Düşünce ve Kuram Dergisi

İdeoloji İz Bırakır

Mesut Yurtsever

Günlük yaşamda “sanat ve edebiyatın ideolojisi olmaz”, “kitle partisiyiz”, “ideolojik parti değiliz”, “tarafsız haber bülteni”, “ne solcu ne sağcı futbolcuyuz” vb. lafları çok duyuyoruz. Farklı olgular için dile gelseler de bu sözlerin hepsinin alt ve üst metninin okuması aynı şeyi ifade etmektedir: ideolojisiz yaşanabilinir! Sanat, edebiyat, siyaset, spor ve en nihayetinde insan ve toplumun ideolojisiz yaşayabileceği oluşturulmak istenir.

Peki gerçekten insan ve onun toplumu, ideolojisiz olabilir mi? İdeolojinin kurumsal ve anlamsal içeriğinin ne olduğu bilinmeden bu sorulara hakikat ölçeği çerçevesinde cevap olmak mümkün mü? Yine etrafımızda her gün onlarca defa bu klişe sözcüklerle karşılaşıyoruz. Bu kelamlar söylenip, dillendiriliyorsa bunların bilerek veya bilmeyerek hangi amaçla dillendirildiğinin şifresi çözülmeden, ideolojinin ne olduğu anlaşılmayacaktır.

İdeoloji nedir? Onu nasıl tanımlayacağız? Klişe sözlerde ifade edildiği gibi şayet ideoloji siyaset, sanat, edebiyat, basın, spor vb. alanlarda bulunmuyorsa onu nerede aramalıyız? İdeolojiyi en genel anlamda, insanın dünyaya iz bırakması olarak, tanımlayabiliriz. Böyle tariflerle ideolojiyi insanın maddi ve manevi olarak yarattığı tüm olgularda bulabiliriz. Bizi çepeçevre saran tüm kurumsal ve fikirsel olgularda ideolojilerin izini görmek mümkün olur. Bu anlamda bizleri çevreleyen ideolojilerin etkilerini varlıklarında, yapılarında barındıran olgularla kuşatılmış haldeyiz. Kullandığımız dilden insan-insan, insan-doğa, insan-toplum ilişkilerine; okuduğumuz kitaplardan seyrettiğimiz filmlere, dinlediğimiz müzikten, izlediğimiz haberlere; yaşadığımız mekanlardan (ev, köy, kent vb.) içinde hayat sürdüğümüz zamana kadar her yerde ideolojilerin izleriyle karşılaşmak mümkündür. Bizler bundan ötürü ideolojinin izini taşımayan tek bir insan toplum olgusunun olmadığı bir dünyadayız!

İdeolojiler, sözlük olarak; “fikir bilimi” anlamına gelir. Kavram olarak doğuşu 1801’e[1] tekabül etse de, insanlığın, klan toplum formunun oluşumundan günümüz, demokratik ulus toplum örgüsüne kadar, anlam ve işlev olarak sürekli yaşayan bir olgudur. İdeolojileri evrensel tarihin oluşumunun ana yapı taşlarından biri olarak, karşımıza çıkar. Basmakalıp sözlerle ifade edildiğinin tersine insan yapımı hiçbir olgu, hiçbir fikir ideolojisiz olamaz. Çünkü ideoloji birey ve toplumlardan başlayarak yaşanılan çevreye en genel tabirle dünyaya ve tarihe (zamana) olumlu veya olumsuz etkisini hissettiren; “fikirler, inançlar ve tutumlar kümesi” dir.

İnsan gök kubbe altında olduğu sürece ister olumlu ister olumsuz etkileri anlamında ideolojilerin varlığı söz konusu olacak: Varlıkların izlerini manevi-maddi anlamda bırakacaktır. Daha da ötesi insan başka bir gezegende yaşama olanağına kavuşsa da aynı durum orada da yaşanacaktır. Durumu böyle serimlememize karşın sık sık karşılaştığımız o klişe sözler ve tutumların anlamını nasıl yorumlayacağız? Neden ideolojik bir yaşam, sanat, edebiyat, siyaset, tarih vb. olabileceği dillendiriliyor. Bu ezber sözlerin anlamını liberalizmin 1990’lı yıllarda “ideolojilerin sonu”na varıldığı ve “ideolojisiz zamanların” başladığı sözleri ve tezleri üzerinden çözümlemek, açıklayıcı olabilir. “İdeolojilerin sonunun” geldiği ve “ideolojisiz zamanların” başladığı iddiaları kuşkusuz anlamsız ve amaçsız değildir. Belli bir amaç ve hedef temelinde, yoğunlaşmış bir düşünceyi dillendirirler. Basit kelimelerden öte stratejik bir öze haizdirler. En önemlisi de ideolojik birer söylem ve sav olmalarıdır. Tezin kendisinin ideolojik anlamı; ideolojisizlik olabilir mi? Tez ideolojik olduğu için anlamı da, amacı da ve işlevi de ideolojiktir. Bu açıdan yukarıda sıraladığımız basmakalıp kelimeleri duyma sıklığı ne derecede yüksekse, liberalizmin hegemonyasının etki düzeyi de o derece yüksek olduğunu gösterir. O sözlerin her biri liberalizmin birer yayıcısı ve propagandasını bağrında taşır. Her biri liberalizmin birer yayıcı ve propaganda merkezi tüm ulus-devlet TV kanallarının hergün ve her saat başı “Tarafsız haber bülteni” söylemini tekrarlamaları kendilerini ideolojik kılmadığı gibi haberlerin veriliş biçimini de tarafsız-ideolojisiz kılmıyor.

