorun yapmak gerekir. Birinci husus, bir toplumu belirleyen, toplumsal varlığı inşa eden, kurgulayan değerler vardır. Varlığın kendisi dediğimiz husustan bahsediyorum. İkincisi, bu varlığı, kendiliği kendilik olmaktan çıkaran, varlığın temelini ortadan kaldıran gelişmelerden bahsediyorum.”

Bu kendilik halinin ortadan kaldırılması, insan eliyle oluyor. Temel bozucu araçlar iktidar ve devlet olgularıdır. Düzeltici ve doğal duruma geçişi sağlayacak şeyin ise toplumun özgür politikliği ve ahlakiliği olduğu hususunu da yine Öcalan’ın savunmalarından netçe biliyoruz. Demek oluyor ki kendilik, özgür politika ve ahlakın yoksunluğunda sekteye uğruyor. İktidar ve devlet için, topluma sızma ve sirayet etmenin başladığı yer bu zayıf nokta oluyor. Doğal toplum veya normal toplum olma halinden uzaklaşma bu temelde gelişiyor. Bu noktanın altını çizdikten sonra konunun felsefe dünyası içindeki gelişim sürecini daha yakından incelemek mümkündür.

 

Doğal Toplum Efsanesi

Toplumun özerklik ve özgürlüğünü kaybetmesi hikayesinin Hobbes ve Rousseau’daki dramatik anlatımı modern siyaset ve toplum anlayışının oluşumuna büyük oranda şekil vermiştir. Toplum özerkliğini kaybettiğinde kuruculuk ve egemenlik hakkını da kaybetmiş demektir. Toplum için özerkliğin savunusu, politikliğini yaşatabilmesinde saklıdır. Politiklik olma halinin son bulduğu noktada toplum ilkin özgürlüğünü kaybeder, sonra aşkın bir iktidar gücüne boyun eğmek için hazır hale gelir. Politikanın bittiği yerdeÖcalan da belirtir-, iktidar ve devlet başlar, itaat sürecine girilir. Toplum için bu ağır travmatik sürecin gelişimi Rousseau ve Hobbes’ta, kaçınılmaz ve yaşanılmak durumunda olunan bir süreç olarak anlatılır ve aynı zamanda bu durum olumlanır da.

Modern çağ öncesi eski egemenlik anlayışı tanrının kutsiyeti üzerinden kralların otoritesiyle vücut buluyordu. Daha sonraki süreçte tanrısallık üzerinden gelişen iktidar anlayışı meşruiyet krizini yaşayınca daha dünyevi bir anlatım ve meşruluğa dayanan ‘toplum sözleşmesi’ kuramı geliştirildi. Bu kuram aynı zamanda aşkın siyaset anlayışının da teorik ifadesi olacaktı.

Doğal toplum öz olarak şöyle hikayelendirilir: Toplum doğal haldeyken, tabii egemenlik (politiklik) hakkını bir toplum sözleşmesi çerçevesinde -sözümona gönüllücebu iktidara/devlete devreder, bu hakkından vazgeçer. Kendisini yönetme hakkından başkasının kendisini yönetme hakkına razı olduğu iddia edilir. Peki, insan buna niye rıza gösterir?

Hobbes bunun sebebini korku diye tanımlıyor. Ona göre insanlar doğal haldeyken eşittirler (Doğal toplum, devlet öncesi toplumdur). Her varlık bulunduğu tabii durumda doğal bir güce, hakka sahiptir. Güç arzusu rekabeti, rekabet, çatışma ve savaşı getirmektedir. O yüzden herkese hükmedecek öyle bir egemenlik oluşturulmalı ki artık ‘herkesin herkesle savaşı’ son bulsun. Toplumun hepsine birden korku salacak öyle bir hükümranlık olmalı ki birbiriyle olan savaş artık olmasın. Çünkü savaş hali yıkım, yoksulluk, yalnızlık, kısa bir hayat süresidir. Bu korkulardan kurtulmak daha büyük başka bir korku yaratan gücün egemenliğinin altına girmenin en makul izahatı olur. İnsanlar bu gerilim ve korkudan kurtulmak adına kendisini hiçbir şekilde dahil olmadığı, kendisinin hiçbir fikrinin sorulmadığı egemen güce teslim ederler. Kölelik bu nedenle gönüllüce kabul edilir.

Modern devlet, meşruiyetini buradan alır. İnsanları toplumsal sözleşmeye zorlayan şey de budur. Doğal haktan vazgeçiş, sözleşme taraflarına sivil bir hak kazandırır. ‘Vahşi’-doğal durumdan uygar (devletli) duruma geçilmiş olunur. Artık doğal haklar devam etmez. Bunun üzerinden de yapay haklar anlayışı geliştirilir. Doğal hakkı kalmayan birey, toplum sözleşmesiyle özgürlüğü sınırlanmış, devlet hukuku tarafından verilenler kadar özgürlüğü yaşamak durumunda bırakılmıştır. Artık yasaya uyduğunda özgürsündür. Hukuk politikanın önüne geçmiştir. Politika kaybedilince özgürlük de yitirilir.

Spinoza ise bu modern efsanenin dışında bir yer tutar. Toplumu özerk kılan politiklik Spinoza’da topluma içkindir. Doğal hakkı aşkın bir iktidara devretme anlayışı yoktur onda. Spinoza hak kavramını güç kavramıyla birlikte ele alır. Birey, gücünü gerçekleştirebildiği ölçüde hakka sahip olmalıdır. Bu hak hiçbir koşulda başka bir iktidara teslim edilemez.

Modern siyasette hak kavramı, kamu otoritesi karşısındaki görev ve ödevlerdir. Spinoza’da ise bu, varlığın eyleme gücüyle ilişkilidir.

Hobbes ve Spinoza doğal hakkın tanrısallığa bağlanan boyutunu yıkıp, onu dünyevileştirdiler. İyi ve kötünün belirleyicisinin aşkın/tanrısal olan değil, politik olan olduğunu gösterdiler. İkisinin de kalkış noktası aynıydı, ama gittikleri ve vardıkları yer birbirine zıt yöndeydi. Hobbes’ta politik alan devlettir ve burası temsili alandır; yaderktir. Spinoza’da ise temsil yoktur. Egemenlik doğrudan kuruculuktur ve özerktir. Politik kuruculuk toplumun doğal hakkıdır, topluma içkindir devredilmezdir; özerktir.

