Düşünce ve Kuram Dergisi

Devletin Mekânsal Olarak Siyasal Sınırlarının Oluşumunda İdeoloji

Ayfer Ekin

Resmi uygarlık tarihi savaşlar tarihidir. Hiyerarşik toplumun oluşumundan, günümüze kadar bu savaş hali devam etmektedir. Fakat resmi uygarlığın en son aşaması olan kapitalist modernite çağı olarak adlandırılan, son dört yüz yılda yaşanan savaşların yarattığı yıkıcı sonuçlar, bütün resmi uygarlık tarihi boyunca yaşanan savaşların toplamını kat be kat aşmaktadır. Bu savaşlar incelendiğinde görülecektir ki bir çıkar grubu, topluma ait olan maddi yaratımları toplumdan çalarak, kendine mal etmek için bilinçli bir şekilde çatışmayı geliştirmektedir. Ancak bu maddi değerleri gasp etmek öyle kolay olmayacaktır. Gaspa karşı direnen güçlerin, etkisizleştirilmesi gerekecektir. Bunun için kandırma, çarpıtma ve yabancılaşmanın oluşması gerekir. İşte burada ideoloji devreye girmek zorundadır.

Gaspçı gruplar ideolojilerini toplumda var olan hakikatlerden kopuk, oluşturamazlar. Bu nedenle hakikati çarpıtarak kendi yaratımlarına dönüştürerek, topluma hakim hakikatler olarak, kabul ettirdiği oranda gasp sistemi işlemeye başlar. Bu yazı da savaşların temel nedeni olarak sunulan devletin, mekânsal sınırlarının oluşumun da ideolojinin rolü incelenecek. Mekânsal sınırlarla birlikte yurt kavramı, yurtseverlik vb. zihinsel sınırların oluşumu ve aralarındaki bağ ortaya konulacak.Var oluşun mekân ve zamandan koparılması varlığın hakikatini kavramamız önündeki en büyük engel durumundadır. Her varoluşun bir zamanı ve bir de mekânı vardır. Varlık zaman ve mekâna göre oluşur. Bu yasa hem biyolojik, fiziki âlemde hem de toplumsal oluşumlarda geçerli bir yasadır. Varoluş anlamlı hale geliştir. Var olmayan, olmayan anlamdır. Oluşum için uygun olan koşullara mekân, oluşumun süresine ise zaman denilir. Canlı oluşumun bir örneği olan insanın oluşumunu, bir toplumun oluşumunun anlaşılması açısından, benzerlik kurabiliriz.

İnsanın, biyolojik olarak var olması için bir mekâna yani anne rahmine ihtiyaç vardır. Anne rahmi insanın oluşumunun ilk mekânıdır. Bu mekân, oluşumun gerçekleştiği yerdir. Biyolojik olarak uygun mekâna kavuşan insan canlısının oluşum süreci başlamıştır. Süreç, yani 9 ay sonra tamamlandığında oluşum gerçekleşir. Bu süreden az (istisna prematüre doğum) ve ya daha uzun sürede insan canlısı oluşmaz. Mekân ve zamanın uyumu sonucunda oluşan biyolojik insan, toplumsal insan oluş sürecine geçebilir. Bu defa mekân coğrafyası ile birlikte toplumdur. Biyolojik insanın ilk mekânı olan anne rahmi birden fazla insana mekânlık yapabilir. Hatta ikizlerde olduğu gibi iki oluşuma birden aynı anda mekânlık yapabilir. Aynı coğrafya birden fazla topluluğun oluşum mekânı da olabilir. Ve ya o mekânlarda birbirinden farklı kültür ve dil toplulukları oluşabilir. Bu durumu doğanın farklılaşarak, çoğalma ilkesine bağlayabiliriz. İnsanlar toplumsallaştıkları, dil ve kültür oluşturdukları yani kendini ve yaşamı anlamlı kıldıkları bu mekânlara kutsallık atfetmiş ve yurt olarak adlandırmıştır. Yurdun var oluşla bağının bilincinde olan toplum ona sevgiyle bağlanmış, ondan kopuşun varlığını tehlikeye sokacağını bilmiştir. Yurt, bir toplumun bütün maddi ve manevi değerlenin üretildiği coğrafyadır. Bu maddi ve manevi değerler, zamanla oluşur. Bu da tarihtir. Mekândan ayrı bir tarih olamayacağına göre an ve gelecek de mekândan kopuk olamaz. Buna toplumsal varlığın sürekliliği diyebiliriz. Mekânsız kalan toplumun, varlığını sürdürmesinin koşulu ortadan kalktığı için kendini geleceğe taşıyamaz. Bütün bu nedenlerden dolayı yurt, anayurt, vazgeçilmez kavramlardır.

