Düşünce ve Kuram Dergisi

Din-Toplum ve Dinin Devletleştirilmesi

Tayfun İşçi

A-Dinlerin Doğuşu

İnsanlık tarihi, insan için ihtiyaç olanı bulma, sorun olanı çözme, yaşanılabilir olana ulaşma mücadelesi tarihidir. Ve bu tarih insanlığın gelişimine paralel olarak gelişme ve değişim geçirmiştir.

İnsanlık toplumsallaştıkça deneyim ve birikim sahiplerini büyücülük tanımında kutsallaştırmıştır. Daha sonra aile ve kabile bağları üzerinden kendi hukukunu yaratmış ve bunu dinsel bir kutsiyete bağlayarak totemler şeklinde simgelemiştir. Daha sonra da devletleşmeye geçtikçe toplumlar,tanrıları güçlü insanlarda tanımlamış, tanrı-krallara ulaşmıştır. İnsan toplulukları arasındaki ilişkiler ve çatışmalar ve birlik ihtiyacı, tanrıları tekleştirme arayışına yönelmiştir. Böylece tanrı fikri giderek insandan uzaklaşmaya, toplum için ihtiyaç olan ilkeler ve kurallarda şekillenmiş tanrılık, insanların elinden alınmıştır. Konumuzun İslamiyet olmasından kaynaklı olarak bizler kutsanmış kurallar ve ilkeler tanrısallığının gelişimine değinmekte yarar görüyoruz.

 

B- Musevilik

İnsan tanrılardan uzaklaşma esas olarak MÖ.1700 yıllarında Hz. İbrahim’le başlar. Hz. İbrahim’in Nemrutla mücadelesi öz itibariyle insanın tanrı olamayacağı fikri üzerinedir.

Yehova (Tanrı odur) anlayışı ile tanrı ile insanı birbirinden ayırıp, tanrıyı sorgulayan inancı yaygınlaştırdı. Artık çöl tanrısı El, İsrael (tanrı ile güreşen) olmuştu.” Tanrılık Nemruttan alınmış, Tevrat’ta ifadesini bulan “on emirle” ilke ve kurallara verilmişti. Tanrı, insan için gerekli olan erdem ve ahlak ölçüleriydi. Devamı olan Hz. Musa bu ilkeleri ve kuralların bütünü olan Tevrat üzerinden bu dini yaygınlaştırdı.

Hz.Musa, Musevilik ile diğer inançlar arasına da sınırlar çizmek zorundaydı. Bu nedenle de Musevilik aynı zamanda toplumların kabilelerden kavimlere geçişinin de bir göstergesiydi. Yahudiler kendilerini tanrı Yahuda tarafından kutsanmışlar olarak değerlendiriyor, dünyayı yönetmek için emir aldıklarını, Fırat ve Dicle nehirleri arası bölgenin kendilerine sunulmuş “vadedilmiş kutsal topraklar” olduğunu söylüyorlardı. Böylece ilkel anlamda ulus ve vatan olguları daha fazla netleşiyordu. Bu yaklaşım tarihsel dönemi açısından bakıldığında insanlık için önemli bir adımdı. Bu dinsel tutum, Tanrısal insan inancını sonlandırıyordu. Ve aynı zamanda çok tanrılıktan tek tanrılığa geçişi ve insanlık için yararlı erdemleri yüceltiyordu.

Yahudiler için Hz. Musa’dan sonra M.Ö.1000 Yıllarında Hz. Davut aracılığıyla Tevrat’tan sonra kabul gören kitap Zebur, Tanrı’ya yapılan şükürleri, yalvarış ve yakarışlarıyla İlâhî Aşk’ı anlatıyordu. Bunlar İbrani şiirinin abidesi olarak kabul edilir. Zebur’un büyük bölümü Hz.Davud ve küçük bir kısmı da Levili rahiplerce yazılmıştı. Bilgi için Zebur’dan küçük bir alıntı.

Zebur 145 / 1, 21: « Ey Tanrım, ey Kral, Seni yücelteceğim. Adını sonsuza dek öveceğim… RAB büyüktür, yalnız O övgüye yaraşıktır, akıl almaz büyüklüğüne… RAB lütufkar ve sevecendir. Tez öfkelenmez, sevgisi engindir. RAB herkese iyi davranır. Sevecenliği bütün yapıtlarını kapsar… Senin krallığın sonsuz bir krallıktır. Egemenliğin kuşaklar boyunca sürer. RAB verdiği bütün sözleri tutar. Her davranışı sevgi doludur… RAB bütün davranışlarda adil, yaptığı bütün işlerde sevecendir. RAB kendini çağıran, içtenlikle çağıran herkese yakındır… RAB korur kendisini seven herkesi, yok eder kötülerin hepsini. RAB’be övgüler sunsun ağzım! Bütün canlılar O’nun kutsal adına, sonsuza dek övgüler dizsin. » ( Zebur 145/1,21)

Ancak Museviliğin bu çıkışı tanrı krallar ve çok tanrılı dinler tarafından ağır baskılara maruz kaldı.

 

C- Hıristiyanlık

1700 yıllık bu direniş, İnsanlığın yeniden ve döneme uygun arayışlara girmesini getirdi. Dönem itibariyle Roma ve Sasani devletleri arasındaki savaş Ortadoğu’yu adeta bitirmiş insanlığı yaşayamaz kılmıştı. Özellikle hayvancılıkla geçinen göçebe toplum perişan durumdaydı. Musevilik içinde olan önce Vaftizci Yahya sonra Nasıralı İsa, savaşlara karşı barışın sesi olmaya başlamıştı.

İsevilik, dikkat edildiğinde iki önemli olgu üzerinde yükselmiştir. Birincisi iki farklı kültürün buluşma noktasında, Doğu (Asur, Arap, Urartu) ile Batı (Grek, Roma) güç dengelerinde oluşan otorite boşluğunda oluşmuştur. İkinci olgu ise çok geniş kesimlerin aşırı derecede yoksullaşıp, hümaniter bir arayış içine girdiği bir dönemde gelişmiştir. Ekonomik yapıda da yeni bir sistem dönemidir. Göçebe çobanlık yerini yavaş, yavaş yerleşik tarımsal ekonomiye bırakmaktadır. Bu durum Hıristiyanlığın devrimci bir dönüşümden ziyade evrimsel bir dönüşüm temelinde bir gelişme göstermesini açıklamaktadır. Ayrıca Hıristiyanlık devletsel bir örgütlenmeden ziyade toplumsallaşan insanın kötülüklerden arındırılmasını esas almaktadır. Hıristiyanlık, kendisi de bir marangoz olan Hz. İsa döneminde yoksulları savunan, yoksulların ve ezilenlerin dinidir.

