Düşünce ve Kuram Dergisi

Devletin Oluşumu ve Göç

Süheyla Taş

Yerleşik hayata geçmeden önce tüm insanlığın temel yaşam formu göçtür. 1-1.5 milyon yıl önce (Homo Erectus aşamasındayken) ilk kez Afrika’dan Ortadoğu’ya hareketler kanıtlanmıştır. Bu göç birkaç koldan yapılacaktır; bir kol Afrika’nın kuzeybatısından Avrupa’ya açılırken, bir kol “Great Rift Valley” diye bilinen Büyük Rift Vadisi’nden -bugünün Etiyopya’sı, Somali coğrafyası- Suudi Arabistan’a geçerken, diğer bir koldan ise Nil’den yukarıya çıkarak Sina Adası’ndan Ortadoğu’ya geçilecektir. İnsan yerleşiminin süreklilik kazandığı yerlerin başında Ortadoğu, daha doğrusu Altın ya da Bereketli Hilal olarak Prof. James Henry Breasted tarafından isimlendirilecek coğrafya gelecektir.

İnsanın toplumsallaşma tarihinde, diğer bir deyimle toplumsal ve kültürel evrim tarihinde, Yukarı Mezopotamya’daki Neolitik köy devrimi sürecinden Aşağı Mezopotamya’daki köleci kent devleti sürecine geçiş, belki de tarihin en anlamlı ve en kritik eşiği sayılmalıdır. Marksizm dahil, klasik tarih bakış açısıyla kölecilikten feodalizme, veyahut feodalizmden kapitalist sisteme geçiş aşamaları için yapılan “devrim” tanımlaması abartılıdır. Kaldı ki, bu geçişler olsa olsa birer karşı-devrimdir. Hepsi de özünde M.Ö. 4000 ile 3000 dolaylarında Aşağı Mezopotamya’da atılan Sümer devletçi uygarlığın -belki farklılıklar arz eden- birer versiyonlarıdır. Bu sebeple çağdaş dünya sisteminin iddia edildiği gibi 500 değil, en azından 5000 yıllık bir geçmişe sahip olduğunu söylerken bu gerçekliğe parmak basılmaktadır. O nedenle tarihin birçok büyük önem ve anlam yüklü ilk eşiğinde bazı saptamalar yapmak, hem geçmiş ile güncel bağını daha iyi kurabilmek açısından, hem genelde sınıflı sisteme dayalı, uygarlık sistemi ve özelde de onun son biçimi olan kapitalist uygarlığın içine girmiş olduğu derin bunalım ve çözülme sonrasında kendisiyle birlikte tüm insanlığı da sürüklemiş bulunduğu kaos aralığından çıkış bulabilmek için bir öze dönüşün gerekliliğini, hatta zorunluluğu ve aciliyetini anlamak açısından önem taşımaktadır.

Dünyada en eski Neolitik bulgulara arkeologların Altın Üçgen, Çekirdek Bölgesi diye tabir ettikleri coğrafyada karşılaşıyoruz. Burası; Amed’in kuzeyi (Ergani’ye kadar), Fırat’ın (Halfeti civarı) doğusu ve batısı, Batman ile Siverek arasına kadar uzanan hat olduğu biliniyor. Kimi bilim insanları bu hattın Qerejdağ’ın etrafını çemberlediğini ifade etmektedir. Ancak ortaya çıkan bulguları ve bulundukları yeri dikkate aldığımızda, bu üçgenin bir ayağını Kirmanşah’a kadar uzanıp oradan bir çizgi çekerek Antep’in güneyi ile bağlamak belki daha yerinde olabilir. Neolitik uygarlığın doğuş ve gelişme evresinin neredeyse on bin yıla varan uzun bir zaman dilimine yayıldığını biliyoruz. Belli evrelerden geçerek gelişimini sürdürmüş, M.Ö. 6 bin civarlarında Tel Halef sürecinde zirveye ulaşan ve yaklaşık iki bin yıl kadar da bu olgunluk dönemini yaşayan, yine bu dönemde Mısır ve Anadolu’dan başlayarak Avrupa, Asya ve giderek dünyanın en ücra kesimlerine kadar yayılmaya başlayan, bu yayılmasını da M.Ö. 4 binlere doğru tamamlayan Neolitik Devrim, böylece içte ve dışta maksimum sınırlarına da ulaşmış oluyordu. Her toplumsal sistemde zirve aynı zamanda gelişmenin giderek yavaşlamaya başlaması, hız kaybetmesi, durağanlaşması ve tüm bunların ardından da tutuculuğun boy göstermesi anlamı taşımaktadır. Sanıyoruz aynı durumun Neolitik Çağ kültürü açısından da düşünülmesi son derece mantıklıdır. Dicle ve Fırat nehirlerinin geçtiği Aşağı Mezopotamya’nın geniş alüvyonlu ovalarında sulama tekniklerinin de tarımın hizmetine sokulmasıyla rekor üretim düzeyine ulaşılması, daha fazla nüfus için beslenme olanağının doğması kent oluşumunu mümkün kılan maddi temeli oluşturdu.