Tüm bu klişe söylem ve tezlerin tek bir amacı var. O da kapitalist modernitenin ideolojik tekeli liberalizmin kendini mutlak ve sonsuz bir ideoloji olarak göstermeyi amaçlamasıdır. Temel gaye, insanları- toplumları “ideolojisiz” de yaşayabileceğine ikna etmedir. Fakat “ideolojisiz yaşam” tezi özünde liberalizme göre yaşamdır. Liberalizme mahkum olmadır. Liberalizm bu söylem ve tezlerle toplumları sadece kapitalist-modernitenin ideolojik tekeline mahkum kılmıyor. Onları kendi varlık ve özgürlüklerine hizmet eden “fikir, inanç ve tutumlar kümesi”nden de yoksun kılıyor. Böyle bir yoksunluk halini yaşamak demek, özünde özgürlüğünden, öz oluşumundan, kendi toplumsallığı ile yaşama halinden düşmektir. Bu ise insanlıktan düşmeyi, biyolojik yaşam sınırları içinde yaşamaya mahkum olmayı ifade eder. Çünkü ideoloji “birey, grup veya sosyal bir sınıfın (biz buna bir bütün toplumu da ekleyebiliriz) dünyayla ve kendi varoluş koşullarıyla ilişkilerinden doğan temsillerin ve yaşam tarzlarıyla ilgili tasarımların tümünü”[2] ifade ediyorsa ya da “siyasal veya toplumsal bir öğreti oluşturan bir hükümetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dini moral, estetik düşünceler bütünü”[3] ise onsuz toplumsal-sosyal yaşamın olamayacağı açığa çıkar. “İdeolojisiz yaşam” tezi sadece hayvanlar aleminde geçerli olabilir. Bu açıdan bu sava inanarak ona göre davranmak, çok açık ki liberalizm ve onun dört varyasyonu olan pozitivizm, milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçiliğe göre yaşamak demek olur. Liberalizm bu tezi tarih boyunca tüm tahakkümcü-hegemonik ideolojilerin temel bir özelliğini 20. Yüzyılın son çeyreğinde tekrar dillendirilmesinden öte bir şey değildir. Tüm tahakkümcü-hegemonik ideolojiler, tahakkümlerini pekiştirmek, hegemonyalarını oturtmak, kendilerini rakipsiz ve mutlak kılmak için kendileriyle eş-zamanlı öteki ideolojileri ya yok saymışlardır ya itibarsızlaştırıp ortadan kaldırmaya çalışmışlardır ya da minimize etmek için “yasak” ve “günah” konusu kılmışlardır.