“Rabbin ruhu üzerimdedir, çünkü fakirlere müjdeyi vaaz etmek için o beni meshetti, beni kölelere azatlık ve körlere gözlerinin açılmasını ilan etmeye ezilenleri kurtuluşa kavuşturmaya gönderdi.”( Lukaya göre İncil4/8) İsevilik, Musevilik gibi kavmiyetçi bir anlayış değildi. Daha ziyade erdemli insanı oluşturma gayretindeydi. “İsa, bu on ikileri (Havarilerini) gönderdi ve onlara emrederek dedi: Milletler yolunda gitmeyin ve Suriyelilerin şehirlerinden hiç birine gitmeyin fakat daha ziyade İsrail oğullarının kaybolmuş koyunlarına gidin. (Matta’ya göre10/5-6)

Tanrı ve kral çelişkisi Musevilikte başlamıştır. Ancak kral ve tanrı kavramı hala devam etmektedir. Musevilik içerisinde doğan Hıristiyanlık Museviliği bir anlamda biraz daha geliştirmiştir. Bu durumda Hıristiyanlık tanrıyı, insandan ayırmaya çalışmış ancak tümden koparmamıştır. Bir İnsan olan Hz. İsa ayni zamanda tanrının oğludur. Hıristiyanlık İnsan tanrılara karşı açıktan karşı çıkamadığı için Meryem’in oğlu İsa’yı, aynı zamanda Allah’ın oğlu olarak tanımlıyordu. İdeoloji “Baba-OğulKutsal Ruh” üçlüsünde şekillenmişti. Bu yaklaşım Hıristiyanlıkta tanrı ile kul arasında ruhban sınıfının kabulünü onaylıyordu.

İsa çözümü Allah’a bırakmıştır. Bu eşitsizliklerin hesabı öteki dünyada tanrı tarafından sorulacaktır. Bu hali ile Hz. İsa’nın görüşü dünyadaki bozukluklara karşı direnme değil, iyilik yolu ile ikna yöntemidir. İsa Musevilerden dersini almıştır. Onlar gibi dünyaya hükmetmek için seçildiklerini ileri sürmemiştir. Böylece daha işin başında dünya egemenlerini karşısına almamıştır. Hıristiyanlık, başlangıçta sadece Musevi halkı ikna etmeye dönüktür. Çalışma alanı esas olarak Kudüs ve çevresidir. Sonraları bu anlayış değişmiş ve yayılmacılığa hizmet eder şekle getirilmiştir.

Bu yaklaşım Museviliğin tam tersi bir anlayış olmakla birlikte tarihsel bir olguyu da tartışmaya açmıştır. Hz. İsa’nın devlet kurmadan çok Amacı ve hedefi erdemli bir toplum yaratmaktır. Bu bir anlamda toplumun kendi kendini yönetmesi anlayışıdır. Zira devlet İnsanlar arasındaki çatışmalardan doğmuştur. Bu yaklaşımı ile Hz. İsa devlet aracılığı ile toplumu düzenlemek yerine direkt olarak toplumu doğru bir zemine çekmeye çalışmıştır.

Görüldüğü gibi Hıristiyanlık başlangıçta bir toplumsal yönetim biçimi değil bir ahlak öğretisi biçiminde gelişmiştir. Hıristiyanlık böylesine iktidardan uzak bir anlayışı ileri sürüp iktidar hırsı içerisinde olanları eleştirirken, iktidar sahiplerinin yıpranmasını da sağlıyordu. Bu nedenle iktidar güçlerinin hedefi olmaya başladı.

Museviler ise Kendi inançlarından bir sapma olarak gördükleri Hıristiyanlığa karşı düşmanlıklarını gizlememektedirler. Zira amaçları ve inançları dünyada da iktidarlaşmaktır. O halde ne yapılıp edilmeli, Hıristiyanlık engellenmelidir. Hz. İsa’yı Roma İmparatorluğuna şikâyet ederek suçlarlar. Kuşkusuz Museviler bunu ünlü politikacılıklarına uygun yapmaktadırlar ve İsa’nın Havarilerinden Yahuda’ nın ihbarı ile Romalılar Hz. İsa’yı yakalayıp çarmıha gererler.

Hz. İsa’dan sonra Hıristiyanlık, çağın zorlamaları sonucunda gizliden gizliye değişime uğratıldı. İsa’nın havarisi Paulus Hıristiyanlığı, Museviliğin dar sınırlarından çıkarıp dünya milletlerine taşımaya başladı. Bunun içinde “tanrının sadece Musevilerin Allah’ı olmadığını, tüm milletlerin Allah’ı olduğunu” vurgulayıp tek tanrıcılığın gelişmesine hizmet etti. Hıristiyanlığın diğer toplumlara da açılması, beraberinde bu milletlerin egemenlerini ve onların zulümlerini eleştirmekten uzaklaşmayı da getirdi. İktidara bulaşan Hıristiyanlık iktidarların seyrine göre eski öğretilerinden uzaklaşmaya başladı.

İsa’nın Havarisi Paulus, başta Romalılar olmak üzere birçok devlete mektuplar gönderdi. “Herkes üzerinde olan hükümetlere tabi olsun. Çünkü Allah tarafından olmayan hükümet yoktur. Bundan dolayı, hükümete mukavemet eden Allah’ın tertibine karşı durmuş olur.”(Paulus’ un Romalılara mektubu 10/12)

Romalılar İsa’yı öldürdükten sonra Yahudilerin oynadıkları oyunun farkına varırlar. Kudüs’ü MS. 70 yılında yıkarak Yahudileri sürgüne gönderdiler.

Romalılar, Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra yaymaya başladılar. Sami kökenli Aramca konuşan ve Asurluların bir ölçüde devamı olan Süryaniler, Hıristiyanlığı kabul eden ilk kavim oldu. Süryaniler M.Ö. 3 bin yılarından beri bu bölgede yaşıyorlardı. Yunanlılar (Grek) la Araplar arasında köprü rolü görüyorlardı. Bu günkü Antakya’ya kadar gelmiş ve ilk kiliselerini MS. 37 yılında Turabdin’ de (Allah’ın Köleleri Dağı) kurarak çileli bir yaşam sürdürdüler.

Yine Romalılar, Hıristiyanlığı kendi yayılma alanlarında geliştirdiler. Özellikle 197-250 yıllarında Ermeniler üzerinde tam bir kıyım uyguladılar Ermeni krallığı 301 yılında Hıristiyanlığı kabul edip Ortodoks Hıristiyanlık içinde bağımsız bir kol oluşturdular. Gregoryen Kilisesini kurdular. Bu yüzden Ermeni patriği İstanbul’dan Yassı Adaya sürüldü.