 

Hiyerarşik-Devletçi Sistem Zorunluluk Değildir!

Üretim araçları teknolojisinde kaydedilen gelişme, bunun insanların yaşamında sağladığı kolaylık ve üstünlük ve nihayet köy devriminden kent devrimine geçişle anlam bulan daha ileri kapsamlı bir toplumsallaşma düzeyi, bütün bunlar elbette ki insanlık adına olumlu adımlardır. Ama buradan yola çıkarak sınıflaşmayı, eşitsizliği, baskıcı hiyerarşiyi ve devleti olumlama bütün bunları bir ilericilik gibi sunma hepsinin ötesinde bir zorunluluk olarak yeni toplumsal evrim yasalarının kaçınılmaz bir gereği olarak lanse etmek ne kadar doğrudur? Tarihin bu en hayati eşiğinde netleştirilmesi, aydınlatılması ve anlaşılması gereken temel soru bu olmalıdır. Çünkü bu aşamada uygarlık analizi sağlıklı yapılıp doğru bir netleşmeyle yanılgılar giderilmezse bu yanılgı kaçınılmaz olarak toplumsal evrimin sonraki her aşamasında teker teker karşımıza çıkacak ve durumu daha da ağırlaştıracaktır. Zaten Sümer Rahip Devleti’nden beri yaklaşık altı bin yıllık toplumsal evrim tarihinde yaşanan da bu olmamış mıdır?

Sınıflı devletçi bir sistemi bir zorunluluk olarak gören ve gösteren hatta -Hegel gibi- devleti yücelten tutum sahipleri ile liberalizm teorisyenleri bir yana en ilerici ve kapsamlı analizlerin sahipleri olarak bilinen Marks ve Engels dahi bu anlayışa ortak olmaktan kendini kurtaramamıştır. Abdullah Öcalanın’nın Marksizm’e yönelik temel eleştirilerden bizce son derece önemli olanı bu noktadadır. Öcalan, Marksizm’in uygarlığı bir bütün olarak çözümleyemediğini, Engels’in denemesinin çok sınırlı kaldığını, sınıflı düzenle doğal kolektif toplum arasındaki temel çelişkiyi aşılmış ve geri biçim olarak ele almanın kapitalizm ve sosyalizm değerlendirmelerine yansıdığını ve bunun da yetersiz, pek şansı olmayan devrim değişim teorilerine yol açtığını belirtmektedir. En nihayetinde pratik gelişmeler bu tezi doğrulamıştır.

En kritik eşikte diyebileceğimiz kentleşme sürecinde insanlığın hiç de tek seçeneğe -devlete- mahkûm olmadığı fikrini benimseyenlerden biri olan Lewis Momford konuya ilişkin şunları belirtmektedir: “Neolitik Çağ topluluğunda ulaşılan aşamaya geçtikten sonra insan kültürünün gelişimi önünde aslında iki yol açıktı; köy yolu veya köle yolu. Biyolojik terimlerle söyleyecek olursak ortak yaşam veya yırtıcılık. Bunlar mutlak seçenekler değildi ama farklı yönlere işaret ediyorlardı. İlki gönüllü iş birliğinin, karşılıklı uzlaşmanın daha geniş iletişim ve anlayışın yoluydu. Bunun sonucu köy topluluğunun ve çevresindeki topraklarda yaşayanların sahip olduğundan daha yüksek düzeyde daha karmaşık özelliklere sahip bir organik birlik olacaktı. Diğeri acımasız sömürüye ve nihayet parazitlere özgü bir zayıflatmaya uzanan yırtıcı tahakkümün yoluydu. İçinde barındırdığı şiddetle, çelişkilerle, endişelerle Gordon Childe’nin isabetli gözlemiyle, kenti üretim fazlasının çıkarılmasında ve yoğunlaştırılmasında kullanılan bir alete dönüştüren yayılma yolu. Bu ikinci biçim günümüze kadar kent tarihine büyük oranda hakim olmuştur. Ve birbiri ardına uygarlıkların içe kapanma ve çökmesindeki payı hiç de azımsanacak ölçüde değildir.”

