Düşünce ve Kuram Dergisi

Devlet Hukuku Zemininde Ahlaki Ve Politik Olmak; Kürdistanlıların İktidar Tekelleriyle İmtihanı!

Çetin Arkaş

“Şiddet karşıtlarının görüntüsü hoştur; ne kurban ne işkenceci! Gelin bakalım şimdi. Oy verdiğiniz hükümet ve kardeşlerinizin hizmet ettiği ordu, hiç duraksamadan ve vicdan azabı duymadan soykırım işlerken siz kurban değilsiniz. O zaman kesinlikle işkencecisiniz.”   J. Paul Sartre

Freud, hukuk ve hakkın şiddetten kaynaklandığını ileri sürüp,” En güçlünün kudretinden çıkıp hukuk kurumuna giden yol zaferin elde edilmesinden geçen; öyle ki, eğer yenilen ve daha zayıf olan grup üyeleri birleşince en güçlünün tahakkümüne meydan okuyabilirler. Bu nedenle hukuk, bireysel şiddetin yerini topluluğun örgütlü şiddetinin olmasıdır. Ve bu şiddet ona karşı direnene yönelir” tespitinde bulunurken, kuşkusuz eksik ancak doğru bir saptamada bulunuyordu. Doğru olan, hukukun bir toplulukça uygulanana örgütlü şiddet olduğuydu. Eksik öğe ise, örgütlü şiddet uygulayan topluluktan kastın belirsiz kalmasıydı. Freud, ismini oymaktan kaçınsa da aslında Darwin’den ve Hobbes’ten mülhemle “güçlü olan kazanır” organizmasının Kurt Kanununu (insan insanın kurdudur) yöneliyor, bu kanunun uygulayıcısı olmak örgütlü şiddetin ve örgütlü yalanın odağı olan devlet-iktidar topluluğunu işaret ediyordu. Hukuk denilen garabet, özünde iktidar-devlet topluluğunun kendisi dışındakilere uyguladığı örgütlü şiddetten başka bir şey değildir. Bu gerçeğin farkına erken zamanlarda varmış olan Konfüçyüs’ün ahlak anlayışından sonuna yaklaştığımızda, toplumsal insanın esasta yasaya ihtiyacı olmadığı gerçeğiyle karşılaşırız. “Çünkü o, bütün yaşama sanatını (adetleri) kendi içinde sindirmiştir. Yasa, bu yaşama sanatına erişme yetisine sahip olmayan barbarlar için çok daha uygundur.” Konfüçyüs’ün toplumsal insanı yasaya ihtiyacı olmayan ahlak sahibi insan, yasa ile iş görmeye alışmış, insanı ise yaşama sanatına erişme yetisini gösterememiş barbar olarak nitelendirilmesi çarpıcı olduğu kadar, günümüzün devlet-iktidar zihniyetini ve zorbalığını kuşanmış gerçek barbarlar da iyi bir göndermedir. Bazen bir yaklaşımı Fransız bir hukukçu ve yazar Balzac’da görmek mümkündür. O da yasa toplum ilişkisi etrafında boy veren bağımlılığı ve beklentiyi cehalet haliyle ilinti içerisinde ele alıp değerlendirir; “cehalet toplumların bağında yer ettiğine ve kafalar karışık olduğunda, yasaların sayısı da artar. İnsanlar her şeyi yasalardan bekler ve her yeni yasa yeni bir düş kırıklığı olduğundan yalnızca kendilerinden, kendi eğitimlerinden ve kendi geleneklerinden gelebilecek olanı hep bekleme noktasına varırlar.”