Spinoza normalde 17.yy.’ın rasyonalist bir düşünürüdür. Ama birçok düşünür tarafından modernizmin ‘zamansız bir eleştirmeni’ olarak değerlendirilir. Bir panteist olması, yani tanrının bu dünyanın dışında değil, dünyanın içinde olduğu inancını söylemesi onun içkinci bir filozof olmasının nedenidir.

Güç ve yasanın, şeylerin dışında değil içinde aranmasına odaklanan bir bakış açısına sahiptir. Toplum sözleşmesiyle, kurgusal olarak oluşturulan hukuk ve yasa gibi şeylerin olamayacağını iddia eder. Zira ona göre hak, toplumsallığın içinde doğallığında vardır. O, hukuku değil, hakkı alır öne. Hak, özyaratımın da kaynağıdır. Kendini yönetme, kendini yaratma bir haktır ve bu vazgeçilmezdir.

Öcalan’ın savunduğu ahlaki-politik toplum, Spinoza’da etik-politik toplum şeklinde ifadeye kavuşmaktadır. Ondaki toplum sözleşmesi reddi, politikayı toplum veya grubun sahip olduğu güce izafe eder.

Böylece dışsal bir komuta baştan reddedilmiş olur.

 

Özerkliğin Kurucu Gücü Politiklik

İktidarın olduğu yerde politika olmaz. Öcalan’ın deyişiyle, iktidarın kendisi politikanın her halükarda yadsınmasıdır. Toplum politik olma özelliğini yitirdiğinde özerkliğini, dolayısıyla özgürlüğünü de yitirmeye başlar. Bir toplumun özerk olup olmadığını politik olma ölçülerine bakarak anlayabiliriz. Köle toplum, kendisinden ve özsorumluluk bilincinden vazgeçmiş apolitik toplumdur; özerk değil, yaderk bir toplumdur; dışarıdan kendisine dayatılan her şeye açıktır. Yine bu toplum, kendini yönetmez, bu hakkından vazgeçmiştir, dolayısıyla yönetilmeye mahkumdur. Rousseau’nun dediği gibi, “bir halk temsil etmeyi kabul ettiği anda artık özgür değildir”.

Dolayısıyla özgürleşmenin yolu politiklik haline sahip olmaktan geçiyor. İktidarın toplumun bu hakkını gasp etmesine izin verilmez. Eğer iktidar tarafından gasp edilmişse bundan çıkışın yolu yine o hakkın toplumca ele geçirilmesidir. Devrim dediğimiz de budur. Devrim, devletin-iktidarın ele geçirmesi değil, toplumun kendiliğini bağımsızlaştırma hareketidir. Kendini yönetme ve varetme kabiliyetine yeniden kavuşması/kavuşturulmasının ifadesidir.

Öcalan’ın da belirttiği gibi, politika sadece özgürleştirici değil, aynı zamanda düzenleyici bir güçtür de. Devlet, toplumu politikasız bıraktığında, onu yürüyemez, göremez, seçemez, karar alamaz, bir araya gelemez bir noktaya getirip istediği gibi kullanır.

Bütün devletleşme iktidarlaşma süreçlerinin gelişimi bu şekilde olmuştur.

Toplum tek tek bireylerden oluşmaz. Bireylerin kolektif etkinliğinden ve kolektif birimlerinden meydana gelir. Kolektif etkinliğin bağlayıcı gücü, aracı, dili politikliktir. Martin Buber, “sadece yanyanalık için değil, biraradanlık için çabaladıkları, aralarında her türden birleşimler, bağlar geliştiği ölçüde, yani sosyal-federatif alanda, toplum özellikle etkisini koyar” der. Yani toplumun politikliği demek çokluğun kendi kendisini kurması demektir.

Ayrıca politik kurucu toplumdaki siyaset anlayışı talep siyaseti üzerinden değil, kuruculuk üzerinden gelişir. Talep siyaseti yönetilmeye razı gelmiş, itaati kabul etmiş toplumlarda görülür. Özerk politik toplumlar talepte bulunmaz, ihtiyaçlarını, araçlarını kendileri gerçekleştirirler. Özerk toplum, arzularını aşkın bir iktidara yüklemediği gibi, hayallerini de ütopyaların belirsizliğine sürüklemez.

Özerk toplumda, tekil bireylerin çoklukla olan ilişkilerinde bir dolayım ya da aracı yoktur. Toplum, bütün tekillerin çoğullaşması olurken, tekil bireyler de kendilerini bu çokluk içerisinde üretirler. Tekiller tümelin içinde asimile olmaz, homojenleşmeye tabii tutulmazlar. Farklıların içinde massedildiği dışarıdan belirleyici hiyerarşi, bir merkezin inisiyatifine asla onay verilmez. Kendisine ilişkin inisiyatif ve yönetimi yatay bağlarla bağımsız kılıp, ortaya çıkan bu birleşimden de özüretkenliğin devamlılık kazanmasını sağlar. Modern siyaset anlayışındaki gibi izole bireylerden oluşmuş iradesiz kalabalıklara dönüşmemekte kararlıca hareket eder. Tacqueville, “Bireyci özgürlük bireyleri ayırarak özgürleştirir. Onları sağlıksız bir bağımsızlığın, birbirine hapseder, daha zorba cemaat biçimleri için hazırlar” der. Çünkü despot için önemli olan bireyleri ayrı ayrı tutabilmeyi başarmaktır. Bu ayrılık fiziki anlamda değil, özgürleştirici politik bağın işlevini ortadan kaldırma anlamındadır. Homojenleştiren, farklılık ve özerklikleri masseden kitlesel bir yığına dönüştürülmesinin önünü açan içsel bir ayırma, parçalama durumudur.