Toplumsal hakikat olan yurt kavramı devletin oluşum aşamasında da önemini korumaktadır. Toplumun maddi ve kültürel değerlerini ürettiği mekânlar, çeşitli nedenlerle zaman zaman, dıştan gelen toplulukların saldırısına maruz kaldığın da güvenlik sorunlarını gündemleşmiştir. Toplumun güvenlik sorununu gerekçe yapan hiyerarşik gruplar, kendilerini yeni bir organizasyon biçimi olan, devlet olarak örgütlemiştir. Kentlerde gelişen güvenlik sorunun çözümü kentin etrafının surlarla çevrilmesiyle siyasi sınırların oluşum süreci de başlatılmış olur.

Varlık kazanılan coğrafyanın, belirgin bir sınırı yoktur. Bir coğrafyada hangi topluluk varlık kazanmışsa o topluluk o coğrafyayla anılır. Demografik yoğunluk belirleyicidir. “Kürtlerin yaşadığı yer, Amorit’lerin diyarı” vb. adlandırmalar, nüfus yoğunluğu ile ilgilidir. “..istan,..ye,…ya” gibi takılar yerleşim yeri anlamına gelir. Türkistan denildiğinde Türklerin yerleştiği, yaşadığı yer; Kürdistan denildiğinde Kürtlerin yaşadığı yer; Afganistan dendiğinde Afganların yerleştiği coğrafya anlatılmak istenir. O coğrafyada başka topluluklar da olabilir. Bugün yüklenilen anlam da bir aidiyet yoktur. Bir coğrafik mekânda yoğunlaşmış olan toplum, o coğrafyanın bir parçasıdır. Aralarındaki ilişki nesne-özne ilişkisi değildir. Mekan-toplum ilişkisidir.

 

Hane Erkeğe Aittir; Vatan da Hanedanlığa

Devletin oluşumu ile birlikte bu ilişki darbe alır. Mülkiyetçi zihniyet, varlığın oluşum mekânını nesneleştirir. Nesneleşen mekân mülkleştirilerek bir kesimin sahiplik hakkının olduğu bir olguya dönüştürülür. Kadın üzerine kurulan ilk mülkiyet düzeni genişleyerek ve katlanarak günümüze kadar gelmiştir. Hanede başlayan mülkiyet, hanedanlık ideolojisi ile devletin siyasi sınırlarına oradan da ulus-devletinin her türlü savaşın gerekçesine haline getirilen, vatan kavramına yol açmıştır. Hane erkeğe aittir; vatan da hanedanlığa. Nasıl ki hanenin ihlali en büyük suç ise, vatan sınır ihlalleri de o oranda suçtur. Hanenin korunması için çit, duvar ne kadar zorunluysa vatan sınırlarının korunması için sur, hendek, tel, duvar o kadar zorunludur. Hanede yaşayan başta kadın ve çocukların erkeğe itaati için zor ne kadar gerekli ise, vatan sınırında yaşayanların itaatleri için de o kadar örgütlü zor aracı gereklidir. Hane her zaman büyümelidir. En büyük hane en güçlü hanedir. Bunun için çok eşliliği ve çok erkek çocuğu zorunlu görür. En büyük devlet en güçlü devlettir. Bunun için çok asker, çok silah lazım gelir. Tabii ki bütün bunlar meşruiyet sağlandığında gerçekleşebilir. Meşruiyet için gerektiği kadar mit, din, düşünce ve bilim üretilir.