Gerçekten de bütün kodlamaları içerisinde ele alındığında görülecektir ki, hak ve adaletle bütün bağlantılarına karşın hukukun asıl işlevi devlet iktidarını kendisiyle daha da pekiştirmekten ve toplumun ahlaki-politik varoluş alanını daraltmaktan öteye bir içerik kazanmamıştır. Hukuk, genelde devlet sınıflarının, özelde ise burjuvazinin geliştirmeye ve toplumsal ahlakın yerine ikame etmeye çalıştığı, bundan da önemli başarı sağladığı bir tekniktir. Burjuvazi neden ahlakı hedefler? Çünkü ahlak, insanın seçim yapabilme yeteneğiyle ilgilidir ve bundan dolayıda da özgünlükle yakından bağlantılıdır. Bu bağlamda İbn-i Haldun’unda belirttiği gibi, “Ahlak, özgünlüğü gerektirir, bir toplum esas olarak ahlakı ile özgünlüğünü belli eder. Dolayısıyla, özgünlüğü olmayanın ahlakı da olmaz. Bir toplumu çökertmenin en etkili yolu, ahlakıyla bağlantılısını koparmaktır. Dinin etkisinin zayıflatılması, ahlak kadar çöküntüye yol açmaz. Onun boşluğunu, bir nevi din haline gelmiş çeşitli ideolojiler ve politik felsefiler, ekonomik yaşantılar doldurabilir. Ahlakın bıraktığı boşluğu ise, ancak mahkûmiyet ve özgürlük yoksunluğu doldurabilir.” Bundan dolayıdır ki devlet iktidarı açısından ahlakın yerine hukuku, politika yerine bürokratik idareyi ikame etmek varoluşsal bir durumdur ve bu nedenle de sürekliliği gerektirir.

Tabi, bunada, hukuku sadece devlet sınıflarının burjuvasının devreye koyduğu bir teknik olarak tanımlamak bizi eksik bırakır. Yüklendiği işlev itibariyle hukuk, anlaşılacağı üzere aynı zamanda içerdiği durumları, benimsediği değerler, göndermede bulunduğu kuramlar ve tüm bunları yayma özelliği göstermesi sebebiyle de ideolojiktir. Hukukun kendini üzerinde inşa ettiği ideolojik muhteva, egemen burjuva düzeni dayatıp ayakta tutabilmekte ve meşrulaştırabilmektedir. Hukukun “tarafsızlığı” ve “bağımsızlığı” iddiasını da bu gerçeğin ışığında değerlendirmek gerekir. Liberal şarlatanlık ve ulus-devlet tiyatrosu, mevcudiyetlerini bağlı oldukları bu yalanı sürdürmeye borçlu olsalar da, hakikat bunun aksini söylemektedir. Hukuk, sahiplik ettiği ideolojik muhteva gereği ne tarafsız ve ne de bağımsızdır. Aksine o, egemen, iktidar ve devlet ideolojisinin bir parçası hem tarafı ve uzantısı hem de müptelası ve aracıdır. O aldanmadan, iktidar ve devlet yapılanmalarının “hukuksal eşitlik” masalıyla toplumsal eşitsizliği perdelemesi ve bencil çıkarlarını “hukuk” adı altında örgütleyip meşrulaştırması mümkün olmayacaktı. Hukuk denilen olgunun ya da hukuk ideolojisinin yaratılış öyküsü burada yatmaktadır. Onu toplumsal bir ihtiyaç olarak algılamak ve sunmak kuralları yerine kendileri tarafından belirlenmiş iktidarın ve devlet oyununda topluma daimi kurban rolü biçmeyi, dolayısıyla ahlaktan ve özgürlükten yoksun toplum olmayı bir kader olarak dayatmak anlamına gelir.

Peki toplum bunu kabul edecek midir? Kapitalist modernitenin ulus-devlet yapılanması, zihniyeti ve bilumum ideolojik aygıtlarının kuşattığı, karşılıklı bağımlılık ilişkisi içerisindeki topluluk bu açıdan değişim emaresi gösteren bir belirlemede bulunmak güncel gerçeklikle uyuşmaz. Ancak tarihsel toplum geleneğinin güncel hali olarak; ahlakı üst politik toplum bileşenlerinin bu dayatma karşısında direniş içerisinde olacakları, ruhsuz ve mekanik devlet hukukuna teslim olmuş halde ahlaktan ve özgürlükten yoksun yaşamak yerine üzgün ve ahlaki bir varoluş için yaşamayı, direnişle ruhsuz zamanların ruhu ve isyan halindeki vicdanı olmayı tercih edecekleri açıktır. Çünkü tarihsel deneyimin ahlaki-politik topluma öğrettiği en temel gerçeklerden biri de devlet ve iktidar aygıtının anladığımız anlamda bir ahlaka sahip olmadığı ve olmayacağıdır. Bakunin’in de vurguladığı gibi devlet ve iktidar deneyimi yoktur ki insan varlığının kendi değerine ulaşmasına izin versin, kendi özü üzerinde gelişsin ve yerine tek bir ulus-devlet örneği yoktur ki, insan varlığını değersizleştirme yoluyla varlığını sürdürmesin.

