Düşünce ve Kuram Dergisi

Sınır İşletmeleri: CEAS* Reformu ve Sınır Güvenliği Endüstrisi

Manja Petrovska

Geçtiğimiz haftalarda Batı medyasının tüm dikkati, Titanik’in enkazını gezmek üzere keşfe çıkan Titan adlı bir denizaltının kaybolmasına odaklandı. Denizaltı, kişi başı 250 bin ABD doları ödeme yapmış bir grup zengin turiste heyecan verici bir deneyim sunmak üzere derin sularda bir yolculuğa çıkmıştı. Gemideki yolcular arasında İngiliz milyarder Hamish Harding, iş insanı Shahzada Dawood ile ünlü bir Fransız oşinograf olan oğlu ve keşif gezisini organize eden şirket OceanGate’in CEO’su da bulunuyordu.

İmdat çağrılarının ardından yetkililer hızla çok uluslu bir arama-kurtarma çalışması başlattı. Çok sayıda özel ve ticarî gemi ile uçağın yanı sıra ABD ve Kanada Sahil Güvenlik Komutanlıklarının ortak çabaları, son derece uzmanlaşmış arama-kurtarma teknolojisine sahip uluslararası ekiplerin görevlendirilmesiyle tamamlandı. Kanada Kraliyet Hava Kuvvetleri arama çalışmalarına yardımcı olmak üzere gelişmiş yüzey altı ses dalgası algılama teknolojisiyle donatılmış uçaklar görevlendirirken bir Fransız araştırma gemisi de operasyonlara okyanus tabanının derinliklerini tarayabilen insansız bir robotla katıldı. Beş gün içerisinde arama ekipleri batan deniz aracının çok sayıda parçasına ulaşarak denizaltının patlaması ve ölümlerin nedeni hakkında soruşturma başlattı.

Medya, denizaltı ve yolcuları için yürütülen kapsamlı arama-kurtarma operasyonuna geniş yer ayırırken, son olaylar insan hayatına verilen değer konusundaki rahatsız edici eşitsizliği bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. Titan olayından hemen önce, Libya’dan İtalya’ya gitmekte olan, aralarında 100’den fazla çocuk bulunan yaklaşık 750 sığınmacıyı taşıyan bir gemi Akdeniz’de alabora oldu. Yunan Sahil Güvenliğinin geminin yardımları reddettiği yönündeki iddialarına rağmen aktivistler, gemidekilerin 15 saat boyunca yardım çağrısında bulunduklarını ve bu çağrıların yanıtsız kaldığını iddia ediyordu. Gazeteciler tarafından yapılan daha ayrıntılı araştırmalar[1] bu iddiaları destekleyerek geminin batmadan önce en az 7 saat boyunca çok az hareket ettiğini ortaya çıkardı. Titan gemisinin kalıntılarının keşfedildiği 23 Haziran günü, Avrupa’nın dış sınırlarında, Gran Canaria’nın yaklaşık 160 kilometre güneydoğusunda bir başka trajik gemi kazası[2] daha yaşandı. Fas’tan İspanya’ya yapılan tehlikeli yolculukta 39 kişinin hayatını kaybettiği tahmin ediliyordu. Tehlike altındaki gemi 12 saatten uzun bir süre yardım beklemesine rağmen ne İspanyol ne de Fas makamlarından herhangi bir yardım alamadığı gibi uluslararası toplum ve medyanın da pek ilgisini çekmedi.

Bu olaylar, her ne kadar birbirlerinden ayrı da olsa Avrupa’nın yeni sığınma ve göç politikasındaki son gelişmeleri değerlendirmek için dokunaklı ancak öngörülebilir bir zemin sağlamaktadır. Yıllar süren müzakerelerin ardından Haziran ayının başında Avrupa Birliği, sığınma sisteminde önemli reformlar yapılması konusunda, politikacılar tarafından “tarihi” bir yaklaşım olarak müjdelenen bir uzlaşmaya ve anlaşmaya vardı. Bununla birlikte, önerilen Avrupa Birliği Ortak Sığınma Sistemi (CEAS) yeni bir fikir değil, daha ziyade gerek sağ gerek sosyal demokrat gruplar da dahil olmak üzere Avrupa’daki çeşitli siyasi partiler tarafından onlarca yıldır izlenen politikaların bir uzantısıdır.