Hıristiyanlığın yeni yeni bir devlet dini haline getirildiği bu dönemde, Özellikle Mardin yöresinde doğan ve giderek gerek Roma, gerekse de Sasaniler arasında hatta Uygurlarda ve Medya’da hızla yayılan Maniheizm, bir anlamda Zerdüştlüğü, Hıristiyanlığı ve Budizm’i birleştirip Ortadoğu’da bir yenilenme hareketi biçiminde hızla gelişmekteydi. Humaniter bir anlayışa sahip Manicilik, özellikle Roma ve Sasaniler arasında bir barış yaratma çabasındaydı. Ancak Zerdüşt inancına sahip Sasaniler bu yaklaşımı çıkarlarına uygun bulmamış Mani’yi öldürmüştür.

 

D-İslamiyet

Arap yarımadası tarıma yeterince elverişli değildi. Ekonomi daha ziyade ticaret ve hayvancılık üzerinde gelişiyordu. Bu ticaret yolu üzerinde belirli konaklama yerleri bulunuyordu. Araplar bir tarafta Hıristiyan Bizans’ın diğer tarafta Zerdüşt İran’ın arasında sıkışmıştı.

 Arapların bu iki dinden birini seçmesi ticareti engelleyecekti. Bu durum ekonomiye en uygun olan Semitik paganizmin devamını sağlıyordu. Böylece hiçbir inancın engellemesi ile karşılaşılmadan ticaret yapabiliyorlardı. Bu dönemde İnanç esas olarak paganizmdir. O dönemlerde farklı göçebe ve yerli kavimler, ticaretin içindeydi. Paganizmde totemler hala kabileleri temsil etmeye devam ediyordu ve bir kutsallıkları vardı. Konaklama ve aynı zamanda bir ticaret merkezi olan Mekke’ de, her kavmin Lat, Uzza, Manat ve ay tanrısı Habel adları verilen putları, Kâbe denilen ibadet yerinde bulunuyordu. Bu durum Mekke’yi aynı zamanda dinlerin buluştuğu bir merkez yapmıştı. İnsanlık merkezi bir yönetime ihtiyaç duyuyordu. Ticaret merkezileştirilmeliydi. Zengin ve tüccar Kureyş kabilesi, Mekke’nin yönetimini elinde tutuyordu. Kureyş kabilesinden olan Hz. Muhammed 612 yılında İslamiyet’i açıkladı.

İslamiyet, Musevilikten ve Hıristiyanlıktan devraldığı İnsanlık için ihtiyaç olan bütün değerleri tek merkezde topladı. “Her şeyi yaratan tanrı tektir. Ona ortak koşmak caiz değildir”. Tanrı ile insan arasına kesin sınırlar çekti. İnsanlık için erdemli olan tüm hususları kurallar ve ilkeler olarak tanrıda simgeleştirdi. Aracı ruhban sınıfını kaldırdı. Tanrı adeta ulaşılması gereken mükemmel insan olarak tasfir edildi. İslamiyet dini her hangi bir kabile ve kavim dini olmaktan çıkardı. Kutsal Kitap Kuranı kerim kavim ayrıcalığını reddetti ve milliyetçiliği yasakladı.

“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum 22) yine Hz. Muhammedin şu ünlü sözü milliyetçiliği açıkça reddetti. “Asabiyete çağıran bizden değildir.”

Zaten peygamberin en yakın sahabeleri “Suheyb-i Rumi”, “Bilal-i Habeşi”, “Selman-ı Farisi”, “Ebu Bekir el Kureyşi Arabi” kimlikleri göz önüne alındığında farklı kavim mensubiyetleri hemen görülmektedir.

Müslümanlık Tanrı katında tüm kulları eşitleştirdi. Köleciliği kaldırmaya çalıştı. Mülkiyet hakkını Allaha bıraktı. Yine İslamiyet Hıristiyanlıktaki iki devlet anlayışını ( yeryüzü krallığı ve tanrı krallığı) tek merkezde birleştirdi. Şeriat hukukunu ve devletini önerdi.

İslamiyet, Hıristiyanlıktan farklı olarak devletten ayrı gelişmemiş, bizzat devlet kurmayı hedefleyerek yayılmıştır. Bu durum iki yanlış anlamanın düzeltilmesini gerektirmektedir. İslamiyet, siyasal ve siyasal olmayan İslam olarak ayrılamaz. İslamiyet bizzat siyasal bir yönetim anlayışıdır. İkincisi ise İslamiyet’te din ve devlet işleri ayrı değildir. İslamiyet’in şeriat düzeni sadece toplumsal düzenleme değil, aynı zamanda devletsel siyasal bir düzenlemedir. İslamiyet, bu kutsal nizamı ile ezeli ve ebedi olmayı getirmektedir. Bu anlayış, değişmezliği ve sisteme dışardan müdahaleyi engellemektedir. Bu durum İdeolojide açılımı yasaklayan katı ve dogmatik bir yaklaşımdır. İslamiyet bütün insanların tanrı önünde eşit olduğunu vaaz ediyordu. Bu durum en büyük servet olan köleliğin özgürleştirilmesi demekti. İslamiyet köleciliğe ağır bir darbe vurmakla kalmamış aynı zamanda da kapitalizme de yol gösterici olduğu için çağın koşullarında ilerici ve devrimci bir çıkış olmuştur. İslamiyet sadece bir din olarak ortaya çıkmadı. Aynı zamanda bir toplum örgütleyicisi olarak değişmez bir toplum düzenini savunuyordu. Bu düzen insani erdemlere ulaşmayı esas alan ama ticaret esasına dayanan, Ticareti öne çıkaran bir dindi. Bu yönü ile Feodal toplum içerisinde kapitalizmin tohumlarını taşıyordu. Bu durumu, Muzaffer Sencer şöyle değerlendiriyor

“İslamlık, Weber’in anladığı anlamda rasyonel bir ‘kapitalist anlayışı’ bir ahlak ilkesi haline getirmiştir”(Dinin Türk toplumuna katkıları. Sf.22))

 