Birçok mitolojik söylemde genellikle komutan olan erkeğe, ülke sınırlarını belirleme emri tanrılar tarafından verilir. Örneğin bir ‘boğanın derisinin kapladığı alan senin sınırındır” emri verilir. Komutan erkek, boğanın derisini ince şeritler halinde keserek, çevrelediği toprak parçasının yani ülkesinin sınırını çizmiş olur. Ya da atın, devenin, kurdun, kuzgunun, kralı götürdüğü yer, kutsal yurttur. Tanrılar bu emirlerini sıradan insanlara vermezler. Emirlerini verdikleri kişiler ya tanrı soyundan gelenlerdir ya da tanrı ile iletişim halinde olan rahip, şeyh veya peygamberlerdir. Böylece devlet ve devletin sınırları ilahi kaynaklı kılınarak, meşrulaştırılır. Bütün savaşlarda ilahi güçten onay alınır, onların kılavuzluğunda yol alınır, onların öfkesine maruz kalan kentler yakılır, yıkılır, yerle bir edilir.

Dinin devlet ve vatanı kutsallaştırmasına en iyi örneği Yahudilikte görmek mümkündür. Yahudilerde vatan, tanrı tarafından tebliğ edilmiştir. “Vaat edilen topraklar” belirlemesi Yahudi toplumunun, tarihten günümüze kadar dayandığı temel ideolojidir. Bu topraklar tanrı tarafından, Yahudi toplumuna verilmiştir. Bu topraklar üzerinde Yahudi devleti oluşacaktır. Bu düşünce günümüz ulus-devlet fikrinin doğuşuna kaynaklık etmektedir. Haçlı seferlerinden, Türklerin İstanbul’u işgaline kadar birçok dinsel dayanakları vardır. Avrupalı Hıristiyanlar, kutsal olan Kudüs’e varmak için yola çıkacaktır. Önce Araplar sonra Osmanlılar “…Cenab-ı Hak onlara, tesbih ve tekbirlerle Konstantiniyye ve Rumiyye’nin fethini müyesser kılacak…” (Hakim el-Müstedrek, 4,530-8488; Haysemi, Mecmau’z-zevaid, 4,219 ) kılavuzluğunda İstanbul’u yurt topraklarına katmak için büyük savaşlar verecektir.

Uluslaşma çağında vatan daha bir önem kazanır. Kapitalist güçler bir taraftan ulus için vatanı ideolojik olarak oluştururken diğer taraftan farklı toplulukların varlık kazandıkları yurtlarını yine ideolojik olarak, yok saymıştır. Bir ulusun vatanı, ulus-devletin sınırıdır. Türk Dil Kurumu’na göre vatan, bir milletin üzerine egemenlik kurduğu ülkedir. Yani vatan ile egemenlik ayrılmaz bir bütündür. Egemenlik ilişkisi kurulan ülke ile varlık kazanılan mekân olan yurt arasında ciddi bir fark vardır. Bu fark ideoloji ile oluşturulur.

Ulus toplumsal bir formdur. Klan, kabile, aşiret, milletten sonra gelişen bir formdur. Gelişen ve karmaşıklaşan toplumda var olan form yetersiz kaldığında yeni bir form arayışı başlar. Uluslaşma süreci ile kapitalizmin aynı zaman dilimine denk gelmesi, toplumların ancak kapitalizm ve onun somutlaştığı ulus-devlet olmadan, uluslaşmanın olamayacağı algısını oluşturmuşlardır. Bu algı, pozitivizm bilimi kullanılarak, zihinlere işlenir. Mekanizma, uluslaşmak için devlete ihtiyaç vardır; devlet kurmak için ise savaşmaya. Savaşmayan ve savaşla devletini kuramayan bütün topluluklar yok olmaya mahkûmdur. Darwinizmin topluma uyarlaması anlamına gelen bu yaklaşım, son dört yüz yılda en büyük ve yıkıcı savaşların, dünyanın bütün coğrafyasına yayılmasına yol açmıştır.

