Düşünce ve Kuram Dergisi

Kapitalist Moderniteye Karşı Direnen Kadın Kimliği ve Bugün

Rojda Yıldız

Kimlikler oluşur. Toplumsal yapı içerisinde kurulan ortak yaşama göre cinsiyetler, etnik aidiyetler, inançlar bir şekil alır. Toplumun ürettiği ahlaki, manevi değerler evrendeki canlı, cansız her şeye bir kimlik ve misyon biçer. Bu biçimlenişin toplum lehine ya da aleyhine olması kimler, hangi ideoloji tarafından üretildiği ve dayatıldığına bağlı olarak şekillenir. Evreni, doğayı, yaşamı nasıl ele alıyor bu kavramlara hangi anlamlar biçiyorsak bir anlamda aslında ele aldığımız şekil bizleri de oluşturuyor. Kimliklerin tarihsel süreç içerisinde hangi anlamlarda değişip dönüştüğü ise toplumsal tarihin hikayesini anlatıyor. Her ne kadar günümüz kapitalist modernitesinde zaman milat olarak adlandırılan süreç ile başlatılıp, düz bir tarihsel çizgide ilerleyen pozitivist tarih anlayışı ile ele alınsa da yine her ne kadar “karanlık çağ”, “ilkel çağ” gibi küçük düşürücü isimlerle tarihin eskil zamanları yok sayılsa da kadınlar tarafından hakikatin açığa çıkarılma süreçleri devam ediyor. Erkek egemenliğine dayalı devletli sistem, toplumların “doğal akışının” seyri gibi ve en başından beri olan bir hakikatmiş gibi bugünün hiyerarşik gerçekliğini kabul etmemizi istiyor. Oysa, toplumların bilgisine eriştiğimiz şu dönemlerden çok daha fazla uzun süre eşitlikçi bir toplumsal yapı inşa edildiği bilgisi ve komünal değerler etrafında kurulan bir yaşam hakikati her geçen gün çok daha fazla gün yüzüne çıkıyor.

Jineolojî uzun zamandır toplumsal hakikatin ne olduğu, bizlere dayatılan ve sanki doğalmış gibi gösterilen hiyerarşik kadın ve erkek kimliklerinin geçirdiği süreçleri ele almaya ve çarptırılan hakikati ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bunun için devlet[1] öncesi toplumsal süreçlerde nasıl bir yaşam formu olduğunu, bu formun hangi aşamalardan geçerek bugüne evrildiğini kadın perspektifi ile yeniden ele almanın arayışı içerisinde. Pozitivist bilim anlayışının bilgi yorumunda yarattığı büyük yarılma, bugün bizlere tarih yorumundaki yanlışlarımızı da göstermeye devam ediyor. Gözle görülene edilen iman, yazının ve bilginin yeni ilah olarak ilan edilişi, geçmişi kara bir delikten ibaret göstermek istese de bilgiye getirilen yeni yorumlar ve bakış açıları bizlere başka perspektifler sunmaya da devam ediyor. Yaşamdan koparılmış, bağı çalınmış ve arşiv odalarına hapsedilmiş tarih anlayışının ötesinde, kadınların yaşam hikayelerinde, toplumların kültürel değerlerinde, dualarında, düğünlerde, yaslarda, günlük hayatın örgütlenişinde karşı karşıya kaldığımız hakikatler ve elbette ki duygusal ve analitik aklın toplum lehine yorumlanış süreçleri ile birlikte devlet öncesi ve sonrası cinsiyet kimliklerinin (doğal olarak bu kimliklerin oluşturduğu toplumsal yapıların) neyi ifade ettiğini, devlet dışı bir düşünce yapısı örgütleyerek yeniden anlamlandırma süreci, bugünü anlamada en temel yol gösteren olmaya devam ediyor.

 

Erkek Egemenliğince Ters Yüz Edilen Kadın Kimliği

İlerlemeci tarih anlayışını reddederek, yazı boyunca kadın kimliğinin döngüsel olarak birbirinin devamı, hafızası ile bugüne kadar kendisini taşıdığını anlatmaya çalışacağım. Elbette ki erkek egemenliği tarafından kadın kimliğine yapılan müdahaleler, bu kimliği başlangıcından oldukça kopartmış ve hatta neredeyse tam tersi bir yerde konumlandırmıştır. Fakat, bu hakikatin kaybolduğu manasına gelmemektedir.