E- Asr-ı Saadet dönemi ve Medine Vesikası

İslamiyet ümmet toplumunu esas almakla birlikte farklılıkların haklarına da saygı gösteren bir toplumsal şekillenmeydi. Bilindiği gibi İslamiyet Köleciliğe karşı bir dindi ve köle sahiplerinin otoritesini sarsıyordu. Yine Allahtan başka tanrı yoktur diyen İslamiyet Putperest kabileler topluluğunu yok saymaktaydı. İslamiyet’in ortaya çıktığı Mekke ise putperest kabile toplumunun Kâbe nezdinde buluşup koordine olduğu bir yerdi. Bunlar varlıklarını sahip oldukları kölelere borçluydu. Bu nedenle Hz. Muhammet ve İslamiyet’e karşı savaş açtılar. Müslümanların Mekke’de barınması artık mümkün değildi. 620 yılında Medine’ye (Yesrip) hicret ettiler. Medîne ‘de 5 yıl öncesine kadar Paganist (Müşrik) Araplarla Yahudi kabileler uzun bir savaştan çıkmıştı. Ve Yahudiler Medine vatandaşı olarak kabul edilmiyorlardı. Medine yerli Araplarından bir kısmı ise daha önceden Müslümanlığı kabul etmişti, bunlara Ensar deniliyordu. Ancak bu üç farklılık arasında en güçlü olanlar Yahudilerdi. Gerek Yahudiler gerekse müşrikler farklı kabilelerden oluşuyordu. Ensarlar ise her kabileden insanlardı. Hz. Muhammed’le gelen Müslümanlara ise Mûhacir deniliyordu. Yahudiler ve müşrikler aralarında anlaşamıyorlardı. Müşrikler Mekkeli Müşriklerin devamıydı ve Peygamberin Medîne’ ye gelmesini istemiyorlardı. Ancak bir kısım akrabaları Müslüman olmuştu. Bu dengeler içerisinde Mûhacir Müslümanlar Medine’ye geldi.

Mekkeli Müşrikler Medînelilere Çağrı yaparak Hz. Muhammed’i ve Müslümanları teslim etmelerini istediler. Aksi durumda Medîne’yi yakacaklarını ilan ettiler. Bu savaş tehditi karşısında Medine’dekiler bir toplantı yaptı. 622 yılında Hz. Muhammedin başkanlığında toplandılar ve aralarında bir anlaşma yaptılar, İlk 23 maddesi özetle Muhacirle Ensar arasındaki hukuku düzenleyen Medine Vesikası kaleme alındığında, Medine/Yesrib şehrinin nüfusu, 4 bin 500 müşrik, 4 bin Yahudi ve 1500 Müslüman olmak üzere 10 bindir. Müslümanlar şehir nüfusunun yüzde 15’ini oluşturuyorlardı. 47 maddelik (a ve b şıklarıyla 55 maddelik) Medine anayasası tarihteki yerini alıyordu.

Medîne Vesikası olarak anılan bu anlaşmaya göre. Müşriklerden, Yahudilerden, Ensarlardan ve muhacirlerden oluşan Medîne halkı kendi aralarında savaşmayacak, herkesin dini ve kültürü kendisine ait ve özgürce yaşayacak, mülkiyetleri başkalarına haram edilip mülklerine dokunulmayacak. Herkes kendi inancı ekseninde yargılanacak, çok hukuklu, çok kültürlü ve çok inançlı bir toplum anlayışı esas olacaktı. Bu anlayış İslam’ın hukuna uygundu. Nitekim Kafirun süresi bunu açıklamıştır. “Sizin dininiz size, benim dinim bana” (Kafirun, 6) anlaşmada İslam’ın bu ilkesi benimsenmişti. Bu ilke ve kurallar temelinde Medine halkı ortak bir meclis tarafından yönetilecekti. Bu anlaşma bütün taraflarca kabul edildi. Bu anlaşma aynı zamanda bir kent devleti anayasası anlamını da taşımaktaydı.

Medîne vesikası hazırlanması kabul edilmesi ve uygulanması İslamiyet adına önemli bir başarıydı. Bu anlaşma hem farklılıkları tanıma ve onların haklarına saygı gösterme anlamında bir demokratik içerik taşırken, diğer yandan demokratik bir meclis ve konfederal bir yapılanma üzerinden oluştuğu için demokratik bir içerikteydi. Ayrıca çok hukuklu sistem ve tüm kabilelerin ortak bir anayasa yetkisine alınması ve yine katılımcılık ilkesinin uygulanmış olması dönem değerleri açısından oldukça devrimci bir çıkıştı. Bu anayasa bu günün sorunlarına da ışık tutmakta olduğu kabul edilmelidir.

 

F- İslamiyetin iktidarlaştıkça yozlaşması

Peygamberin 632 yılında vefatı ile büyük bir yönetim boşluğu oluşmuştu. Kabileler ve sınıflar arasında bir denge unsuru olan Hz. Muhammed’in yerine kim gelecekti? Çıkar ve vasilik, tartışmalara neden oldu. Cenaze üç gün boyunca kaldırılamadı. Nihayet yerine Ebubekir Sıddık halife oldu. Halifelik peygamberin eshabı (yakınları) tarafından seçiliyordu. İslamiyet artık devletleşmişti. Devlet ve iktidar kendisini daha fazla güçlendirmek ister. Bu dürtü İslam’ın kendi gerçek demokratik değerlerinden uzaklaşmasını ve iktidar alanını ne pahasına olursa olsun genişletmesini getirdi. Kısa zamanda İslamiyet Sasani ve Bizans hâkimiyet alanlarında yayılmaya başladı. Özellikle Hz. Ömer zamanında sınırlar oldukça genişledi.

M.S. 650 yıllarında artık İslamiyet Mezopotamya’nın sadece güneyinde değil artık tamamını etkisi altına almıştı. İslamiyet Mezopotamya’ya açılmış İran’ın ve Mezopotamya’nın tarihsel zengin kültürü ile buluşmuştu. Bu kültür Arap bedevi kültüründen üstündü. Araplar kendilerini korumak için yöre halkı ile evliliği yasakladı. İslamiyet Yahudiler gibi milliyetçi bir olgu olmamasına rağmen, Araplar kendi kimliklerinden vazgeçmediler. Yozlaşmayı önlemek için kavmiyetçiliği bu bölgede önemsediler ve yücelttiler. Kendilerini “Kavmi Necip” ilan ettiler. Müslümanlık iktidar alanının yabancı uyruklara ulaşması ile birlikte üstün Arap anlayışına kurban girmeye başlamış, artık kavmiyetçiliği ve milliyetçiliği reddeden İslamiyet, adeta ümmet toplumundan çıkıp millet dini haline gelmeye başlamıştı.

 

G- Kürtlerin İslamiyet’e Geçişi

Sasaniler ile Müslümanlar arasındaki ilk büyük savaş, Hz. Ömer döneminde; 637′de, Dicle kıyısındaki Qadisiye’de meydana geldi. Sasaniler yenildiler, Sasani hükümdarları Medya’ya sığındı. Bu savaş Kürtlerin İslam’la tanışmasına vesile oldu.