Erkek egemen mitolojilerin ana-kadın toplumuna dayalı mitolojileri devşirip, inkarı; dinsel düşüncenin mitolojiyi birer masal; bilimsel düşüncenin dinsel düşünceyi birer hurafe-batıl inanç olarak dillendirip, yok sayması bunun örnekleridir. 1990’lı yılların başında reel sosyalist, ideolojilerin çöküşü ve yenilgisi liberalizme bu fırsatı sunmuş, onu ayrıca tüm dünyada tam hegemonik ideoloji haline getirmiştir. Ezeli rakibinin bu çöküşü, liberalizme kendini mutlak ve ebedi gösterme ve yansıtma imkanı tanımıştır. Liberalizmde bu durumu hem bu açıdan kullanmak istemiş hem de kendisi dışındaki öteki ideolojilerin sonuna varıldığını dillendirmesine yol açmıştır. “İdeolojilerin sonu”na gelindiği tezi ile yetinmeyen kimi liberal ideolojiler ayrıca hızını “tarihin sonuna” varıldığını tezinde dillendirmekten kendilerini alamamışlardır. Oysa reel sosyalist bloğun çöküşünden günümüze ne ideolojilerin dünyaya iz bırakmaları ne de tarihin mikro-makro düzlemlerde oluşumunun önüne geçilebilindi. Tüm toplumsal-tarihsel süreçler boyunca olduğu gibi 1990 ve 2023 yılları arasında da ideolojiler kesintisiz bir şekilde ama iki farklı düzlemde hükmünü icra etmiş, dünyaya yapıcı veya yıkıcı izlerle dolu “eser”lerini bırakmışlardır. Reel sosyalist kampta bulunan cumhuriyetlerin, kapitalist sisteme birer birer monte oluşu yaşandı. Körfez savaşı, Yugoslavya’nın dağılışı ve Sırp-Hırvat-Bosna savaşı, Çeçenistan savaşı, Afrika kıtasındaki iç savaşlar gerçekleşti. Açlık ve kıtlıklar ile darbeler oldu ve halen olmakta. Aşırı endüstriyalizmin yarattığı hava, deniz ve toprağın kirlenmesi, ormanların yok oluşu, ozon tabakasının delinmesi, kutuplardaki buzulların erimesi gerçekleşiyor. Kapitalizmin yarattığı ekonomik adaletsizliğin tüm dünyada zirveleşmesi, çığ gibi artan işsizlik, yoksulluk, nüfus ve aşırı kentleşmenin yarattığı sorunlar, dalgalar misali ardı ardına geliyor. Küreselleşen HİV, Korona, kuş gribi, kanser vb. hastalıkların insanlığı tehdit eder düzeye gelişi oldukça açık. Ulus-devlete dayalı gelişen yabancı düşmanlığı, milliyetçilik ve ırkçılığın tüm dünyada artışı gırtlağı aştı. Cinsiyetçiliğin kadını içine soktuğu cehennemsi yaşamın vb.nin makro olgular düzleminde liberalizmin dünyaya-toplumlara nasıl yıkıcı etkiler bıraktığının izlekleri olarak okumak mümkün. Ayrıca evrensel tarihe nasıl yıkıcı-faaliyete geçen fay hatları gibi izler eklediğinin de tarihidir. Tüm bu yıkıcı olay ve olgulara paralel dünyanın her yerinde daha adil, demokratik, eşit ve özgür bir yaşam ve toplum için kadınlar, gençler, topluluklar, kültürler, gruplar ve halkların mücadele izleriyle de karşılaşırız. Kürt direnişi, Arap baharı, Sarı Yelekliler, kadın-yaşam-özgürlük hareketi, Wall Secret direnişleri, başka bir dünya mümkündür hareketleri, Zapatistalar, Topraksızlar hareketi, Gezi Direnişi, Rojava oluşumu vb. toplumsal düzleme dayalı ideolojilerin topluma, tarihe ve mekana iz bırakışlarının örnekleriyle karşılaşırız. Tüm bu izler bize “ideolojinin sonu”na gelindiğini değil ideolojilerin kesintisiz bir şekilde karakterlerine uygun, doğaya ve toplumlara olumlu veya olumsuz kalıcı izler bıraktığını gösterir.

İdeolojiler iz bırakır. Önemli olan hangi ideolojinin hangi karakterde ve nasıl bir iz bıraktığıdır. Özgürlük-eşitlik geleneğine göre mi yoksa egemenlik, tahakküm geleneğine göre mi iz bıraktıklarıdır. Doğa ile uyumu toplumların öz gelişimine ve kadının özgürlüğüne hizmet edecek temelde mi yoksa tersine iktidar ve devlet düzlemine hizmet edici bir iz mi bıraktığıdır? Bu soruları cevaplamak için bu iki düzlemi birbirinden ayrıştırmak ve hangi ideolojinin hangi düzleme ve hangisinin yıkıcı, hangisinin yapıcı olduğunu kavramak önemlidir. Böyle bir farkındalık olmadı mı farkında olmadan sürekli toplumun, insanların adalet, eşitlik ve özgürlüklerinin altını oyan ideolojileri yaşamak zorunda kalmamıza yol açar. Bu düzlemler kavranılmadan ideolojilerin rolü ve önemi de kavranılmayacaktır.

 

