Düşünce ve Kuram Dergisi

Zorla Göçertme; Demografik Değişim ve Sonuçları

Ayfer Ekin

En son Akdeniz sularında 750 göçmeni taşıyan, batan ya da batırılan tekne gündemin birinci sırasına oturdu. Herkes yaşanılanın bir trajedi olduğunu söyledi. Trajedi, “yüceltilmiş sözlerle yazılan, bir kahramanın iyi bir durumdan kötü bir duruma düşmesiyle, duygusal arınmayı sağlayacak acıma ve korku duygularına yönelen tiyatro türü” diye tanımlanır. En son Akdeniz sularında sergilenen bu tiyatroyu kimler yazdı; kahramanlar kimdi, hangi iyi durumdaydılar, nasıl kötü bir duruma düştüler; duygusal arınmayı sağlayacak acıma ve korkuyu kimler, nasıl yaşadı sorularını sorup doğru cevaplar vermeden izledik bu trajediyi. Birkaç gün sonra bize, belki aynı sahnede belki de başka bir sahnede başka trajediler izlettirilecek. Ve bizler yine herhangi bir sorgulama yapmadan izleyecek ve rutinimize döneceğiz.

Bu yazıda bu trajedinin konusu olan insanların varlık bulduğu anayurdundan zorla kopartılmaların nedenleri, ulus-devletin homojen toplum yaratmak için giriştiği demografya değişiklikleri ve başta milliyetçilik olmak üzere toplumlar üzerindeki etkileri ele alınacaktır. Bazı konulara, diğer yazılarda genişçe ele alınacağından bu yazıda, tarihsel bağlamdan ve bütünlükten kopmamak için sadece değinilecek. Her birey mutlaka bir topluluk içinde varlık kazanır. Toplumsuz birey düşünülemez. Hatta bütün canlılar bir topluluğa aittir. Tekillikleri topluluğuyla anlam bulur. İnsan toplumsallığı diğer canlılardan farklı bir aşamaya denk gelmektedir. Diğer canlılar var oldukları mekanlar dışına çıkmayı ya hiç beceremezler ya da çok az beceriler. Koşullar ne ise ona göre yaşarlar. Koşullar değiştiğinde ya ona uyum sağlarlar ya da yok olurlar. Buna en iyi örnek mamuttur. Buzul Çağı’nın koşullarına göre en iyi yaşayan canlı olduğu düşünülebilir. Ancak Buzul Çağı sona erip, iklim ılımlaştığında bu duruma adapte olup gerekli değişimi yapamadığı için neslinin tükendiği varsayılmaktadır. İnsan toplumunun diğer canlı toplumlarından farkı, zorlu koşullarla karşılaştığında daha elverişli mekanlara gidebilmesidir. Varlığını korumak ve geliştirmek için en uygun koşulları arayacak, bulacak ve orayı kendisine yurt edinecektir.

İnsanın toplumsallığı, diğer canlılardan daha zayıf olmasının doğal bir sonucu olarak gelişmiştir. Ancak bütün gücünü bir araya getirebildiğinde varlığını koruyup, besleyebiliyor ve geleceğe taşırabiliyor. Bu da topluluk bireyleri arasında daha farklı bir bağın kurulması sonucunu doğurur. Biz bu nedenle ahlaki ve politik ölçülerde bir araya gelmiş bireylere “toplum” diyoruz. Ahlak, topluluğun devamı için herkes tarafından benimsenmiş ilkeler, kurallar bütünüyken, politika ise topluluğun günlük olarak nasıl yaşayacağının yol ve yöntemidir. Kendini klan tarzında örgütleyen insan canlısı, diğer canlılardan farklı olarak var olan koşullar karşısında zorlandığında daha uygun mekanlara doğru yol alabilmiş ve en uygun bulduğu mekânı kendine yeni varoluş mekânı haline getirebilmiştir. Topluluk tarafından benimsenmiş kurallar olmasaydı, Afrika’dan Verimli Hilal’e ulaşmak mümkün olabilir miydi? Veya yol boyunca karşılaşılan zorlukları aşma yol ve yöntemi bulunabilir miydi? Bu sorulara olumlu cevap vermek zor olsa gerek.