Kürtler İslamiyet öncesi kuşkusuz Musevilik ile ve Hıristiyanlıkla tanışmışlardı. Ancak asli olarak Kürtlerin inançları M.Ö.3000 beri Zerdüştlüktü. Ateşi ve güneşi kutsayan Tek tanrılı bir dindi. İyilik ve kötülüğün mücadelesini esas alan ve insani erdemleri esas alıyordu. Zerdüştlüğün diğer adı Mazdayasna ‘dır ve kutsal kitabı Avestadır. Bu kitap da Zerdüşt’ün neye inandığını anlatan tek belgedir. Zerdüştlüğün temelinde iyilik ve kötülüğün savaşı yatar ve her insanın iyilik için savaşılması gerektiğini inanılır ..Zerdüştlüğün İslamiyet’in ortaya çıkışına kadar devam etiğine inanılır. Müslümanların Pers topraklarını ele geçirmesinden sonrasına kadar Kürtler asli olarak bu dine mensuptu. Kürtler ve diğer İranî halklar ile Müslümanlar arasındaki ikinci büyük savaş 642′de Medya’da, Nehavend yakınlarında meydana geldi.

Kürtler İslamiyet’e önceleri direndiyseler de sonuç olarak İslamiyet’i kabul ettiler. İslamiyet Kürtler üzerinde önemli etkilerde bulundu. İslamiyet üzerinden Arap kültürü Kürtleri derinden etkiledi. Bu etkilenmeler bazı geliştirici etkiler de yarattı. Özellikle büyük devletler arasına sıkışmış Kürtlerin İslamiyet’i kabul etmesi olası katliamları engellemiş, İslam bölgede varlığını sürdürebilmiştir. Ancak İslamiyet asli olarak Kürt kültür ve inancında ciddi asimilasyonist tahribatlar da yarattı. Kürtler diğer kavimler gibi İslamiyet’i Kürtlük için kullanmaktan ziyade İslamiyet’in gelişmesi temelinde yaklaştılar. Emevi Devletini yıkıp İktidarı Abbasilere devreden Büyük Kürt İslam komutanı Ebu Müslim Horasani, yine Haçlı ordusunu yenen ve Kudüs’ü kurtaran Kürt İslam komutanı Selahattin-i Eyyubi bunlara örnektir.

Bu gün Kürtler içinde çok küçük bir azınlık Hıristiyan ve Musevidir. Kürtlerin %85′e yakın bir bölümü Sünni; yaklaşık %15′lik kesimi ise Şii ve Alevidir. Suriye’deki Müslüman Kürtlerin tamamı Sunni’dir. Türkiye ve Suriye Kürtleri arasında Şii yoktur. Şii Kürtler Irak Kurdistan’ ın güneyi(Hanakin Yöresi) ile İran Kirmanşah ve Horasan tarafındadırlar. İran ve Irak Kürtlerinin de büyük bir çoğunluğu Sünnidir. Ayrıca yine Kirmanşah ve Hewreman bölgesinde Şiilikten oldukça farklı ancak Türkiye Aleviliğine yakın Ehl-i Hak inancına mensup olan gruplar vardır. Sünni Kürtlerin yaklaşık %80′i Şafii, geri kalanı ise Hanefidir. Kürtler Müslümanlığı Türklerden 200 yıl önce kabul ettiler.

 

H- Türklerin İslamiyet’le buluşması

Türkler, Orta Asya’dan ayrılmış kendilerine bir yer aramaktadırlar. İslam’ı kabul etmeden önce Şamanist, putperestler olan Türkler bir türlü Hürmüz Boğazı’nı aşamıyorlardı. Hz. Ömer zamanında Müslüman Araplar İran’daki Sasani devletini yıkmış, dağılmış olan Türklerin de bulunduğu Horasan’a kadar gelmişlerdi. Hz. Ömer’in ölümünden sonra halifelik Emeviler’ e geçmişti. Emeviler Horasan’ı alıp Türklerden Haccac’ı oraya vali yaptı. (659) Ancak Çinlilerle Türkmenler arasındaki savaş giderek derinleşmişti. Abbasiler bu alanlardaki otoritelerini pekiştirmek için Çinlilerle savaştı. Çin ve Abbasi orduları arasında 751 yılında Talas savaşı, Türklerin Müslümanların yanında yer almasından dolayı Abbasilerin üstünlüğü ile sonuçlandı. Bu savaştan sonra Türk-Arap ilişkileri olumlu yönde gelişti. Bu olay Orta Asya’nın kaderini değiştirirken, Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinde de etkili oldu. Türkler sosyal, kültürel ve ekonomik olarak, gerek İslamî toplumlar gerekse Mezopotamya halklarına göre fazla gelişmemişlerdi. Türklerin buralarda kültürel etkinlik kurmaları hayli zordu. Savaşçı özellikleri sayesinde Abbasilerin egemenliğinde, paralı askerler olarak yer almışlardı. Emevilerin yıkılmasında ve bölge halklarının sindirilmesinde rol aldılar.

 Türkler esas olarak İranlıların Samanoğlu devleti zamanında 963’lü yıllarda Müslümanlığı kabul etmeye başladılar. Ancak Peçenek. Kıpçak gibi Türkmen boyları ve yönetim dışı halk, uzun süre İslamiyet’e karşı direndiler. İslamiyet esas olarak Tuğrul Bey zamanında hakim din haline gelebilmiştir. Ancak bu kabul ediş geleneksel biçimde kendi inanç ve ekonomi politikalarını İslamî kurallarla karıştırarak gerçekleşti. Şamanizm, Totemizm, Manihaizm kültürünü İslamiyet’le kaynaştırdılar.

Türkler İslamiyet’i olduğu gibi kabul etmedikleri gibi, bölgede kendilerini güçlendirmek için oldukça bilinçli olarak kullandılar. Özellikle Abbasi dönemindeki ilişkiler ve bu dönemlerde gelişen Şii-Sünni ayrışmasında ağırlıklı olarak Şii kültürünü benimsediler. Şiilik uzunca bir dönem Selçuklu ve Osmanlı döneminde hakim mezhep olarak devam etti. Ancak Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi ve Roma mirasını sahiplenmesinden sonra II. Beyazıt zamanında Sünnilik iktidar mezhebi olarak etkin hale geldi. Daha sonra Halifelikle birlikte Sünnilik iktidar mezhebi oldu. Ancak bu gün bile Türkmen halkın büyük çoğunluğu Şiilik ve Alevi mezhebini devam ettirmektedir.