Toplum demek, farklılıkların zengin örüntüsünün anlamlı bir yapı içinde bütünlüğe kavuşmasıdır. Politiklik özelliğinin topluma içkin olması tam da bu nedenledir. Toplumsal siyaset için ‘düzenleyici güçtür’ denilirken, farklılıklardan oluşan bir bütünün -çatışmacı filozofların iddia ettiği üzeresürekli bir yıkımsavaş halini yaşamadan kendini kurma becerisi ya da başarısını gösterebilme kapasitesi anlatılmak istenir. Ortak karar birliğiyle varılan ortak iyi ve kolektif rıza, politik gücün büyülü uyumunun kanıtıdır.

Hobbes siyasetin çatışmadan doğduğunu savunur. Aynı fikrin temsilcileri de günümüze kadar uzanır. Rousseau ise “uzlaşmanın bittiği yerde siyaset başlar” der. Öcalan ise farklılıkların uyumunun güvencesi için ahlaki-politik kalmadaki ısrara dikkat çeker. Ahlaki-politiklikteki bu kendilik anarşistçe bir kendilik değildir elbette. Toplumsal politikliğin kesintisiz, iradeli ve bilinçli devirselliğidir. Her topluluk veya kültür böylesi bir sistem içerisinde kendisini özerkçe oluşturup yapılandırır. Her toplumsal küme özgür tartışma, seçme ve genişletilmiş ölçekli karar mekanizmalarıyla hakkını kullanarak varlığını sürdürür.

Söz konusu özerk kominitelerden oluşan birlik kendi içinde yabancılar birliği olarak hep aynı kalmazlar; zamanla değişirler ve birbirlerini değiştirirler. Bu niteliğe ulaşmış cemaatler Rousseau’nun deyişiyle, “insanda olağanüstü bir değişikliğe yol açar”; yani özgüveni, özsorumluluğu, özyönetim bilincini geliştirir. Ortaklık, birlik hislerini yüceltir, yetenekleri açığa çıkarır. Klasik, geleneksel cemaat veya birlikler insanı geliştirmez; aksine nasıl bulmuşsa o haliyle bırakır. Kimisinde ise ortaklık bilincini, ortak gücü yaratır belki, ama Benjamin Burbar’ın da eleştirdiği üzere, bunu yaparken özerkliği ve bireyselliği tamamen yıkarak yapar. Birinde birey yalnızlaşırken, ikincisinde silikleşir, yok olur. Ama özerk politik cemaatler oldukça etkili ve işlevseldir. Dönüştürücülük esastır, özerkliğe halel gelmez bu tür cemaat yapılarında. Bireylerin özgürlüklerinin herkesi kapsayacak şekilde genişletilmesine fırsat verilir. Empati duygusu ve yeteneğini geliştirme noktasında eşsizdir. Yani “ortak istem halkası, imgelemi” genişletildikçe, işlevsel ahlaki-politik çokluk da aktifleşir, ruh kazanır. Bu çokluktan çıkan ‘ortak istem halkası’, itaate değil, konsensüse dayanır. Konsensüsün dinamiği ise ortak tartışma ve karar alma özgürlüğüdür. Kendisi adına konuşacak bir egemene ihtiyaç duyulmaz. Bu yapılırsa uyruklaşılacağı bilinir. Onları biraraya getiren ve birarada tutan kendiliğin gücüdür; meşruiyetleri ise özgürleştirme çeperinin daha fazla genişletilmesidir.

Bu otonom duruş, bunun süreklilik kazanması toplumda özyönetim birikimini ve özgüveni geliştirir. Bu şekilde devletin kaçınılmaz olduğu fikrini anlamsız hale getirir. Devlete ne zaman gerek duyulmaz? Toplum, temel ihtiyaçlarını kendi kendisine yetecek şekilde karşılayabilir bir özyeterliliği kendisinde yaratabildiği zaman. Dolayısıyla toplum kendi yasasını kendi koymak ve kendi koyduğu yasaya göre yaşamak istiyorsa temsili hükümet ve egemenlerden özenle kaçmak, doğrudan katılımcı yollarla özyönetimini geliştirmek durumundadır.

Temsili sistemlerde kitleler ne olduklarını bilmedikleri yasaklara zorunlu olarak katılmak, uymak durumunda kalırlar. Temsil, hak ile kendi arasına mesafe koymayı bile bile kabul etmektir. Doğrudan yapabileceğini bir aracıya-temsilciye havale etmek özgürlükle bağdaşmaz. Siyasal irade ve politik hak, kişi ve toplumlar açısından bir varoluş eyleyişidir. Onu yitirdiğinde özyönetim hakkını ve/veya özerkliğini yitirmiş olursun. Temsile bir kere onay verildikten sonra eşitlik de ortadan kalkar. 19.yy. Fransız Katolik yazar Lois Vevillot, “oy verdiğim zaman eşitliğim oyumla birlikte sandığa düşer, birlikte kaybolur” der. Vevillot’un dikkati çektiği bu durum, modern siyasal anlayışın temsili demokrasi olarak belirleme ilkesidir. Bu yolla insanları demokrasinin işletildiğine inandırır. Bilakis, temsili sistem imtiyazlı sınıfları kendi eliyle ve oyuyla seçmek, dıştan yönetilmeyi, heteronomiyi bilinçlice ve gönüllüce tercih etmekten başka bir anlama gelmez. Eski zamanlarda iktidara zorla konan zorba krallar vardı. Modern dünyanın tiranları ve onların tahakkümcü sistemleri ise egemenliklerini kitlelerin olurunu alarak yaşıyorlar. Zorbalığın olumlanması, köleliğin onaylanması hatta arzulanması, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar bugün yaşanıyor. Temsili sistemler konusunda güçlü eleştirileriyle bilinen Benjamin Buber şöyle diyor: “Adil değildir temsil. Kişisel özerkliğe ve kendi kendine yeterliliğe tecavüz eder. Çünkü cemaatte bir düzenleyici adalet aracı olarak işlev görme yetisini zayıflatır. Çünkü adalet fikrinin kök salabileceği katılımcı bir kamunun evrimine engel olur.” O nedenle temsili sistemlerin demokratik özerk toplum anlayışında kabul edilmesi düşünülemez. Temsili sistem karşısına, doğrudan/katılımcı demokrasi öne çıkarılmalıdır. Günümüz karmaşık toplumsal gerçekliğinde buna en iyi cevabı -daha sonra üzerinde durulacağı üzeredemokratik özerklik modeli verecek niteliktedir.