CEAS’ın önemli bir yönü, AB’nin sınır dışsallaştırma[3] gündemine yönelik finansmanın daha da genişletilmesi taahhüdüdür. Dışsallaştırma politikaları, genellikle yasadışı sığınmacıların AB sınırlarına gelişini önlemek amacıyla, sınır kontrolü ve “göç yönetimi” işlerinin AB üyesi olmayan ülkelere devredilmesini içermektedir. Bu süreçte, AB üyesi olmayan “ortak” ülkeler, AB’nin ekonomik çıkarları doğrultusunda göç denetimi kapasitelerini güçlendirmek için finansal yardım, eğitim ve teknik destek almaktadırlar. Ayrıca sınır yönetimi, göç denetimi ve göçmenlerin menşe ülkelerine sınır dışı edilmesi konularında işbirliğini geliştirmek üzere ikili ya da bölgesel anlaşmalar yapılmaktadır. CEAS üzerinde uzlaşmaya varılmasının ardından AB hiç vakit kaybetmeden Tunus ile yeni bir sınır dışsallaştırma rejimi anlaşması imzaladı[4] ve ülkeye sınır yönetimi, arama-kurtarma, kaçakçılıkla mücadele ve geri gönderme girişimleri için 105 milyon Euro’luk bir finansman sundu. Cumhurbaşkanı Kays Said’in 2019 yılında göreve gelmesinden bu yana demokratik gerileme konusunda Avrupa’nın süregelen eleştirilerine ve 2023 yılının Şubat ayında ülke genelinde sığınmacılara karşı acımasız şiddetin artmasına yol açan ırkçı ve göçmen karşıtı duyguları kışkırtmasına rağmen AB, Tunus’un gerekli reformları uygulaması koşuluna bağlı olarak 1 milyar Euro’luk ek finansal yardım sunma kararlılığını da sürdürmektedir. Bunun altında yatan temel amaç ise cumhurbaşkanı ile bir anlaşmaya vararak Tunus’tan gelen göç üzerinde denetim sağlamaktır.

CEAS, dışsallaştırma projelerine ek olarak mültecilere ev sahipliği yapmayı reddeden üye ülkelere kişi başına 20 bin Euro ceza kesilmesi, İtalya, Yunanistan ve İspanya gibi ön cephedeki ülkeler için belirli kotalar ile göçmenlerin AB ülkeleri arasında yeniden dağıtılmasını kolaylaştıran yeni bir sistemin uygulanması gibi çeşitli yeni tedbirleri kapsamaktadır. Bunlara ilaveten, her üye ülkenin sığınmacıların sınır dışı edilebileceği “güvenli” üçüncü ülkeleri kendi yorumuna göre belirlemesine izin verilmekte ve bu da sığınmacıların korunması ve AB devletleri arasında potansiyel olarak farklı muameleler uygulanması hususuna dair soru işaretleri yaratmaktadır. CEAS aynı zamanda sığınma prosedürlerinin AB’nin dış sınırlarına taşınmasını ve sığınma hakkı tanınmayan kişilerin derhal sınır dışı edilmesi maddelerini de içermektedir.

CEAS düzenlemesinin mevcut haliyle onaylanması, 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin 1967 Protokolü’nde tarif edilen temel sığınma hakkının Avrupa Birliği genelinde ilga edilmesi anlamına gelecektir. Bununla birlikte, bu gelişmeyi tarihsel bağlamı ve AB’nin uzun süredir devam eden sınır ve göç politikası yörüngesi içerisinde ele almak büyük önem taşır. 1993 yılında AB kendi sınırlarını serbestleştirdiğinde, reel sosyalizmin çöküşü ve tehlikeli “öteki” kavramıyla ilişkili olarak algılanan tehditlere yanıt olarak aynı zamanda dış sınırlarındaki güvenlik önlemlerini yoğunlaştırdı. Bu yoğunlaşma, ABD liderliğindeki “teröre karşı küresel savaş” sonrasında daha da artmış, bu ise göçün terörizmle birleştirilmesine yol açmış, bununla başa çıkmak için istisnai güvenlik önlemlerinin gerekçelendirilmesini sağlamıştır.