Kendini yaşam için daha elverişli koşullara kavuşturan klan topluluğu, bu elverişli koşulların yarattığı olanaklar sonucu daha iyi beslenecek, daha korunaklı mekânlarda kalacak ve nüfusunu artıracaktır. Yeni şeyler bulacak, anlamlandıracak ve adlandıracaktır. Bu da dil ve kültürün gelişmesi yol açmıştır. Toplumda farklılaşma ve karmaşık ilişkiler geliştirmiştir. Karmaşıklaşan toplumsal ilişkiler yeni örgütlenmeleri zorunlu kılmaktadır.15-20 kişinin arasındaki ilişkiyi düzenleyen klan örgütlülüğünü aşan bir örgütlülüğe ihtiyaç vardır. Yeni mekân toplumsallığın derinleşip karmaşıklaştığı ve farklılıkların oluştuğu mekândır. Her farklılaşmaya kimlikleşme dersek farklı kimliklerin bir arada yaşadığı mekândan bahsediyoruz. Uzun süren bu maceradan sonra artık kimlik ve coğrafya bir bütün olarak algılanılmış ve mekândan kopma kimlikten kopuşla özdeş görülmüştür.

İnsanlar varlık kazandıkları mekânlara kutsallık atfetmiştir. O kutsala bağlı kalmayı tarihine ve toplumuna saygının gereği saymıştır. Doğa koşullarında köklü değişiklikler yaşanmadığı müddetçe yerleşik olmayı esas almıştır. Dıştan bir dayatma olmadığı müddetçe varoluşsal mekânını terk etmek aklının ucuna bile geçmez. Nüfusun yoğunlaşmasına paralel coğrafyalara da adlar verilir. Rumların diyarı, Kurdistan, Afganistan, Hindistan, Êzidxan vb. adlar o bölgelerde yoğunlaşan nüfusu karakterize etmektedir.

Uygarlığın gelişiminden kapitalist aşamaya varıncaya kadar ki zaman diliminde bu gerçeklik büyük oranda korunur. Devletin ve sınıfın gelişimine paralel başkalarının yurtlarına el koyma gelişse de ya oranın halkı buna karşı direnişe geçer ve yurt topraklarını korur ya da yenilir ve köle olarak sahiplenilir. Üçüncü bir yol ise saldırılar karşısında çöl derinliklerine veya dağlık alanlara çekilerek, varlığını sürdürür. Göçe zorlama istisna düzeyindedir. Tarihte iktidarın baskısı sonucu toplu göçe en iyi örnek İbrahim öncülüğünde Urfa’dan Kenan diyarına göç eden İbranî kabilelerin göçü verilebilir. Yine bu kabile birçok kere dönemin egemen iktidarcı güçler tarafından zorla bulundukları mekânlardan göçertilmişlerdir. Neredeyse dünyanın dört bir tarafına göçe zorlanan bu kabile en son Alman faşist rejimi tarafından soykırıma uğramış, soykırımdan kurtulanlar bir ulus devlet kurarak bir yurt inşa etmiştir.

Köleci ve feodal imparatorluklar aşamasında işgal edilen topraklar üzerinde yaşayan halk baskı ile itaatte zorlansa da toplumlar varoluş topraklarından ya hiç koparılmamış ya da çok az koparılmıştır. Özellikle uç bölgelere imparatorluğun kurucu tebaasından olan kesimler yerleştirilerek demografyada belli değişiklikler yapılsa da yerli halkın dil, kültür ve ilişkilerine doğrudan bir müdahale olmadığı için topluluklar iç içe yaşamaya devam etmiştir. Binlerce yıl etnik ve dinsel farklılıkların iç içe yaşayabilmeleri jeo-kültürün bütünlüğüyle ilgilidir. Mezopotamya ve Anadolu’da Kürtler, Araplar, Helenler, Asuriler, Ermeniler ayrı etnik kökene sahip olmalarına rağmen iç içe uyumlu bir yaşam sürdürebildikleri gibi Zerdüştiler, Hristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar farklı din mensupları olarak dini inançlarına göre yaşama da zorlanmamışlardır.

Zaman zaman yine iktidarlar çıkarlarına ters gördükleri durumlara müdahil olmak istemişseler de -özellikle iktidar İslam’ı tarafından diğer dinlere mensup olanlar, zorla Müslümanlaştırma girişimleri olmuştur- toplumsal dokunun sağlamlığı nedeniyle pek bir sonuç alamamışlardır. Katı devlet sınırları olmadığı için gruplar arasında mekânsal geçişler yaşanabilmiştir.