İdeolojinin İki Düzlemi

İdeolojileri en genel anlamda ikiye ayırabiliriz. Biri toplum odaklı öteki de iktidar ve devlet odaklı ideolojilerdir. Bu iki düzlemin her biri kendi içinde pek çok ideoloji açığa çıkarabilir ve çıkarmıştır da. Fakat her düzlem özgülünde açığa çıkan bu ideolojilerin birbirinden farklı olduğu anlamını taşımaz. Yine birbirinin aynısı-benzeri olduğu anlamına da gelmez. Aynı öze sahip biçimi, işlev ve etkililik derecesi farklı ideolojiler olarak karşımıza çıkarlar. Örneğin; toplum düzlemine dayalı ideolojilerin tümünün özü toplumun öz gelişimine dayandığından yapısında özgürlük, eşitlik, özyönetim, özdüşünüm, karar ve eğleyişi ve de doğa ile dengeli uyumu taşır. Aynı şekilde iktidar-devlet düzlemine sahip ideolojilerin tümünün özü iktidarı ve devleti geliştirmek olduğu için yapılarından tahakkümü, hegemonyayı, sınıfı, sömürüyü, bürokratizmi, hiyerarşiyi, adaletsizliği, eşitsizliği vb. taşırlar. Her düzlem üzerindeki ideolojilerin özleri, aynı olsa da içinde oluştukları zamanın ruhuna göre farklı biçim, işlev ve etkinlik gücüne sahip olurlar. Zamanın ruhundan kasıt, dönemin düşünsel, siyasi, ekonomik, teknolojik, sosyal yapısı, sorunları vb.leri toplamı kastediliyor. Bundan ötürü her düzlemin ideolojileri zamanın ruhundan dolayı kendine has kavram, kuram ve kurumlara sahip olurlar. Fakat kendinden önceki ideolojilerin mirasından devir alırlar, içlerine katarlar. Kümülatif bir karaktere sahip olurlar. Örneğin kapitalist modernite, devletli uygarlığın son evresini teşkil ettiği için kendisinden önceki köleci ve feodal dönemlerin mirasını da sahiplenir. Kapitalist modernitenin resmi ideolojisi liberalizm, milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, pozitivizmi içinde barındırması bunun ifadesidir. Bu ideolojik varyasyonlarla sadece modern toplumu değil aynı şekilde geleneksel toplumu da hakimiyetleri altında tutmaya çalışır. Milliyetçilikle iktidar ve devleti tüm bireylere taşırırken; dincilik ile geleneksel toplumu kontrol altında tutarak itaat kul kültürünü canlı tutar. Bilimcilik/ pozitivizm ile hem bilimi hem de toplumun entelektüel dünyasının aklını egemenlik altında tutarken; cinsiyetçilik ile kadın ve erkeği kontrol altında tutar.İktidarcı-devletçi düzlem tarihi süreç boyunca efendi-köle, tanrı-kul, feodal-köylü, burjuva-işçi, devlet-yurttaş vb. ikilikler şeklinde hiyerarşik, sınıfsal, egemenlikçi ve tahakkümcü bir özler kümesine sahip olur. Tarih boyunca bu ikiliklerin bir ucunu özneleştirirken ki; bu tarih boyunca devletli düzlemi esas alan egemen kesimler olur. Öteki ucu ise ki; bu da toplumlar olur. Nesne’leştirerek (kul, köle, bende, işçi, köylü, yurttaş vb. ifadelendirmeler) üzerlerinde her türlü egemenlikçi tasarrufa sahip olur. Bu açıdan tarihsel ve güncel olarak nerede bir hiyerarşi, sınıf, eşitsizlik, bürokrasi, kulluk, cinsiyetçilik, alt-üst ilişkisi, nesneleşme hali, özgüç ve özyönetimden yabancılaşma durumu vb. olgularla karşılaşırsak orada işleyenin iz bırakanın iktidarcı-devletçi düzleme ait bir ideoloji olduğunu görürüz. Toplumsal düzlem içinde aynı durum geçerlidir.

Toplumsal düzlemde açığa çıkan hiçbir ideoloji bu ikilik hallerini; özne-nesne, efendi-köle, ezen-ezilen vb. yapısında barındırmaz. Farklılıkların eşitlik ve özgürlüğüne dayalı bir yapısı esastır. Komünaliteye dayalı, doğa ile dengeli bir ilişkiyi esas alır. Bireylerin tanrılaşmasına, Firavun ve Nemrutlaşmasına ve de toplumun hiçleşmesine, sürüleşmesine vb. izin vermez. Fakat ifade edilen ikilikler yapılarına sızdığında ise toplumsal düzlemden saparak, iktidar-devlet düzlemine kayıp ona hizmet eder hale gelirler. Tarih, toplumsal düzlemde açığa çıkıp, toplumlar içinde yaygın bir etkililik kazanmış ama sonradan bu ikiliklerin yapılarına sızması sonucu, iktidar-devlet düzlemlerine hizmet etmiş pek çok ideolojik çıkışla doludur. Zerdüştlükten Maniciliğe, Budizm’den tüm tek tanrılı dinlere kadar, anarşizmden reel sosyalizme hepsinin akıbeti bunun göstergesidir. Kapitalist modernitenin anarşizm, sosyal demokrasi ve reel sosyalist ideolojileri kendi mezhebi haline getirilişi de buna örnektir. Bu açıdan her iki düzlemin ideolojileri arasındaki ilişki diyalektik bir zıtlık halidir. Kendi düzlem ve özlerine ait kavram, kuram ve kurumlarla beslenme ve sulanmayı gerektirir. Toplumcu düzlem ideolojileri, iktidar-devletli düzlemin kavram ve kuramlarıyla özünü oldurtamaz. Her amaç kendi aracını gerekli kılar. Kapitalist modernitenin “amaç için her araç mübahtır” ilkesi ideolojik bir ilke olup iktidar ve devlet düzlemine hizmet eder. Bu ilkeye kapılmış onlarca ulusal kurtuluş hareketi, parti oluşumu vb. toplumsal özgürlük amacıyla yola çıkıp, ulus-devlet aracı ya da iktidar ve devleti hedeflemesi sonucu kapitalist sisteme yani iktidar-devlet düzlemine en kötü şekliyle eklemlenmekten kurtulamamış, sayısız örnek söz konusudur.