Ayrıca, CEAS bireysel sığınma başvurusu değerlendirmelerini ortadan kaldırma ve daha da tehlikeli olan acil durum güvenlik düzenlemelerini uygulamaya koyma risklerini taşırken, 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde ana hatlarıyla belirtildiği şekliyle uluslararası mülteci hukukunun orijinal çerçevesine geri dönüşü de temsil etmektedir.[5] Bu sözleşme ilk olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupalı mülteciler için özel olarak hazırlanmış ve 1967 Protokolü ile evrensel uygulanabilirlik kazanmıştır.

Son yıllarda AB tarafından uygulanan göç politikası, AB’nin sığınma politikasına 1967 Protokolü ilkelerinden ziyade, hâlâ 1951 Cenevre Sözleşmesi ilkelerinin yön verdiğini göstermektedir. Bu durum, özellikle Rusya’nın 2022’deki işgali sonrasında Ukraynalı mültecilere Küresel Güney[6] ülkelerinden gelenlere kıyasla daha ayrıcalıklı muamele edilmesi gibi, Avrupalı ve Avrupalı olmayan mültecilere yönelik zıt muamelelerle giderek daha da belirgin hâle gelmiştir.

 

Sınır Güvenliği Endüstrisinin Büyütülmesi

CEAS’ın kabulüyle ilgili tartışmalar ve kaygılar kritik bir hususu gözardı etmektedir: CEAS’ın uygulanması şok edici veya benzeri görülmemiş bir gelişme değil, AB’nin uzun süredir yürüttüğü ve geniş çapta desteklediği göç denetimi gündeminin devamından ibarettir. Bu gündem hâlihazırda Avrupa Birliği sınırlarının çok ötesine uzanan kapsamlı bir ulus ötesi güvenlik ve gözetim sisteminin kurulmasına yol açmıştır. Bu koordineli aparat, otuz yıl boyunca siyasi yelpazenin her iki tarafından da destek gören kalıcı politikaların doğrudan bir sonucu olarak önemli bir genişleme yaşamıştır. Günümüzde, önerilen CEAS ile bu çabalar daha da güçlendirilmek istenmektedir. Bu ise sınırların askerileştirilmesi, sınır altyapısının geliştirilmesi, polis yardımlarının sağlanması, gelişmiş gözetleme teknolojilerinin kullanılması ve hedeflenen üçüncü ülkelerde ulus ötesi polis iş birliklerinin kurulması için daha fazla fon ayrılmasını gerektirecektir. Tüm bu çabalar, AB piyasalarının ve sermayesinin çıkarlarına hizmet etmek üzere göçü kontrol etmeyi amaçlar ve sınır ölümlerini talihsiz ancak gerekli bir sonuç olarak normalleştirir.

AB sınır politikalarının dışsallaştırılması, öncelikle kalkınma yardımları finansman planları aracılığıyla yürütülmüş, daha geniş bir sınır güvenliği endüstrisini büyütmede hayati bir rol oynamıştır. Bu endüstri, hem devlet hem de devlet dışı kuruluşları, yerel siyasi elitleri, özel sermaye aktörlerini, STK’ları kapsayan bir aktörler ağını içermektedir. Bu aktörlerin her biri endüstrinin genişlemesinden çeşitli şekillerde çıkar sağlamaktadır. Nihai amacı, üçüncü ülkelerde sınır güvenliği projeleri uygulayarak göçü AB-Avrupa’nın siyasi ve ekonomik çıkarları ile uyumlu bir şekilde yönetmek ve kontrol etmektir. CEAS’ın hayata geçirilmesi, bu sektörün etki ve faaliyet alanını daha da genişletmeye yönelik bir başka adımı da temsil etmektedir. Sınır güvenliği pazarı, 2025 yılına kadar 65-68 milyar dolara ulaşması öngörülen yıllık tahmini yüzde 7,2 ila yüzde 8,6’lık bir genişleme ile ciddi bir büyüme yaşamaktadır.[7] Özellikle Avrupa, biyometri ve yapay zeka (AI) sektörleri başta olmak üzere beklenen yıllık yüzde 15 büyüme oranıyla öne çıkmaktadır. Başta Avrupa, Avustralya, Amerika ve İsrail silah şirketleri bu sektördeki büyüme ve genişlemeden en çok çıkar sağlayanlar olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda, AB’nin dışsallaştırma politikalarının piyasa ihtiyaçlarına göre, vasıflı veya vasıfsız göçmen işgücünün sağlanması bakımından, sermayenin ihtiyaçlarınca belirlendiğini, aynı zamanda endüstrinin genişlemesinden ve sınır güvenliği projelerine daha fazla yatırım yapılmasından kazanç sağlayan aktörlerin sermaye kazanımı ile şekillendiğini belirtmek büyük önem taşır.