Tarih yorumunun belirleyici olduğu böylesi konularda birinin bitip, diğerinin başladığı bir analizden ziyade, birbirini etkileyerek çoğalıp ya da eksildiğini dile getirmek önemli bir noktada durmaktadır. Jineolojînin “dokuz bin yılda dokuz katman” olarak nitelendirdiği ve ele aldığı kadın tarihi tam da bu süreci, bu perspektifle tartışmakta ve yorumlamaktadır.

Dokuz bin yıl önce, insanlığın toplumsallaşmaya başladığı, evrenin toplumsala şahitlik ettiği dönemler ile başlamak bugünü anlamak açısından elzem. Bunun için döneme dair bilgiler edindiğimiz en temel kaynaklar mitolojik anlatılar, kazılar, bugün hikayelerde yaşatılan söylemlere kadın odaklı bir yorumla yaklaşmak hakikat arayışını güçlendirmektedir. Mitoloji bir “masal” değildir. Mitolojiyi toplumsal bilinç sonucu, inanılan, yaşanılan dünyayı yorumlama yöntemi olarak ele almak ve bunu bilime dahil etmek bilimsel arayışımızın bir parçası olmaktadır.

Abdullah Öcalan’ın “arkeolojisi yapılacak kadın” belirlemesi, kimliklerin kazınabildiği kadar kazındığı ve nereden nereye geldiğini anlamaya çalışmak noktasında oldukça önemli bir tespit. Tanrıçalar Çağı olarak nitelendirdiğimiz, kadın tarihinin başlangıç süreci bizlere birçok ipucu vermektedir. Mezopotamya’nın verimli topraklarına yerleşen insanlar, birlikte yaşamanın ne demek olduğunu ilk deneyimleyen insanlardı. Birlikte yaşam kurallarının oluşturulmaya başlandığı bu süreçlerde cinsiyetlerin birbirlerine biçtikleri, toplumun cinsiyetlere biçtikleri roller belirginleşmeye başlamıştır. Devletli sistem öncesi olarak tabir edilen bu süreçler doğayı, yaşamı anlama, ortak yaşam kurallarını oluşturma dönemi olarak görülebilir. Bu süreçte evren, doğa ve insan yaşamının bütünlüklü ele alındığı, animistik inançla bütünleşen bir dönemden bahsediyoruz. Doğanın kozmik gücüne tapınılan, bu gücün kadın bedeninde vücut bulduğuna inanılan ve yaratma kabiliyetleri ile doğa ve kadının özdeşleştirildiği bir süreç. İlk toplumsal yaşam deneyimleri ve yaşamı anlamlandırma süreçlerinde doğa ve kadının benzerlikleri/birliktelikleri toplumsal bilinci de belirleyen temel unsurlardan oluşmuştur ve bu unsurlar emeğe dayalı bir analık hukuku geliştirmiştir. Kadınların tıpkı doğa gibi döngüsel bedenleri, yeni bir canlıyı dünyaya getirme pratikleri, toplayıcılık ile beraber gözlem yeteneklerinin gelişmesi ve toplumu ileriye götürecek bilimsel buluşların sahibi olması yaratıcı, özerk, güçlü bir kadın kimliğini ortaya çıkarmıştır. Kadınların bir yandan her anlamda yaşamda doğurgan, yaratıcı olmaları bir yandan birlikte yaşamın ahlaki koruyuculuğunu üstlenmeleri toplumdaki ahenkli yaşamın da temel unsuru olmuştur. Tanrıçalık kimliğinin ortaya çıkışı ve toplumdaki statüsü emek ve ahlak üzerine kurulu bir toplumsal yapının sonucudur. İnsanların doğayı, yaşamı, evreni anlamlandırma süreçlerinde özel mülkiyetin değil, kolektif örgütlenmenin hâkim olduğu, erkek-kadın-çocuk-insan olmayan canlılar arasında birbirlerine bağlı kozmik bir dünya inanışının sonucu olarak hiyerarşik değil komünal değerler ön plana çıkarılmıştır. Çocukların toplum gözetiminde ve hep beraber büyütüldüğü, kadının kendi ailesi ile yaşamaya devam ettiği, komündeki erkeklerin toplumsal yaşamda kadına ve kararlarına saygı duyduğu bir gerçeklik söz konusudur. Toplumsal emek ile birlikte kadınların doğum ve regl gibi süreçlerinin mucizevi birer olay olarak algılanması ve kadınların “gizli güçlerinin” olduğuna inanılması, kadına yönelik her türlü davranışın saygıya dayalı bir eşitlikçi temelinin olması, uzunca yıllar toplumda bir tanrıça kültürünün oluşmasına sebep olmuştur. Tıpkı tanrı kültünün oluşması gibi tanrıçalık kültürünün oluşması da toplumsal zihniyetin nasıl örgütlendiğinin bir işaretidir.

