Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplum Mühendisliği

Halil Dağ

Hobbes “insan insanın kurdudur” demişti ve hemen ardından toplumu parçalarına ayırıp birleştirebilme esasından hareketle ele almış ve böylece politikaya bir teknisyen kesinliği taşıyarak, toplumsal düzenin ne olduğunu ve nasıl tesis edileceğini, toplumun nasıl kurulacağını göstermeye çalışmıştı. Kendisi ve ardıllarının bu söylemden yola çıkarak önerdikleri şey, insanın doğasında kötülüğün var olduğunu, bu kötülüğün “düzen bozucu” niteliğinin ortadan kaldırılması için onu disipline edecek, düzenleyecek yeni tip bir otoriteye ihtiyaç olduğuydu. Söz konusu otorite yasal bir temele dayanacak ve “insanın kötü doğası” karşısında meşru bir otorite olacaktı. Dolayısıyla da insanı ve toplumu biçimlendirme, ehlileştirme konusunda muazzam araçlara sahip olacaktı. Bu yeni otoritenin kendisini dayandırdığı akıl mühendislik aklıydı ve pozitivist bilimcilik gibi bir arka plana dayanıyordu. Elde, doğa bilimlerinden edinilmiş yığınca “mutlak” bilgi vardı, bu bilgi neden toplumu düzenleme sürecinde kullanılmadı? Daha sonra gelişen Diderotçu mekanikçilikte bu anlayışın zirvesi oldu ve toplum mühendisliği pratiği günümüze kadar süren bir anlayışa dönüştü…

Toplum mühendisliği kavramı ve buna içkin kılınan, toplumu otoriter-düzenleyici değerler etrafında dizayn etme politikası en sistemleşmiş haliyle Fransız devrimi ve onunla paralel kurumsallaşan ulus devlet projesine dayandırılmaktadır. Kökeni Hobbes’ten başlayarak ortaçağın sonlarına uzanan ve daha sonra kapitalizmle buluşan diderotçu mekanikçiliğin tıpkı doğayı olduğu gibi toplumuda bir mühendislik çalışmasının alanı olarak gören anlayışı, toplumsal doğayı tahrip ederek ulus-devlet determinizmini kutsallaştırıp günümüze kadar ki hemenhemen tüm ulus-devlet sistemlerinin ekonomi, eğitim ve kültür politikalarına damgasını vurmuştur.

Mühendislik pratiği başlangıçta üretim sürecinde yada yönetimde bilim ve tekniğin temsilciliği olarak gelişirken zaman içinde toplumsal alana ilişkin projeler oluşturarak onu belirleyen bir uğraş alanı olmuştur. ‘ussal olanın gerçek, gerçek olanın ussal’ olduğu ilkesinden hareket eden bu mühendislik algısı üretim, teknoloji ve bilimsel çalışmalara uygulanan rasyonalitenin tüm toplum ölçeğine yaygınlaştırılabileceği inancından yola çıkarak, toplumsal alanın ve insanında tıpkı bilimsel-teknik çalışmalarda olduğu gibi belirli bir takım rasyonel ilkeler üzerinden biçimlendirilebileceğini savunur. Kavramınliteratüreyerleşmesi ve bir ilerleme yöntemi olarak yaygınlaşmasında başka bazı isimlerin yanı sıra tornetsinveblen’in rolüne vurgu yapılmaktadır. Veblen, mühendisleri rasyonel ve bilimsel uygulamaların-değerlerin taşıyıcıları ve öncüleri olarak kabul ederken, onların üretim, ekonomi ve kültür alanlarında iktidar olmasını ister. Buna göre herhangi bir zamanda o güne kadar icat edilmemiş teknoloji harikası bir makinanın projelendirilmesinde ve yapımında rol oynayan mühendislik yeteneğinin yaratıcılığı, toplumsal yaşamın düzenlenmesinde de kullanıla bilinir ve bu yolla toplumsal yaşamda harikalar yaratıla bilinirdi.

 

Mühendisliğin İki Unsuru: Toplum Tasarımcılığı Ve Otoriterizm

Toplum mühendisliğinin ‘düzenleme’ pratiğinin iki unsuru vardır. Bunlardan birincisi, doğanın ve toplumun idari düzenlenişi ve standartlaştırılmasıdır. Bu standartlaştırma sürecinde uzmanlar sınıfı ve devlet asli bir rol oynar. Aslında modern devlet denilen unsur devlet sisteminin idari yapılanması ve bu idari yapılanma sürecinde kullandığı maddi-manevi araçlara bakıldığında söz konusu ‘düzenlemenin’ nasıl yürütüldüğünü anlamak daha kolay olacaktır. Söz gelimi hukuk, eğitim sistemi, yasal ve bürokratik prosedürler, günlük yaşama varıncaya kadar her şeyin üstten dizayn edilmesi, bireyin duygusal ve eylemsel süreçlerini belirleyen soyut kurallar silsilesinin oluşturulması… Bütün bunlar ‘düzenleme’ süreçlerinin araçlarıdır ve sadecebürokratikbir düzene dayanmanın ötesinde, arkasında bu idari anlayışa yön veren ciddi bir akademisyen, aydın ve uzmanlar eliti, yani toplum mühendisleri vardır.