Ezilen halkların ve soykırıma tabi tutulan ulusların tarihi, maruz kaldıkları bu türden uygulamalarla doludur. Kürtler bunun en güncel ve somut örneğini oluşturmaktadırlar. Örneğin; Kürdistan uluslararası hukuk açısından neyi ifade etmektedir? Kürdistan ulusunun uluslararası hukukta bir yeri var mıdır? Uluslararası hukuk bir devletler hukuku olduğuna göre, devletsiz ulus olma farkını barındıran Kürtleri kapsaması ve bir yer tanıması mümkün müdür? Kasr-ı Şirin, Lozan, Abdullah Öcalan’a yönelik gerçekleştirilen uluslararası komplo ve güncelde Kuzey Kürdistan’da komplonun yeniden tekrarlanma çabası, uluslararası güçlerin şantaj politikaları ve BM’nin tutumu, aslında bu sorulara yeterince yanıt oluşturmuştur. Kürdistan’ın varoluş ahlaki ve özgün bir varoluş iddiasını koruduğundan, her türden ahlaksızlığın ve çıkarların bileşkesi olan devletler hukukunda yer bulması bir yana, söz konusu hukuk açısından her daim kirli pazarlıkların bir nesnesi haline getirilmek istenmiş ve her defasında “daimi kurban” seçilmiştir.

Hukuk açısından, Kürdistan var olmayan konumdadır. Kürtlerin varlığını kabule dair söylem ve değerlendirmeler, gerçek manada hukuki karşılığı olmayan söylem ve değerlendirmelerdir. Bazıları burada Walzen’in “Harp sırasında yasa sessizdir” gerekçesine sığınıp, bunu savaş koşullarına bağlamak isteyebilir. Ancak bunun böyle olmadığını gerek tarihsel gerek de güncel yaşantılarımızdan çok iyi biliyoruz. Mesela BM “Soykırım Suçunun Engellenmesi Ve Cezalandırılması Sözleşmesi”, R. Lemkin’in soykırım tanımından yararlanmak siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik, biyolojik, fiziki, dinsel, ahlaki başlıkları altında soykırımı sekiz başlık altında ele almıştır. Peki Kürtler bu başlıkların tümünde soykırıma uğrarken ve bunlar bütün boyutlarıyla belgelenmişken, BM ne yapmıştır? Hiçbir şey! Yaklaşım bu kadar net, açık ve keskin.

 

Hukuken Var Olmayan Kürdistan’ı Ahlaken Var Olan Ve Etkide Bulunan Hakikattir!

“Ricaların, temsilcilerin, dostça pazarlıkların politikasına inandım. Ama artık bunların hepsi mahvoldu. Bunların bu hükümeti yola getirecek yöntemler olmadığını biliyorum. İsyan artık benim dinim oldu.”
M. Gandhi

Varlık, eğer kendi doğasının peşinden gidiyor ve bu yolda kendisine düşen işi yapıyorsa iyidir ve o , iyi bir varlıktır. Fakat devlet, özelde de ulus-devlet zemininde iyinin bu hali tersyüz edilmiş, varlığın kendi doğasına yabancılaşması ve başkalaşması için her tür yöntemin devrede tutulmasına özen gösterilirken, bu amaç doğrultusunda hukuk da doğasını korumak isteyen hakiki varlığa yöneltilmiş en vurucu silah haline getirilmiştir. Varlık ne kendi doğasına aykırı düşer ve kendini yadsırsa ulus-devlet mühendisliğinin “vatandaş” üretme fabrikası için o kadar uygun ve biçimlenmeye hazır bir ham madde haline gelecektir. Hukuk, imalata dayalı bu üretimde Marangoz’un Hizası işlevini görmektedir. En azından Kürtler açısından ulus-devlet hukukunun hep bu tarzda işlediğini belirtmek mümkündür. Yargı ve yargılama adaleti tesis etmeyi amaçlarken ulus-devlet somutuna hukuk, yargının özüne en ters düşen kurumların başında gelmektedir. Milyonlara varan insan Kürdistanlı olduğu için kriminalize edilirken, yüzbinler de işkenceli sorgulamalardan geçirildi, suçlamalara maruz kaldı ve binlercesi özel yetkilerle donatılmış mahkemelerde, olağanüstü hal koşullarında yargılandı. Özel kurulmuş mahkemelerde ancak yargısız infaz olarak değerlendirilebilecek yöntemlerle hukuk adına olmadık cezalar yağdırıldı. Öcalan’ın da belirttiği gibi, “Hukuk aslında katıksız bir faşist uygulama rolü oynadı. İktidarın en gayri adil konumu işlevini gördü. Kürdistanlı olmak, hele hele onunla Kürdistan kimliği taşımak, suçlanmak için yeter de artardı bile. Kürdistanlı ve Kürt olmak tümüyle hukuk dışı ilan edildi.”