AB’nin sınır dışsallaştırma yatırımındaki belirgin artış, AB üyesi olmayan ülkelerdeki sınır güvenliği projeleri için danışmanlık, eğitim ve yönetim konularında uzmanlaşmış yarı kamu şirketleri ve uluslararası kuruluşlar da dahil olmak üzere devlet dışı aktörlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu devlet dışı aktörler sektörün büyümesi sayesinde gelişmiş ve AB’nin dışsallaştırma çalışmalarının şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Bu aktörler arasında öne çıkanlar, Uluslararası Göç Örgütü (IOM), Uluslararası Göç Politikaları Geliştirme Merkezi (ICMPD) ve Avrupa Sınır ve Sahil Güvenlik Teşkilatı’dır (Frontex). Her üç kuruluş da sınır güvenlik güçlerinin eğitimi, sınır dışı etme işlemlerinin yürütülmesi, AB üye ülkeleri ve üçüncü ülkeler arasında uluslararası polis işbirliği ağlarının kurulması, kolluk kuvvetleri için gözetleme teknolojileri ve polis teçhizatının tedariki gibi sınır kontrol projelerinin sahada uygulanmasında görev almaktadır. Son on yılda bütçeleri katlanarak artan bu kurumlara yeni CEAS daha da fazla kâr sağlamayı taahhüt etmektedir.

Bununla birlikte, IOM, ICMPD ve Frontex gibi kuruluşların sadece AB’nin sınır dışsallaştırma politikalarının pratikte uygulanmasına katkıda bulunmakla kalmayıp, aynı zamanda bilgi ve enformasyon üretimi ve yayımı yoluyla göç konusunda tutarlı ve uluslararası kabul gören bir “hakikat rejimi” oluşturulmasında da önemli bir rol oynadıkları çoğu zaman gözden kaçmaktadır. Söz konusu “hakikat rejiminin” genellikle insan hakları ve insanî yardım çerçevesinde sunulması özellikle önemlidir, çünkü sınır ötesi hareketliliği düzenleyen uluslararası anlaşmaların veya yasaların yokluğunda, söylemlerin sömürgeleştirilmesi, dışsallaştırma politikalarının meşrulaştırılması için kritik hâle gelmektedir.

Bu kuruluşlar rapor ve istatistik yayınlamak, halkla ilişkilere kaynak ayırmak, Küresel Güney ülkelerindeki gazetecileri eğitmek, göç sözlükleri oluşturmak, medya akademileri işletmek, akademik araştırmalara fon sağlamak, akademik dergiler çıkarmak ve endüstri, devlet ve devlet dışı sektörlerden paydaşlarla gayri resmi diyaloglara katılmak gibi çeşitli faaliyetlerde bulunmaktadır. Göç sorunları üzerine çalışan akademisyenler, gazeteciler, siyasî karar alıcılar ve aktivistler, genellikle insan hakları temelli bir koruma yetkisi olmamasına rağmen kendisini bir BM kuruluşu olarak tanımlayan IOM gibi kuruluşlar tarafından üretilen verileri esas almaktadır. Özellikle göç istatistikleri önemli bir bilimsel güvenilirliğe sahipmiş gibi algılanmaktadır. Bu durumda üretilen verilerin doğası gereği nesnel ya da tarafsız olmadığını kabul etmek çok önemlidir. Bu veriler, veri toplama yöntemleri, kategorileri, göstergeleri ve ölçü birimleri ile ilgili seçimlerle şekillenir. İstatistik, mevcut bir gerçekliği yansıtmaz; gerçekliği bilfiil şekillendirir ve güçlendirir. Buna ek olarak IOM, ICMPD ve Frontex, CEAS’ta ana hatlarıyla belirtildiği üzere, AB’nin dışsallaştırma gündemini doğrulayan ve haklı çıkaran bilgiler üretmekte büyük finansal çıkarlara sahiptir. Bu durum sınır güvenliği alanındaki uzmanlıklarını daha da pekiştirerek sınır güvenliği endüstrisinin sürekli büyümesine katkı sağlamakta, bu kurumlara daha fazla önem ve finansman verilmesini garanti altına almaktadır.