 

Kapitalizmin Sistem İnşası; Ulus-devlet

Tarihin gidişatındaki kırılma anı, kapitalizmin kendini bir sistem haline getirmek için giriştiği ulus devlet oluşturma anıdır. Ulus devletin sınır anlayışı ve homojen toplum yaratma planı o günden günümüze kadar sayısız trajedinin yazılıp, sahnelenmesine yol açmıştır. Bu duruma “dur” denilmediği müddetçe başta Kürt, Afgan, Uygur, Mağrip halkların varlıkları tartışma konusu olacaktır.

Tarihin gizli kalmış olan kapitalist unsurlar, Avrupa’da uygun koşulları bulduklarında bu fırsatı iyi değerlendirmiş, kendilerini bir dünya sistemine dönüştürmenin yollarını aramışlardır. Daha önceki iktidar güçlerinin açtığı yolda yürümeleri yetmeyecektir. Binlerce yıl önce kurulan devleti dönüşüme uğratacak, gelişen bilim ve tekniği topumun hizmetinden çıkarıp kendine bağlayacak, toplumun bütün dokuları ile oynayarak toplumsallığı yıkma işlemine bakacak, mühendistik yoluyla yeni inşalar geliştirecektir. Kapitalist modernite kendini var edip sürdürebilmesi için kapitalizm, ulus devlet ve endüstriyalizme ihtiyaç duyduğu bilinmektedir. Bu üç ayağı kurulması için ne gerekiyorsa yapılacaktır. İşte izlemek zorunda bırakıldığımız tiyatroyu, bu tarihin karanlıklarında çıkan yeni tanrılar yazmaktadır.

Bir toplumsal form olan ulus inşa süreci hemen hemen her yerde aynı tarzda cereyan etmiştir. Bir taraftan ulusu demokratik tarzda inşa etmek isteyenler diğer tarafta ulusu ve devleti birlikte oluşturmak isteyenler. Demokratik tarzda inşayı esas alanlar bütün unsurlarını tümünün çıkarlarını gözetecek bir ulus formunu esas alırken, yeni yeni gelişen kapitalist unsurlar sadece kendilerini meşrulaştıracak ve güçlendirecek bir ulus formunu ön görmüşlerdir. Aralarındaki çatışmadan kapitalist unsurlar zaferle çıkmıştır. Öngörülen ulus, devlet eliyle kapitalistin çıkarlarına göre şekillenmiştir. Bu ulus tek bir etnisiteyi esas alan, ucu kapalı, milliyetçi, cinsiyetçi ve dinci homojen bir ulustur. Devlet ve ulus bir bütündür. Bu devlet ve ulusun inşası için yola çıkılır.

İmparatorluklar ve kent devletleri, yapıları gereği, kapitalist unsurların önündeki en temel engel konumunda oldukları için bu yapıların ortadan kaldırması gerekmiştir. Başta kent devletleri ortadan kaldırılır ve ardından imparatorluklara sıra gelir. Dönemin en büyük imparatorluk topraklarında milliyetçilik hızla devreye sokularak parça parça küçük ulus devlet oluşumlarına gidilir. Bir bölgede birlikte yaşayan etnik gruplardan biri ön plana çıkmış, diğer etnik grupları düşmanlaştırılmıştır. Ön plana çıkan etnik grubun dışında kalan herkes potansiyel tehlikedir. O nedenle bertaraf edilmeleri gerekecektir. Bu bertaraf edilmenin yollarından biri zorunlu göçtür. Etnik ve dini milliyetçilik yoluyla birçok etnik grup binlerce yıl yaşadıkları toprakları terke zorlanmıştır. Din temelli milliyetçiliğe en çarpıcı örneği Yunan ve Türk ulus devletinin oluşumunda Anadolu’da yaşayan Helenlerin Yunanistan’a, Yunanistan’da yaşayan Türkleri Anadolu’ya gönderilmesi verilebilir.

Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’daki topraklarını büyük bir kısmını kaybettikten sonra sıra Balkanlara gelmiştir. Osmanlıların Balkanlarda yenilmesiyle birlikte Osmanlı tebaasına ait Müslüman Türkler bir anda başka bir devletin azınlık vatandaşı konumuna gelmiştir. Ve bu devletlerin baskısıyla göçe zorlanmışlardır. Aynı yıllarda topraklarının büyük bir kısmını yitiren Osmanlılar Anadolu’yu Türkleştirmek için Celal Bayar 20 bine yakın Ortodoks Rum’u Yunanistan’a göçe zorlamıştır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında yeni yeni şekillenen Yunan ve Türk ulus devletini uygulamaları hem Ortodoksların hem de Müslümanların baskıyla karşı karşıya kalmalarına neden olmuştur. Yunanlıları 1922 yenilgisinden sonra 1 milyondan fazla Rum Yunanistan’a geçince yerleşme sorunu orada yaşayan Müslümanların ev ve tarlalarına el koymayla çözülmek istenmiştir.

 

Homojen Toplum Yaratma; Mübadele ve Göçertme

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan antlaşmayla “mübadele” adı altında insanların onayı alınmadan, bir gecede binlerce yıldır yaşadığı topraklardan, zorla, hiç tanımadığı yerlere gitmeye zorlanmıştır. Dinci milliyetçilikten kaynağını alan bu mübadelede göçe zorlanan Rumlar arasında Türkçe dışında herhangi bir dil konuşmayan Türk Ortodoks Hristiyan Gagavuzlar, Karamanlı Ortodokslar, Yunanistan’dan ise Türkler ile birlikte Karacaova, Drama, Kavala ve Kasriye’den gelen Bulgarca ve Makedonca konuşan Pomaklar, Romence konuşan Ulahlar ve Arnavutlar vardır. Mübadelede 1 milyon 200 bin Ortodoks Hristiyan Anadolu’dan Yunanistan’a, 500 bin Müslüman Türk yeni kurulan Türk ulus devletine yerleştirilmiştir. Mübadele devletlerin istemi ile gerçekleştiği için iki tarafta da yaşayan topluluklar tarafından kabul görmemiştir. İnsanlar doğup büyüdükleri, ekip biçtikleri, zanaatlarını icra ettikleri bu topraklardan ve komşularından ayrılıp, bilmediği yerlere gitmeye bir anlam veremedikleri için kabul etmemişlerdir. Burada devletin zor devrede olacaktır. Mübadele sırasında yaşanan trajediler yıllar sonra romanlara konu yapılmıştır.

Türk ulus devlet oluşumunda vatanlarından göçertilen Ermeni halkının yaşadıkları soykırım olarak adlandırılmaktadır. İttihat ve Terakki Cemiyeti Avrupa modernitesinin etkileriyle Osmanlı’nın modern bir devlete dönüşmesi için yola çıkmış, Osmanlı’yı oluşturan birçok etnik kökenli kişiyi bir araya getirmiş olmasına rağmen modern devletin özü olan milliyetçiliği esas almadan yeni devleti kuramayacağını anlayınca Türklüğe dayalı homojen bir ulus yaratma yoluna sapmıştır. Başlangıçtaki düşünce modernizasyon ve refah sağlanınca Müslüman olmayanların Türk milliyetçiliğini kabul edeceklerini tarzındadır. Fakat bu düşünceden hızla uzaklaşılır. Milliyetçi düşüncenin Ermeniler arasında da yaygınlaşmasıyla birlikte ilk Ermeni katliamları Adana bölgesinde yaşanır. Anadolu ve Kurdistan’ın birçok yerleşim yerinde Ermeni nüfusunun yoğun olması homojen toplum iddiası önünde demografik bir engel oluşturmaktadır. 1915’ten sonra Ermeniler yerleşim yerlerinden çöl bölgelerine sürmeye başlanmıştır. Başta Trabzon, Erzurum, Bitlis, Elazığ, Amed ve Maraş olmak üzere birçok yerleşim yerindeki Ermeniler zorla çöllere göç ettirilmiştir. Göç yolunda binlerce Ermeni öldürülmüş, kadınlara tecavüz edilmiş, çocuklar ailelerinden kopartılmıştır. Açlık, susuzluk ve hastalıktan ölenlerin sayısı bilinmemektedir. Bütün bunlar merkezden alınan kararlar sonucu, Teşkîlât-ı Mahsûsa ve yerel çetelere yaptırılmıştır. Teşkîlât-ı Mahsûsa iç içe geçmiş bu toplulukları karşı karşıya getirecek dini milliyetçiliği körüklemek için Müslümanların zarar gördüğü birçok eylemi organize etmiştir. Böylece halk da bu plana dahil edilmiştir. Plan gereği, yerleşim yerlerinde Ermeni nüfusu yüzde 10’u geçmemelidir. Ermenilerden kalan mallar kamulaştırılmıştır. Sürülmekten ve katledilmekten korkan birçok Ermeni İslamiyet’e geçmeyi kabul etmiştir. Çocuklar Türk ve İslam esaslarına göre asimilasyona tabi tutulmuştur. 1 milyon 500 binlik Ermeni nüfusunun büyük bir kısmı bu süreçte ya öldürülmüş ya da çöle sürülmüştür. Şu anda Kurdistan ve Anadolu’da Ermeni nüfusunun yoğunlaştığı hemen hemen hiçbir yerleşim yeri bulunmamaktadır. Ortodoks Rum ve Ermenilerin bu coğrafyadan göçertilmelerinin sonuçları sadece bu kesimler açısından değil, sanat, bilim vb. alanların zayıflamasından kaynaklı bölgenin tümü açısından felaket olmuştur.