16. Yüzyıla geldiğimizde birçok topluluk için uluslaşma koşulları oluşmuştur. Ortak tarih, ortak dil ve kültür, ortak pazar vb. uluslaşmanın koşullarının bu tarihlerde sadece Avrupa’da oluştuğu tespiti de oryantalist bakış açısının bir sonucudur. Ortadoğu başta olmak üzere başka coğrafyalarda yaşayan topluluklar da, “ulusu oluşturan faktörler”, olgunlaşmıştır. Avrupa’da o dönemde yaşanan gelişmeler, uluslaşmanın devlet eliyle geliştirilmesini “zorunlu” kılmıştır.

İspanya ve Fransa imparatorlukların tüm Avrupa’yı hakimiyetlerine alma emelleri karşısında, İngiltere ve Hollanda, Yahudi sermayesi ve aklıyla ulus-devletin prototipini oluştururlar. 1649 Westphalia anlaşmasıyla devletlerarası ulusal farklar belirginleştirildi. Bu da ulus devletin gelişmesini hızlandırdı. Merkantilizm ise, ulusal pazarı güçlendirdi. Ulusal dil, sanat, tarih çalışmaları arttı. Bütün bunlar uluslaşma sürecini hızlandırdı. Topluluklar açısından olumlu bir gelişme olarak, yıllardır ideolojik araçlarla aktarılan bu devlet eliyle uluslaşma biçimi bir doğma olarak, tek seçenekmiş gibi sunulurken, yol açtığı sorunlar özenle gizlendi.

Uluslararası yaşanan sorunların çözümünde savaş, tek yol olarak gösterildi. Savaş dışında sorunların başka bir yolla çözümünü düşünmek, neredeyse imkânsız hale getirildi. Ulusların arasındaki çelişkilerin temel nedeni kendisi de bir en büyük tekel olan ulus-devletin menfaatleridir. Bu çıkarları sembolize eden ise, siyasi sınırlardır. Bu çıkarlar için bir bütün ulusun savaştırılmasını sağlayacak olan ise milliyetçiliktir. Milliyetçilik başta olmak üzere cinsiyetçilik, dincilik ve bilimcilik olmadan, kapitalist ulus-devlet, onun sınırları ve vatandaşları oluşturulamaz.

 

Demokratik Ulus İnşa Paradigması, Birlikte Yaşamı Öngörür

Abdullah Öcalan’ın, “Avrupa merkezli düşünce ve akıl bir ekoldür. 16. Yüzyıldan itibaren de bir dünya sistemi olarak hegemonya sürecini başlatmıştır. Şahsi yoğunlaşmama göre, bu öyle bir ekoldür ki, Sümer rahiplerinin tanrı inşa sistemlerinden kat be kat toplumsal gerçekliğin mistifikasyonunu geliştirme ustalığını göstermiştir.” belirlemesinden de anlaşılacağı gibi kapitalizmin kendini bir din olarak, inşa etme zorunluluğu vardır. Devletin kendisi iktidardır. İktidarın oluşması, kabulü ve sürdürülmesi için tarihin diğer aşamalarında olduğu gibi bu aşamada da düşünceye ihtiyaç duyar. Bu düşünce sistematiği bilimsellik kılıfında sunulsa da özünde mitik ve dinseldir. Ulusun bütün faktörleri aşırı mistikleştirilerek, tapınım aracına dönüştürerek ulusalaştırılır ve ekonomik tekellerin egemenliğine sunulur. Ulus-devlet kendi tarih ve toplum bilincini oluştururken, büyük bir çarpıtma ile gerçekliğin zıddını yaratır. Yaşamın gerçek anlamının yerine ikame ettiği vatan, bayrak, dil vb. semboller yaşam gerekçesi yapılır.