 

İdeoloji Zihinsel ve Bedensel İz Bırakır

İdeolojileri bu anlamda sadece soyut düşünsel fikirler ve inançlar bütünlüğü olarak görmemek gerekir. Ayrıca fikir ve inançların bir bedene gerekesinim duyduğu olgulardır. İdeolojilerin kavramsal, kuramsal, teorik yapıları kadar bu kavram ve teorilere denk düşen, kurumsal yapılar da söz konusudur. Louis Althusser bunları “ideolojik aygıtlar” olarak tanımlar. Fikir ve inançların bedenleşmesi bu ideolojik aygıtlarla gerçekleşir. Reel sosyalist sistemin 70 yıl aradan sonra yıkılıp, tüm seksiyonlarıyla birlikte kapitalist sisteme entegre oluşu, sosyalist ideolojiyi bedenleştirecek kendi öz araçlarını bulamaması, kapitalist modernitenin üç saç ayağından kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlet araçları ile kendini bedenleştirmeye çalışmasıdır. Deyim yerindeyse araçların kendisi kendilerine uygun öz yaratıp, asıllarına rücu etmişlerdir. Çünkü bu amaçlar (kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlet) nötr birer olgu değillerdir. Kapitalist modernitenin ideolojisi ve yaşam tarzıyla oluşmuş olgulardır. Onlarda işleyen ruh, akan kan bu sistemin ruhu ve kanıdır. Sosyalist fikriyat ile bu araçlar yan yana gelince doğal olarak reel sosyalist sistemi deyim yerindeyse kendi eliyle 70 yıl boyunca kapitalist modernitenin kanını bedenine, ruhunu da zihnine enjekte etmiş olarak, karşımıza çıkmış olur.

Sonuçsa, reel sosyalist ideolojinin içten çöküşü kapitalist modernitenin kendi öz ruhu (ideolojisi) ve bedeniyle ortaya çıkışı olmuştur. Reel sosyalist kampta bulunan cumhuriyetlerin birebir kapitalist sistemin parçası oluşu bunun sonucudur. Bu durum ayrıca dünyadaki bütün öteki toplumcu güçleri, iktidar perspektifli parti ve hareketlerde de gözlemleyebiliriz. Hatta şuan ülkemizde toplumcu olduklarını ifade eden güçlerin en temel yanlışlığı da bu noktadadır. Toplumcu bir sistem geliştirmek istediklerini ifade etmelerine rağmen bu sisteme onun araçlarıyla (meclisler, komünler, akademiler, kooperatifler, özyönetimler, vb.) değil onları amaçlarının tam bir tersi sisteme götürecek, araçlarla hareket etmekten, kendilerini alamamaktadırlar. Hatta bu güçlerin kimileri, partilerinin programlarını toplumcu bir ideolojiye dayanarak oluştururken, bu programı iktidarcı-devletçi düzlemin araçları ile geliştirmeye çalışmaktadır. Devlet ve iktidarı hedefleyen bürokrasiye gömülmüş parlamentarizmi, demokrasiyi siyasetinin önüne geçiren çok yaygın yatay bir örgütlenme yerine, dikey örgütlenmeyi aşamayan duruşlarıyla niyetlerinin dışında sisteme eklemlenmektedirler. Toplumsal alanda belirleyici güç olamamalarının sebebi de budur. Demokratik modernite kuramının önderliğin “ideolojik ve siyasi boşluk var” dediği nokta tamda bunu ifade ediyor.

Çünkü toplumcu siyaset, toplumcu-demokratik partileri gerektirir. Yani devlet odaklı olmayan, hiyerarşi ve bürokratizimden tamamen kopmuş, toplumsal talepleri esas alan, toplumun her alanında komün, meclis ve özyönetimlerle kadınlar, gençler, yoksullar, emekçiler başta olmak üzere, geniş toplumsal bir örgütlenmeye dayanan ve çok yaygın sivil toplum, insan hakları dernekleri, feminist, ekolojik, kültür ve inanç hareketlerle öz demokratik duruşunu örgütlü ve eylemli kılmayı gerektirir. İşte tamda bu noktada toplumcu güçlerin, hareketlerin, partilerin ülke genelinde ideolojik ve siyasi bir boşluk yaşadığı gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Devlet düzlemi dışında toplumsal güçlerin kendi ekonomik, sosyal, siyasal iradelerini oluşturma, kurumlaştırma yürütme ve denetlemede ki yetersizliğin temel sebebi de ideolojik yetersizliktir.