‘Düzenleme’ pratiğinin ikinci ve en önemli unsuru ise modernist ideolojidir. ‘üst modernizm’ olarak nitelendirilen bu unsur, birinci unsurun, yani doğanın ve toplumun idari düzenleyişini sağlayan aklın ve oluşumların fikri temelini oluşturur. Batıda ortaya çıkan pozitivist bilimcilik ve buna dayanan ‘ilerlemecilik’ fikri bunu ifade eder. Bu durumu tasavvur etmenin en iyi yolu onu mühendislik anlayışının kurumlaşmasıyla başlayan bilimsel ve teknik ilerleme hakkında kendine aşırı güven, üretim büyümesi, doğanın (ve bu arada insan doğasının da) hâkimiyet altına alınması ve toplumsal düzenin doğa yasalarının bilimsel kavranışına uygun, rasyonel olarak tasarlanmasının güçlü bir versiyonu olarak düşünmekten geçiyor. Sözü edilen bu üst modernist ideoloji esas olarak bilimin ve teknolojinin toplumsal alana uygulanmasının meşruluğu üzerinden kurgulandı. İnsana, topluma ve doğaya yönelik mühendislik planlamaları ‘şüphe barındırmayan’ mutlak bir kabulle bilimcilik adı altında geliştirildi. Toplum, mekanikçi-teknolojist rasyonel veriler üzerinden düzenlendikçe ideal ve gelişmiş toplum modellerinin ortaya çıkacağı vaaz edildi. Tabi modernist ideolojinin kendini gerçekleştirebilmesi ve bu ideal modeli geliştirebilmesi için bir takım araçlara ihtiyaç vardı. En ‘makul’ çözüm otoriter ve düzenleyici bir devlet aygıtıydı. Bu devlet tamamen ‘akılcı’ verilere dayanarak düzenleme sürecini ve toplum tasarımının engel tanımda, tek merkezden oluşturma gücünü elinde bulunduracaktı. Ulus devletin ortaya çıkışı da bir bakıma bu ihtiyacın bir sonucuydu. Otoriter bir aygıta ihtiyaç vardı çünkü düzenlenmesi-standartlaştırılması hedeflenen toplum aynı zamanda yeni araçlar ve kurallarla yönetilmesi gereken toplumdu, dolayısıyla geleneksel değerlerinden kopartılması karşı reflekslere yol açabilirdi, bu sebeple de ‘mühendislik harikası’ fikir ve düzenlemelerin toplumsal tepkiyle karşılaşma riskinin daha baştan bertaraf edilmesi gerekmekteydi. Ulus devlet bu görevi üstlenirken toplum mühendisleri de bu yeni ideolojiyle ‘rasyonel toplum’ oluşturma biçiminin, eskinin dinsel gelenekçi akıldışılığından daha kutsal olduğu ve doğanın bilimsel olarak tahakküm altına alınmasının özgürleştirici olacağı konusunda toplumu ikna etme görevini üstlendiler. Ulus devletin dayandığı modernist ideoloji ‘rasyoneldi’ ve büyümek için bir katalizör işlevine sahip olduğu düşünülüyordu. Dahası, bu yeni ideoloji büyük ölçüde statü, iktidar ve zenginlik bakımından kazanacak çok şeyi olan sınıflara hitap ediyordu. Sonuçta bürokratlardan, ekonomistlerden, aydınlardan, teknokratlardan, sosyologlardan, planlamacılardan ve bilim uzmanlarından oluşan yeni bir tabaka (hatta yeni bir sınıf) ortaya çıktı. Bu sınıfın yeni adı toplum mühendisliğiydi ve devletle simbiyotik bir ilişki içindeydiler. Toplum mühendisliği pratiğinde bu sınıf ulus devletin gücünden yararlanırken, ulus-devlet de bu yeni sınıfı, sağladığı bilgi ve teknikle iktidarını güçlendirme ve toplumu homojenleştirme sürecinin aklı olarak kullanıyordu. Bu şekilde birbirini besleyen ilişki oluşturulmuştu. Bu iki gücün birleştiği konum yalnızca bir yönetim ya da ayrıcalık edinme konumu da değildi aslında. Ulus inşası ve toplumu dönüştürme (yeni ideoloji ekseninde)gibi bir eserin sorumluluğunu da paylaşıyorlardı. Toplum mühendisleri, teknik ve bilinç açısından geri kalmış saydıkları eğitimsiz nüfusu ‘güçlü ve ileri’ bir geleceğe taşımayı kendi görevleri olarak