Tanrıça kültürü kadın eksenli bir toplumsallığın kutsanması manasına gelmektedir. M.Ö. 6.000-4.000 yılları arasında Sümerlerde Ninhursag, Babilde Gula Bau, Mezopotamya’da Star (Sterk) bu dönemde ismi anılan tanrıçalardır.[2] Henüz tanrıça kimliğinin (kadın kimliğinin) parçalanmadığı bu süreçler, toplumda kadına duyulan saygının ve statünün bir göstergesi olarak bu isimlerde can bulmuşlardır. Neolitik uygarlığın, tarım eksenli kadın toplumunun simgesi olan bu tanrıçalar uzun bir dönem toplumlarda iyiliğin, doğruluğun, bereketin simgesi olarak tek başına anılmıştır. Fakat Tanrıçalar Çağının ikinci katmanında (M.Ö.4000-2000) bu kadın tanrıça isimlerinin yanlarında erkek tanrılar görmeye başlamaktayız. Tarihsel bir yorum olarak; erkekliğin ve devlet zihniyetinin toplumsal yapılarda gelişmesi ile birlikte tarihin ilk zamanlarında isimleri yalnız başına anılan bu tanrıçalara erkek tanrıların da eşlik ettiğini görüyoruz. Kozmik dengenin ve komünal değerlerin bu dönemde bozulmaya başlaması kadın kimliğinin geri plana atılması ile paralellik göstermektedir. Erkeklik ve devlet zihniyeti yeşerdikçe kadın kimliği arka plana düşmekte, hiyerarşik yapılar oluşturulmaya başlanmaktadır. Bunun için öncelikle kadın ve kadın etrafında geliştirilen toplumsal değerler hedef alınmıştır.