Ulus-devlet hukuku açısından Kürtler bir yandan teorik olarak “var olmayan” pozisyonunda tutulurken, diğer taraftan fiiliyatta “varlık bulan” olarak –kendiyle çelişme pahasına da olsa- her türlü yasaklamanın öznesi haline getirilmişlerdir. “Var olmayan”ın her ne hikmetse varlık bulan kültürü, müziği, edebiyatı, tarihi ve ulusal renkleri yasaklama konusu yapılabilmiştir. Sarı, yeşil, kırmızı renkteki trafik işaret lambalarını bu gerekçeyle değiştirmek, parklardaki aynı renk uyumunu gösteren çiçekleri kaldırmak bu “üstün hukuk”a nasip olmuştur. Kürdistanı kültürü, edebiyat ve tarihi konularında her kim yazıp çizmeye kalkmışsa, önce hukuk mengenesinden geçirilmiş, onlarca yılı bulan cezalara çarptırılmış, bu da yetmediğinde işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm edilerek; adeta yaşam hakları ellerinden alınmış kendilik kültüründen vazgeçiş dayatmasıyla karşı karşıya bırakılmışlardır. Kürdistan’ın isyan ateşiyle tam da ulus-devlet hukukunun kendisine biçtiği “var olmayan” konumunun içinden kendini görünür hale getirmesi ve “var olan ve etkide bulunan” hakikat olarak hükmünü icra etmeye başlamasıyla bu süreç varlık bulma anlamında tersine çevrilmişse de, ulus-devlet faşizminin buna verdiği karşılık ekonomiyi, hukuku ve siyaseti daha etkili bir saldırı silahı haline getirmek olmuştur. Dünden bugüne ulus-devlet hukuku Kürtler için ne söylemiş ve eylemişse, günümüzde de daha inceltilmiş ve keskinleştirilmiş bir içerikte inkâr zihniyetini konuşturmaya devam etmektedir. Değişim adına değerlendirilebilecek bir şey varsa, o da reel sosyalizmin çözülmesi ve kapitalist sistem açısından bir tehdit olmaktan çıkmasıyla birlikte özgürleşme mücadelesi yürüten halklar açısından gelişen aleyhteki yeni durumdur.  Doğan boşluğu, kurtuluş mücadelesi yürüten halkların haklı davasını boğmak için değerlendirmek isteyen soykırımcılar, bu sefer “terörle mücadele” çarpıtması adı altında ezilen halkları ve onların özgürlük mücadelesini terörize etmeye yönelmiş, savaş hukukunda ifadesini bulan ve dolayısıyla hukuki bir karşılığı bulunan “düşman” ve “savaşçı” kavramlarını öteleyerek, yerine “suçlu” ve “terörist” kavramlarını yerleştirmiştir. Dolayısıyla direnen halkların ve ulusların meşru mücadelesi suçlu ve terör kategorisine düşürülerek kriminal adi suçlar muamelesine tabi kılınırken, sömürgeci saldırganlığın “terörle mücadele” adı altında uyguladığı devlet terörüne meşruluk kazandırma çabaları ise yeni dönemin çağımızın başat yöntemi olarak öne çıkarılmıştır.