 

I-İslamiyet’te İç Savaşlar ve Mezhepler

Hz. Ömer’in ölümünden sonrada Halifelik yine tartışmalı hale geldi. Üçüncü halife kim olacaktır? Hz. Osman Mekke’deki kabile aristokrasisi içerisinde oldukça güçlüdür Oysa Müslüman halk Hz. Ali’ye yapılanın haksızlık olduğuna inanmaktadır. Hz. Osman oldukça yaşlıdır ve İslamiyet bu yaşta birinin idaresinde başarılı olamayabilecektir. Bütün buna rağmen Hz. Osman Halife oldu

Bunun üzerine 656 yılında Hz Osman, Ali yandaşları tarafından öldürüldü. Aristokrat tabakadan gelen ve Hz. Muhammet’e bağlılıkları ile tanınan Talha ve elZübeyr, Osman yandaşlarını bir araya getirdiler. Peygamberin eşi Ayşe’de bunlara katıldı. Basra’da yapılan”Deve savaşı”nda Hz. Ali’nin ordusu galip geldi. Talha ve El-Zübeyir öldüler, Hz. Ayşe esir düştü. Hz. Ali, Halifeliğe seçildi. Hz Ali’nin kendisine rakip olan Ümmiye kavmi ile arası açılmıştı. Bu kabileden biri daha sonra Küfe’de Hz. Ali’yi namaz kılarken öldürdü. Hz. Ali’den sonra rakip Ümmiye kabilesinden Komutan Muaviye Halife ilan edildi. Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin, Halifeliği tanımadığını açıkladı. ‘Muaviye’nin oğlu Yezit ile Kerbela’ da yaptığı savaşta yenilerek öldürüldü. Böylece Hz. Ali’nin Şiası (Mezhebi) ayrı bir örgütlenmeye yöneldi.

Asuri bir halk olan Emeviler 661 yılında Şam’da Muaviye önderliğinde bir devlet kurmuşlardı. Süryani Hıristiyanlığına inanıyorlardı. Müslümanlığı kabul edip, başkentlerini Harran’a taşıdılar. Burada bilimde ve fıkıh alanında gelişmiş bir uygarlık yarattılar. Emeviler İslamiyet’i Arapların inisiyatifinde tutmak için ulusalcı bir İslami anlayış geliştirdiler. Muaviye’yi Halife seçtiler. Halifelik Emevilere geçmiş oldu. Muaviye bu çatışmalar karşısında ölünce, yerine geçecek halifenin İslam Meclisi (Ümmet Şürası) tarafından seçilmesini istedi. Ancak ölene kadar da bu şûradaki Hz. Ali yandaşlarının hepsini tasfiye etti. Kureyş kabilesinin ileri gelenlerini de değiştirdi. Muaviye’nin oğlu halife seçildi. İşine gelmeyenleri kılıçtan geçirdi. İslamlığın beşiği olan Mekke ise Emevi soyunun halifeliğini sürdürmesini istemiyordu. Emeviler Mekke’yi yaktı. Kudüs’teki Kubbe tül Hadra’ yı Kabe yapmak istedi ve 120 bin kişiyi kılıçtan geçirdi.

Bu çatışmalar yeni bir mezhebin oluşmasına neden oldu. Hz. Ali taraftarlarına Alevi, bunların bir koluna da Şii denilmeye başladı. Alevilik bir anlamda yapılmış olan haksızlığa karşı bir başkaldırıydı. Komşu devlet Abbasiler, Şiileri destekledi. 750 yılında, O dönemlerde Abbasi toprağı olan Samara’ya yerleşmiş olan Türkmenler burada askerlik yapıyordu. Abbasiler, Türkmen orduları ile Emevi hükümdarı Mervan’ı yenerek Emevi devletini yıktı.

Bu konuda Tarık Ali şunları yazıyor. “İslam dünyası Orta Asya’dan Atlantik kıyılarına kadar uzanıyordu. Fakat Siyasal birliği çok geçmeden Abbasilerin Kanlı zaferiyle parçalanmıştı. Bunun üzerine üç iktidar merkezi ortaya çıktı. Bağdat, Kurtuba ve Kahire Her birinin kendi halifesi vardı… Sünniler Endülüs, Mağrip’in bazı bölümleri, İran, Irak ve Amu Derya nehrinin ötesinde kalan bölgelerde hakimdi. Kahire’de Fatımi Halife Şii geleneğe bağlıydı ve dördüncü halife Ali’yle karısı Fatima’dan geldiklerini iddia ediyorlardı.”  (Tarık Ali Fundamantalizmler Çatışması.sf.53)

Mezheplerin ortaya çıkması, Sünni ve Şiiler arasında 30 yıl süren savaşların yaşanması çok yıkıcı olmuştu. Birçok ünlü komutan ve halife ölmüştü. Bunlar yaşanırken bir yandan da İslamî hadislerin farklı yorumlanması İslamiyet içi tartışmayı derinleştirmişti. İslamiyet’e olan güven de sarsılmaya başlamıştı. Bu durum çözülmede etkili olmaya başlamıştı.

Bilindiği gibi Kuran-ı Kerim vahiy yoluyla Araplara indirilmişti. Kuran’ın kitap haline getirilmesi Hz. Muhammed’in ölümünden çok sonra Halife Hz. Osman’ın kızı tarafından değişik hafızların toplanması ile gerçekleştirilmişti. Kuran İslamiyet’in genel yaşam sorunlarına çözümler getiriyordu. Ancak sorunlar çok daha özgün ve çapraşık olabiliyordu Bu açıdan Kuran ayetlerinin doğru yorumlanması gerekiyordu. Birçok ayrıntıda Kuran’ı yorumlamak da yeterli olmaya biliyordu.

Bu nedenle Kuran’da yazılı olmayan ama Hz. Muhammed’in yaptıkları ve söyledikleri de uygulanmaya başlanmıştı. Bunlar “Hadisler ve İçtihatlar” olarak belirleniyordu. Bu durum değişik İslam alimlerince değişik tarzlarda yorumlanmaya başlandı. İslamiyet değişik İmamlar üzerinden yeni mezheplere ayrılmıştı. İmam-ı Hanefi Hanefilik, İmam-ı Şafii, Şafiilik, İmamı Hambeli, Hambeli, İmamı-ı Maliki, Maliki mezheplerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu mezhepler Hadis ve İçtihatlarda ayrılıyordu. İslamiyet bir anlamda iç tartışmaya açılmıştı. Kuşkusuz İslamiyet içinde çok daha farklı mezheplerde bulunmakla birlikte bu mezhepler genel İslam çoğunluğu tarafından tanınmıyordu. Bütün bu iç tartışma ve ayrışmalar bu gün İslamiyet içinde farklı akımların oluşmasına İslamiyet’in farklı yorumlanmasında etkili oldu. Özellikle İslamiyet’in iktidarla buluşması ve yine ulus ve devlet çıkarlarının ön plana çıkması İslamiyet’in dünya dengelerine ve güçlerine göre farklı algılanmasını hızlandırdı.