Ninhursag, Zagros Dağlarının tanrıçası iken ilk devletli örgütlenme modeli olarak Sümer Rahip Devletinin ortaya çıkışı ile beraber yanında tanrı Enki’yi de görmeye başlamaktayız. Tarihin ilk yazılı kaynağı olarak bilinen Sümer yaratımı Gılgamış’ta İnanna ile tanrı Enki’nin mücadelesine de şahitlik etmekteyiz. İnsanlığın sadece ölümsüzlük arayışının bir anlatımı olmayan Gılgamış, toplumsal yapının giderek değişen nüvelerini de gösterir. Kürdistan’da bugün hala insanların sığındığı, saygı duyduğu dualarının öznesi olan “Ya Star!” tanrıçasının bir anda Gılgamış’ta kötücül ruhlara sahip, cinselliği ile insanları perişan eden bir kadın olarak anılmaya başlandığını görürüz. Fakat yine de güçlüdür ve kurulan kadın toplumsallığını korumaya çalışmaktadır. Bu süreçte kadınları tanrıça olarak gören toplumsal yapının, kutsal saydığı doğurganlık ve tanrıçanın cinselliği hedef alınmaya başlanır. Bilgeliği ile binlerce yıl boyunca topluma yol gösteren, toplumu bir arada tutan bilgileri, hakikat deneyimleri destanda Enki’nin hırsızlık yapması olarak anlatılır. Devletli toplum öncesi sadece doğurganlık meziyeti olmayan kadın, araştırma inceleme özelliği ile tarımı keşfetmiş, mevsimleri takip ederek belli bir döngünün tanımını yapmış, hırsızlık-öldürme-tecavüz gibi suçları kötü görmüş, doğayla birlikte uyumlu yaşamanın yollarını anlatmaya çalışmıştır. Fakat destanda geçen Enki’nin İnanna’ya ait 104 ME’sini çalma “hikayesi” kadın eksenli toplumsal yapıya zamanla erkek müdahalesinin geliştiği ve kadınların emekle kazandıkları bilgilerinin çalındığını anlatmaktadır. Kuşkusuz bu salt bir hikâye değildir; tarihin ilerleyen dönemlerinde bu ahlaksız hırsızlığın devam ettirildiği, devlet zihniyetinin inşası için erkekler tarafından lanetlendiği ve küçük düşürülmeye çalışıldığı süreçler bin yıllar sonra dahi hala devam etmektedir. Tanrıçaların artık erkek tanrılar ile birlikte anılmaya başlamasının ve Sümerlerde artık Ziggurat isimli dikey mimarilerin geliştirilerek, yerdeki kutsalın göklere çıkartılmaya başlamasının yani erkekli devlet uygarlığının başlangıcına tekabül etmektedir. Bu süreçte bir defada yok edilemeyen kadın kültürü, Tanrıçalık zaman içerisinde kötülenerek, kötü ruhların temsili olarak görülerek yok edilmeye çalışılmıştır. Kadın tarihinde üçüncü katman olarak nitelendirilen bu dönem Tanrıça Tiamat’ın, tanrı Marduk tarafından zehirli oklarla hedef alınarak öldürülmesine kadar devam etmektedir. M.Ö.2000’lerde gerçekleşen bu mitoloji Babil tanrıçasının hırslı Marduk tarafından katledilmesi ve kendisinde bulunan her bir özelliğin başka tanrılara teker teker verilmesi, bütünlüklü kadın kimliğinin parçalanmasının da bir aşamasıdır. Kutsal görünen kadın bedeninin doğrudan hedef alınarak katledildiği bu mitolojik hikâye, kadın bedeninin artık katli vacip bir duruma getirilmesini de bizlere anlatmaktadır. M.Ö. 2000’lere kadar doğrudan kadın tanrıçaların hedef alınıp öldürüldüğü hikayelere rastlanılmazken, bu süreçten sonra doğrudan kutsal kadın bedenlerinin sadece aşağılayıcı sözlerle küçük düşürülmesine değil, ortadan kaldırılması girişimlerine de tanıklık etmiş oluyoruz. Sümerlerin kutsal adalet Tanrıçası Nanşe’den (bugün hala hukukun simgesi olan), Tiamat’ın öldürüldüğü topraklarda ilk hukuk metni olarak adlandırılan “Hammurabi” yasalarının ortaya çıktığı sürecin toplumsal yapısı incelenmeye değer. Hammurabi yasaları M.Ö. 1760’lı yıllarda ortaya çıkmıştır. Tanrıça Tiamat’ın katledilmesinden ve erkek tanrıların gücü ele almasından birkaç yüz yıl sonra. Hırsızlık, soygun gibi suçların ölümle, ateşte yakılmakla cezalandırılacağını söyler yasa. Kadın tanrıçanın katledilmesi ile bu topraklarda tarihin en acımasız kanun maddelerinin ilk olarak çıkmış olması arasında kuşkusuz bir bağ vardır. Sadece tanrıların yani erkeklerin sözünün geçtiği yeni toplumsal yapı ahlak yerine kendi kurallarını koymak istemiştir ve bugünkü modern hukukun ilk nüveleri olarak kabul edilen suç ve cezanın tanımlandığı, korkunç cezaların yer aldığı erkek aklının ürünü olan bir yasa ortaya çıkmıştır. Tabletlerde geçtiği kadarı ile Madde 128’te “bir kadın bir adamı eş olarak alır” ibaresi vardır. Madde 132’de “bir adamın karısının başka bir adam ile dedikodusu çıkarsa kadın nehre atılır” der. Oysa, birkaç bin yıl önce, ikinci katmanda, İnanna ve Enki’nin isimlerinin geçtiği dönemde, İnanna istediği erkekle birlikte olmakta özgürdür der. Kadının birlikte olacağı eşi seçme hakkından, seçilene dönüştüğü ve dedikodu yüzünden dahi cezalandırılacağı söylenir. Oysa, adaletin temsilcisi Nanşe, sosyal adaleti sağlamakla görevliydi ve öldürme, yakma, nehre atma gibi cezalar yerine birliği koruyacak, toplumsal konsensüse yapıcı bir ahlakı öngörüyordu. Ölümlüler arasındaki suçları konuşarak ve tartarak çözdüğüne inanılan Nanşe’den (kadın adaletinden), kadınları nehre atmakla tehdit eden bir erkek adalet anlayışı aynı zamanda tanrıçalığın, kadın kültürünün kaybettiriliş, tanrıların (erkek kültürünün) toplumsal değerlere zorla el koyma politikasının da tarihsel serüvenini göstermektedir.