Terörle mücadele adı altında geliştirilen, özünde ise devlet terörüne meşruluk kazandırmaktan öte bir anlam ve amaç içermeyen bu yöntem, ilk bakışta her ne kadar sadece halkların haklı davasına yöneltilmiş bir saldırı olarak görünse de bununla birlikte ulus-devletin yeniden dizayn edilmesi ve bu doğrultuda iktidar ve toplum kesiminin yeniden şekillendirilmesini hedeflemiştir. Haliyle hedef tahtasına sadece ezilen ulus ve kurumları değil, beraberinde iktidar sınıfları dışındaki tüm kesimleri ve muhalefet unsurlarını da konulmaktadır. Hukukçu J. Claude Paye’nin ifadesiyle, “Terörle Mücadele sürekli yeniden tanımlanan sanal bir düşmana karşı yapılan uzun süreli bir mücadeledir. Bu mücadelenin maço toplumun örgütlenmesini yeniden düzenlemektir. Bu süreç boyunca ceza hukuku yüksek otorite akti olmak belirleyici bir rol oynar. Terörle mücadele yasalarının amacı cezai takibatın soruşturmadan mahkemeye kadar her aşamasına olağanüstü usulün, yasa üzerindeki üstünlüğünü tasdik eder. Benzer önlemlerle internet trafiğinden blok edinilecek ve elektronik postaların gizliliği ihlal edilerek özel hayatın üzerinde denetim kurulur. Değişim öylesine belirgindir ki iç normun altüst olmasına kadar varır; istisnaların kural olur.  Siyasal örgütleme şekli olmak olağanüstü usül kendisini anayasa ve kanun yerine koyar.”

“Terörle mücadele” temelde bir polis operasyonu uygulamada ise toplumun güç ile yönetilmesi olayıdır. Burada polis, terör politikasının merkezindeki aktördür. Böylece polis aygıtı adli soruşturma süreçleri üzerinde adeta bir tele gibi işlerken, iktidar sınıfları dışında kalan ve risk grupları olarak değerlendirilen etnik, sosyalist, demokratik yapılanmalar, işsizler, kadın ve gençlik gruplarına yönelik politikaların oluşturulmasında da belirleyici bir rol sahibi olur. Mücadele stratejisi adı verilen uygulamalar bütünü, olağanüstü koşulların süreklileştirilmesi ve toplumun iktidar hedefleri doğrultusunda yönetilmesi iken, polis aygıtı bu yönetme stratejisinin merkez yürütmesi pozisyonundadır. Polis aygıtının bu tarzdaki yetkilendirilmesi, laik hukuk devletinde görülen hakimlerin polis üzerindeki kontrol mekanizmasını gevşetirken, savcılığı polis aygıtına dahil ederek soruşturma hakimine karşı güçlendirmeye ve yargı erkinin yürütme erki karşısındaki kısmi özerkliğini yitirerek itaat ilişkisine çekilmesine yol açmıştır.

Son birkaç yıldır devlet sisteminde reform başlığı adı altında gerçekleştirilen değişimleri bu okuma doğrultusunda ele aldığımızda ve buna parlamentonun yetkilerini budamak; karar alma organından mecburi onaylama organına dönüştürülmesi, böylece varlık zeminini yitirerek işlevsizleşmesi operasyonunu eklediğimizde yaşananları anlamak daha da kolaylaşacaktır. Yaşanan bir rejim değişikliğidir; ulus-devlet merkezinde polisin olduğu devlete dönüşürken, aynı zamanda bir imparatorluğa dönüşme arzusu taşır. Bu zeminde “Başkanlık” bir “egemen diktatörlük” biçiminde kendini örgütler. Üstlendiği kurucu rol, sadece sivil toplum ve devlet ilişkisinin değişmesiyle siyasi düzeyde içten yeniden yapılanmasını içermez. Devletin şeklinde bir değişimi siyaset ile ekonomi arasında var olan ilişkide bir değişimi hazırlar. Bu da egemen diktatörlüğün, sermayenin yeni bir siyasal örgütlenme şeklindeki yönetim biçimi olduğunu gösterir.