İdeolojileri kavram, kuram ve kurumların toplam bileşkesi olarak ele almak, hakikatleri bir bütün görmek, terim açısından önemlidir. Çünkü ideolojilerin en temel amacı insan ve toplumlarda kendini bir tutum haline dönüştürmedir. Sadece davranışsal bir yapıya büründürme değil, bir görme, bakma, duyma, dillendirme, okuma, ele alma biçimi kazandırmadır. Tüm kavram, kuram ve kurumların gayesi ideolojilerin dayandığı öz’ü, özün muhtasarında gerektirdiği fikri ve inancı, tutum, bakış ve davranış tarzı haline getirme ve de bununla öncelikle insanlarda onun toplumunda sonrasında yaşadığı mekânsal çevreye ve zamana iz bırakmadır. İdeolojiler hem zihinsel hem de bedensel olarak iz bırakırlar. Tarih ve mekan bu yapı ve zihinsel izlerle doludur. Misalen; Mısır piramitleri, Roma Kolezyumu, Atina Akropolisi, Nemrut Dağı panteonu, Babil Kulesi ve sayısız benzer yapı bin yıllardır bizlere sadece birer mimari yapı olarak intikal etmiş değiller. Köleci ve feodal devletçi ideolojilerin, Nemrutların, Firavunların, Tanrı Kralların, imparatorların, han ve hakanların, şah ve sultanların iktidar gücünün azametinin işaretleridirler. İktidarcı-devletçi ideolojilerin birer izleridirler. Aynı şekilde “Nemrut”, “Tanrı Kral”, “İmparator”, “Şah”, “Sultan” vb. sözcüklerde aynı düzlemin, kavramlar dünyasındaki izleridirler. Bu mimari yapılarda sadece iktidarcı-devletçi izler görmüyoruz. Köleleştirilen insanların, toplulukların emeklerinin büyük acılar, gözyaşları ve kanlarıyla nasıl harikalar yarattığının izlerini de görürüz. Göbeklitepe, Newali Çori, Çeme Hallan, Sümela Manastırı, Zerdüşt Ateşgahları, yer altında inşa edilen kiliseler, Laliş’deki kutsal yapılar, Medreseya Sor; dağ, orman ve çöllerin en kuytu köşelerinde inşa edilen manastırlar, dergahlar vb. sayısız yapıda iktidar, devlet dışı toplulukların yani komünal toplumcu geleneğin, ideolojik kurumsal izleridirler. Bu düzlemin zihinsel izlerini de ana-kadın Tanrıçalar Ninhursag, İştarda, İbrahimi, Musevi, Zerdeşti, Budist, Sokratik, İsevi, Manici, Muhammedi, Thomas Muntzer, Marx, Engels, Lenin, Che Guvera, Deniz, Mahir, İsa, Ali Fırat, Haki, Kemal, Mazlum, Hayri, Sara, Zilan ve daha nice tarihsel kişilerin duruşu ve düşüncesinde buluruz.

 

Yeme ve İçmede İdeolojinin İzleri

Bu açıdan ideolojiyi sadece siyasal boyut ile sınırlamak, dar bir yaklaşım olmakla birlikte toplumsal yaşamın öteki tüm boyutlarını ideolojik alanın dışında gibi bir algıya yol açar. Ki, yazımızın başında dile getirdiğimiz klişe sözler (sanat ve edebiyatın ideolojisi yoktur vb.) bu mantığın bir ürünüdürler….” Yeme ve içmenin izi mi olur?” ya da “giyinmenin, oturup kalkmanın ideolojisi mi olur” vb. sorular, bilerek veya bilmeyerek ideolojinin etki alanını, siyasal boyutla sınırlandırmayı ifade eder ki, tam da liberalizmin toplumsal yaşamın tüm boyutlarında nasıl sirayet ettiğini, bu alanlarda nasıl rol oynadığını görmeyi de engeller. Oysa liberalizmin hükmünü en çok icra ettiği, kendi amaçları doğrultusunda yönlendirdiği biçim ve işlev kazandırdığı alanlar buralardır. Bugün sosyal alanda, aile ilişkilerinde, kadın-erkek ilişkilerinde, ekonomide, eğitimde, kültür, sanat, edebiyat, sinema, birey-toplum, toplum-doğa vb. tüm alanlarda çok yoğun bir sorun, kriz ve yozlaşmaların yaşanması liberalizmin etkisinin sonuçlarıdır.

Bunun için ideoloji demek yediğimiz yemekten giydiğimiz elbiseye, oturuş-kalkışımızdan, dil ve üslubumuza, oturduğumuz yapıdan, yaşadığımız mekanlara, sosyal ilişkilerimizden, sanat, edebiyat, müzik vb. yaklaşımımıza, yönetim biçimlerimizden, sorunları ele alıp-çözme yöntemimize, yani insan ile ilgili aklımıza gelebilecek her şey demektir. Müslüman ve Yahudi domuz eti yemez. Çinliler köpek eti yer. Afrika halklarının bazıları karınca yerken, Aleviler tavşan eti yemez. Bazı halklar içki içmezken, bazıları kan içer. Bazı toplumlar çiğ balık yerken, bazıları denizden çıkan her şeyi….hatta günümüzde vegan, vejeteryan olan birey ve topluluklar mevcut. Tüm bunlar gibi bir fikrin, inancın yani ideolojinin izleridir.