algıladıklarından toplum eğiticileri olarak kendilerine kader tayin edici bir kültürel rol biçerek toplumsal hiyerarşinin tepesine yerleştiler. Rol böyle büyük olarak belirlenince, toplumdan bu tasarlanma sürecinde azami fedakârlık yapmasını isteyen egemen bir aydın ve teknokrat tabakasının ortaya çıkması pek garip bir durum olamadı. Çünkü geçmiş bir engel, aşılması gereken bir tarihti. Bu gün ise daha iyi ve rasyonel bir geleceğe yönelik adımların atılacağı bir platformdu!Bu platformda etkin ve tasarlayıcı bir akla ihtiyaç olacaktı. Bu yeni ideolojinin ve mühendislik aklının cisimleşmiş hali olan ulus devletin topluma yaptığı açıklamaların hemen hepsinin, temel olarak bu günden bütünüyle farklı bir geleceğe doğru ‘kahramanca’ bir ilerleyişe dair imge ve sloganlardan oluşması da yukarıdaki durumla bağlantılıdır. Toplum, gerçekte belirsiz ve egemen olanın güç iddiasının gerçekleşmesinden başka bir nitelik taşımayan ‘zenginlik, güvenlik, ilerleme, büyüme’ gibi cezbedici sloganlar etrafında mühendislik projelerine uygun olarak mobilize edildi. Toplumsal özgürlük ve adalet kavramları ancak bu ‘ulvi’ amaca hizmet ettiği oranda kabul edilen önemsiz iki slogan haline geldi böylece. Toplum mühendisliğinin ulus-devlet üzerinden uygulamaya soktuğu akıl daha sonra faşizm olarak vücut buldu. Çünkü toplumu tasarlama ve iktidar paradigması etrafında disipline etmenin sınırı yoktu. Devletin kutsallığı ve düzene bağlılık söyleminin arkasında gizlenen şey itaat ve daha fazla itaat oldu. Bir kere toplum mühendisliği yeni ideolojinin yükselen değeri olarak kabul edildikten sonra toplumun her açıdan simetrizasyona tabi tutulması bir problem teşkil etmiyordu. Zaten faşizmde sonuç itibariyle bir toplum mühendisliği projesiydi. Tek tipleştirme, ötekini yok etme, her şeyi devletin ve iktidarın güçlendirilmesine tahvil etme planı bu mühendisliğin aklıydı. Modernist ideolojinin ve modern çağın yöneticileri bu yeni düzeni idrak edip pratiklerini dayandırdıkları mühendislik aklıyla insanlık tarihinin arşivine olabildiğine kanlı ve vahşet dolu katkılar sunmaktan geri durmadılar. Gerici cehaletleri yüzünden bu mühendislik harikası tasarıma teslim olmayanların ya zorla eğitilip ehlileştirilmeleri yoluyla bu projelerin nesneleri haline getirilmeleri ya da yok edilmelerinden daha doğal ne olabilirdi ki? Güncel açıdan bu olguyu daha somut gözlemleyebileceğimiz yığınca örnek var aslında. Günümüzde her yerde mantar gibi biten strateji kuruluşları, bilim insanı, sosyolog, aydın ve danışmanlar eliti ile teknokratların devlet politikalarının belirlenmesinde ve toplumun cendereye alınmasında oynadıkları role ilişkin yığınca örnek belirlenebilir. Kaba bir gözlemle bile bunları fark etmek mümkündür. Devletin bizzat oluşturduğu eğitim kurumları, ekonomi, hukuk, kültür, bürokrasi, psikolojik harp, medya kuruluşlarını saymıyoruz bile. Bütün bunların toplamı, mühendislik aklıyla kendini katlayarak büyüyen iktidarın, Foucault Bentham’dan ödünç olarak kullandığı ‘panopticon’ kavramına denk düşen iktidar tasarımının geniş ölçekli olarak tüm topluma hakim kılınmasını ifade ediyor. Resmi tarih tezleri bu amaçla oluşturulur, algı yönlendirme operasyonları, toplumun sürekli olarak bu mühendislik projelerinin ürünü olan telkinlerin tazyiki altında tutularak şekillendirilmesi, açlıkla terbiye etme ve daha de sıralanabilecek pek çok uygulama yine devletle iç içe geçmiş toplum mühendisliği aklının ürünüdür.