Devlet öncesi yapılanmada adaletin, bilgeliğin, doğayla uyumlu yaşamanın sembolü olan kadın, kadın aklı, zaman içerisinde lanetlenmiş, çalınmış, katledilmiştir. Elbette ki bu süreç farklı coğrafyalarda farklı zamanlarda yaşanmıştır. Rönesans döneminin köklerini aldığı iddia ettiği Yunan mitolojisi kötü ruhlu kadın prototipini en fazla kurumsallaştıran dönem olmuştur. Yunan mitolojisinin cinsiyetlere biçtiği rol ve misyon bugün hala modern dünyanın duygu, düşünce dünyasını şekillendiren temel zihniyet yapılarından olmaktadır. İnanna’nın bilgilerini çalan Enki karakteri, bu dönemde Zeus şahsında yaşatılmıştır. Bilgi, bilgelik tanrıçası olan Metis’in Zeus tarafından yutulması, bilginin erkeğe geçirilmesinin bir başka versiyonu olarak anlatılmış, kadın “cahillik” kisvesine mahkum edilmiştir. Zeus’un birçok eşinin olması ve onları istediği gibi cezalandırması, arkaik erkek bilincinin bir yansıması olarak ortaya çıkmıştır. Bütün kötülükleri dünyaya açan Pandora’nın merakı yüzünden kutuya bakması bugün hala “kadınlar meraklıdır ve merakları yüzünden kötü şeyler olur” tezinin dayanağını oluşturmaktadır. Zeus’un başka kadınlarla birlikte olmasına dayanamayan kıskanç tanrıça Hera’nın, Zeus’u değil de birlikte olduğu tanrıçaları yok etmeye çalışması bugün aldatılan kadınların suçu başka kadınlarda aramasının temelini atmıştır ve erkek zihniyeti tarafından cinsin cinse düşmanlığı kurumsallaştırılmıştır. Tanrıçalık dönemlerinde kıskançlık, öldürme, aldatma gibi kavramlara rastlanılmazken erkek tanrılar döneminde cinselliği ile kötü ruhları etrafa salan, erkekleri baştan çıkaran, birbirleri ile anlaşmayan, kıskanç, meraklı, dedikoducu kadın kimliği normalleştirilmeye ve hakikatmiş gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Mitolojilerle kurgulanan bu kimlikler bugün hala mevcut kapitalist modernitenin kadın kimliğinin temellerini oluşturmaktadır. Tarımdan, adaletten, sağlıktan, inançtan sorumlu kadın kimliği yerini kötü ruhlara bırakmıştır.

Dünyadaki ilk devlet yapısı olarak bilinen Sümer rahip devletleri ile başlayan kadının kötülenmesi süreci, erkek-devlet zihniyetinin kendisini hangi kabuller üzerinden kurguladığını da göstermektedir. Doğa ile birlikte yeryüzünde uyumu sağlayan tanrıçanın, göklere/erkek tanrılara yerini bırakması, devlet ideolojisinin kurumsal bir kimliğe bürünmesi kadın kimliğinin değersizleştirildiği sürecin örgütlenme yolunu açmıştır.