 

İ-Dinin iktidardan uzaklaştırılması ve Laiklik

Bilgi birikim ve deneyimin yoğunlaşması olan büyücülüğün topluma hâkim hale gelmesi ve süreç içinde büyücülüğün dine evrilmesi ile dinin iktidarlaşması gerçekleşmiştir. Sümer rahip devletleri şahsında din devletleşmiş ve devletleştikçe de din yozlaşmıştır. Daha sonra dinin korumalığını yapan ve ardından iktidarı dinin elinden almaya çalışan komutan kralların kendilerini dinin temsilcisi ( tanrı veya tanrının yeryüzü temsilcisi) ilan etmesi bilinen bir gerçekliktir. Tanrı kralların iktidarlaşması aynı zamanda dini iktidara ortaklaşmayı getirmiştir. Bu iktidar ortaklığı aynı zamanda, iktidarın dinle birlikte soyun yani kan bağının da bir aracı haline geldiğini açıklamaktadır. Böylece devletlerde dinin etkinliğinin yanı sıra kral soyunun da etkinliği gelişmiştir. Gerek köleci gerekse feodal toplumlarda iktidarın seyri esas olarak kısaca böyle özetlenebilir. Geçmişin devletlerinde önce din sonra soy iktidarı ele geçirmiş güçlerdir.

Ticaretin gelişmesi din ve soy dışında bir gücün devreye girmesini ve iktidarı zorlamasını getirmiştir. Sanayi ve tekniğin gelişmesi ticareti geliştirmiş ve ticaret kendi kültürünü ve pazarını yaratmaya başlamıştır. Kapitalizm olarak gelişen bu yeni olgu, dindaşlık ve soydaşlık olgularının dışında yepyeni bir güç olarak eski ilişki sistemini zorlamaya başlamış ve iktidarı elinde tutan din ve soy bağını iktidarın dışına ötelemeye çalışmıştır.

Kendisini değişim değeri olan mülkiyet üzerinden konumlandıran kapitalizm, ilk saldırısını dine yapmıştır. Rönesans ve reform hareketlerinin insanlığın yozlaşmış din ve soy üstünlüğüne karşı kendini var etme hareketi olarak değerlendirilmesi yerinde olacaktır. Ticaretin temeli maddiyattır. Bu nedenle de madde ticaretin temelini oluşturmaktadır. Maddi olmayan hiçbir şeyin hükmü olmamalıdır. Oysa din esas olarak erdemin duygunun, ahlakın, kural olarak yüceltildiği bir olgudur. Bu kapitalizm açısından büyük bir sorundur. Bu nedenle de ticareti engelleyen hiçbir olgu meşrulaştırılamaz ve kabul edilemezdir.

Kaldı ki dinin erdeme dayalı bu temel olguları kapitalizmin ortaya çıktığı dönemde çoktan yozlaşmış ve din adına her türlü çürüme yaşanmaktadır. Ayrıca bilim ve tekniğin gelişmesi dinin kutsiyet atfettiği bazı iddiaların yanlışlığını da gün ışığına çıkarmıştır. Toplum din ve soy esasına dayalı sistemden oldukça huzursuzdur. Halk İktidarın bu temeldeki baskı ve sömürüsüne karşı eşitlik özgürlük istemektedir. Ticaret üzerinden gelişen ve giderek pazar ekseninde şekillenen bir toplumsal ilişki güç kazanmaktadır. Pazar kendi ortak dilini, kültürünü ve pazar alanını yaratmaktadır. Toplum hızla pazarın kültürü, dili ve yine pazar ekseninde şekillenmektedir. Soya dayalı kavim anlayışı yerini pazar ulusuna bırakmakta, dini dünya anlayışı yerini kapitalizmin bilimine bırakmaktadır. Kapitalizm adeta kendi dinini yaratmıştır: bu da ulusçuluktur.

İngiltere’de VIII. Henry dinde reformlara başladı.İngiltere’de Rönesans ve reform hareketleri VIII. Henry öncülüğünde Anglikanizm reformları olarak başladı. Martin Luther (1483-1546) tanrının herkesin tanrısı olduğunu ve her iman edenin iman yolu ile tanrıya ulaşabileceğini, bunun için ille de bir din adamının aracılığına gerek olmadığını ileri sürmeye başladı. Kuşkusuz bu çıkışın bir ekonomik alt yapısı da vardı. Alman kiliseleri İtalya’daki Papalığa bağlıydı ve ağır vergiler veriyorlardı Bu durum gelişmekte olan Alman burjuvazisinin de çıkarına değildi. Luther’in görüşleri Alman burjuvazisi tarafından hatta bir kısım din adamı tarafından da desteklenmeye başlandı. Martin Luther 1517 yılında Wittenberg Kilisesinin kapısına astığı “ 95 Tez” den oluşan görüşlerini tartışmaya açar. Tartışma kısa zamanda Hıristiyan aleminin ilgisini çekmiştir. Endülijans kâğıtlarına karşıtlığı ve din adamlarının siyasetten uzaklaşmasını isteyen Luther’in, Alman ulusunun yaratılmasından yana olan üst kesimden birçok kişi tarafından desteklenmesini getirir. Bu tartışmalar Luther’in Papalık tarafından 1520 yılında aforoz edilmesine yol açtı. Kendisi de bir keşiş olan Martin Luther İncili Almanca’ya çevirdi. Saksonya Prensinin desteği ile Alman ulusal birliğinin sağlanması için ulusal tezlerin dini yorumunu yapmaya başladı.