 

Üniterlik

Üniterlik, toplum mühendisliğinin devlet otoritesiyle toplumu dizayn etme projesinin bir ürünü olarak yeni bir idari yapı olarak kurgulanırken amaçlanan şey, yerliliğe ve farklılığa düşman merkezi bir planlama ekseninde organize edilmesi arzusuydu. Bu kavram ekonomik ve siyasal alanı olduğu kadar insanı da kamulaştırmayı ifade etmektedir.Toplum mühendisleri toplumu devlet tarafından ‘mükemmelleştirilmesi’ gereken bir olgu gibi ele aldıklarından üniterlik projesini de bu ihtiyacın temini için ürettiler. Buna göre üniterlik belirleyiciydi ve kendi kurumsal ahlakını ileri teknik araçlarla ve tekçi siyasal yapısıyla uyumlu biçimde topluma dayatabilirdi. Bu yanıyla üniterlik, geleneksel ve tarihsel topluma değil ‘bilinçli’ ‘rasyonel’ ‘bilimsel’ ölçülere göre tasarlanmış yapay bir toplum yaratma projesi olarak ortaya çıktı. Üniterlik kavramının ve bu kavramın içerdiği tüm kurumsal ve imgesel oluşumların kendisini dayandırdığı aydınlanmacı bakış, doğrusal ilerleme, bilimsel teknik bilginin kutsallığı ve rasyonel toplum gerekliliğini hareket noktası olarak kabul ettiğinden toplumu tepeden tırnağa düzenlemeyi kutsal bir görev sayıyordu. Toplum mühendisliği bu kutsal görevi karşılayacağı düşünülen üniterliğe yönelik arzuyu temin ederken, modern devlet de bu arzuyu karşılayacak araçları ve kurumları üreterek kendisini kurumlaştırıyordu. Bu yolla aydınlanmacı bakış ‘tarihsel zaferine’ ulaşmış oluyordu.

Üniterlik projesi açısından Fransız ulus-devleti çarpıcı bir örnektir. Fransa örneği, mühendisliğin standartlaştırma sürecine hangi alanlardan başladığını ve nasıl homojen bir toplum yarattığını gösterir. Standartlaştırma, Fransız ulus-devletini yaratan temel politikaydı. Öncelikle bir yurttaşlık kavramı geliştirildi. Aydınlanmacılara göre sistemdeki, kurumlardaki, yasalardaki vergilendirme ve pazar düzenlemelerindeki karmaşıklık Fransızların tek halk haline gelmesini engelliyordu. Bu yüzden üniterleşmek, yani her yerde aynı yazılı kanunların, öcülerin, adaletin ve inançların egemen olacağı bir ulusal topluluk için gerekli merkezileştirici ve rasyonelleştirici düzenlemenin yapılması gerekiyordu.Yerellikkarışıklıktı ve yerleşim birimleri, biçimleri, dilleri, gelenekleri anlaşılmaz bulunuyordu. Bunu aşmak için herkesin aynı standartlara bağlandığı bir tek ulusal toplum düzeni oluşturulmalıydı. Yurttaşlık kavramı da esasen bu ulusal toplum yaratma projesinin ürünüydü. Yurttaş küçük yasal ayrıcalıklarla Fransız ulus-devletinin hukuksal düzenine bağlanarak süreç tamamlanmaya çalışıldı. Ama özünde ‘hak’ gibi görünen bu yeni ayrıcalıklar yurttaş açısından daha geniş bir bağımlılığın adı oldu. Çünkü ‘hak’ yanında devlete karşı yurttaşın yükümlülükleri ve görevleri de vardı artık. Üniterliğe bağlı kalma yükümlülüğüydü bu! Zaman içinde yurttaşlık yerini ‘Fransız yurttaşlığına’ bıraktı. Artık tek bir dil, tek bir yasal düzen, tek bir ekonomik sistem, tek bir millet ve tek bir devlet vardı… Aynı süreci bütün ulus-devlet sistemlerinde görmek mümkündür. Kimi yöntem farklılıkları olsa da süreç aşağı yukarı hepsinde benzer biçimde işlemiştir.

 

Bir Mühendislik Projesi Olarak Homojenleştirme

Toplum mühendisliği dayandığı temel itibariyle ilerlemeciliği düstur edinmiştir. İlerlemeciliğin en tahripkâr sonucu ise gelişmenin neredeyse tüm öznelerini tek tipleştirmesi, insan ve toplum olgularını soyut bir gerçeklik olarak ele almasıdır. İnsan, ilerleme adına yapılan şeylerin atfedildiği bir değer değil, yapılan şeylere atfedilen bir nesne olarak görülmüştür. Bunu bir çeşit kobaylaştırma olarak okumak ta mümkün. Çünkü ilerlemeci akıl nicel teknolojileri ilerlemenin biricik ölçüsü olarak kabul ederken, insan ve toplumu bu nicel teknolojilerin basit bir aracı ve mühendislik projelerinin sınandığı bir zemin olarak görür. Bundan dolayı ilerlemeciliğin standartlaştırma politikası, standartlaştırmış bireyleri ihtiyaçları bakımından tek biçimli, hatta birbirleriyle değiştirilen nesneler haline getirdi. Bu ‘nesne’ liberalizmin ‘ayrıcalıksız yurttaşlar’ sloganıyla ifadeye kavuşan planlama hedefleri doğrultusunda yoğrulduğundan bir cinsiyete, beğeniye, tarihe, ahlaki politik değerlere, kanaatlere, özgür düşünceye sahip değildir. Yani ayırt edici bir kişiliği yoktu. Çünkü liberalizm genellikle eşitlikçi, özgürlükçü fikirler kisvesi adı altında kendini kurumlaştıran devlet ve kapitalizme bağımlı bir sosyal zemin yaratmayı hedefler. ‘Yasa karşısında eşitlik, herkese ekonomik refah, sağlık, eğitim, barınma hakkı’ söylemi de işte bu hedefe ulaşmanın aracı olarak kullanılır. Homojenleştirme burada asıl amaçtır. ‘Toplumsal yararlılık’ dedikleri şey özünde ‘toplumun devlete yararlılığıdır.’ Bu yararlılık halini sağlamak için homojenleştirme olmazsa olmaz bir kuraldır.