“Terörle Mücadele”, bu yönetim biçiminin hiçbir itirazla karşılaşmadan kendini gerçekleştirmesi için taktik değil, stratejik bir araçtır. Bu nedenle yeniden, yeniden sürekli yeni düşmanlar, yeni “terör” odakları üretmek durumunda olan bir mekanizmadır. Siyaset alanına yapılan müdahaleler de bu kapsam içerisindedir. Farklı toplumsal grupların çatışkı ve uzlaşı mekânı olan siyaset, bu doğasından çıkarılıp yeni dayatmayla tekçi zihniyete biata zorlanırken, bununla birlikte siyaset= teknik yönetim düzeyine çekilmek istenmektedir. Bu da kaçınılmaz biçimde “egemen diktatörlüğün çıkarları = ulus-devlet (imparatorluk) çıkarları türünden, tanrı-kral-tanrı-devlet eşitlemesini hatırlatan bir siyasal olmayan denklemle bizi karşı karşıya bırakmaktadır.

İsmi her ne konulursa konulsun, sonuçta vücut bulan görüntü toplumsal akla ve ahlaka ait değil, aksine, Hegel çizgisinde ruh bulan ve Hitler’in suretinde kendini ifadeye kavuşturan anti-toplumcu bilindik bir simadır bu: Adı faşizmdir! Ne diyordu H.Arendt; “Modern diktatörlüklerle geçmişin bütün  tiranları  arasındaki temel farklılık , terörün  artık öncelikle muhalifleri korkutmanın ve yok etmenin bir aracı değil, tamamen boyun eğmiş halk kitlelerini yönetmenin daimi aygıtı olarak kullanılmasını dayatmaktadır.” Mevcut gerçekleşmekte olan da bundan ibarettir.

 

Ne Yapmalı Sorusunun Yanıtı, Ahlakı Toplumsal Yaşantılarımızın Kaynağı Haline Getirmek Ve Hukuku Tecrit Etmektir!

“Bir hareketin devamlılığı ve geleceği, egemen düzenin yasadışılığa verdiği anlamı dönüştürme ve baskıya, ya da sonuçlarını onu uygulayanların aleyhine çevirme kapasitesine bağlıdır.” E.Balibar

Faşizmin, Türkiye zemininde kendine yeni bir veçhe kazandırmak daimi bir yönetme aygıtı haline gelme ve böylece kalıcılaşma arzusu, şüphesiz geçmişin tiranlarından günümüzün diktatörlerine kadar uzanan mecrada ilk olmayan, ama hiçbir zamanda gerçekleşme olanağı bulamayan bir arzudur. Çünkü toplumsal ahlak tüm zorbalık ve aldatmalara rağmen ulus-devlet hukukunun ve türeme diktatörlerin hep hilafına işlemiş, kimseye kalıcılık bahşetmemiştir.

Bu gerçekliğine karşın, bir iktidar ve devlet kurmacası olarak hukuk vardır ve varlığını sürdürmektedir. İktidar ve devlet var oldukça kendini sürdüreceği açıktır. Bu realitenin farkında ve bilincinde olmak önemlidir. Fakat bunun bilinciyle hareket etmeyi değil, dönüştürmeyi ve hukuku İbn Haldun’un belirttiği gibi ahlakın ve politikanın hizmetine koymayı gerektirir. Nitekim ulus-devlet faşizm öncesinde geliştirilen neredeyse bütün hukuk kurmacalarının ahlakla adeta zorunlu bağ içerisinde, ancak giderek ahlaki daraltma ekseninde kendilerini formatladıklarına tanık oluruz. Ahlakın hukuktan tamamen dışlanması, ulus-devlet faşizminin üzerinde yükseldiği pozitivist hukuk anlayışının açığa çıkmasıyla birlikte start almış ve böylece günümüzdeki egemen düzenin işleyişi haline gelmiştir. Hitler faşizminin kendini temellendirirken hukukun pozitivizm zemininden fazlasıyla yararlanmış olması dikkat çekici bir örnek oluşturur. Nazizm döneminin hukukunu ve yargıçlarını değerlendirirken L. Fulien haklı olarak şunları belirtir; “Hukukla ahlak arasındaki zorunlu bağın koparılması diktatörlüğe elverişli bir sistem ortaya çıkaracaktır. Hukuki pozitivizmin etkisi altındaki Alman hukukçuları, hukukun içsel ahlakına duyarsız kalmışlar ve hukuk adına yapılmış her şeyi hukuk kabul etmeye hazır hale gelmişlerdir. Nazi mahkemeleri bir partinin çıkar ve görüşleri doğrultusunda hareket etmiş ve devlet tiranlığının etkin hale gelmesi için korkutma ve gözdağı vermişlerdir. Yargı bağımsızlığı ve hukuka bağlılık bozulmuştur. Diktatör bir hükümet, amaçlarına uygun bazı yasalar yapabiliriz ama bütün bir maddi hukuk düzenini değiştiremez. Bunun teknik güçlüğünden başka zaman zaman çeşitli meselelerde keyfi kararlar vermesi daha kolay ve rasyoneldir. Suçun belirlenmesi ve cezalandırılması bakımından mahkemeler yasa yerine hükümetin emirlerine uyuyorsa hukuk yoktur.”