Momford’un “yırtıcılık” terimiyle adlandırdığı hiyerarşik-devletçi sistem, başta kadın olmak üzere tüm insanlığın sömürüldüğü bir dönemin başlangıç noktası olmuştur. Köleliğin ilk temeli Sümerlerde atılmıştır. Bununla beraber Sümer yazısında “köle” kelimesi yerine kullanılan işaretin “dağlı kadın” anlamına geliyor olması son derece düşündürücüdür. Çünkü ana tanrıça etrafında geliştirilmiş olan değerlere bir kesim veya zümre tarafından el konulmuştur. El koyma eylemini gerçekleştiren güce üçlü kurnaz ittifak da denilmektedir. Bu ittifakın bileşenleri; yaşamdan edindiği tecrübeye dayanan yaşlı erkek, ana tanrıçadan edindiği iyileştirme yöntemlerini topluma karşı ilahi güç olarak kullanan şaman ya da rahip ve bir de doğal toplumun savunmasını üstlenmiş olan avcı erkek, giderek askeri şef olarak belirlenmektedir. Bu üçlünün bir araya gelmesi -ki bu bin yılları alan bir süreç olmaktadır- ana tanrıça kültürü yerine ataerkil kültürünün almasıyla güçlü bir müdahale gerçekleşmiştir. Bu üçlü hem toplumun bin yıllar içerisinde oluşmuş olan manevi kültür değerlerine hem de üretilen artı değerlere el koyarak her geçen gün daha fazla palazlanmıştır. Bu karşı devrim örgütlenmesi “üçlü kurnaz ittifakla” kurumsallaştırılmıştır. Rahip tapınakları bu kurumsallaşmayı en iyi anlatan maddi ifadelerdir. “Sümerler tanrıları aldılar, rahip tapınağında sınıflı toplumun tanrıları haline getirdiler. Bu baskının başlangıcıdır. Yalanın zulmün tanrılaştırılmasının başlangıcıdır. Halbuki ana tanrıçanın tanrıları yanı başındaydılar. Üretken ve dosttular. İşte rahip tapınaklarında hem de yazılı olarak yalancı ve cezalandırıcı tanrılar böyle yaratılıp göğe salındılar. Ondan sonra da yüceleştirildikçe yüceleştirildiler, abartıldılar. 99 sıfatla yüklendiler.” Böylece bugünkü dünya sisteminin nüveleri 5000 yıl evvel ekilmiş oldu ve rahiplerin en büyük güç kaynağı olan askeri şeflerle de yayılmacı politikalar baş gösterdi. C. Algaze’nin değerlendirmesine baktığımız zaman bu yayılma uzun mesafeli ticaret ağlarını resmileştirdiği ve koruduğu kadar stratejik bakımdan kilit noktalarda uzmanlaşmış yerleşim merkezlerini oluşturmuştur.

Araştırmacı bu gelişmenin üç aşamasından bahsetmektedir. İlk aşamada Güney Mezopotamya alüvyonuna komşu güneybatı İran kolonileştirilmiştir. İkinci aşamada kuzeye, Kuzey Mezopotamya ovalarına doğru yönelmiş yarışan devletlerin yönettiği bir dışarıya yayılma yer almıştır. Kent boyutunda bir dizi oluşum, stratejik önemi bulunan alanlarda çoğunlukla da doğu batı yönündeki bölgeler arası yolların ve su yollarının kesişim yerlerinde ortaya çıkmıştır. Bu yerleşimler Fırat’ın bütün kavisi boyunca toplanmışlardır. Üçüncü aşamada dağlık çevrede çok daha küçük boyutlardaki uzak karakollar ortaya çıktı. Aynı zamanda bunlar güneybatı İran’daki Uruk devletlerine doğru giden yollar boyunca stratejik önemi olan yerlerde kurulmuştur. Bu ileri karakolların bilinen en iyi örnekleri. Orta Zagros bölgesindeki Kongavar Vadisi’nde bulunan Godin Tepe ile Orta İran Yaylası’nın eteklerindeki Tepe Sialk’dir.