Otoriter-şematik mühendislik politikaları homojenleştirici karakteri sebebiyle yerel ve farklı olana her koşulda karşı durur. Çünkü kendi rasyonelliğini mutlak doğru kabul eder ve geleneksel alanın reddini esas alır. Yerel olanda her zaman için somutlaşmış değerli ve tarihsel toplum bağlamından kopmamış bir bilgi sermayesi mevcuttur. Bu bilgi sermayesi tarihsel toplumun doğal ve kültürel evrimiyle oluşmuştur ve bu özelliğinden dolayı da mühendisliğin homojenleştirme politikalarına direnme potansiyeli taşır. Toplumun mühendisliği tüm bu bilgisel kültürel birikimi ret eder ve mutasyona uğratarak toplumun ve yerel kültürün hafızasını tahrip etme yoluyla söz konusu direnme potansiyelini yok etmeye çalışır. Bu tahrip etme sürecinde toplumu kendi 69 ahlaki-politik değerlerinin dışındaki bir araca; devasa bir ulus-devlet makinasına bağlayarak gerçekleştirmeye yönelir. Sadece bu da değil, daha geniş bir düzlemde endüstriyel tarımdan tutalım, kapitalist Pazar sistemine, tüketim kültüründen tutalım meta-insan ilişkisine varıncaya denk toplamsal yaşamın her alanını olabildiğine tek biçimli merkezden planlanan politikalarla homojenleştirir. Bu yanıyla toplum mühendisliği temel olarak bir pazarlama faaliyetidir de denebilir. Toplumsal ekonomiyi fiyat ve Pazar yoluyla standartlaştırırken parayı tanrılaştırır ve bu yeni düzeni yeni kadrolarla pazarlar. ‘Büyük buluşlar’ ‘teknolojik devrim’ ‘yeni düzen’ ‘fırsatlar dünyası’ sloganlarıyla pazarlanan şey işte bu homojenleştirme politikasını kurumlaştırmaktan başka bir şey değildir. Homojenleştirme sürecinin belli başlı bazı yöntemleri vardır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz.

  1. Toplum mühendisliği, toplumu titiz bir ölçüme ve hesaplamaya dayalı olarak tasnif eder. Toplumu bir kadavra gibi ele alarak en küçük parçalarına varıncaya denk birbirinden ayırarak yeniden düzenlemeyi esas alır. Ölçüm, hesaplama ve tasnif etme homojenleştirme aşamasında mühendisliğin üç kutsalı sayılabilir. Bunun devletteki karşılığı ise tek tek her ‘vatandaşın’ kayıt altına alınması ve tasnif edilerek çok yönlü politikalarla otoriteye bağlanmasıdır.
  2. Toplum mühendisliği soyutlamacılık ve faydacılık prensibine göre hareket eder. Bu iki yöntemi homojenleştirme politikasının temeline oturtur. Zaten ulus devlet açısından da başarının ölçüsü, sınıflandırma ve kıyaslamalara dayalı sayısal sonuçlara bakılarak belirlenir. Faydacılık, devleti yeniden üretme ve çoğaltma kuralıyla işler. Aynı şekilde düzen içindeki bürokrasi, teknokrat ve diğer uzman elitlerin başarısının ölçüsünü de bu yeniden üretme, çoğaltma konusundaki yetenekleri belirler. Bu yüzden istatiksel bir akıldır. Her olguyu iktidarın çoğaltılması prensibine bağlı olarak istatiksel açıdan ele alır. İktidar büyüdükçe toplumun mühendislerine yeni alanlar açılır ve bu yeni alanlarda elde edilen her başarı iktidarı yeniden, yeniden çoğaltır. Bu süreç bir döngü biçiminde devam eder.
  3. Toplum mühendisliği homojenleştirme sürecinde pragmatizmi esas alır. Soyutlamacılık ve faydacılık kuralı buradan ileri gelir. Her duruma ‘ne kazandırır’ hesabıyla yaklaşır. Yeni bir gerçeklik inşa etmeye çalışırken ‘doğru, işe yarayan şeydir’diyen pragmatizmi ilke edinir. Her eylemi tasarlanan sonuca ulaşmada sağlayacağı fayda üzerinden kurgularken bunun topluma, doğaya, insana zarar verip vermeyeceğini önemsemez.
  4. Toplum mühendisliği yapay topluluklar ve diller yaratma pratiğidir. Her topluluk ve dil tarihsel açıdan ortak bir eylemin sonucu olarak ortaya çıkar ancak bu durum mühendisliğin homojenleştirme projesi önünde engel teşkil ettiğinden formel kurallar ve düzenlemelerle bu ağın bozulmasına çalışılır. Asimilasyon en belirgin yöntem olarak öne çıkar. Ulus devletin ‘tek dil, tek millet’ sloganı da bu politikanın billurlaşmış halidir.
  5. Toplum mühendisliği tasarlama sürecinde kültürü homojenleştirmeyi diğer önemli görevlerinden biri sayar. Kültürel inançların ve tutumların toplum mühendisliği tarafından biçimlendirilmesi ve devletin ‘yönetme’, ‘düzenleme’ amacı doğrultusunda kullanılması modernleştirme amacıyla yakından bağlantılıdır. Kapitalist modernite de ideoloji daima mitolojiler (bu ve moderniteye özgü mitolojiler) ritüellerle el ele yürür. TV ve popüler kültür mitolojileri bu hegemonyacı ideolojiyi ritüel bir şekilde iletmede görev alır. Bu anlamıyla bizzat popüler kültürü üreten ve yine bizzat popüler kültürün kendisi tarafından üretilen endüstri, egemen ideolojinin çoğaltılması ve toplumu homojenleştirmeye yöneliktir. Bir yandan yerel, geleneksel, etnik kültürler bu geniş ölçekli homojenleştirme operasyonuyla yok edilirken diğer taraftan kendi köklerinden kültürel ve etnik topluluklara ait üretimler ulusal ve uluslararası mühendislik projeleriyle Pazar nesnesi haline getirilir. Yok edilen yerel ve etnik kültürün yerine mühendislik ürünü imgelerle donatılmış yeni ve homojen bir kültür ikame edilir. Bu yeni kültür tüketim, meta ve reklam üzerinden oluşturulur, toplum bunlarla disipline edilmeye çalışılır, topluma ve bireylere dayatılan ve yenilenen umutlar, tatminler, hayaller, vaat edilen popüler sunumlar vasıtasıyla bu süreç tamamlanır.