Türk ulus devleti kuruluşunda Müslüman olmayan halkları Anadolu ve Mezopotamya’dan söküp attıktan sonra sıra Müslüman olan ama Türk olmayan Kürtlere gelmiştir. Kürtleri asimile etme düşüncesi Osmanlı dönemine kadar uzansa da bu politika, “Türk ulusu” yaratma planı çerçevesinde hızlanmıştır. 1924 Anayasasının gerekçesinde; “devletimiz milli bir devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet Türk’ten başka bir millet tanımaz…”  Yine M. Kemal “Biz doğrudan doğruya milliyetperestiz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun bireyleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluluğa dayanan Cumhuriyet de o kadar güçlü olur” derken; İ. İnönü “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet yapacak nasırı kesip atacağız” demektedir.

Bu politikanın sonuç alması için bir plan yapılır ve bu plana “Şark Islahat Planı” adı verilir. Kürtlere 100 yıldan beri uygulanan Türkleştirme politikası temelini bu plandan alır. 24 Eylül 1925 tarihinde yürürlüğe konan bu plan çerçevesinde Kürtler Kurdistan’dan Anadolu’nun batısına sürülmüş, kamuda yer almaları engellenmiş, resmi mekânlar ve pazarda Kürtçe konuşmak yasaklanmış, özellikle kız çocukları okullarda Türkleştirilmiş, Kürtlerin mal varlıklarına el konulmuştur. Kurdistan’daki demografik yapı Türklük lehine bozulmuştur. Kürtler Anadolu’ya göçertilirken, Yugoslavya’dan getirilen Türk ve Arnavut’lar ile İran ve Kafkasya’dan gelenler Elazığ, Amed, Muş, Bitlis, Bingöl ve Van Gölü havzasına yerleştirilmiştir. Buralara yerleştirilenlerin sayısı yaklaşık olarak 500 bin civarında bir nüfustur. Ayrıca Trabzon, Rize ve Erzurum’dan da Hınıs Çayı, Murat Vadisi ve Van Gölü’nün batısına nüfus kaydırılmıştır. Bütün bu nüfus değişiklikleri devlet eliyle homojen bir Türk ulusu inşa etmek amaçlı yapılmıştır. Çünkü devlet ulusu homojen olmak zorundadır, karakteri gereği teklik esastır. Tek devletin tek ulusu olmak zorundadır.

Türk ulus devletinin kuruluşunda tanık olduğumuz bu gerçeklik bütün diğer ulus devletlerde de aynı tarzda işlemiştir. İspanya’da Katalan-Bask, İngiltere’de İrlandalılar, Rusya’da Çeçen, Çerkes, Kazak; Çin’de Uygur, Pakistan’da Keşmir; Lübnan’da Hristiyan-Müslüman sorunu kaynağını ulus devlet anlayışından alan ve halen çözülmeyen sorunlar olarak karşımızda durmaktadır. En son kurulan İsrail ulus devleti örneğini de ele alarak bu bölümü tamamlayalım.