Giyim içinde aynı durum söz konusudur. Moda bu anlamda Liberalizmin insan ve toplulukları günlük, haftalık, aylık, mevsimlik giydirme arzusunun kurumudur. Kendisine göre giydirme ve sürekli tüketmenin eylemidir, izleridir. Her topluluğun ya da inancın otantik giysisi onun fikriyatının ifadesidir. Günümüzde tüm dünyada evrensel bir konuma gelen pantolon, ceket (takım) Fransız Devrim ideolojisinin giysileridir. Tüm dünyada evrensel giysi halini alması, Fransız Devrim ideolojisinin izinin yansımasıdır. Yine dil ideolojinin izini en çok yansıttığı alanlardandır. Başlı başına bir makale konusudur. Konumuz itibariyle birkaç örnekle sınırlayacağız. Günlük olarak sık sık duyduğumuz “Benim karım”, “Ev hanımı”, “Kadının yeri evi, işi çocuk büyütmektir” ve buna benzer yüzlerce sözcük, cümle sıralamak mümkün. Kim bunların ideolojik cümleler olmadığını iddia edebilir? Bu söylemlerin tümü ister erkek ister kadın dile getirsin eril zihniyetin dilde yaşayan izleri ve yansımalarıdır. Kadını özne olarak görmeyen, özgür ve eşit bir varlık olarak algılamayan bir hiyerarşiye alt-üst ilişkisine tabi tutan, kadını bir nesne mal-mülk olarak değerlendiren, tek işi çocuk doğurup, büyütmek olan, dört duvar arasına kapatılmış, tek yaşam alanı ev olan bir varlık olarak tanımlayan ideolojik bakışın izleridir. Edebiyat ve sanat alanının %99’da kadın ya cinsel bir meta veya sahte aşkların konusu kılınır ya da iradesiz korunmaya muhtaç, zayıf bir cins, sürekli erkeğin gölgesinde yaşamaya mahkum bir varlık olarak yansıtılır. İdeolojinin izlerini en çarpıcı şekilde gördüğümüz alanlardan biri de mekanlardır. Örneğin kışla, hapishane, mahkemeler, adliye sarayları, okullar, kiliseler, pastaneler, plazalar vb. ve hatta bir bütünen KENTLER iktidar-devletçi ideolojinin izlerinin en çok yoğunlaştığı mekanlardır. Bu mekanlardan hangisine bakarsan hiyerarşi, erilliği, eşitsizliği, sömürüyü, alt-üst ilişkisini, bürokratizmi, cinsiyetçilik, milliyetçilik vb.’nin yoğun izleriyle karşılaşırız. Kırsal kesimde bulunan köy mekanlarında ise iktidar ve devletçi kimi izler görülse de bu mekanlarda baskın izler komünal toplumcu geleneğin izleridir. Bunu hem mimarisinde hem de sosyal ilişkilerinde görürüz. Örneğin kırsal kesimde bir yolda yürürken tanıdık-tanımadık önüne çıkan herkese selam verip-alma çok doğal ve normal bir toplumsal davranıştır.

Aynı durumu kentte göremeyiz. Bir sokakta hiç tanımadığın 4-5 kişiye selam verilirse ya deli olarak algılanır ya da selam verenden şüphe edilir. Yadırganır, normal bir davranış olarak görülmez. Çünkü kentler (günümüzün) kapitalizmin hakim ideolojisinin (tüm versiyonlarıyla) yoğunlaştığı mekanlardır. Kentlerde “almadan verilmez” temel ilkedir. Karşılıksız hiçbir şey yapılmaz. Selamda olsa ilke geçerlidir. “Almadan veren” oldu mu da ya saf ya enayi ya da deli görülür ve şüphelenecek kişi olarak algılanır. Bu anlamda bir kentte kapitalist ideoloji ne kadar yoğunlaşmışsa orada doğa ve toplumsal yaşama aykırı, yapay bir hayatta o düzeyde söz konusudur. Çok değil 30-40 yıl önce pek çok orta ve küçük ölçekli şehirde kasabada ve köyde evler daha demokratik, sosyal izler taşıyan bir mimariye sahipti. Pek çok tek veya çift katlı evin bir ortak avlu etrafında kümelendiği bir yaşamsal mekan söz konusuydu. Bu mimari biçim, yüz yüze ve daha çok ilişkilenmeye, daha çok sosyalleşmeye, dayanışmaya, ortak sevinç ve acıyı paylaşmaya zemin durumundaydı. Fakat kapitalist ilişkiye dayalı kentleşme geliştikçe, çok katlı binalara dönüşen yaşam mekanları insanların birbirine sırt döndüğü, alt-üst ilişkilerin oluştuğu, sosyal ilişkilenmenin minimalize olduğu dayanışmanın ortadan kalkma noktasına geldiği, ortak hiçbir sevinç ve acının paylaşılamadığı, herkesin kendini duvarlarıyla sınırladığı, birbirinden yalıtık birey ve davranışların izleriyle karşılaşırız… kentlerin bu mimarisi bir nevi kanserleşmedir. Toplumsal ve sosyal doku ve ilişkileri mekânsal yapı üzerinden parçalayıp birbirinden ayrıştırır. Her parçayı ötekinden ayırır. Hatta kent içinde Getto ve varoşlar oluşturarak sınıfsal bir zemin yaratır. Bu mimari yapıyla, kimsenin kimseyi duymadığı, görmediği, işitmediği kalın duvarlar örer. Yıllarca aynı binada oturup, birbirini tanımama ya da evinde ölüp, ölüm kokusu çevreye yayılmadıkça, komşusunun kapısını çalmama halleri bunun ifadesidir. Bu yapılarda toplumsal ve sosyal yaşamın adım adım nasıl erdiğinin izlerini görmek için sadece yaşadığınız binaya, onun insan hallerine bakarsak çok yoğun ideolojik izler göreceğiz.