Kültürel homojenleştirme iddia edildiği gibi serbest Pazar ve özgür istekle kendiliğinden oluşan bir şey değildir. Aksine, neyin nerede, ne zaman, nasıl üretileceğine karar veren özel politikaların ve kamu politikalarının biçimlendirdiği bir süreçtir. Bu biçimlendirme süreci dolaylı ve dolaysız pazarlama yöntemiyle yapılmaktadır. Dolaylı pazarlama (yani kişinin doğrudan materyalle ilişkisi ve iletişiminin olmadığı durum) medya yoluyla yapılır. Dolaysız pazarlama ise bireyin, tüketim kültürünün içine çekilerek metayla birebir ilişkilendirildiği, ona bağımlı kılındığı, meta aracılığı ile algılarının ve duyularının belirlendiği bir yöntemdir. Her iki durumda da mühendisliğin ideolojisinin satışı yapılarak kültürel homojenleştirme sağlanır.

 

Toplum Mühendisliğinin Verimli Dönemi: Savaş

I ve II. dünya savaşları, ulus devletlerin bizzat üstlendiği toplum mühendisliği pratiğinin doruğa çıktığı ve meşruluk kazandığı dönemler oldu. Aslında ulus-devletin kurulması ve takip eden süreçlerdeki tüm savaşlarda mühendislik pratiği uygulandı ancak I. ve II. dünya savaşları bu pratiğin daha sofistike yöntemlerle uygulandığı ve toplumun milliyetçilik üzerinden savaşlara kanalize edildiği dönemlerdir. Savaşlar ve ekonomik buhranların militarist yönetim anlayışının ‘ulusu, ana vatanı savunma’ sloganıyla rahatlıkla hakim kıldığı dönemler olması, devletin toplumu ele geçirmesinin imkanlarını güçlendirir. 20. Yüzyılın hegemonya savaşları toplumun ve ekonominin tümüyle bu amaca yönlendirilmesini zorunlu kılıyordu. İngiltere, Almanya, Fransa ve diğer ülkeler savaş seferberliği bağlamında doğrudan militarist yönetimin gücüne dayanarak geliştirdikleri planlamacılıkla yönetilen toplumlara dönüştüler. Yüzyılın başlarından itibaren dünyanın hemen her tarafında yaşanan derin kriz ve çatışma hali ulus-devletleri ekonomik ve siyasal krizleri hafifletmeye ve halk nezdinde otoritelerini korumaya dönük planlamalara ve mühendislik çalışmalarına ağırlık vermelerini getirmiştir. Bizzat kapitalist sistem ve ulus-devletlerin yarattığı kriz yine kapitalim ve ulus-devletler tarafından toplumların kontrol altına alınarak ‘savaş toplumuna’ dönüştürülmeleri yoluyla aşılmaya çalışılıyordu. Başta da belirtildiği gibi faşizmde bu tablo içerisinde toplum mühendisliğinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Otoriteyle birlik yaratma ve bu birliği ırkçı, tekçi faşist devlet anlayışına tahvil etme bunun bir sonucuydu. Almanya, İspanya, İtalya bu gelişmenin somutlaştığı örnekler olmakla birlikte aslında ulus-devletlerin hemen hemen hepsi ‘büyük savaşa hazırlık’ ve savaş sırasında toplumu kontrol altında tutmak için bu yöntemi kullandı. Almanya örneği başlı başına irdelenmesi gereken bir örnektir.