Tarih ve şimdi ilişkisi bağlamında benzerliklerin zihinde uyandırdığı çağrışımları yakalamak kadar, yaratacakları sonuçların öngörüsüyle an’a yüklenmek ve sonuca etkide bulunarak değişime uğratmak önemlidir. Nihayetinde strateji dediğimiz şey, bilginin günlük hayata uygulanması, “orijinal bir fikrin sürekli değişen olaylara uygun biçimde geliştirilmesi” değil ise nedir? Koşulların zorluğu ve baskıların yoğunluğu zamana ve mekâna göre değişkenlik gösterse de her daim var olmuştur. Strateji denilen olgu, zaten bu koşulları altında faaliyet gösterebilme sanatının da kendisidir. Bağlamı böyle kurduğumuzda, Türkiye’nin hukukuna karşı Kürdistan’ın ahlakını yani özgürlük tercihini mücadelenin tüm kulvarlarında geliştirip yaymayı bir elzem ve en güncel görev olarak önümüze koymak durumundayız. İbn Haldun’un demesiyle, “özgürlük istiyorsak, en başta toplumun kolektif vicdanı olan ahlakı ve ortak akıl olarak politikayı tüm yönleriyle ve entelektüel gücümüzle yeniden ayağa kaldırıp işlevsel kılmaktan başka çaremiz yoktur.”

“Ne Yapmalı?” sorusuna İbn Haldun böyle yanıt geliştirirken, felsefeci Slovaj Zizek’in bu konudaki 2015 değerlendirmesi de hem çarpıcı hem de günceli açıklayıcı olması sebebiyle hatırlatılmaya değerdir. “Kürtler, sadece dağlarda savaşan insanlar değil, aynı zamanda bölgenin en ilerici ve en demokratik halkı, topluluğudur. Kendilerini böyle tanıtmaları lazım. Anlayamıyorum. Batı Kosova’yı destekledi. Hakeza Çeçenistan’ı da. Ama Kürtler için kimse bir şey demiyor. Bence bu işin arkasında hangi global jeopolitik hareketler var, bunu siz Kürtler iyi tahlil etmek zorundasınız. Kürtler olarak bunu şiddet anlamında söylemiyorum çok zalim oynamak zorundasınız. Yani güçleri birbirlerine karşı kullanmak ve anlamak zorundasınız. Kürtlerin Ortadoğu’da Yahudilerin diğer bir versiyonu olması gerektiğini düşünüyorum. Yani öyle baskıcı, işgalci değil de öyle dinamik, açık. Kürtlerin duyarlılığını örnek alabiliriz. Kürtlerin özerkliği, büyük bir umuttu.”