Toplum için varoluşsal anlama sahip olan vatan, ulus-devlet tarafından hegemonya altına alınır. Mülkiyet zihniyetinin vardığı en son sınır, ulus-devletin siyasi sınırlarını oluşturan vatandır. Sınırlar kurgusaldır. Sürekli bir kült olarak, vatanın nasıl kurulduğunun göstergesi olarak, sınırlar işlenir. Hegemonyacı güçlerin çıkarları neyi gerektiriyorsa veya hegemon güçlerin kendi aralarındaki çatışmaların sonunda, vardıkları antlaşmaya göre sınırlar belirlenir. Bu nedenle sık sık değişebilmektedir. 1. Dünya Savaşından sonra, imparatorlukların toprakları emperyal devletler arasında paylaşılması sırasında masada hazırlanan sınırlar o günden bu güne kadar, sayısız çatışmaya yol açmıştır, açmaya devam etmektedir. Kendisini bir imparatorluk olarak koruyan İngiltere, sayısız ulus-devlet yaratarak ve bu ulus-devletlerin siyası sınırlarında problem üretecek ara bölgeleri de bilinçli bırakarak, azami kazanç sağlamıştır. “Böl-yönet” politikasıyla ulusları ayrı ayrı ulus-devletlere veya Kürdistan’da olduğu gibi ulus devlet olmasını engelleyerek hem coğrafyasını farklı ulus-devletlere dahil olacak tarzda, dörde bölmüş hem de zihinlerde büyük bir yarılma yaratılmıştır. Yine Ermenistan örneğinde görüldüğü gibi küçük bir ulus-devletin oluşumuyla Ermenileri büyük davalarından uzaklaştırmış, küçük devletinin sınırlarını koruma pozisyonuna sokulmuştur. Katı sınır anlayışı halklar ve toplumlar için yaşamsal bir anlam taşımazken, hegemonyacı güçler açısından azami kar demektir. Sınır ne kadar katı ise o denli kar söz konusu olur. Egemen ulus ve devlet için sınır yoktur. Ancak halklar ve uluslar için bir hapishanedir. O sınırlar dâhilinde yaşanır. Sınır ihlali firar anlamına gelir. Ulus-devlet sınırları içinde yaşama hakkı elde etmek için devletin, toplumsal mühendislikle oluşturduğu yurttaş tipini benimsemen gerekecektir. Bunun içinde beynin ve iradenin köleleşmesi gerekir. Katı sınırlar içinde yaşayan yurttaş, bir mülktür, devletin mülküdür. Mülkleşen, metalaşan insan, nesne kertesine indirgenmiş insandır. Burada tekrar tanrı-kul diyalektiği devreye girmektedir. Göksel tanrı yerine; “maskesiz tanrı” olan ulus-devlet, kul yerine; yurttaş geçmiştir. Bireyin mülkleştirilmesi için varlık kazandığı toplumdan, koparılması gerekmektedir. Toplumdan koparılmada, ulus-devlet sınırlarının geliştirilmiş olması bir zorunluluktur. Devletin siyasi sınırları milliyetçilik ideolojisinin en temel argümanıdır.