İbranîlerin tarihte en fazla göçe zorlanan topluluk olduklarını belirtmiştik. Sadece Ortadoğu coğrafyasında değil sürüldükleri diğer coğrafyalarda da yeni sürgünlere maruz kaldıkları bilinmekte. İspanya’da ve en son Almanya’da yaşadıkları büyük bir trajedidir. Fakat kendileri de kendi ulus devletlerini aynı mantıkla kurmuş ve bu defa tersinden onlar, Arapları yurtlarından çıkmaya zorlamışlardır. Alman Hitler soykırımından sonra tarihi bağlarının da olduğu, Filistin’e gelişlerinde paranın gücünü kullanarak bazı yerleşim yerlerini satın almış topluluklarını bu yerler yerleştirmişlerdir. Devlet olarak kendilerini örgütlediklerinde bu defa bölgede yaşayan Arapları göçe zorlamışlardır. Yeni yerleşim yeri açma adı altında Arapların topraklarına el konulmakta, onları ülkelerinden çıkmaya zorlamaktadırlar. Bugün milyonlarca Filistinli Arap, başka bir devletin sınırları içinde mülteci kamplarında yaşamak zorundalar. Göçertilmenin zorluklarını en iyi bilen bir topluluktan farklı bir tutum beklemek, kapitalist modernite ve onun en önemli saç ayağı olan ulus devletten hiçbir şey anlamamak anlamına gelir. Homojen toplum olmadan ulus devlet, ulus devlet olmadan kapitalist sistem varlığını sürdüremez.

Göçe zorlamanın bir amacı homojen ulus yaratmakken bir diğer amacı toplumu kapitalist üretim-tüketim ilişkisine çekmektir. Kentler kapitalizmin doğup büyüdüğü mekânlardır. Binlerce yıldır varlığını sürdüren tarım-köy toplumu zayıflatılmadığı müddetçe kapitalist sistem var olamaz. Kapitalist sermayedar fabrikasında çalıştıracak işçiye ihtiyaç duyar. Başlangıçta kentte yeteri kadar işçi olmadığı için nüfusun çoğunluğunun yaşadığı kırda insanları kente getirmek için seyahat özgürlüğü gibi bir söyleme başvurur. Fakat bu söyleme dayanarak çok az insan tarım ve köy toplumunda gönüllü olarak koparak kente yerleşir. Bu nedenle kente göç etme bir zorunluluk haline getirilir. Kent ile köy arasındaki uyumu bozar, kentleri çekim merkezi haline getirir, savaşın her türünü geliştirerek köyleri boşalttırır, barajları en verimli topraklara yapar, tekniği endüstriyalizm temelinde kullanarak tarım ve hayvancılığı tekelleştirerek köylüyü aç bıraktırır. Ürettikleri değersizleştirilen veya tarlası, bağı bahçesi sular altında kalan savaştan kaçan köylü kent merkezlerine göçmekten başka çare bulamaz. Kapitalist amacına ulaşmıştır. Tüm insani ve toplumsal ögeleri öldürülmüş bireylerden proleter yaratılır. Toplumundan koparılan birey köleleştirilir. Klasik köleyle proleter arasındaki fark birin ücret alması diğerinin almamasıdır. Hatta klasik kölenin işlerinin sürdürebilmek için kölesinin yaşamasına ihtiyacı vardır. Kapitalist patron efendi proleterini düşünmesine gerek yoktur. Çünkü o proleter ordusunun yanı başında topraklarından kopartılmış onlarca etnik kökene sahip işsizler ordusunu yedekte tutmaktadır. İşçileştirmek kapitalizmin ilk aşamasında ulus devlet sınırları içinde yer alan tarım-köy toplumundan olurken daha sonra sömürgeleştirilen yerlerdeki insanlara uzanmıştır. Afrika’nın sömürgeleştirilme sürecinde Afrikalı genç nüfusun bir kısmı gemilerle Avrupa ve Amerika kıtasına taşınıp ve klasik köle muamelesine tabi tutularak plantasyonlarda çalıştırıldılar.