 

Doğal Göçlerden Zorunlu Göçlere

Daha önce de belirttiğimiz gibi yerleşik hayata geçmeden önce tüm insanlığın temel yaşam formu olan göç uygarlıktan sonra da zorunlu ve gönüllü olmak üzere tarih boyunca bütün halkların çeşitli vesilelerle yaşamaya devam eden bir gerçekliği oldu. Önemli bir örnek olma özelliği taşıyan İbrahim’in Kenan ülkesine göçü (Milattan Önce 1700’ler olduğu sanılıyor), uygarlık tarihi boyunca insanlığı en fazla etkileyecek olayların başında gelir. Kendine başka bir yurt edinme hayali o zamanın koşullarına çok da ters değildir. Yerleşik hayat daha çok köklü bir kültür haline gelmemiştir. Zaten hayvancılıkla geçinen ve küçükbaş hayvan ticareti de yapan küçük bir kabile için başka bir yerleşim yeri aramak son derece doğaldır. Durumu olağanüstü kılan iki neden vardır. Birincisi doğal sebeplerden değil de baskıdan dolayı yerlerini terk etmek zorunda kalmalarıdır. İkincisi ise göç etmeyi hedefledikleri yerde başka bir halk yaşıyor olması ve bu durumun büyük bir savaşa ve tarihin en uzun süreli çelişkisine yol açmasıdır. Yine eski çağın Birinci Dünya Savaşı olan Troya-Akha savaşı söylendiği gibi. Paris’in Helen’i kaçırması sebebiyle değil, yeni deniz ticaret yolları arayışı nedeniyle başlamıştır. Çünkü Akdeniz’deki korsanlar artmış, deniz ticareti zorunlu bir hal almıştır. Karadeniz’e açılma sisteminin temelinde bu yatmaktadır. Bir oyun sonucu savaşı kaybeden Troya’dan, “büyük Ege göçü” dediğimiz göç başlamıştır. Bu göç sebebiyle Akhalar savaşı kazandığı halde istediği yerleşimi sağlayamadı.

Bu yeni göç etme, göçertilme politikalarının daha iyi anlaşılması açısından tarihi köklerine inmek doğru olacaktır; Sümer Rahip Devleti ile başlayan devletli sistem zamanla bir derinleşme yaşadı. Sümer kralı Ur-Nammu tarafından kalma olan ilk yasalar, Babil kralı Hammurabi tarafından sistemli bir hale getirilerek çağdaş yasalara öncülük edecek bir boyuta getirilmiştir. Bununla beraber Asur İmparatorluğu ile iktidarcı devletli sistem doruk noktasına ulaşmıştır. Adad-Narari tarihte ilk kez Tanrıların isteğiyle başlatılan savaşlardan söz etmiştir. Bu kralın ve diğer soyluların çıkarlarına hizmet eden eylemin yayılmacılığına, tanrıların isteminden geldiğini öne sürme düşüncesi onunla başlar. Bunun yanında I. Salmanassar’ın da psikolojik savaş yöntemlerinden de yararlandığını görüyoruz. Asurlar yakılıp yıkılmayan köy kent bırakmıyor. Esir alınanları da Asuristan’a gönderiyordu. Ergani’nin zengin bakır yataklarını ele geçirince, Alzi (Malatya) kralı Ehli-Teşup yanındaki maiyetiyle İç Anadolu’da bilinmeyen bir krallığa, bir olasılıkla Hattilere sığındı. Bu tarihten sonra devletin resmi tarihçileri kralın zaferi üzerine yazdıkları tarihlerde ve destanlarda, kralın “puluhtu”su deneyimini kullanmaya başladılar. Bu sözcük “fışkıran ışık” anlamına gelmekteydi. Tarihçiler bununla Asur krallarından savaş sırasında bir enerjiyi yayıldığını ve düşmanlarının da bu enerjiye tutularak yenildiklerini ileriye sürmektedirler.

 