Martin Luther Roma Kilisesinin gerçek yüzünü şu sözlerle açıklıyor “Roma kilisesi yer yüzünün gelmiş geçmiş ve gelecek en büyük hırsızıdır. Biz zavallı Cermenler aldatıldık. Efendi olmak için doğduk, Tiranlarımızın boyunduruğu altına sokulduk. Görkemli Töton halkın Roma Piskoposunun kuklası olmaktan kurtulmasının zamanıdır” ( Aktaran Alaeddin Şenel. Siyasal Düşünceler Tarihi.sf.372)

Thomas Münzer, Luther’in reformculuğunun aksine köktenci bir çözümü savunuyordu. Yaklaşımı daha ziyade ulusalcı temeldeydi Önceleri prensleri katilliklerle savaşmaya çağırdı. Prenslerden gerekli desteği bulamayınca kendisi savaşı başlattı. Giderek kutsal kitabı da reddederek dinin yerine aklın konulmasının gerekliliğini savundu. Münzer, Almanya’nın güney batısında “İncilin Düşmanları” teşkilatını kurmuştu. 1525 yılında ayaklanma başlattılar. Köleliğin lağvedilmesini, İncil’de belirtilmemiş vergilerin kaldırılmasını ve engizisyon mahkemeleri yerine tarafsız mahkemelerin kurulmasını istiyorlardı. Luther bilindiği gibi kilisenin devlete bağlanmasını savunmuştur. Oysa Calvin kilisenin devletten bağımsız olmasını yani laisizmi savunmuştur.

Fransız Jean Calvin “Tanrıyı kralların kralı” görmektedir. Bu görüşü ile kralların tanrının isteği dışında bir şey yapmayacaklarına olan inancını yinelemiştir. Fakat devlet içinde kilisenin özerk bir yapıda olmasını da savunmuştur. Böylece Calvin’ in laisizmi özde devletin karşısına dini, dinin karşısına da devleti çıkarmayan ancak onları devlet içerisinde ayıran, bağımsızlaştıran bir anlayışı geliştirmiştir.

Kuşkusuz dinin ve soyluluğun iktidardan uzaklaştırılması kolay değildi. Önce krallıktan mutlakiyete, daha sonra meşrutiyete ve daha sonrada cumhuriyete dönük aşamalar kaydedildi. Machiavelli,, Thomas Hobbes, Lean Bodin gibi bilim insanları dine ve soya dayalı iktidarı aşama aşama ulus-devlete dönüştüren tezler ileri sürdüler. Böylece din ve soy iktidarın dışına atıldı. Devlet yeni bir din edindi, bu da ulusçuluktu. Ve bu ulus-devlet, ırk, soy ve dinden bağımsızdı. Devlet böylece dinden bağımsızlaşmış oldu. Ulus devletin dine yaklaşımı laiklik olarak kabul gördü. Kuşkusuz her şey gibi iktidar kapitalizmi de kısa zamanda gericileştirdi. Pazarın çıkarı üzerinden pazar alanı içinde dinleri kullandı ve din aracılığı ile sömürge ve yarı-sömürgeler edindi.

Kapitalizm toplumu bir arada tutan din bağlarını ve yine aile, kabile, kavim temelindeki kan bağlarını iktidar dışına atarak bireyi devlet karşısında yalnızlaştırdı. İnsanlığı sadece maddiyet üzerinden değerlendirerek duygu dünyasını yıktı. Bilime pozitivist yaklaşarak insanı maddi bir nesne haline getirdi. Kuşkusuz dünyada her yer aynı anda kapitalizme ulaşmadı. Başta Ortadoğu olmak üzere birçok ülke kapitalist-emperyalist ilişkiler içerisinde hala dinin ve soy esasına dayalı aşiret bağlarını kırmış değil, ancak egemen dünya emperyalizmi kendi hegemonya ve çıkarları için bir yandan dinsel ve mezhepsel çelişkileri kullanırken diğer yandan aşiret bağlarını kullanmaktadır.

 

J- Diyarbakır Demokratik İslam Kongresi

Topluma dayanmayan hiçbir güç uzun süre ayakta kalamaz. İslamiyet’i bu günlere taşıyan olgu hiç kuşkusuz insani boyutudur. Tarih içinde İslamiyet büyük aşınmalara uğratılmış ve gerçek değerinden giderek uzaklaştırılmıştır. Özellikle bölgemizde İslamiyet ulusdevletlerin kendi çıkar eksenlerinde kendileri için kullandıkları bir objeye dönüşmüştür. Türkiye’de Türk-İslam sentezi anlayışı İslamiyet’i dar ulus çıkarlarına hapsetmeye çalışmıştır.

Tarih İslamiyet’in, bütün dinler gibi insanlığın yararına ilkelerini, kurallarını ve yaşanmışlığını bizlere miras bırakmıştır. Özellikle Hz. Muhammed’in Mêdine anayasası ve şûra çalışmaları İslamiyet’in demokrasiye olan katkılarıdır. Ortadoğu’nun böylesine kan gölüne çevrildiği ve özellikle İslamiyet adına mezhepler çatışmasının her geçen gün derinleştirildiği Bu ortamda İslamiyet’in demokratik yaşanmışlıkları elbette ki aydınlatıcıdır. Bunların tartışılması ve İslamiyet’in emperyalist emellerde kullanılmasına elbette engel olacaktır.

Bu gün de insanlık için ışık tutan birçok özelliğinin yanı sıra İslamiyet, kendi döneminin devrimcisi, aydınlatıcısı ve geliştiricisidir. Ancak dünya ve toplum sürekli değişmekte ve gelişmektedir. Hiç kuşku yoktur ki toplum kendi değerlerini de yaratmaktadır. Bilimin böylesine geliştiği bir ortamda elbette ki İslamiyet’in erdemli toplum yaratma anlayışı ile pozitif bilimin birleştirilmesi gerekmektedir.

Bu anlayıştan hareketle Düzenlenmeye çalışılan Diyarbakır İslam Kongresi, Emperyalist emeller için kullanılan emperyalist bir İslami cepheye veya ittifaka girmek değil, aksine bu ittifakı İslamiyet’in doğrularıyla yüzleştirerek bu oyunları boşa çıkarmaya hizmet edecektir.

Bilindiği gibi her din bir toplumsal şekillenme öğretisidir bir yaşam biçimidir. Yaşamın değişimi ile birlikte dinler de gelişmeler ışığında yorumlanabilmeli ve reforma tabi tutulabilmelidir. Yaşamda değişmeyen hiçbir şey yoktur. Değişime ayak uydurmayan da yok olur gider. Unutulmamalıdır ki yaşamda her şey insanlık içindir. Dinler de öz itibariyle insanlık içindir. Mademki insanlık içindir, o halde insanın gelişme boyutunda yetmezliği açığa çıkmış anlayışların değişimi de kaçınılmazdır.

Düzenlenmekte olan Diyarbakır Demokratik İslam Kongresinin amacı İslam’ı reforma tabi tutmak değil, İslam üzerinden oynanan oyunları boşa çıkarmak ve İslam’ı aklamaktır. Bu anlayış içerisinde Kongreye başarılar diliyoruz.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.