Birinci dünya savaşı sırasında adına ‘Almanya seferberliği’ denilen bir mühendislik projesiyle tüm toplum savaş ekonomisinin güçlendirilmesi için seferber edildi. Bu seferberliğin planını yapanların tümü de devlet bürokratları değil endüstri mühendisleriydi. Almanya adım, adım planlı bir ekonomi oluşturarak (endüstriyel üretim, mühimmat ve teçhizat tedariki, taşımacılık ve trafik kontrolü, fiyat kontrolü ve sivillerin ihtiyaçlarının karneye bağlanması vb. gibi) devleti güçlendirdi. Bununla da yetinmeyerek askeri seferberlik hali tüm topluma uygulanarak bu seferberlik kapsamında mühendislerce yürütülen ve tüm toplumu kapsayan ‘kitle örgütleri’ oluşturuldu. Bu sürece ‘bedeni rasyonelleştirme’ adı verildi. Daha Bismark döneminden başlayan toplumu askerileştirme politikası, birinci dünya savaşında ‘Alman seferberliğine’ ikinci dünya savaşı ve hemen öncesinde Hitler faşizmine dönüştü ve toplama kamplarının girişine ‘çalışmak özgürleştirir’ sloganları yazıldı. Kızıl ordu Berlin’e girdiğinde Alman faşizmi bitmişti ama yüzyılın başından itibaren topluma hakim kılınan o mühendislik ruhu hala yerli yerinde duruyordu. Nitekim savaş dönemi planlamacılığı daha sonrada ekonomi ve toplumsal disiplin alanında sürdürüldü.

Daha yakın bir örnek olarak Türkiye örneği de incelenebilinir. Türkiye’de uygulanan toplum mühendisliği pratiğini çok geniş bir yelpazede yorumlamak birkaç sayfalık bir yazıya sığdırılamayacak kadar geniş bir analizi gerektirir, ancak yine de bazı özelliklerine vurgu yapılabilir. Alman ulus-devleti ile Türk modernleşmesi arasında sıkı bir ilişki vardır. Tanzimat döneminden başlayarak günümüze kadar uzanan toplum mühendisliği projelerinin ezici çoğunluğu Alman modeline dayanmaktadır. Eğitim sistemi, askeri örgütlenme tarzı ve bunun toplumsal yaşama sirayet etme biçimi, milliyetçilik fikriyatı ve daha pek çok alanda Alman modelinin izlerini görmek mümkündür. Seferberlik halleri ve darbe kültürü ittihatçılardan başlayarak bu güne uzanan ve ilk şekillenmesi tümüyle Alman mühendisliğine dayanan bir nitelik taşır. Bu gün hala geçerli olan ‘asker millet’ söyleminin altında bu yatmaktadır.

Bugüne geldiğimizde AKP ve Erdoğan’da Bismark’ın ruhunu görebiliriz. Günümüzde mühendislik operasyonları yeni bazı biçimler alsa da aynı mantık düzeneği üzerinden yürütülmektedir. Türkiye de belki de hiçbir dönem AKP iktidarı döneminde olduğu kadar stratejik araştırma kuruluşları, uzmanlar, devlet ve iktidar güdümlü düşünce kuruluşları hakim olmamıştır. İktidar her alanda toplumu biçimlendirmeye çalışırken, planlama, tasnif etme, belirleme, düzenleme ve algı yönlendirme yoluyla Türk-İslam sentezi etrafında toplumu homojenleştirmeye çalışıyor. Bu amaçla önce medya ağı üzerinde hâkimiyet oluşturmuş sonrada bunun tamamlayıcısı olan pek çok kurumlaşmaya gitmiştir. Tıpkı Fransız ulus-devletin de ve Alman faşizminde olduğu gibi ‘tek dil, tek bayrak, tek devlet, tek millet’ sloganı bu sürecin ruhunu oluşturuyor. Ek olarak bunlara ‘tek din’ sloganı da dahil edilmiştir. AKP’nin mühendislik pratiği, yükselttiği Türk-İslam sentezi milliyetçiliğine paralel olarak bir ‘savaş toplumu’ yaratma hedefi güdüyor. Tıpkı kendisinden öncekilerin yaptığı gibi ‘terörle mücadele ve dış düşmanlar’ demagojisiyle toplumu dizayn etmeye çalışılıyor. AKP’nin küresel güçlerin taşeronluğuna soyunarak bölgedeki kaostan kar elde etme stratejisi göz önüne alındığında ‘savaş toplumu yaratma’ planının nasıl geliştirildiğini daha rahat gözlemleme olanağı buluruz. Kemalizm nasıl toplumu ulus-devletprojesi etrafında mühendislik tekniklerini kullanarak ve zorla homojenleştirmeye çalışıyorsa, onun kötü bir kopyası olan mevcut iktidar ve onun liderliği de aynı yol ve yöntemleri kullanarak hegemonyasını kurumlaştırmaya çalışıyor. Bunun Kürt halkına yansıması da benzer şekilde oluyor. İttihatçı damardan beslenen Kemalist mühendislik Kürt inkarıyla ulus devleti güçlendirmeye çalışırken onun bugünkü versiyonu olan AKP iktidarı da ‘devletin kültürünü’ yaratmaya çalışarak aynı amacı gerçekleştirmeye çalışıyor. Bu amaçla proje üstüne proje geliştiriyorlar. Ekonomik, sosyal, kültürel içerikli projelerle Kürtler bu iktidarın mühendislik projesi bağlamında biçimlendirilmeye çalışılıyor. Ancak Kürt özgürlük hareketinin 40 yıllık mücadele deneyimi ve yarattığı toplumsal akıl söz konusu mühendislik projelerini büyük ölçüde sekteye uğratıyor, başarısız kılıyor.