Devletli Sistemin En köklü Politikası Olarak: Demografik Değişim

Asur kralı III. Tiglat-Pilesar ile ordunun yalnız akın yapma ve gözüne kestirdiği bölgeyi yağmalayıp geri dönme niteliğinin yerini fethetme niteliğini aldı. Yayılma ve hegemonya politikası tehdit ederek komşu bir ülkeyi ve bölgeyi imparatorluğa katmak şeklinde özetlenebilirler. Çoğu zaman da etki alanı içindeki bölgeler, dış bölgeler yönetimi adı verilen bir daireye bağlanıyordu. Böylece bu bölge istila edilmemiş sayılıyor ve bölge halkının yabancı egemenliğine ve baskısına karşı isyan etmesinin önüne geçiliyordu. Yine bu dönemde yayılmacı politika değiştirildi alınan topraklarda asimilasyon politikası yürütülmeye başlandı. Zorunlu iskan diyebileceğimiz bir sistem kuruldu. Örneğin Medlerin bir kısmı topraklarından çıkarıldı ve Dijala bölgesine yerleştirildi. Oluşturulan hegemonya sistemi ile Asur İmparatorluğu’na bağlı krallar yerleştirildi. Urartu krallığının güneyindeki hisarlar ele geçirildi. Bu hisarlara Şam’al’dan getirilen Aram aileleri yerleştirildi. Hisara atanan Asur komutanlarının emrine de fethedilen bölgeleri elde tutmak için güçlü Asur birlikleri verildi. Tiglat-Pileser halkını başka bölgelere sürerek Yahudileri de cezalandırdı. Kendine yakın olan Hasea’yı Yahudi tahtına oturttu. Anadolu Luvilerinin kurduğu Tabel’in kralı isyan etmiş ve üzerine gönderilen Asur birlikleri dağılmıştı. Tiglat-Pilesar bu kralı ortadan kaldırdı ve yerine kendine bağlı bir soyluyu geçirdi.

Asur egemenlerinin geleneksel halk sürgünleri bu dönemde alınan bu bölgelerin artmasına paralel olarak yoğunlaştı. İşgal edilen bölgedeki halk yabancı bir bölgeye sürülüyor ve böylece köklerinden sökülen halkların bağımsızlık mücadelelerinin önüne geçilip eritiliyordu. Hama bölgesinden 30 bin Aramın, Zagros dağlarına 150 bin Kaldelinin Güney Mezopotamya’dan kuzey ve kuzey doğuya sürülmeleri, İran’dan getirilen 50 bin savaş esirinin Güney Mezopotamya’ya sürülmeleri bu politikaların sonucudur.[1] Yine M.Ö. 718 ve 717 yılları, Asur kralı Sargon’un Doğu Anadolu ve Zagros dağlarına yaptığı seferlerin yılları oldu. Bu seferlerin sonunda bu bölgelerdeki yerleşim merkezleri yıkılarak yerine yenileri kuruldu. Asurluların yerleştiği bu kentlere Asurca adlar verildi.

Böylece zorla göç ettirme ve demografyasını değiştirme devletli sistemin en köklü politikası halini aldı. Dikkat edilirse Neolitik devrimin beşiği olan Mezopotamya’da bu sistem en acımasız seviyede uygulanmıştır. Üstelik göç ettirilen ve demografik yapısı değiştirilen daha çok Mezopotamya’nın en kadim haklarından olan proto Kürtlerdir. Elbette kim bu yönelim proto Kürtlerin bir araya gelmesini sağlamıştır. En nihayetinde Keyakser öncülüğünde kurulan Med Konfederasyonu ile M.Ö. 612’de Asur İmparatorluğu’na son verilmiştir. Fakat bu Mezopotamya’ya yapılan akınların sonu olmamıştır.

M.Ö. 331’de Büyük İskender’in Doğu Fethi başladı. Birçok insan bu savaşta katledildi. Kalanlar ise ana-ata topraklarından göç etmek zorunda kaldı. M.Ö. 323 tarihinde ise İskender’in ölmesiyle bu sefer generallerin arasında paylaşım savaşı başladı. Tarihe Dizdoklar (Dizdok, Latince “mirasçı” anlamına gelir) Savaşları adıyla anılan ve kırk yıldan fazla süren savaşlar çıktı. Mezopotamya yıllarca süren bu savaşlara sahne oldu; kentler yıkıldı, insanlar yerlerinden yurtlarından oldular, bu kanlı karmaşada canlarını verdiler. Sonrasını peşi sıra yeni istilalar takip etti (en kanlısı olan Moğol istilaları gibi). Tarihin en kritik eşiği diyebileceğimiz köleci-kent devleti oluşumuyla başlayan karşı-devrim Asur İmparatorluğu ile derinleşme sürecini başlattı. Ve sonrası hep bir önceki doruğu aşacak şekilde devam etti. Sömürülecek toprağı yetersiz bulduğu vakit yeni kıta arayışlarına girişti ve 1492’de Amerika kıtası bulundu; böylece bin yılların en kanlı süreçlerinden biri de başlamış oldu. O dönem Avrupa nüfusu aşağı yukarı 80 milyon iken yeni kıtada 40-100 milyon arasında olduğu tahmin edilen yerli halklardan geriye kalan sadece isimleri oldu: Maya, İnka… Belki de yerli halktan Frengi hastalığını kapmaları ve her yere yayıp en yoğun ölümlere sebep oluşu yerli halkların hesaplanmamış intikamı, bir ilahi adalettir, kim bilir? Ne de olsa bizler nasıl bir ulus olduklarını Kristof Kolomb’un İspanya kraliçesine yazdığı mektuptan biliyoruz: “Yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus olmadığını Majestelerinin önünde ant içebilirim. Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, son derece tatlı ve kibarlar, konuşurken hep gülümsüyorlar. Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.”