 

Devlete Karşı Özerk Karakterdeki Devrim

Devletli uygarlık tarihi boyunca özerk toplumsallık, değişik formlar şeklinde varlığını hep yaşatmıştır. Devletin hakimiyetinin olduğu yerde zorunlu bir koşul olarak özerklik son bulmuş değildir. Modern dönemler öncesi iktidar-devlet yapıları, uygulamalarındaki despotluklarına rağmen özerk işleyişi toplumların bünyesinden silememiş, zaten hükümranlık anlayışları da bunu yapmaya olanak tanıyan bir işlevde olmamıştır. Az veya çok her toplum ve kültürde özerk toplumsal yapılar varlığını sürdürmüştür.

Ancak modern çağlarla birlikte ortaya çıkan devlet iktidar yapılanmalarının egemenlik anlayışı sadece toplumun yönetim inisiyatifini ele geçirmekle kalmayıp yaşamın kılcal damarlarına kadar müdahale etmiştir. Topluma ait bütün özerk ve özgür alanların soğurulup, örneğin ulus-devlet zihniyetiyle yeniden biçimlendirilmesi hedeflenir. Müthiş yabancılaştırıcı bir etki gücüne sahiptir. Toplum mutlaka edilgin yığınlara dönüştürülmeli, onun kendiliği bozulmalıdır. Yığınları kendine bağlamak için ideolojiyi etkili bir şekilde kullanır. Sistemin kurucu sihirbazları, ulusdevlet ideolojisini bir afyon gibi kullanarak kitleleri en başta zihniyet alanında teslim alırlar. Kitleler köleliği, yönetilmeyi, uyruk olmayı arzulayacak hale getirilip kullanılmaya hazır nesneler yığınına dönüştürülür. Toplum kendini yönetme gücünden düşürülür, yönetim alanından uzak bırakılır. Kendine olan güvenini kaybeder. Kendisini yönetemeyeceğine olan inancı (inançsızlığı), devletin yeni meşrulaştırıcı söyleminde Habbesvari bir rızayı, korkuyu üretir. Kalabalıklar ve tehlikeler içerisinde gözleri görmeyen bir insanın korunma ve yol gösterilme ihtiyacıyla tutunacak birisini bulduğunda tutkuyla ona bağlanması gibi, özyönetim gücünden düşürülen kitleler de devlete bu şekilde bağlanmaktan kurtaramazlar kendilerini. ‘Toplum sözleşmesinin’ saldığı anarşik toplum, korku sendromunun modern hali, ‘ya devlet başa ya kuzgun leşe’ düsturuna dönüşür.

Devlet tanımı doğru yapılmadan, nasıl bir devrim sorusuna da sağlıklı bir cevap bulunamaz. Komünalist bir devrim, toplumu özgürleştirme, özerkleştirme mücadelesinde devleti nasıl kaldırabilir ortadan?

Veya devlet ortadan kaldırılabilir mi?

Devletin siyasi bir devrimle yıkılamayacak bir şey olduğu yaşanan örneklerden artık netçe biliniyor.

Hızlı geçişler, değişimler karşıtına dönüşe, öteki uca savrulma riskini taşır. Devletin yürüttüğü iş ve işlemleri konusunda, donanımlı, politik, özyönetim bilinci ve bilgisine ulaşabilmiş bir toplum ancak devletsiz bir toplum modelinin sorumluklarını tümüyle üzerine alabilir. Bu yeterliliğe ulaşmamış toplum, bilinen anlamda devleti yıksa bile, işbilen, uzman, elit yöneticilere bu hakkını devretme durumunda kalır. Devrimi yapamaz. Sadece iktidarlar yer değiştirmiş olur. Bilinen tüm devrimlerin oluşum ve gelişim özeti bundan farklı olmamıştır.

Devlet bir hükümetten daha çok insanlar arasındaki bir ilişki tarzıdır. Devlet gitse de onun erki kalır geriye. Çünkü yaşama, algılara, geleneklere, zihniyet dünyasına sızmış, yerleşmiş, meşrulaştırmıştır kendisini ve vazgeçilmez kılmıştır. Devrim ise, yaratacağı yeni ve alternatif ilişki, zihniyet biçimleri ve yaşam tarzı üzerinden kendini örgütleyip ürettiği zaman toplumu devletsizleştirebilir. Özcesi, devrim, toplumsal devrim olarak anlaşılmalı, siyasal (hükümet vb.) devrim olarak değil. Toplumsal devrim, topluma içkin bir kuruculuk haliyken, siyasal devrim aşkın bir yaderk eylemidir.

Devleti ele geçirdiğinde aslında o seni ele geçirir, tahakkümcü paradigmasıyla seni esir alır. Devletin ele geçirilmesi toplumu ne özerk dolayısıyla ne de özgür kılıyor. Sadece eski yöneticilerin yerine yenileri gelmiş oluyor.