Mevcut gerçekler göz önüne alındığında, karşıt stratejiler geliştirmek, sınırlar ve göç meselesinin karmaşıklığını verimli bir şekilde ele alabilmek için yeni bir dil benimsemek büyük önem taşır. Bu söylem, insan hakları ve uluslararası hukuk çerçevesinin ötesine geçmelidir; bu çerçeveler sadece geçerlilikten yoksun olmakla kalmayıp aynı zamanda sınır güvenliği endüstrisinin genişlemesini haklı çıkarmak için de manipüle edilmektedir. Bununla yüzleşebilmek için Avrupa Birliği Ortak Sığınma Sistemi’ne (CEAS) başarıyla meydan okuyabilecek, (neo)liberal gündem tarafından ele geçirilmeye karşı direnebilecek ve eşitsiz seyahat ve sömürü sorununu açıkça ele alabilecek yeni bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Bu strateji, sınır kavramını sorgulamakla, insan haklarına saygı gösterilmesini savunmakla kalmamalı, ulus-devletler içinde yerleşik güç dinamiklerine ve halen bu politikaların temel itici gücü olan kapsayıcı kapitalist dünya sistemine doğru da eleştirilerini genişletmelidir. Son olarak, tam da insanları sığınma talebinde bulunmaya muhtaç hâle getiren bu mevcut sistemin, sığınma talebinde bulunanlara gerekli korumayı sağlayacağına güven duyulamayacağını (ve güven duyulmaması gerektiğini) kabul etmek de önemlidir.

 

 

Özgeçmiş:

Manja Petrovska (PhD) Amsterdam’da ve Balkanlarda yaşayan, sınır kontrolü, yeni sömürgecilik ve insanî emperyalizmin kesişim noktalarını inceleyen bir araştırmacıdır. Sınır güvenliği endüstrisi ile sınır ve göç politikalarını şekillendiren neoliberal rasyonaliteler üzerine odaklanan araştırmalar yapmaktadır.

 

 

* CEAS (Common European Asylum System) Avrupa Birliği Ortak Sığınma Sistemi
İngilizceden Çeviren: Oğul Köseoğlu

 

[1]     https://www.bbc.com/news/world-europe-65942426 (BBC: Yunanistan’da tekne faciası: BBC soruşturması sahil güvenliğin iddialarına şüphe düşürdü)
[2]     https://twitter.com/alarm_phone/status/1671452303239331840 (Alarm Phone: Atlas Okyanusunda Gemi Kazası)
[3]     Dışsallaştırma, zengin ve gelişmiş ülkelerin, genellikle üçüncü ülkeleri veya özel kuruluşları devreye sokarak sığınmacıların ve diğer göçmenlerin kendi sınırlarına ulaşmasını engelleme çabalarıdır. (Wikipedia)
[4]     https://www.aljazeera.com/news/2023/6/12/why-is-the-eu-offering-tunisia-a-financial-assistance-package (Al Jazeera: AB neden Tunus’a finansal destek paketi sunuyor?)
[5]     https://www.rosalux.de/en/news/id/50666/the-spirit-of-1951 (Rosa Luxemburg Vakfı: 1951’in Ruhu)
[6]     Küresel Güney, Avrupa ve Kuzey Amerika dışında kalan genellikle Latin Amerika, Asya, Afrika ve Okyanusya bölgelerini ifade etmek için kullanılan terim.
[7]     https://www.tni.org/en/publication/financing-border-wars (Ulusötesi Enstitüsü: Sınır savaşlarının finansmanı)

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.