Özellikle 1619 yılından itibaren Amerika’ya getirilen siyahi Afrikalılar beyaz, Hristiyan adamın iktidarı için pamuk ve tütün tarlaların acımasız koşullarda çalıştırıldılar. Köleler sadece plantasyon sahibine kazandırtmaz, bu plantasyonlara para yatıran bankacılara, pamuklu tekstil sahiplerine, nakliyecilere vb. büyük kazançlar sağlatır. Afrika’dan zorla göç ettirilen bu insanlar, kölelik kaldırıldıktan sonra da ırkçı uygulamalara maruz kalmaktadırlar. En açık uçlu ulus olarak tasarlanmış ABD ulus devletinde siyahiler halen beyaz ABD vatandaşıyla aynı haklara sahip değildir. Bu haklar yasalar nezdinde her ABD vatandaşı gibi gecikmeli de siyahilere verilmiş olunsa da pratik yaşamda var olan hakları kullanamamaktadırlar ve birçok konuda ayrımcılık uygulamalarına maruz kalmaktadırlar.

Zorla göçertilme çoğunlukla savaş veya çatışmalı ortamlarda daha kitlesel ve daha vahşice gerçekleştirilir. Kapitalist sistem içte ve dışta topluma savaş hali yaşatır. Daha önce iki tanesini yaşadığımız, günümüzde üçüncüsünün sürdüğü dünya savaşlarının yanı sıra bölgesel savaşlarda ne kadar demografik değişimin yaşandığını tespit etmek mümkün değildir. Zorla göç ettirmenin oldukça kapsamlı sonuçlar vardır. Homojen toplum ve ulus devlet yaratma diğer bir deyişle azami kar ve iktidar peşinde koşan bir grubun geriye kalan tüm insanlara yaşattıkları acılar…

 

Kimliğin Mekanla Bağı

Demografya değişiminde birden fazla taraf etkilenir. Birinci kesim yerinden edilenler, ikinci kesim onların yerine getirilenler (ki bunlarda başka bir kendi yerinden edinilenlerdir) bir de değişim esnasında orada kalanlardır.

Binlerce yıl yaşadığı topraklardan bir anda göçertilenlerin kendi olma imkanı ellerinden alınmıştır. Kendisi olması, yani kimliği o mekanlarla yakından bağlantılıdır. Oradan koparıldıktan sonra eskisi gibi varoluşunu sürdüremez. Elazığ veya Bitlis’ten göçertilen bir Ermeni Beyrut, Paris ve Erivan’da aynı Ermeni olarak kalamaz, yaşayamaz. En son DAİŞ’in yaşattığı fermandan sonra Şengal’den göçmek zorunda kalan bir Êzidî Avrupa’da Kürtlüğün özü olan inanç ve yaşam biçimini nasıl sürdürebilir? Kapitalist modernitenin tarih ve toplum düşmanlığının ideolojik olduğunu bilerek bu demografik yapının değiştirilmesini ele aldığımızda bir Ermeni’ni, bir Kürdün, bir Êzidî’ni topraklarından kopartılmasını sadece o toplulukla açıklayamayız. Burada hedeflenen tüm insanlığın tarihsizleştirilmesi, hafızasızlaştırlmasıdır. Göçe zorlanan tek tek kişilerde de yaşanan bu hafıza kaybı, roman ve filmlere konu olmuş, psikiyatri bu kişileri iyileştirmek üzere çalışmalar yürütmüş, yürütmektedir. Ama yanılgı oradadır ki toplumsal olaylardan kaynaklanan psikolojik sorunlar bu yöntemlerle çözülemez. Sorun toplumsal ise çözüm de o toplumsal sorunun çözümünden geçer. Unutmamak gerekir ki toplum üst bireydir. Onun da hafızası, duyguları ve tepkileri vardır. Kapitalist modernist güçler bir bütün olan insanlığın tarihi hafızasını yok ederek, kendini ezeli ve ebedi tek güç olarak sunmaya çalışmaktadır. Hafızasız birey ve toplum bir kader gibi efendisini kabullenecek ve ona itaat etmeye başlayacaktır. Bu bireyden en faşist uygulamaları beklemek mümkündür. Türk faşizminin en iyi uygulayıcısının Türk etnisitesinden gelmeyen kişiler olması tesadüf değildir.

Göçe zorlananlar hem zorlanma esnasında hem göç yollarında hem de gitmek zorunda bırakıldıkları yeni mekânlarda (eğer öldürülmemiş veya ölmemişse) her türlü aşağılanma, hakaret ve tecavüze maruz kalır. Cinsiyetçilik, milliyetçilik, dincilik çoğu zaman iç içe uygulanır. Bir Müslüman için bir Ermeni Türk, Müslüman ve erkek olmadığı için; bir Hristiyan için bir Amerikan Kızılderili’si veya Afrikalı siyahi veya bir Boşnak Hristiyan, beyaz ve erkek olmadığı için tecavüzü hak etmiştir. Göç ettirilenin, öz savunmasını yapacak hiçbir ilişkisi ve aracı yoktur.