Demokratik özerklik ise bu geleneğin tam karşısında bir yer tutar. Devrimi alttan, yerelden başlatır. Alternatif yaşam ve ilişki tarzını devlet odaklı gelişenin önüne çıkarır. Her alanda kendi kendine yetme mekanizmalarını oluşturur ve işletir. Toplumda yeni bir politik kültürün gelişmesini sağlar. Bu kültür, yeni bir ilişkilenme, duyumsama, düşünme biçimini, dolayısıyla yeni bir yaşam tarzını çıkarır ortaya. Bu sistemin oturduğu görüldükçe, kitleler kendi kendine yetmenin mümkün olabildiğini deneyimledikçe, tüm ağırlığıyla toplumun üzerine çöken devlet önem ve itibarını, tabii ki işlevini kaybedecek, şehri basan sel sularının çekilmeye başlaması gibi devlet de toplumsal yaşam alanlarından çekilmeye başlayacaktır. Devrim aslolarak bu noktadan başlar. Kitleleri devlet yıkmaya ikna etmenin göreli olarak daha kolay olduğu kabul edilebilir, fakat bir toplumu devletsizliğin varlığına inandırmak çok daha zordur. Zira, devrimin önündeki en büyük engel devletin kendisinden daha çok, devletin kitlelerin zihniyetinde oluşturduğu keskin önkabuldür. Devlet olgusu sadece iktidarı oluşturanlarla sınırlı bir şey olsaydı, klasik yıkıcı ihtilalci teorilerin doğruluğu bir yerde kabul görebilirdi. Devlet, bilhassa da modern devletin egemenlik kaynağı sadece korkuya dayanmıyor artık. Asıl problem Colin Word’ın dile getirdiği gibi yönetilenlerin kendilerini yönetenlerce anı değerleri taşıyor olmasıdır. Toplum iktidarla taşıdığı bu ortak değerlerce aynı değerler dünyasından kurtulmadıkça herhangi bir devrimsel gelişmeden bahsedilemez. Devletin toplumsal bünyenin her yerine kadar sızmasını sağlayan kurum vs. her türlü aracın demokratik özerk yapılarla tedrici, yavaş yavaş yer değiştirmesi sağlandıkça bu konuda bir ilerleme olur. Örneğin toplumun öz savunması gelişmedikçe, devletin militarist-polis gücü karşısında kendi kendini düzenleme özelliğinden bahsedilemez. Ekonomik özyeterlilik alternatifinin, kurumları oluşturup iş görmesi sağlanmadıkça kapitalizmin toplum yaşamından def ‘i de mümkün olmaz.

 

Demokratik Özerklik

Demokratik Özerklik geleceğe dönük bir proje, ütopya olmayıp şimdiden başlayan ve sürekli olarak kendisini kurumlaştıran işlevsel reel bir modeldir. Egemen kurumlarla birarada, onlara rağmen işleyen, yürüyen bir sistemdir ve bu kurum, egemen kurum ve akımın merkeziyetçiliğini, kendisini işletebildikçe zayıflatır, aşındırır. Bu anlamda Demokratik Özerklik modeli bir desantrolizasyon hareketidir. Özerk kurumsal alanların, toplumun her alanına -devletli ilişkileri geçersizleştirinceye dekyayılmasıdır.

Mücadele tarzının bu şekildeki bir tercihi, sadece devletin ceberut devasa yapısının hızlı bir tasfiyesinin mümkün olup olmamasıyla ilgili değildir. Devlet aygıtı, toplum içerisinde yürüttüğü ve üstlendiği toplum yaşamı için henüz önemli görevleri ifa etmekte, hayati işleri yerine getirmektedir (sağlık, eğitim, güvenlik vs.) Alternatif-özgürlükçü politik ve sosyal yapılarla ikame edilecek düzeye ulaşılmadığı sürece, devletçi yapıların bir çırpıda atılması beklenmemelidir. Devletin geri çekilişi, tahakkümden arındırılmış, toplumsal yapıların ortaya çıkmasına paralel gelişecektir. Bu noktada atın önüne arabayı koşmamak önemlidir. Marx bile erken dönem kitaplarından olan ‘Alman İdeolojisi’nde, “Komünizm bizim için oluşturulacak bir durum değil, gerçekliğin kendini uydurmak zorunda olduğu bir idealdir. Komünizme, ‘şimdiki durumu ortadan kaldırma hareketi’ diyoruz.” demiştir.

Devlet, zaten ilk oluşum sürecinde toplumun içinde doğallığında, baştan beri varolan öz-örgütlenmeleri ortadan kaldırdıktan sonra, kendisine bağlı yapıları oluşturmuştur. Toplum özerk alanlarını devletleştirdi, günümüzün devletli diliyle söylersek, millileştirdi. Dolayısıyla Demokratik Özerklik güçleri devleti geri çektirirken ondan bir şey almış olmuyor; toplumun kendilik, öz-yeterlilik vb. düzenleyici değerlerini topluma yeniden mal ediyor ya da cılız durumdaysa onlara yeniden işlerlik kazandırıyor özünde.

Demokratik Özerklik özgürleşme yolunda aynı zamanda bir mücadele tarzı ve metodudur. Sadece nasıl yaşanılacağına değil, nasıl devletten özgürleşileceğine verilmiş güçlü bir yanıttır. Elbette ki devletsiz toplum doğallığında özgür toplum anlamına gelmiyor. Toplumun devletsizleşmesi toplumu serbest bırakabilir, ama özgürleştirmez. Serbestlik, özgürlüğün eşanlamlısı değildir. Zincirlerinden kurtulan bir köle sadece serbest kalmış oluyor, özgürleşmiş olmuyor. Özgürlük bir bilinç işi olduğu kadar, o bilince uygun düşecek yaşamı yaşama ve örebilme kabiliyetinde olabilmektir de aynı zamanda.

Demokratik Özerklikte toplumun serbestliği ve özgürleşmesi içiçe gelişir. Çünkü ortada henüz bir devletin varlığı söz konusudur. Devletin zincirlerinden kurtulmak ve serbest kalabilmek için özgürlük bilinci temelinde özgür sosyal politik yapıların geliştirilmiş olması gerekiyor. Alternatif yaşam alanları yayıldıkça devletin etki alanı azalır, etki alanı azaldıkça da serbestlik gelişir, serbestleşme alanları ise özgürlüğün daha hızlı gerçekleşmesine imkan tanımış oluyor. Tersi şekilde; diyelim ki doğallığında bir otoritenin olmadığı serbest yaşam alanı doğdu ve hatta devlet kurmak için ortada herhangi bir engel de söz konusu değil. O durumda bile demokratik özerk pradigma, görece bağımsızlık hakkını devlet kurmakta değil, kendi kendini yöneten, kurumlaşması devletli olmayan yeni bir sistemin inşa edilmesinden yana kullanır. Bağımsızlık zorunlu bir süreç olarak devleti doğurmaz. Bağımsızlık, serbestlik devletsiz, otoritesiz bir durumun varolduğuna işarettir sadece. Bağımsızlık halinin devlete mi özerk bir yapıya mı evirileceği, kurucu güçlerin niyet ve yönelimlerine bağlı olacaktır daha çok.