Tanrıçalar çağı sonrası tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışına tanıklık etmekteyiz. Çoğu temsil eden Tanrıça kültüründen teki temsil eden tanrıların inşası süreci de kadınlar için yıkıcı olmuştur. Artık bütün dünyanın bildiği Lilith, mitolojilerin şimdiye kadar inşa etmeye çalıştığı kötü kadın sembolünün bir yaradılış hikayesinde ana karakter olmasına vesile oldu. İlk tek tanrılı inanç sistemi olan Yahudiliğin kutsal kitabı Tevrat’ta Adem’e secde etmeyen Lilith’in cennetten kovulduğu ve yerine Havva’nın yaratıldığı söylendi. Mitolojilerden aldığı mirası kurumsallaştıran tek tanrılı inancın, bu zihniyet inşası iki şeye tekabül ediyordu; birincisi hala daha “makul kadın” olarak nitelendirilen iyi kadın ve kötü kadın kimliği inşa ediliyor, iyi kadının erkeğe iman eden olduğu söyleniyordu. İkincisi, tıpkı Zeus’un eşi Hera gibi, suçlu erkek değil kadındı. Lilith, Adem’e değil Havva’ya ve onun kız çocuklarına düşman kesiliyor, intikamını kadınlara saldırarak alıyordu. Yaratılış hikayesi iki temel kurgu üzerine inşa edilmişti; itaat eden kadın ve cinsin cinse düşmanlığı. Kadınların birbirini sevmediği, arkalarından kuyularını kazdığı gibi, toplumsal erkek inşası düşünceleri köklerini mitolojiden ve tek tanrılı dinlerden almıştır. Tevratın kadınlara yönelik kurumsallaştırdığı bu düşmanca tavır, Hristiyanlıkta makul kadın “sessiz kadındır” anlayışı ile Hz. Meryem’de vücut bulacaktır. Hz. İsa’nın annesi, kutsal kadın Meryem sessizliği ve bakireliği ile kutsallık kazanmış, iyi bir Hristiyan kadının nasıl olması gerektiği Meryem şahsında topluma anlatılmıştır. Mitolojilerin kötü ruhlu kadınları, tek tanrılı dinler aracılığı ile ehlileştirilmeye çalışılmış, bu kimliğe uymayan kadınlar ciddi cezalara tabii tutulmuştur. İslam çıkışı itibari ile Hz. Hatice, Hz. Ayşe gibi güçlü kadın karakterlerin desteği ile büyümüş olsa da, zaman içerisinde iktidara bulaşan her inanç gibi erkek yorumuna hapsolmuş, kadınlar inanç dışı bırakılarak nesneleştirmiştir. Kadın bedeni bolluğun bereketin sembolü iken ayıplanacak bir konuma itilmiş, kapatılmaya çalışılmış, bütün toplumsal mekanizmalarda söz sahibi iken söz dinleyen bir kimliğe büründürülmeye çalışılmıştır. Seçen pozisyondan seçilen pozisyona itilmiş, bir zamanlar kutsallık atfedilen aylık kanaması bir lanet simgesine dönüşmüş, aydınlığın, iyiliğin sembolünden kötü ruhların taşıyıcısı ve her daim kontrol altında tutulması gereken ikincil bir insan kimliğine büründürülmüştür. Bu kimliklerin oluşum süreçleri, erkek egemenliğinin kendisini kurumsallaştırma tarihi ile paralellik göstermektedir. Erkek zihniyetinin baskın gelmeye başlaması devletin de kurumsallaşma dönemlerine işaret etmektedir.

Bütün bu zaman akışı içerisinde her ne kadar kadınlar direnmiş, demokratik modernite güçlerinin temsili olmaya çalışmışlarsa da erkek egemenliği tarafından ya bastırılmış ya da tarih yorumu içerisinde yok sayılmışlardır. Bunu en keskin kodlarla yapan da içinde yaşadığımız pozitivist dünyanın bilgi anlayışı ve yorumu olmuştur.

 