Kısacası artık devlet insanın kurdu olmakla kalmayıp doğanın da başına bela kesilmiştir. Zaten Abdullah Öcalan’ın “tarihin ilk karşı devrimi” olarak nitelendirdiği, kadın cinsi üzerindeki baskı ve ilk “ötekileştirme” uygulamasının başlangıcı da tam bu sürece denk gelmektedir. Bütün bunlar yan yana getirildiğinde insanın doğal toplumdan kopuşu, doğal toplumdan sınıfı-devleti sisteme geçiş aşamasını “uğursuzluğa uzanan bir köprü” olarak nitelendirmek yerinde olacaktır. Zihniyet, ahlak ve kültürüyle köprünün giriş noktasındaki ari insan, köprüden çıktıktan sonra adeta tanınmaz hale gelmiştir. Sınıflı sisteme dayalı, uygarlık sistemi özelde son biçimi olan kapitalist uygarlıkla ahlaki-politik toplum gerçekliğinden çok daha uzaklaşmıştır. Murray Bookchin’in isabetle belirttiği gibi Neolitik köylüler günümüz kapitalizminin haris ve atomlarına ayrılmış dünyasına fırlatılsalardı, burjuva toplumun açgözlü bencilliği karşısında dehşete kapılırlardı.

Bütün bu bulgular, Neolitik köy toplumunun çöküşü ve Neolitik kültür ile ahlaktan kopuş sürecinin neden bir dönüm noktası ve kritik eşik olarak değerlendirilmesi gerektiğini yeterince izah etmektedir. Bu değer yargılarının çöküşü, insan ilişkileri kadar içindeki yaşanılan dünyanın çöküşü ve baş aşağıya gidişinin de başlangıcını ifade eder. Tarihte bazı şeyler küçük, önemsiz ve tesadüf gibi görünebilir, fakat genellikle hiçte göründüğü gibi değildir. Küçük, önemsiz gibi görünen bir olgu, çoğu zaman büyük bir anlam ifade eder. Örneğin “özgürlük” sözcüğünün tarihteki ilk kullanımı Sümer köleci devleti döneminde görülmesi anlamlıdır. Samuel N. Kramer’in belirttiğine göre, özgürlük kelimesi ilk defa bir Sümer çivi yazısı tabletinde görülmüştür ve bu sözcük de düz anlamıyla “anaya dönüş” anlamına gelen “amargi” sözcüğüdür. Bu durum, insanın yitirdiği özgürlüğünü, bir bakıma cennetini nerede aradığını; doğaya, doğal topluma, yani özüne; Neolitik ana-kadının bağrına duyduğu büyük özlemi göstermesi bakımından da ayrıca anlamlıdır.

Ulus-devlet ekonomi politikalarının endüstriyalizm temelinde örgütlendirilmesi hem tarımı hem de hayvancılığı zaman içinde bitirme noktasına getirmiştir. Tarımda makineleşme ve büyük endüstriyel hayvan çiftlikleri hem tarım hem de hayvancılık alanlarında büyük şirketlerin tekel sağlamalarına neden olmuştur. Bu da pazarda tekelciliğe neden olmuş ve küçük işletmelerin ya da basit arkaik tarzında ekonomik faaliyet yapan geleneksel üretimin etkisizleşmesine, dağılmasına neden olmuştur. Zaten endüstriyalizmin amacı da toplumun ekonomisini dağıtmak, bununla birlikte toplumu da dağıtmak ve insanları ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma getirerek, köyden şehirlere göçertmektir. Böylece sanayinin geliştirildiği şehir merkezlerine yığılan insanlarla hem sanayiye ucuz iş gücü ve emek temin edilmiş oluyor hem de şehirlerin cenderesinde, bu toplumsal kesim asimilasyonla tarihsel kültürlerinden, ulusal yapısından, dil, dini inanç ve geleneklerinden arınması sağlanmaktadır. Böylece kendi modernitelerini eklemlemektedirler. Ulus devletler için köyden şehir alanlarına göçertilme, bir “ekonomik, sosyal ve siyasal” gelişmişlik parametresi olarak kabul edilmektedir.