 

İspanya Korsika Özerk Modelleri Protodevlettir ve Demokratik Özerklikle Kıyaslanması Yanlıştır

Demokratik Özerklik, devletli düzenin varolan genel hakimiyeti nedeniyle kendi kuruluş ve yapılanmasını devletle olan ilişki ve teması üzerinden oluşturur. İlişkili olduğu egemen devletin, bugün sıkça anılan İspanya ve Korsika örneklerindeki gibi, imtiyazı ve bahşetmesi üzerinden şekillenen özerklikle, form ve felsefi anlamda bir ilgisi yoktur. Belki bu örneklerin devletle kurduğu hukuki ilişki boyutunun egemen devletlere karşı demokratik özerklik mücadelesini veren güçler için emsal ve esin kaynağı olması açısından faydası olacaktır elbette; ancak bu örneklerde devletten özerkleşen bir toplumsal grubun bizatihi kendisini yönetmesinden ziyade, kendi içerisinden çıkardığı bir iktidar elitiyle sınırları devletçe belirlenmiş hükümet etme hakkının kullanımı vardır. Devlet karşısındaki konumu özerk, ama kendi içerisindeki kuruluşu yaderktir. İktidarın yok edilmesi anlamında özel bir kaygısı yoktur. Bilakis iktidarın sağlamlaştırma, mümkünse saha genişletmeyi, temsilini yaptığı toplumsal grubun çıkarı gereği sayar. Devletle olan ilişkilerinde toplumsal örgütlenme alanlarını genişletme üzerinden bir çatışmaya, antagonizmaya sahip değildir. Çatışması, ‘siyasi özerkliği nasıl yapsam da devlete dönüştürürüm’ fikri üzerinden gelişir. Bu devletten mülhem özerkliğin devleti sönümlendirme gibi bir amacı, hatta ütopyası da bulunmaz. Devlet karşısında eksiklik duygusu içerisindedir. Devletleşmeyi başaramamış özgürlük kapsamı özerklikle sınırlandırılmış eksik bir modeli yaşadığına inanır. Buna göre tam özgürlük (bağımsızlık) ancak devletleşmeyle olacaktır. Bu özerklik tarzlarının toplumsal örgütlenmesi, içkin kurucu politiklik temelinde olmadığı gibi, devletimsidir. Bir tür protodevlettir. Her ne kadar toplumun asıl yönelimi Tuykidedes’in, ‘kendine hükümet etme’ dediği, Spinoza’nın ‘etik-politika’, Öcalan’ın ise ‘ahlaki-politik kendilik’ diye belirttiği bir özü taşıyor olsa da, hakim iktidarcı, devletçi zihniyet bu devrimci özerklik yönelimin içini boşaltıp, tahakküm alanına kanalize etmiştir. Bütün bunlardan farklı olarak en önemli husus ise komünalist, toplumcu, eşitlikçi bir ideolojiyi, kimliği ve programı taşımıyor olmasıdır. Platon da kendi kendine yeten ideal bir kent düşüncesini savunuyordu.

Ama bu kentin amacı filozofları ve (erkek) savaşçıları korumaktı. Özerklik daha önce de belirtildiği gibi eşitlik, özgürlüğü savunur ve bunu yaşamsallaştırır. Doğal işleyişi komünalisttir. Terminolojide devletten icazetli özerkliklerin varlığından bahsedilse de bunların savunulan Demokratik Özerklikle bir benzerliği yoktur. Ayrıca siyasal temelli özerklikler sadece belli bir etnisiteye dayanır. Oysa ki Demokratik Özerklik etnisite temelli değildir. Etnisiteyi de kapsar, ama kuruluş felsefesi toplumsal tüm farklılıkların kendi içerisinde özerkliklerini koruyabildikleri politik birçokluğu içerimler. Özerk yasanın total ve homojenleştirici, farklılıkları asimile edici bir işlev taşıması düşünülemez.

Tümel özerklik, toplumun bütün farklı yapılarının oluşturduğu tikel özerkliklerin bileşiminden meydana gelir. Her toplumsal küme bu sistem içerisinde özerktir. Bir nevi özerklik içerisinde özerlik hali yaşanır. Bu nokta önemlidir. Çünkü toplum denilen olgu tek renkten meydana gelmiş bir insan topluluğunu ifade etmez. Toplumun tümünün birden birleşebileceği temel bir özgürlük talebi olabilir; ama söz konusu total özgürlük talebi toplumun bütün kesimlerinin ihtiyaçlarına yanıt olmada yetersiz kalır. Özerklik içinde özerklik (demokratik konfederalizm) dediğimiz nokta bu nedenle büyük önem arz eder. Eğer ‘demokratik özerkliğin iktidarlaşmasının güvencesi nedir’ diye sorulursa, bunun cevabının özerklik içinde özerklik örüntüsünün toplumsal alanın tümüne yayılması olduğu söylenebilir. Örneğin Demokratik Özerklik modelinde kadınlar erkeklerin, eril bakış ve geleneğin fiiliyatta belirleyici olma riski karşısında ortaya çıkacak olan mağduriyetlerin, haksızlık ve eşitsizliklerin önünü almak için tümel özerk sistem içinde spesifik özerklik ve örgütlülüğünü korur ve kültürler monolitik dayatmalar karşısında özkimliğini korumak amacıyla özerk kurumlaşmasını sağlar. Bütün toplumsal kategoriler için aynı şey geçerli. Bireyin özerkliği ve özgürlüğü de aynı espri üzerinden güvenceye bağlanmıştır. Özerklik özerkçiliği, yerellik yerelciliği doğurmaz, bunun doğmasına olanak tanınmaz. Bütün özerkliklerin, federelerin kalıcılığı ve güvenliği tümel özerkliğin kalıcılığıyla birebir bağlantılıdır.