Modern Kölelik, Modern Saldırı; Kapitalist Modernitede Kadın

Modern dünyanın bugünkü şekillenişinin mimarı olan pozitivizm, devletli erkek zihniyetinin tarihin her aşamasında yaptığı gibi önce kadınları şekillendirerek işe koyulmuştur. Maddenin, maneviyatın dağınıklığına ve kozmikliğine en büyük damganın vurulduğu bu süreçte, geçmişten beri kadınların manevi güçlerini yaşatmayı beceren kadınlar ilk olarak hedef alınmış, cadı avları adı altında yüz binlerce kadın katledilmiştir. Bu kadınların damgalanmasındaki en önemli sebeplerden biri mitolojiden ve tek tanrılı inançlardan aldıkları zihinsel mirasla; kadınların yüksek cinsel enerjileri ile şeytanla dahi ilişkiye girdikleri, korkulması gereken varlıkları olduğunun ileri sürülmesidir. Ataerkil mitolojilerin uydurduğu bu arkaik kimlik binlerce kadının vahşi yöntemlerle öldürülmesine kadar devam etmiştir. Pozitivizm, elle tutulmayan-gözle görülmeyen bilginin lanetlenmesini ve yeni “ruhsuz” dünyanın inşasını, son kırıntılar olarak gördüğü kadın bilgeliğinin katledilmesi olarak hayata geçirmiştir. Tarihsel süreç içerisinde ikincil konuma atılan kadın, pozitivizm ile birlikte yeniden şekillendirilmiş, özne-nesne ayrımı ile nesne konumuna indirgenmiş ve bu durum “sözde bilimsel” saiklerle topluma kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Kadın ve doğanın bir bütün olduğu, ikisinin de erkekler tarafından yönetilmesi gerektiği fikri dönemin ünlü filozofları, düşünürleri tarafından savlanmış, bu erkekler erkekleri özne, kadın ve doğayı nesne olarak kodlamıştır. Mitolojinin, dinin, felsefenin erkeklere hizmet edilecek varlıklar olarak gördüğü kadınlar, pozitivizm ile birlikte sözde bir bilimselliğe kavuşturularak ikincilleştirilmişlerdir. Duygunun, hissin varlığı ancak zayıf varlıklara atfedilmiş, kutsanan erkek aklı (analitik akıl) ile beraber dünyanın yeni sahiplerinin yöntemleri ortaya çıkarılmıştır. Pozitivist ilkeler bugün yaşadığımız kapitalist modernite sisteminin hala en temel sac ayaklarındandır. Çokluluk, dağınıklık gibi kozmik yaşam ilkelerini reddeden pozitivizm “ırk” tanımını kurumsallaştırmış, ulus-devlet anlayışını meşrulaştırmıştır. Özne-nesne ayrımı ile birlikte temsili demokrasi biricik gösterilmiş, toplum yönetenler ve yönetilenler olarak (özne ve nesne ayrımının bir sonucu olarak) organize edilmiştir. Kadınların güçsüz ve yönetme kabiliyetlerinin olmadığı iddia edilmiş, mevcut yeni dünyada ancak doğum, annelik, iyi bir eş olma gibi sıfatlara erişebilecekleri erkekler eli ile topluma kabul ettirmenin çabasını vermiştir. Pozitivizmin yeni dünya yapısındaki devlet organizasyonu olarak ulus-devlet, modern ailelere büyük anlamlar biçmiş, bugün hala daha kabul gören kadın eşittir aile zihniyetini kurumsallaştırmaya çalışmıştır. Devletli zihniyetin geldiği son aşamada kendi bütün kurumsal yapılarını kadının yokluğu, erkeğin güçlenmesi üzerine inşa ettiği bir süreç yaşanmaktadır. Eğitim, sağlık, hukuk, siyaset gibi alanların öznesi erkekler, bu öznelerin “yardımcıları” olarak da kadınlar belirlenmiştir ve toplum buna göre dizayn edilmiştir. Eğitimde; öğretmen kadınlar, müdür erkekler, siyasette; tek bir temsille aile bakanı kadın, bütün bakanlıklar, devlet başkanlıkları, vekiller erkek, hukukta; erkekleri koruyan yasalar, sağlıkta; hemşire kadınlar, doktor/yönetici erkekler… Elbette ki bu liste uzayıp gidiyor. Modern sistem içeriği ve şekli ile erkek egemenliğinin hakim olduğu, kadına biçilen ikincil rolün bilim aracılığı ile ideolojik olarak kurumsallaştırıldığı bir dünya örgütledi. Kadın varlığının tamamen inkar edildiği ancak bu varlığın “sözde eşitlik ve özgürlük” adı altında çarptırılarak anlatıldığı, hakikatinden tamamen kopartıldığı erkek egemenliğine dayalı modern ideoloji kendi yıkımını da inşa etmiş oldu. Bugün kadın varlığının bu denli inkarı ve çarptırılması mevcut toplumsal sorunların da en büyük nedenini oluşturmaktadır. Erkek bakış açısı ile erkek ideolojinin örgütlediği dünya modern savaşları, ekolojik krizleri, göçmenliği, şiddeti bütün dünyada örgütledi.