Ulus-devleti egemen kılmak için milliyetçilik kaynaklı savaşlar yapılır. Milliyetçilik içte ve dışta savaş üretir. Milliyetçilik, dışta büyük kahramanlık mitleriyle oluşturulan, ulus-devletin siyasi sınırlarını korumak, geliştirmek; içte ise, alt tabakaları bölmenin stratejik aracıdır. Milliyetçi zihniyetin oluşmasında, bilim insanları önemli bir rol oynar. Bir olguyu doğru algılayamama, yanlış bilgilenmeye, yanlış bilgilenme ise, yanlış karar ve pratiklere yol açacaktır. Ulusun oluşumunun, devlet eliyle geliştiği toplumlarda bir etnik grup diğer etnik gruptan üstün tutulur. Darwinizmde zayıf olanın yaşam hakkının olmadığını, güçlü karşısında yaşama şansının kalmadığını öngörmektedir. Darwinizm, topluma uyarlandığında tek ulus, tek kültür, tek dil ve tek model vatandaş oluşur. Bu tek olan, benzerleri içinde en güçlü olduğu için diğer zayıf olanı yok etme hakkına sahiptir. Amaç tek bir ulus yaratmak olduğu için hâkim kılınmak istenen etnik grup yüceltilir, kutsanır, ayrıcalıklı kılınır. Diğer gruplar için bir tek seçenek vardır; o da kendi var oluşunu inkâr ederek, hâkim etnisite içinde erimektir. Aksi durumu tercih etmenin cezası, fiziki soykırımdır. Hâkim etnisitenin tarihi yeniden yazılır. Bir taraftan hakim grubun, edebiyat, sanat ve çeşitli okullar ile yüce olduğu algısı ve bilinci oluşturulurken, diğer taraftan geriye kalanların yok edilmesi gereken, en tehlikeli varlıklar olduğu bilinci ve algısı oluşturulur. Bilimsellik adına en yanlış bilgilerle donatılmış zihinler kendisi için bile en doğru, en güzel ve en iyiyi bulamaz. Toplumun doğasına ters düşme pahasına, homojen bir topluluk büyük bir mühendislikle inşa edilir. Toplumsal doğaya ve topluma mühendislikle müdahale etmek hem olgusal hem de algısal gerçeği tahrip eder. Mühendislik bilimsel olduğunu iddia etse de metafiziktir ve kaynağını Demiurg’dan alır. Milliyetçilik süzgecinden geçmemiş yani ulus-devletin çıkarlarına uymayan hiçbir olgu anlamlı değildir. Varılan yer anlamsız bir yaşamdan başka bir şey değildir.

“Toplumun tümüne yayılmış iktidar aygıtının ve vatandaş denilen bireylerin hukuki çerçeve içindeki birliğine ulus-devlet denir.” A.Öcalan bu belirlemesinden de anlaşılacağı gibi iktidar aygıtlarının bireylerle ilişkisini düzenleyebilmesi için devlete ihtiyaç vardır. İktidar topluma direkt müdahale ettiğinde tepki ile karşılanabileceğini bildiği için çıkarlarına göre hareket edecek bireyleri oluşturma görevini devlete vermiştir. Devlet hak ve görevleri belirlenmiş, vatandaşlık kurumunu oluşturarak bu görevini gerçekleştirir. Yurttaşın hak ve görevleri aldatmacadır. Ama öyle bir etki gücü vardır ki, iyi bir yurttaş olmak için adeta bir yarış hali yaşanır. En iyi yurttaş, devletine yani iktidara en bağlı yurttaştır. Türk milliyetçiliğinde Türklük tarif edildiğinde, görevlerine bağlı olan herkes Türktür denilir. Yurttaşın görevlerinin en başında iktidarın çıkarları için ölmek gelir. Burada bireyden değil, köleden bahsedebiliriz. Vatandaş denilen birey karınca gibi çalışır, robot gibi savaşır.

Avrupa benmerkezci zihniyet yapısı bütün topluma mal edildiğinde, kocaman bir egoist toplumla karşı karşıya kalınır. Benim sınırım, benim dilim, benim kültürüm en yüce ve uğrunda ölmem gereken değerdir diyen bir toplum, sadece körlük yaşamaz aynı zamanda tehlikeli hale gelerek, insanlığın en büyük suçlarını işleyen bir canavara dönüşür. Homojen toplum, eşittir, faşist toplumdur. Savaşan toplum, soykırım ve toplum kırım üretir.

