Düşünce ve Kuram Dergisi

Devrim

Gündüz Vassaf

Günümüzü abartıp dünü unutuyoruz.

Şöyle bir gazete manşeti düşünün, “İnsan iki ayaküstünde yürüdü.”

Bizi biz yapan şeyleri rafa kaldırdık. Günün teferruatında kendimizi abartıyoruz.

Çağdaş sosyal bilimlerin, hele psikolojinin, müşteri beğenisini araştırıp yönlendiren pazarlama şirketlerinden farkı kalmadı.

Ayağımız yere bassın, günün sorunlarına odaklanalım derken temel konuları unuttuk. Bildiğimiz, bilebileceğimizi sandığımız konularla oyalanıyoruz.

Darwin gibi insanların, milyonda değil, milyarda bir çıkması, türümüzü varsaydığımızdan; gözümüzün önündekileri sorgulamadığımızdan.

Sıradan tartışmalarımızda, “Tanrı gibi metafizik aidiyetlikler var mı yok mu?” diye sorgulanırken, çocukların sormasına olanak tanıdığımız temel sorular -istisnalar dışındagündemimizden düştü. “Aşk nedir?” diye doktora tezi yazmaya kalkışsanız, sırtınızı sıvazlayıp, “Sen şiir yaz,” diye, kapıyı gösterirler.

Biz, homo sapiens’e kardeş nice tür geldi geçti. Son yok olan Neandertaller. Homo sapiens tek kalmışken, bizden başarılı nice türler var. Karınca türlerinin sayısı 12,000 küsur. Böcekler 900.000’den çok. Neden türümüzün tek temsilcisi olarak biz? Aydınlanma’dan bu yana ayrıntılarda kaybolduk. İstisnalar dışında temel sorular sorulmaz oldu. Pozitivistler kiliseyi eleştirirken, “’Toplu iğnenin ucuna kaç melek sığabilir?’ gibi konuları araştırıyorlar” derlerdi. Farkımız kalmadı.

Günü abartmamızın bir ifadesi, devrim kelimesine saplantımız.

Binlerce yıllık bir sürece, “tarım devrimi”, “neolitik devrim” derken, bir kaç albayın yaptığına “devrim” denildiğini gördük. Sofradan sanata, teknolojiden tıbba, elimizi kolumuzu salladığımız her yerde “devrim”! Türkiye’de otomobilini bile yaptılar.

Kardeş türümüz Neandertal. Beyinleri bizden büyük. Konuşuyorlar. Ateş kullanıyorlar. Rituelleri, mezarları var. Bizim gibi aletler, küçük heykeller yapıyorlar. Bilemediğimiz bir nedenle, bizden eskiye gitmelerine rağmen, Ortadoğu’dan, Avrupa’dan nerdeyse birdenbire yok oldular. Kendimize o denli düşkünüz ki, homo sapiens’den çok daha zor koşullarda, son buzul çağında, hayatlarını idame ettirebilmelerine rağmen, Neandertallerin yaptıkları hiçbir şey için devrim kelimesini kullanmadık. Kendimize odaklıyız. Hem de aşırı derecede.

Ne olduysa, nasıl olduysa, avcı-toplayıcı türümüz Ortadoğu’da, Natufian adını verdiğimiz küçük küçük topluluklarla tarıma geçti. Keçi, koyun gibi hayvanlar, önce kesilip beslenmek, zamanla ürünlerinden besin, giyecek vs. yapmak için kullanıldı. Yerleşik yaşama geçildi. Köyler kuruldu. Kadın-erkek rolleri değişti.

Eş seçimleri daha büyük topluluklarda, daha çok seçenek arasından belirlendi. Boyumuz kısaldı. Hayvanların ehlileştirilmesiyle, onlarla bir arada yaşamaktan kaynaklanan hastalıklara kapıldık.

Neolitik döneme ilgimiz 19. yüzyılda başladı. Çok az şey biliyoruz. Özellikle geniş alanları kaplayan baraj suları nedeniyle çok şey kayboluyor. Nereden gelip nereye gittiğimiz serüvenimizde, tarihi yaşarken nasıl değiştirebileceğimiz, zamanında nelerin mümkün olduğunu görebilmemizle de ilgili.

Oysa geçmişimizi yok ediyoruz.

Batı Avrupa’nın tarıma geçişi, Ortadoğu’dan belki beş bin yıl sonra. Tarih, kimi kuramcıların iddia ettiği gibi, “önce bu, sonra şu” türünden bir neden-sonuç ilişkisi değil; devrimlerle ilerleme hiç değil. Tarım devrimini, Batı’dan beş bin yıl önce başlatanlar, Batı uzaya giderken tarım döneminde kaldı. Amazon’da, 21. yüzyıl tüketim alışkanlıklarıyla avcı toplumunun özelliklerini birleştirenler de var.

Bu koşullarda devrim sözcüğü açıklayıcı olmaktan çok aldatıcı. Aldatıcı, çünkü devrim nitelendirmemizin ardında, birilerini geride bırakıp ileri geçtiğimiz, ilerici olduğumuz, olumlu bir şeyler yapmışız gibi, değer yargılarımız yatıyor. Tarih, deterministik bir silsile takip etmiyor; daha çok doğaçlama müzik gibi, caz gibi. Devrim kelimesini ne kadar az kullansak, hatta hiç kullanmasak o kadar yerinde olur.