Sonuç olarak tüm bu verilerden hareketle şunu söylemek mümkün; toplum mühendisliği, devlet ve onun dayandığı ‘düzenleme’ paradigması açısından karlı bir pratikmiş gibi görünse de aslında uzun vadede içinden çıkılması zor handikaplar yaratmıştır. Yarattığı tahribatlar bir yana, bu yöntemi kullananlar açısından da ciddi olumsuz sonuçlara vesile olmuştur. Çünkü homojenleştirme süreci toplumsal doğayla uyuşmayan bir süreçtir ve toplumsal muhalefet dinamiklerini güçlendiren sonuçlar yaratmıştır. Mühendisliğe dayalı toplum tasarımları, toplumsal doğaya sonradan üretilmiş ve yapay bir biçimlenmeyi dayattığından uyuşmazlık halini güçlendirmiştir. Faşizmin yüz yüze kaldığı son ve mühendislik tasarımı olan ulus-devlet modelinin bu gün pek çok kesim tarafından sorunların kaynağı olarak sorgulanıyor olması bu durumla ilgilidir. Tarihsel açıdan doğa bilimlerinin topluma uyarlanması nasıl temel bir sapmayı ifade ediyorsa bu zihniyetin ürünü olan ulus-devlet ve onun üzerinden geliştirilen tek tipleştirme, dizayn etme projeleri de toplumsal doğada içkin olan demokratik, ahlaki ve politik değerlere dayatılan bir sapmadır. Ancak kendi haline bırakıldığında kısa vadede aşılabilecek bir anlayışta değildir. Sadece kapitalist modernite açısından değil reel sosyalizm ve o gelenekten etkilenen pek çok harekete de sirayet etmiş bir anlayıştır. ‘toplum mühendisliği anlayışına karşı ne yapılabilir?’ sorusunun cevabı, hem basit hem de karmaşık gibi görünen bir başka soruda aranabilir. O da şu; ‘toplum, üzerinde mühendislik çalışması yürütülecek bir olgu mudur?’ bu sorunun yanıtı ‘ne yapılabilir?’ sorusunun da cevabını içeriyor. Yine de kaba hatlarıyla birkaç çözüm sıralamak mümkün. İlk olarak homojenleştirici ulus-devlet anlayışına karşı farklılıkların eşit ve demokratik birliğine dayanan demokratik ulus çözümü ve düşünsel anlamda toplum ve insan olgularının pozitivist algılanışının reddi bir çözüm olarak ele alınacak hususlardır. Toplum ve insan söz konusu olduğunda esnek, saçaklı bakış açısı en doğru yöntemdir. Toplumu belirleme ve üstten düzenleme anlayışıyla kurgulanan politika ve kurumlaşmalar yerine, özgür, demokratik ve özerk yapılanmalar; ahlaki politik toplum ilkesinin tüm sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik yapılanma ve çalışmaların temeline oturtulması; yine, toplumu belirleyen, dizayn eden bürokratik devrimcilik anlayışı yerine, toplumun ahlaki politik gelişimini engelleyen unsurlarla ve anlayışlarla mücadele ederek bu engelleri ortadan kaldırmak yoluyla toplumun kendi kendisini yönettiği süreçlerin önünü açmayı görev bilen bir devrimcilik anlayışı… daha da çoğaltılabilecek bu çözüm seçenekleriyle söz konusu toplum mühendisliği anlayışını gerileterek tahribatlarını önemli ölçüde bertaraf etmek mümkündür.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.