İdeolojinin izini benzer şekilde sanat, edebiyat, spor akademi dünyası, basın-yayın, hukuk vb. pek çok alanda da sürmek mümkündür. Bir film bir roman bir resimde bu izlerin arkeolojisi yapılabilinir. Fakat bu makalemize sadece niteliksel bir artı sağlayacaktır. Önemli olan nokta ana temadır. İdeolojin izini, toplumsal olguların tümünde sürebileceğimizi bilmemizdir. Çünkü bizler dün olduğu gibi bugünde bu izleri üzerinde taşıyan sayısız maddi ve manevi toplumsal olguların evreni içinde yaşıyoruz. Sadece yaşamakla da kalmıyoruz. Bilerek veya bilmeyerek bu izlerle kendimizi her gün olduruyor, var oluşuyor ve bizlerden öncekiler gibi ya aynı toplumsal (manevi-maddi) olguları yaşatıyor ya da yenisini inşa ediyoruz!

Ne inşa ettiğimizi bilmeliyiz. Nasıl varlıklaştığımızı anlamalıyız. İnsan şayet düşünen, sorgulayan ve farkındalığa ulaşan bir varlıksa nasıl var olduğumuzu ve ne inşa ettiğimizi bilmekle de mükellefiz. Hangi sisteme hizmet ettiğimizi fark etmeden düşünen, sorgulayan olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Biz, binlerce yıllık devletçi uygarlığın, günümüz temsilcisi kapitalist moderniteye mi yoksa demokratik uygarlığın günümüz temsilcisi demokratik moderniteye mi hizmet ediyoruz? Düşünüş, tutum, üslup ve davranışlarımız hangi düzlem üzerindedir. Çalıştığımız kuramlar, içinde bulunduğumuz mekanlar hangi ideolojinin izlerini taşır. İnanç ve fikirlerimiz kimlere hizmet ediyor? Bunları bilmeden doğru yaşayabilir miyiz? Bizler demokratik modernitenin kuramına dayanan, ahlaki ve politik dokulara, düşünce, söz ve uygulama iradesine sahip; demokratik ekolojik ve kadın özgürlüğünü esas alan özgürlükçü ve farklılıkların eşitliğine dayalı bir yaşam mı istiyoruz? Yoksa şu an tüm dünyada hükmünü icra eden, devletçi uygarlık kuramına dayanan kapitalist modernitenin endüstriyalizm, kapitalizm ve ulus-devlet üçlü ayağına; liberalizm ve onun mahşerin dört atlısı olan bilimcilik, milliyetçilik, dincilik ve cinsiyetçilikle toplum ve doğayı tahakküm altına alıp, yapı bozumuna uğrattığı hiyerarşi, sömürü, eşitsizlik, adaletsizlik ve özgürsüzlüğü geliştiren, insanları bireycileştiren, nesneleştiren, kullaştıran, iradeden yoksun, yıkılan, cinsel obje haline getiren bir yaşam mı istiyoruz?

Şuan ülkede yaşadığımız çok derin ve çok katmanlı kriz ve yozlaşma hali, ikinci seçenekle yaşamanın sonucudur. Bugün toplumsal alanın tüm dokularında; siyasal, sosyal, ekonomik, aile, eğitim, kültür, mimari vb. derin bir çürüme, yapı bozumu yaşanıyorsa, ikinci seçenekte ısrarın sonu daha da derinleşmiş krizler, yıkımlar, acılar olacağını söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Son deprem felaketi mimari yapılarda yaşanan krizin nasıl bir faciaya kapı araladığının göstergesidir. Deprem felaketi bir nevi iktidar-devletçi ideolojinin izleriyle inşa edilen mekanların akıbetinin ne olacağını acı bir şekilde bize gösterilmesidir. Bu depremde yaşanan felaket kapitalizmin aşırı kar hırsı; pozitivizmin insan hayatını nasıl nesneleştirerek değersizleştirdiği, milliyetçiliğin sahte hamasetiyle toplumun en acil sorunları karşısında nasıl uyuşturulduğu görüldü. Dinciliğin sorumluluğu kendinden öte, fizik ötesi güçlere teslim etmesi ve de cinsiyetçiliğin dikey mimari anlayışı ortaklaşması sonucu olarak karşımıza çıkar. Bir çığ gibi deprem bölgelerine akan yardımlarda ise toplumun dayanışmasının, muhteşem dayanışmasının izleriyle karşılaşırız.

 

İdeoloji İz Bırakır

Dün sanatıyla, edebiyatıyla, siyasetiyle, mimari-anıtsal yapılarıyla önemli şahsiyetlerin duruşuyla nasıl küçük izler ve yankılar bıraktılarsa bugünde tüm bu benzer kurumlar, önemli şahsiyetler, tek tek her birey, grup sosyal katmanlar, toplumlar, kadınlar ve gençler iz bırakacaklardır. Önemli olan bizden sonraki kuşaklara nasıl bir iz bıraktığımızdır.

 

 

[1]     1801’de yayınlanan Elementsd İdeologia adlı kitapta Fransız filozof Destutt de Tracy kullanır.
[2]     Ahmet Ceviz, Felsefe Sözlüğü
[3]     Türkçe Sözlük
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.