Demokratik Özerklik toplumsal kendiliklerin, federelerin özgür eylemlerinin politik konfederal bütünlüğüdür. Devlet gibi merkezi bir organ değildir. Yüzyüze cemaatlerin, karşılıklı ilişkilerin öz-denetime açık, değiştirilebilir özyönetimidir. Bu dinamik sistem iktidarın demokratik özerk işleyişe sızmasını engeller. Çünkü bilinir ki iktidar olgusu dışarıdan dayatılan bir şey olmasına rağmen, çıkışı yine toplumsal alan üzeridir. O sebeple sözü edilen çoğul özerkliklerin varlığı, kendilik olmadaki ısrarı iktidarın ortaya çıkma ve varolma zeminini doğallığında zayıflatmış ve yok etmiş oluyor.

Toplum katılımsızlık gösterdikçe yaşamsal alan merkezileşmeye olanak verir. Katılım ne kadar zayıfsa, yetki o kadar merkezileşir, o kadar demokrasiden, özerklikten uzaklaşılır. Burada da görüleceği gibi tepkilerin ve hedefin merkeze yöneltilmesinin ve mücadeleye, merkezi odağına alarak başlamanın pratikte devrime kazandıran bir yönü yoktur. Asıl yönelimin yetkilerin neden bir iktidara devredildiği, kendini yönetme hakkından neden vazgeçildiğine yönelik olması gerekir. Demokratik Özerklik felsefesi ve modeli bizi bu nokta üzerinde yoğunlaştırır. Tıpkı kimi anarşistlerin ifade ettiği gibi, topluma ‘kendin yap’ düsturuyla seslenir. Örneğin Amerika’da 1960’lara kadar bile 6000 kırsal komünü vardı; komünler, otonom işletmeler ve kooperatifler yaptıkları işlerle ‘egemen sistemi lüzumsuz hale’ getiriyorlardı. Yaşanan tüm örneklerde, birbirinden bağlantısız olarak ortaya çıkmış hemen hemen tüm özerk-komün örneklerinden öğrenilen bir şey vardı ki; o da komünlerin doğrudan demokrasiye olanak verecek şekilde küçükten başlaması gerektiği gerçeğidir. Burada anlatılmak istenen ise küçüğe razı kalma değil; bütünün içindeki tüm kolektif tikel alanlardır. Total ve mutlak tek doğru değişim/devrim çabaları olarak yürütülecek özgürlük mücadelesi, iktidarı dışarıda tutacak en verimli tarz ve modeldir. Lenin’in devrimin ilk yıllarında “küçük olsun iyi olsun” dediği söylenir. Yine Amerika tarihinde T. Jefferson, küçük cumhuriyetlerin kurulmasından bahsetmiştir. Bununla yerel, federal örgütlenme biçimlerinin önem ve verimliliğine dikkat çekmiştir. Hatta bu anlayışa vurgu yapmak amacıyla “ülkeyi bölgelere bölün” sloganı da ona aittir.

Ortaçağ’da, hatta ondan öncesinde, kentlerin feodal parçalanmışlığı hem daha güçlü ve bütüncül devletlerin oluşumunu engelliyordu, hem de kentlerin çoğunda doğrudan demokrasinin, özyönetimin gelişmesine uygun zemin sunuyordu. Toplum egemen siyasi erki görece özerkliklerine dokunulmayacağı koşuluyla kabul ediyordu. Özerklikten ciddi bir taviz verilmezdi. Aksi durum savaş nedeniydi. 19.yy. Kürt isyanları, yine Anadolu’da ortaya çıkmış Türkmen ayaklanmaları özünde bu sebeple ortaya çıkmış ayaklanmalardır. Doğrudan özgür uzlaşımlar, karşılıklı ilişkiler ancak tabandan örgütlenme modellerinin olanak tanıyabileceği koşullarda olur. Öcalan’da Demokratik Özerklik modelinin tüm Türkiye için, 28 bölge şeklinde oluşturulmasını önermişti. Ulus-devletin tekçi sistemi bu tarz bir örgütlenmeyle parçalanabilecektir. Yetkiler tabana dağıtıldıkça siyasi merkezi erk, ulus-devlet aygıtı vs. ’emile emile’ sönümlenecektir. Formül basitti aslında:

1) Toplum işlere katıldıkça iktidar zayıflar ve yok olur.

2) İktidarı, devleti yok etmek istiyorsan işe direkt devletin yıkımı üzerinden başlamak yerine edilgenleştirilen yığınları aktif ve radikal demokrasi bilinciyle bilgilendirmelisin.

 Yaşanmış örneklerin gösterdiği en akılcı yol da bu temeldedir. Marksist-Leninist gelenek, sınıfların ortadan kalkmasıyla devletin de ortadan kalkacağını öngörür. Oysa özel mülkiyet kamulaştırılmasına rağmen egemen sınıfların çözülmediği görüldü.

Çünkü devletin varlığı sınıf üretiyordu. Yine Engels, bireysel varoluş için üretim araçlarının asgari düzeyde kaldığı sürece sosyal ayrışmayı önleyecek bir devlete daima ihtiyaç duyulacağının altını çizer. Oysa ki sosyal ayrışmayı, parçalanmayı bizatihi yapan devletin varlığıdır. Toplumcu bir ideolojinin yürütücüsü olunmasına rağmen gelişmeyi toplumda değil, iktidarlaşmakta arama durumu yaşanıyor… Hıristiyanlıkta da kendine yetme günah, kibir sayılıyor; Müslümanlıkta ise bu, Allah’a şirk olarak görülür.

Engels’in bir başka yerdeki “buyurucu otoritenin zorunluluğu, açık denizdeki bir gemiyi göz önüne getirdiğimizde anlaşılır” sözündeki çağrışımı da yine kitlelere yönelik bir güvensizliği yansıttmaktadır.