Terörist devlet modeliyle uzlaşma olmayacağına göre, onun hukukundan yana bir beklenti içerisinde olunamayacağı da açıktır. Bu nedenle direniş de çoklu, çeşitli değişim dinamiğiyle uyumlu, zamanın ve mekânın her tarafına yayılmayı hedefleyen bir yoğunluk olmayı başarabilmek zorundadır. Bu direnişin tüm toplumsal damarlara yayılacak tarzda kendisini yeniden kurması ve buna göre değer ve anlam oluşturması demektir. Nasılına ilişkin Ebu İyad, 21. Yüzyılın kapitalizme alternatif mücadele stratejisi olarak geliştirdiği FDC’de muazzam bir çerçeve oluşturmakla kalmamış, ulus-devletin güncel saldırılarına karşı da pratikleştirilmeyi bekleyen somut önerilerde bulunmuştur. Örneğin; saldırı altındaki mekanlarda, savaş komünalizmini devreye koyma ve toplumun bu temelde örgütlenerek kendini savunması önerisi, E. Balibar’ın itaatsizliği meşrulaştırmak için olağan üstü hal ilan etme, “Demokratik Olağanüstü Hal” önerisinden pek de uzak değildir. Aksine her ikisi de toplumsal dayanışma ahlakının örgütlülük içerisinde kendisini yeniden üretmesi ve yani bağlamlar oluşturarak devlet faşizmine karşı direnişi sürekli kavuşturması olayıdır. Ahlaktan yoksun ulus-devlet hukukuna karşı ahlakın yani özgürlüğün kendini savunması ve savunarak inşa etmesidir. Bu savunuyu yapmak için illa da derin bir ideolojik- politik bilinçlenmenin özneleri, militanları olmamıza gerek bulunmuyor. Çünkü saldırı altında alınan, insanın insan olma kapasitesi ve insanlığımızdır. Dolayısıyla günümüzde insan olmak, günümüz toplumun sorunlarını çözmek için akılcı ve yaratıcı düşünceli ve vizyon sahibi olmaktır. Ahlaki sorumluluğumuz bizi süreçlere müdahale etmeye ve onlara akılcı ve etik bir açılım geliştirmeye zorlamaktadır. İnsan olmak, yaşama ve süreçlere bilerek ve hissederek katılım göstermek olduğuna göre, zamanımızın sahte varoluşlarını aşarak ahlaki ve politik varoluşun hakiki öz zihniyet ve eylemlerini yaratmak dışında bir seçeneğimizin olamayacağı açıktır. İnsanlığımızı “vatandaşlık” kavramı adı altında vergi mükellefliğine indirgeyerek modern köleliğe yatıran zihniyeti, bu iddiayla alt etmek ve özgür yaşam tercihine evrilmek öncelikle hukuk kıskacına hapsedilmiş toplumsallığımızı çekip kurtarmaktan, tüm insani varoluşlarımıza anlam ve özgünlük katan ahlakı, bütün ilişkimizin kaynağı haline getirmekten geçmektedir. Ahlakı toplumsal ilişkilerimizin kaynağı haline getirdiğimizde, devlet ve iktidar eksenli hukuka başvurma ihtiyacının ortadan kalkması bir yana bu kıskacın örgütlü ahlak ve onun öz savunması karşısında kendini sınırlamak, geri çekilmek ve ahlakı içerimlemek gibi bir yaklaşım geliştirmek zorunda kaldığı görülecek. Değer ve anlam oluşturacak şey, bunun bilinciyle hayata katılmak ve bu yönde müdahil olmayı varoluş sebebi saymaktır. Bunun bir yolu da M.Gandhi gibi adaletsizliğe karşı isyanı din bellemekten ve onu örgütlemekten geçmektedir.

Bütün bunları Kürdistani varoluş üzerinden tanımlıyor oluşumuz, şüphesiz mevzuyu sadece Kürtlerle sınırlandırdığımız anlamına gelmiyor. Kürdistani varoluş, tarihi ve güncel bir direniş unsuru olarak zamana ve mekâna damgasını vuran dinamik özelliğe sahip olduğu gibi, ortak yaşam iddiası ve eylemiyle “büyüsünü yitirmiş dünya” ya büyüsünü yeniden kazandırma kararlılığının öncü gücü ve çabasıdır. Bu gerçekliktir onu güncel kılan. Yoksa Kürdistani olan her şey bir yanıyla Laz’dır, Çerkez’dir, Fars’tır, Türkmen’dir, Arap’tır, Süryani’dir ve Ermeni’dir. Yine biraz Zerdüşti, Musevi, İsevi ve Muhammedidir. Ezilenlerin ve sömürülenlerin, ret ve inkara maruz kalanların ortak gücü ve gerçekleşmesidir. Kürdistani ele alışı gerektiren diğer bir gerçeklik ise H.Arendt’te ifadesini kurduğu şekliyle şudur; “ Size Yahudi olarak saldırılıyorsa  kendinizi Yahudi olarak savunmanız gerekir.”

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.