Malthusçuluğu vaktinden önce benimsemiş Üçüncü Cumhuriyet Dönemi Fransa’sının dışında Avrupa, haklara yayılabilecekleri fazla bir alan sağlamıyordu. Yurtlarını terk etmeye mahkûm olan bu insanların milyonlarcası önce 1880’li yıllardan başlayarak beyaz insanların yerleşmiş bulunduğu ülkelere, ABD ve Kanada’ya, Latin Amerika, Avustralya’ya göç etti. Bu göç dalgası o kadar şiddetli oldu ki gerçekten ülkeler kapılarını kapattılar ya da biraz araladılar. ABD 1964’te “zengin ülkeler”in (Anglosaksonlar, Almanlar ya da İskandinavlar) yararlanmadıkları göçmen kabul kitaplarını (1890’da Amerika’da yerleşmiş olanların yüzde 2’si) “yoksul ülkeler”e (Akdeniz ülkeleri) ayırmaya karar verdiğinde, sanayileşmiş Avrupa göçmen kabul yarışında başı çekmeye başlamıştı bile. Sırasıyla İtalyanlar ve Kuzey Afrikalılar, İspanyollar ve Portekizler, Yugoslavlar, Yunanlar ve Türkler, Almanya, İsviçre, Fransa ve Benelüks ülkelerinin yolunu tutup 1955-75 yılları arasında gerçekleşen kalkınmanın “hamallığını” yapmak üzere buralarda yerlerini aldılar. Elli yıllık bir aradan sonra vaktiyle Okyanus ötesinde yapılan göçler yenileniyordu: En kalabalık kırsal bölgeler de yaşayan genç erişkinlerin kitleler halinde yeniden gruplanarak kabul edilişleri, bulunan ilk iş ve yeni toplumla bütünleşmeleri için gerekli asgari insan sıcaklığı; en ağır, en kaba ve ücreti en düşük işlerde kullanılmaları; ekonomik kriz baş gösterdiğinde, geldikleri ülkelere hemen geri gönderilmeleri; azınlıklar arasında ve azınlıklarla yerli halk arasında çıkan -özümlenmelerindeki zorluğu ortaya koyan- anlaşmazlıklar.[2]

Sümer köleci-devlet anlayışıyla başlayan ataerkil zihniyet sırasıyla Babil, Akad ve Asur ile bir derinleşme yaşamış ve en nihayetinde bugün son hali olan kapitalist moderniteye evrilmiştir. Tiglot-Pilesor, Sargon ile uygulanan göçertme, demografik yapıyı değiştirme bin yıllar sonra Şark Islahat Planı ile katmerleşen bir sürecin bilinen Yedi T’si olmuş,[3] “Arapça Kemeri” projesi ile Cezire bölgesinin Araplaştırılmasına dönmüş ya da Efrîn ve Celabrus’da briket evler projesi oluvermiştir. Kürt halkı için göç, göçertilme soykırımla eş anlamlıdır. Kökenini tarım-köy devriminden alan, hem bu devrimi yaratıcısı hem de bu devrimde toplumsallığını geliştiren bir halk olması itibariyle toplumsal kültürünün toprakla ilişkisini göstermektedir. Kürt toplumsal kültürü tarım ve hayvan yetiştiriciliği ekseninde olmuştur. Buna bağlı olarak da dışarıdan gelecek saldırılara karşı dağı savunma mekanı olarak görmüştür. “Kürtler dağı esas alan bir savunma anlayışı ile tarım ve hayvancılıkla beslenme kültürü sayesinde otantik bir halk olarak günümüze kadar varlıklarını koymuşlardır.” Bu sebepledir ki sömürgecilik otoriter, toplumun geniş odaklarını katlederek, geriye kalanları sürgün ederek, göçerterek, eritme, etkisizleştirme yoluna gitmiştir.