Oysa ki kitleler tahakkümcü engellerden arındırıldığında bir gemi metaforuna indirgenemeyecek kadar öz-düzenleyici bir dinamiğe sahiptir. Kitlelere, insanlara kendileri için bir şey yapmalarına olanak vermek yerine, onların yerine sürekli karar verme kitleleri Engels’in metaforundaki cansız ve ruhu olmayan bir nesne olan geminin işlevine dönüştürür sadece… Bireysel ve sosyal psikolojide kendin hakkında karar almanın moral, kendine güven, yaratıcılık, yeteneklerin gelişimi noktasındaki muazzam etkisi bilinen bir husustur.

Lenin burjuva eğitiminin çok güçlü olduğunu düşünerek kitlelerin buna karşı kendilerini alternatif yapamayacakları için elitist bir partinin gerekliliğinin altını çizmiştir. Öncülüğe duyulan ihtiyacın altının çizilmesi bir yerde anlaşılsa da buna paralel, kitlelerin asıl dönüştürücü güç olma niteliği gözardı edilmiş gibi görünmektedir. Bu noktada Benjamin Burber’ın “profesyonel yönetici değil, profesyonel vatandaş” sözü anlatılmak isteneni güzel özetler.

Rusya’da alta meclis, komünler vb. vardı, ama üstte tüm ağırlığı ve azametiyle devlet yine vardı. Devlet güçlendikçe toplum politik alandan çektirilmiştir, depolitize olmuştur. Troçki’ye göre bürokrasinin doğuşunun sebebi kitlelerin özyönetime olan yabancılığıydı. O yüzden ele geçirilen devletin yönetilmesi için uzmanlara ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacı gidermenin yolu ayrıcalıklı kadroların görevlerin başına getirilmesi oldu. Sonuç tabii ki bürokrasinin güçlenmesiydi. Ne kadar bürokrasi o kadar küçülen toplum demekti. Rusya’da kitleler, işçi sınıfı depolitize edildikçe öz-örgütlenme olanaklarını yitirdi ve devlet aygıtının altında ezilmekten kendini kurtaramadı. Her ne kadar daha sonradan Troçki iyi niyetlice, ‘iktidarı kitleye vermek için ikinci bir devrimin lazım olduğunu, bunun da eğitim yoluyla olacağını’ belirtmişse de bunun için gecikmişti ve devlet üstünlüğünü çoktan pekiştirmişti artık. Problem şuradaydı: “Maddi yaşam koşulları değişirse sosyalizm bilinci gelişecektir.” Bu iddianın doğru çıkmadığı çok geçmeden görüldü. Buradaki tartışmaya konu olan nokta hangisinin hangisinden önce ve sonra olacağı noktası değildir. Eşit paylaşım konusu üzerinde durulduğu kadar, eşit yönetim üzerinde durulması gerektiği de çok açıktı. Ancak bu yapılmadı. Kitleleri devreden çıkarıp, onlara, inşasında hiç dahil olmadıkları materyalist-eşitlikçi bir cennet dünya vaat etme çabaları, benzer bütün deneyimlerde devrimin saptırılması, ütopyaların kirletilmesiyle son bulmuştur. İnsanı cennete götüreceği iddiasında olan aşkın güç, bir başka zamanda çok rahat cehenneme de götürebilir. Nitekim, tarih de gösterdi ki cennet yoluna koyulan herkes yolculuğun serencamında cennete değil cehenneme varmıştı. Sebebi ise açıktı: Politiklik hakkını devrederek özerkliklerini yitiren toplumlar, kendi hakkından söz söyleme hakkını da kaybettiği için, aşkın bir iktidar güç tarafından içi boşaltılmış, oradan oraya taşınan bir yığına dönüştürülmüştür. Her zaman kendi içlerinden çıkardıkları bir ‘çoban’ tarafından yönetilme kaderinden ise kaçamamışlardır. Yönetme arzusu ve gücünde olanların hükmü karşısında bu güçten yoksun olanlar için hayat, cehennemi bir yönetilme halidir.

 

Sonuç Olarak;

Özerklik felsefesi, konu boyunca anlatılmaya çalışılırken, bunun yeni bir yaratım olmadığı, toplumda içkin bir varoluş hali olduğu, toplumlar tarihi boyunca görünür veya görünmez halleriyle toplumda hep var kaldığı değişik veçhelerle ortaya konuldu. Bu anlamda ele alındığında, özerkliğin varlığını ayrıca ispatlama diye bir probleminin olmadığı açıktır.

Sorun, devletli paradigmanın, zihinlerde devletli olmayan toplum modellerine geçit vermez düzeyde yarattığı saplantıdır. Bu saplantı modernizmle birlikte teorileştirilmiş, hatta ideolojikleştirilmiş durumdadır. Modernizmin krizi tam da buradadır.

Demokratik Özerklik hem felsefi hem ideolojik donanım ve derinliğiyle, hem de şu anda Kürdistan’ın parçalarında -ister devlete rağmen, ister devletsiz ortamda-, pratikleşme düzeyiyle modernizmin bu krizine çare olmaya büyük adaydır. Çünkü anti-ulus-devletçi, anti-iktidarcı ve anti-kapitalisttir. Modernizmin krizi de en temel olarak buradan başlamaktadır.

Demokratik Özerkliğin hayat bulabilmesi için tek başına devletsiz toplumu savunmak yetmiyor. Demokratik özerk bilinç için toplumun yeni değerler etrafında eğitilmesi, zihniyet kazanması bir zorunluluktur. Yeni bir zihniyet, yeni bir yaşam anlayışı geliştirilmediği sürece modelin hayat bulma şansı zayıf kalır. Devletin en önemli özelliği yönetimi altındaki insanları çoğu zaman istemediği halde her konuda ikna edip, istediğini onlara yaptırabilmesidir. Demokratik Özerklik sisteminin inşacıları da, iktidar yöntemine başvurmadan yapılması gerekenlerin kendiliğinden-doğallığından yapılmasını sağlayacak bir eğitim ve bilinç düzeyini geliştirme göreviyle karşı karşıyadırlar. Bunlar geleceğe ertelenmiş bir devrim için değil, anbean devrim sürecinin yaşamsallaşması için an’ın içerisinde yerine getirilmesi gereken zorunlu görevlerdir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.