Milliyetçilik kadar tehlikeli bir diğer ideolojik yaklaşım da cinsiyetçiliktir. Genelde devlet özelde ulus-devlet sınırlarını belirlediği vatanı kadınla özdeş tutar. İnsanların varlık kazandıkları coğrafyayı ‘ana’ya benzetmeleri kadının yaşamla bağından ileri gelmektedir. Burjuva ideologları bu gerçeği de ustaca çarpıtmayı bilmişlerdir. Ulus-devletin sınırlarının ihlali kadına tecavüz anlamına gelecek tarzda, işlenir. Erkek askerlik görevini icra ederek, sınırları korumayı en temel görevi olarak öğrenir. Başka bir ülkenin sınırlarını işgal veya ilhak ettiğinde ise bir tecavüzcü edasına bürünür. Bununla da yetinmez, o ülkenin kadınlarına hatta erkeklerine cinsel tecavüzde de bulunur. Bununla toplumu düşüreceğini bilir. Dışta bunlar yaşanırken içte de, toplumun köleleştirilmesinin yolu, kadının köleleştirilmesinden geçer. Kadın köleleştirilir, erkek iğdişleştirilir. Demografi yani nüfus bilimi ile doğum, ölçülere bağlanır. Malthus’un savunduğu nüfus artışının, ekonomiyi olumsuz yönde etkileyeceği teorisi esas alınarak, nüfusa müdahale edilir. Bir taraftan nüfus kontrole alınır diğer taraftan özellikle faşizmin ve savaşın gündemde olduğu dönemlerde sınırları koruyacak veya genişletecek askere ihtiyaç duyulduğunda çok çocuk yapmak, vatanseverliğin ölçütü yapılır.

Parçalanmış bilim dallarının hangisine ihtiyaç duyuluyorsa o bilim dalları kullanılarak devletin siyasi sınırları bu sınırlarda yaşayacak yurttaşlar, imal edilmektedir. Sosyolojiden tarihe, demografiden istatistiğe, antropolojiden tıpa, biyolojiden fiziğe bütün bilim dalları kullanılır. Bu bilim dallarına hakim olan özne-nesne, evrensel-tikel, öz-biçim ayrımı, oluşan sonuçları direkt etkiler. Yurt ve insan nesneleşirken, devlet ve iktidarcı güçler, özne olarak, varlığını kalıcılaştırmaya çalışır. Bilim hakikatleri açığa çıkarma ve sorunlara çözüm üretme işlevini yitirerek iktidarı, devleti, devletin siyasi sınırlarını, homojen toplumu meşrulaştırma aracına dönüşerek yeni sorunlara yol açar. Sadece ‘üstün ırk’ düşüncesi ve bu ırkı sadeleştirme girişimlerinin yarattığı tahribata baktığımızda bile bilimin rolünü görebiliriz.

Toplumsal doğa çok renklidir, tekleştirilemez. Evrensellik, tekillik olmadan bir anlam ifade etmez. Ulus-devlet sınırlarına, hapishanesi de diyebiliriz hapsedilmiş toplum, fabrikasyondan geçirilmiş bireyler topluluğudur. Tarihin hiçbir döneminde sınırlar bu kadar katılaşmamıştır. Katı olmayan sınırlar sadece insan dolaşımını kolaylaştırmaz. Aynı zamanda kültür ve bilginin de dolaşımını sağlar. Yerel olan bir bilgi, kültür böylece evrenselleşerek bütün insanlığa mal olur ve bu da insanlık tarihini oluşturur. Bu tarihi süreçte halklar iç içedir. Aynı coğrafyayı paylaşmayı bir zenginlik olarak algılar, varlığına karşı bir tehdit olarak görmezler. Aynı ananın farklı evlatları olarak, ilişkilerini sürdürmeyi doğanın ve toplumun bir yasası gibi algılar ve bu yasaya bağlı kalmayı ahlaki ve politik bir tutum olarak benimserler.