Bölgemizde göçertme politikalarının en son biçimlerinden biri de baraj yapımıdır. Halbuki bütün dünya ülkelerinde baraj inşa edilirken güdülen temel bir amaç vardır; o da, yapıldığı bölge ve ülke halkının kalkınma ve gelişmesine hizmet etmesi, halkın ekonomik yaşam düzeyini yükseltmesi ve ona refah sağlamasıdır. Bu da genellikle iki biçimde, tarımsal sulama yahut enerji üretimi yoluyla gerçekleştirilmektedir. Ayrıca en başta sosyal, ekolojik, tarihsel ve coğrafi faktörler birer birer gözden geçirirler sonra uygulama aşamasına geçilir. Fakat baktığımız zaman Kürt coğrafyası için durum böyle değildir. Su altında kalan köylerden dolayı göçertme politikalarının yanında çok önemli bir amacı da, tarihi sular altında bırakmak, toplumu belleksizleştirip köksüzleştirmek ve eko-sistemini bozmaktır. GAP kapsamındaki Atatürk Barajı’nın Adıyaman-Urfa bölgelerinde en yıkıcı tahribatı yarattığına tanık oluyoruz. Projenin başlayacağı yıllarda, çoğu yabancı arkeologlarca alelacele ve zorluklar içinde yapılan kazılarda Newala Çorî keşfedilmişti. Ancak hem Newala Çorî hem de “Altın Üçgen”in batı kenarındaki kazılar bitmeden bu alan bir daha hiçbir zaman geri dönüşü olmayacak bir şekilde 1991-92 kışında Atatürk Barajı’nın suları altında kaldı. Bu baraj, sadece tarihi 12 bin yıl gerilere uzanan Neolitik Çağ yerleşimleri ve henüz keşfedilmemiş çok sayıda höyükleri değil, Halfeti ve Samsat örneklerinde görüldüğü gibi yaşayan şehirleri de zamana direnen görkemli anıtları ve tüm tarihiyle birlikte sulara gömdü. Dört bin yıllık geçmişe sahip olan Kommagene Krallığına başkentlik yapmış antik Samosata (Samsat), tarihi boyunca çok kez saldırılara, askeri işgallere uğramıştır. Asurlardan Roma ve Pers imparatorluklarının ordularına, Selçuklu ve Osmanlı ordularından Moğol istilacılarına kadar hiçbiri Samsat’ı ortadan kaldırmayı başaramamıştır. Tüm bölgeyi yerle bir eden Hülâgû ve Timur’a rağmen dimdik ayakta kalmayı başaran bu kadim başkent, bütün tarihiyle birlikte 1988 yılında Atatürk Barajı’nın suları altında kalarak haritadan silindi.

İşte tam da tüm bu belirttiklerimiz sebebiyle ülkeye dönüş aynı zamanda öze dönüştür; kendi kökleri üzerine yeni ve özgür yaşama duruştur. Yok edilmeye çalışılan binlerce yıllık öz değerlerle bütünleşme, yücelmedir. Elbette ki zorla göç ettirilmelere, sevgili ülkeye dönüş koşulları olmayanlar da maruz kalmış olabilir ama şu unutulmamalıdır: “Dünya genelinde çeşitli nedenlerle dağılmış tüm Kürtlerin aynı temelde görev ve sorumlulukları bulunmaktadır. Başta birlikte yaşadıkları ülkeleri metropollerindeki ve göçertilmiş alanlardaki Kürtler olmak üzere her ülkede bulunan Kürtlerin kendi kültürel varlıklarını koruma, vatandaşlık hakkını kazanma, anadilde eğitim, basın-yayın, insan hakları ve demokrasi ölçüleri temelinde siyasal yaşama aktif olarak katılma ve bu yönlü hak ve görevlerini başarıyla gerçekleştirmedir. Bunun için başta sanat olmak üzere her türlü sosyal, sportif, eğitim, teknik vb. konularda kendilerini yetiştirip kültürel varlıklarını aktif bir yaşamla koruyup geliştirmedir. Bu temelde diğer halklarla onurlu, eşitlik ve özgürlük temelinde mücadele ve yaşamı paylaşmadır. Anavatandaki özgürlük mücadelesini gücü oranında destek, dayanışma ve katılımda bulunmadır.”

 

 

[1]     Asur Tarihi – Erol Sever
[2]     F. Braud-Akdeniz kitabı, Göç yazısından
[3]     Te’dip (askeri yöntemlerle hizaya getirme), Tenkil (Cezalandırma), Taqtil (Katletme), Tehcir (Göçertme), Temsil (Asimile etme), Temdin (Medenileştirme, yani Türk-İslamlaştırma) ve Tasfiye (Etkisizleştirme, ortadan kaldırma)
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.