Türümüze ilk atfedilen devrim, Palaeolitik dönemde. Mağara resimleriyle ifade edilen, insan beynine özgü, simgesel, bilişsel dönüşüm. Onbinlerce yıl sonra, neolitik döneme geçiş için de devrim kelimesini kullanıyorlar. Lakin döneme ilişkin mitolojilerimiz tersi iddiada. “Ekmek elden, su gölden yaşandığı” Cennet’ten kovuluşla başlıyor insanın toprakta çalışmaya mahkûmiyeti. Dönemin kutsal kitaplarında, Eski Ahit’te, tanrının cezası, insanın var olabilmesi için “alnının teriyle çalışmaya mahkûm edilmesi.” Kurtuluş, yan gelip yatacağımızın söylendiği, ölümden sonraki cennetlerinde. Bana sorsanız, insanın yan gelip yatması, varlığına, beyninin gücüne hakaret. Lakin cenneti öyle buyurmuş kutsal kitaplar.

Neye ne zaman devrim dediğimiz göreceli. Aklımda Mao’nun Dışişleri Bakanı Chou En Lai’ ya atfedilen anekdot. Kissinger, Fransız devrimi hakkında düşüncelerini sorunca, “Cevap vermek için erken,” demiş. Neyin devrim olup olmadığı zamanla değiştiği gibi, kimilerinin olumlu çağrışımlarla devrim dediği, kimilerimiz için kâbus.

İşte kadının toplumsal tarihimizde rolü.

Bir “ileri” bir “geri”.

Neolitik yaşama geçişle birlikte, bereketin simgesi olduğu, şans getirdiği söylenen, ele avuca sığacak kadın figürlerine rastlarız. Her yerde kadın tanrıçalar. Erkek, daha çok boğa simgesiyle hayvan olarak gösterilirken, kadın kendi varlığıyla gündemde. Derken tepetaklak oluyor; tek tanrılı erkek egemen düzende kocakarılara, cadılara, kutsaldan kirliye dönüşüyorlar.

Tarihimiz, türümüzün oluşmasında kimi tedavüle giren, çoğu kaybolan mutasyonlar gibi. Binlerce, on binlerce olayın tesadüfen yan yana gelip birbirlerini etkilemesinin sonucu. Onlarca, milyonlarca olay arasından bir kaç tanesini seçip onlara “tarihi” dememiz, mitlerle, bayramlarla, şiirler ve şarkılarla efsaneleştirmemiz, sosyal dayanışmanın evriminde kritik rol oynadığı insana özgü. Toplumun kenetlenerek güçlenmesi, güçlenerek düşman bellediği başka toplumlara karşı durabilmesiyle ilgili. Türümüz, kimilerine devrim dediğimiz, belirleyici olay fetişizminden mustarip. Devrim dediklerimiz bayrak gibi. Aidiyetimizi güçlendiriyor.

Aidiyetlerimiz tarihimiz boyunca taraflaşmakla el ele gitmiş. İlle bir “öteki” yaratmışız. Aklımda Kafavis’in Barbarları Beklerken şiirinde sözleri:

[…]sınırlardan gelen erkekler barbarların artık olmadığını söylüyorlar.

Ve şimdi, ne olacak barbarların yokluğunda halimize?

Bir tür çözüm gibiydiler.

Türümüzün kalıtım-kültür etkileşimiyle oluşan evriminde, bireylerarası rekabet ile grup dayanışması birlikte gitmiş.

Güçlü bireyin egemen olduğu gruplarda, herkes kendi çıkarının peşinde olduğundan, örneğin avını paylaşmadığından, lidere karşı sürekli potansiyel hoşnutsuzluk olduğundan, grup kolayca çözülerek başka gruplara yenik düşebiliyor. Yaşamlarını sağlıklı ve kalıcı bir şekilde idame ettirebilen grupların varlığıysa, bireysel rekabetten öte, özveriyle, bireyin grup adına fedakârlığıyla mümkün. Bu tür grupların oluşabilmesiyse, devrimle değil, ancak sosyal dayanışmayla mümkün olan evrimsel sürecin sonu. Bizler evrimleşme sürecimizde değişirken, ilk aletlerimizi geliştirdiğimiz dönemden bugünlere gelmişken, akrabalarımız şempanzeler ile bonoboların, milyonlarca yıl aynı kalmalarının bir nedeni burada yatıyor. Onlar, aynı doğa koşullarında yaşamlarını sürdürdükleri ortamlarda, liderlerini durmadan devirirken, nispeten güçsüz olan insan türü, başta hiç konuşamazken, sosyal dayanışmayla başarılı avcı olmasını da sağlayan dil yeteneğini keşfedip geliştirerek evrilmiş.

Türümüzün diğer türlere göre “başarısını” en iyi özetleyen, evrimin özünü tanımlarken, devrim sevdasında hayal kırıklıklarına uğrayan Nazım Hikmet:

“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine.”

İlle devrimse, tür olarak sağlıklı evrimimiz, sevgiye dayalı ahlak devrimine gebe. Homo sapiens’in beslenme ve barınma mücadelesinde başka gruplarla rekabetine gerek kalmadı. Hepimiz dünyalıyız. Dünyamızı, bütün türleri korumak, yaşatmakla mükellefiz. Herkesi hakkıyla tatmin edecek kadar zenginiz.

Sorun, tüketim patolojimizin çılgınlığından da kaynaklanan bölüşüm adaletsizliğinde.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.