Ulus-devlet, siyasi sınırları içinde başat kültür ve dil grubuna sahip olanların dışında, bütün farklılıkları düşmanlaştırır. O halkın tarih ve kültürünü yok sayar. Binlerce yıl yaşadığı toprakları yurt olmaktan çıkartır. Yurt bilincini yitirmiş bir topluluk, kendine yabancılaşmış her yöne savrulabilen ve dağılmaya başlamış bir toplumdur. Buna en iyi örnek; Kürt toplumunun son yüzyılda yaşadığı trajedi olabilir. 1. Dünya Savaşı ile belirlenen sınırlar, Kürtleri tarihten silinme noktasına getirmiştir. Dört ulus devlet sınırıyla parçalan Kürt halkının hem uluslaşması engellenmiş hem de ulus olmak için bütün faktörleri tek tek yok edilmiştir. Kürtler, 1. Dünya Savaşı yıllarında Ortadoğu’daki diğer birçok halk gibi ulus formuna geçiş için gereken bütün faktörlere sahiptir. Bu süreci tamamlaması emperyalistlerin çıkarına olmadığı için engellenmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun coğrafi sınırları içinde onlarca yeni ulus-devlet oluşturulurken, Kürtler dört ulus-devletin sınırlarına hapedilir. Türk ulus-devleti kendisinden önceki modelleri örnek alarak, Türk etnisitesine pek dayanmayan, kurgusal-ulus yaratma yoluna girdiğinde binlerce yıllık kadim Grek, Ermeni vb. halkları bu topraklardan ya sürdü ya da fiziki katliamlardan geçirerek, etkisizleştirdi. Kürtleri ise fiziki olarak, yok edemediği için uluslaşma faktörlerini ortadan kaldırma yolunu seçti. Şark ıslahat planıyla, Kürdistan Kürtsüzleştirilerek, yurt bilincini ortadan kaldırmayı planladı. Yurt bilincini yitirmemiş bir toplumu yok etmek, mümkün değildir. Kürt tarihi ve kültürünü değiştirerek kendine mal etmek için yoğun bir çaba sergiledi. Kürtlerin pazar üzerindeki denetimini elinden aldı. Bilim adına Kürtlerin nasıl bir halk olmadığı ispatlanmaya çalışıldı. Kürtlerin binlerce yıldır yaşadığı coğrafyayı adlandırması bile ağır cezalandırma konusu haline getirildi. Dil yasağı ile son darbeyi de vurmak istedi. Bu uygulamalara karşı duran bütün güçler, acımasızca katliama tabi tutuldu. Kürt örneğindeki uygulamalara maruz kalan birçok topluluktan artık bahsetmek, oldukça zordur.

Soykırım kıskacında olan Kürt toplumu son yıllarda uluslaşma formunu ulaşmanın devlet dışı yolunun hem paradigmasını hem de pratiğini geliştirerek; hem kendini geleceğe taşıma yoluna girmiş hem de uluslaşmak isteyen diğer toplumlara, alternatif oluşturmuştur.

Devlet sınırlarının tehlikesini, homojen toplum ve vatandaş denilen bireyin, anlamsız yaşamını gören birçok düşünür, filozof ve ekol vardır. Fakat hiçbiri çıkış yolunu gösterememişlerdir. Bunun nedenini yine Avrupa düşünce yapısında aramak gerekir. Bu düşünce yapısından yani ideolojisinden etkilenmeyen neredeyse hiç kimse kalmamıştır. Bu konuda Avrupa merkezli ama dünya sistemi haline gelen düşünce yapısını, büyük bir mücadele vererek aşan Abdullah Öcalan, var olan sistemi bütünlüklü ve tarihi gelişimi ile birlikte çözmüş, algı ve olgularda yarattığı tahribatları ortaya koymuştur. Demokratik ulus inşa paradigması, toplumsal doğaya daha uyumlu bir yolla, savaşmadan, halkların bütün kimliksel varlıklarını koruyarak, birlikte yaşanmasını öngörmektedir. Bu paradigma da vatan anlayışı açık uçludur. Ulusun bütün sembolleri değerli olarak ele alınmakla birlikte uğrunda ölünmesi gerekenin bu sembol değerler değil, anlamlı yaşamın kendisi olduğunu öngörmektedir.

Bu paradigma daha şimdiden halklar tarafından kabul edilmiş ve hayata geçirilmeye başlanmıştır. Ustaların “Sınırsız sömürüsüz bir toplum” hedefinin bir ütopya olmaktan çıkmış olması, geleceğe dair halkların umudunu büyütmektedir.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.