Yeni yerleşim yerinde asgari yaşam koşullarına kavuşabilmesi için bütün geçmişini unutup yeni ulus devletin en sadık vatandaşı olmak zorundadır. Eğer ulus devletin hâkim etnisitesi ile aynı kökene sahipse görece daha rahat uyum sağlayabilir. Ama hep Arnavut, Boşnak, Uygur kökenli olduğu bir taraflara not edilir. Yeni gelenler yerleşik olanlar için hep bir yabancıdır, güven duyulmaz. Bu güvenin oluşmaması için devlet özel bir çaba sarf eder. Çünkü milliyetçilik duygularını hep diri tutması gerekmektedir. Yabancı düşmanlığı sadece bazı partilerin politikası değildir. En liberal veya sol-demokrat partiler de aynı politikayı daha ince tarzda yürütürler. Yeni gelenlerle kültür çatışması yaşanır. Çoğunlukla göç ettirilenler kent içinde getto denilen mahallelerde yaşamak zorunda kalır. Bu da daha fazla içe kapanma, tutuculaşmasına ve karşı milliyetçiliğe yol açar. Diasporada olan Yahudi, Ermeni, Arap, İsrail’deki Yahudi’den, Ermenistan veya Anadolu ve Kurdistan’dan kopmamış Ermeni’den, Filistin’deki Arap’tan daha milliyetçidir.

Kendi tarih ve toplumsallığının kahramanları olmasa da onurlu bir üyesi olan göçe zorlanan kesim anlamsızlık ve değersizlik duygularını aşmak için dilini, kültürünü sürdürme olanakları da elinden alındığı için artık devletin gönüllü itaatkâr vatandaşıdır. Hâkim dil ve kültür içinde erir. Tarihselliği ve toplumsallığından koparılmış birey yurttaşı devlet istediği gibi yönetecektir. Faşizme kadar gidecek ulus-devletin kitlesi hem yerleşik olan hem de daha sonra göçle yerleştirilen bireylerden oluşturulmuştur. Bu kitlenin sürekli diri tutulması için yeni yeni göçlere ihtiyaç olduğunda yeni savaşlar devrede olacaktır.

Zorla göçertilmenin topluluklar üzerinde bir etkisi daha vardır. Anayurdundan kopmak istemeyenler, ulus devlete muhtaç hale getirilmiştir. Toplumda muazzam bir korku yaratılır; devletin yoksa başına her şey gelebilir. Eğer bir devletin varsa, seni bu devlet koruyacaktır algısı ustalıkla işlenir. Vatan sahibi olmak devlet sahibi olmaktan geçer. Devletin yoksa vatansızsın. Bu düşünce zihinlere ve ruhlara o kadar işlenir ki devletin varlığının devam etmesi için yurttaştan beklenilen özveri ve fedakârlık seve seve sergilenir. Böylece kutsal devlet arkasına gizlenen iktidar güçleri sistemlerini sorunsuz bir şekilde topluma kabul ettirmiş olur. Her şey vatan için olduğundan meşrudur. Tanrılara sayısız trajedi yazma hakkı da aynı meşruluktadır.

İnsanlığa yaşatılan bu trajediler yeterince acıma ve korku yaratmaktadır. Şimdi sorulacak soru bu acı ve korkular duygu arınmasıyla sonuçlanacak mı? Arınan duygularla tanrılardan trajedi yazma hakkı alınacak mı? Kapitalist modernite güçlerinin azami kar hırsıyla insanlığa yaşattığı bu trajediye dur denilemezse birçok kültür ve kimlik köklerinden koparıldıkları için yok olup gidecektir. Bütün farklılıkların ortadan kalktığı bir dünya, yaşamın en anlamsızlaştığı dünyadır. Trajedi kurbanlarının anısı, yaşamın anlamına karşı savaş açan bu tanrıya karşı varlık olma mücadelesi bütün boyutlarıyla verildiğinde yaşatılabilir. Var oluş, ulus devlet tuzağına değil, demokratik uluslaşma temelli konfederal sistemlerin inşasındadır.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.