Kadın tarihinin son dönemine denk gelen bu çağ, Metalar Çağı aynı zamanda. Kapitalizm dayandığı bilgi yapılanması ile bedenleri bir nesneye indirgemiş ve tüketim metası olarak üretmiştir. Politika, sağlık, kültür, felsefe, tarih gibi toplumsal alanların hepsinden dışlanan kadınlar da tüketim nesnesine indirgenmiştir. Sosyolojik olarak geçmişten bugüne getirilen kadın kadının düşmanıdır, kadınlar kıskançtır, kadınlar meraklıdır, kadınlar “ciddi meselelerden” anlamazlar, kadınların içlerinde kötücül ruhlar hep vardır gibi anlayışlar bugün de yaşatılırken, aynı zamanda bu kötü kadınların nasıl paraya dönüştürüleceği konusu da üretilmektedir. Kadın bedeni bir meta olarak paraya çevrilmeye çalışılırken (kozmetik sektörü, sağlık/estetik sektörü, reklam sektörü…) bir yandan da parçalanmış kimliklere hapsedilmek isteniyor. İyilikleri kendi kimliğinde toplayan tek bir tanrıçadan, parça parça edilmiş (güzellik tanrıçası, savaş tanrıçası, doğum tanrıçası, orman tanrıçası…) tanrıçalara gidilen yolda, pozitivizm bu parçalanmayı daha kurumsallaştırmış, kadın kimliğini dar bir alana hapsetmiştir. Kadınların ancak bedenleri ile var olabileceği, düşünsel-duygusal yaklaşımları ile toplumda bir yer kazanamayacağı ileri sürülmektedir. Yaşamın her alanında “erkek ordularının” örgütlendiği dünyada, kadınlara biçilen rol annelik, iyi bir eş ve durmadan tüketen, erkeklerin de tüketmesini sağlayan bir “vitrin” olmalarıdır.

 

Sonuç Yerine

Kadın kimliği tarihsel süreçte erkek egemen devlet ideolojisi ile tam tersi bir yerde konumlandırılmıştır. Direngen, üretken, güçlü kadın kültürü, erkekliğe dayalı devlet ideolojisi ile birlikte pasif, tüketen, zayıf bir kadın kimliğine dönüştürülmüştür. Kadınların kendi olma yolundaki tarihsel yorumumuz değiştikçe bu zihniyet ve bakış açısı da değişip dönüşebilir. Kadınlara atfedilen her türlü duygu ve düşüncenin erkek egemenliği tarafından inşa edildiğini, oysa direngen kadın damarının bütün saldırılara rağmen bugün sokaklarda kendisini yaşatmaya ve örgütlemeye devam ettiğini görmek, bizlere aynı zamanda kadın kimliğinin muazzam gücünü de göstermektedir. Bugün fıtratmış gibi, olması gerekenmiş gibi toplumlara anlatılan kadın ve erkek kimliklerinin hangi süreçlerde nasıl değişimler geçirerek ve bunun hangi toplumsal sonuçları ortaya çıkardığını kadın odaklı yeniden yorumlayarak ancak toplumsal hakikatin açığa çıkması sağlanabilir. Jineolojî tarihsel yorumu ile kadın kimliklerinin toplumsal hafızadaki gücünü ve Ya Star!’larda yaşayan gücün bugün kapitalist kimliğin dayattığı rolleri reddederek, direnen kadın kimliğinde görmenin önemini her defasında vurguluyor. Kadın kimliği ideolojik saldırılarla her ne kadar yıpratılmaya çalışılsa da bunun karşılığında verilen her türlü ideolojik mücadelenin önemi daha da artıyor. Bugün, erkek egemenliği kadın tarihini, kadın kültürünü yok sayarak ve bunun reddi, inkarı üzerinden kendisini kurumsallaştırmış durumda. Bu inkara karşı yaşamın her alanını ideolojik bir zihniyet değişimine tabii tutmak ve bu değişimi kadını, kadın bakış açısını odağa alarak inşa etmek, toplumsal bilgiyi yeniden toplum lehine yorumlamak ve hayata geçirmekle mümkün olacaktır.

 

 

 

[1]     Yazı boyunca devlet kavramı salt bir modern örgütlenme modeli olarak değil, hiyerarşik yapılarla örülü her türlü ilişki biçimini ve buna dayalı toplumsal örgütlenme modelini anlatmak için kullanılacaktır.
[2]     Jineolojî Akademisi, Jineolojiye Giriş, Diyarbakır: Aram Yayınları, 2016.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.