Düşünce ve Kuram Dergisi

Dinin Devrimselliği ve Devrimin Dinselliği

Muhammed Cihad Ebrari

Din, dinsiz, dindar gibi dinsel kavramların günümüzde genel anlamsal karşılıkları oldukça sorunludur. Bu sorun üzerinde durmayacağız, ancak yazının mahiyeti açısından bir not düşmek yerinde olacaktır. Din; yaşam biçimi, hayat tarzı demektir. Bu bakımdan yaşamın bütününü ve hayatın her alanını kapsar. Kutsal kitaplarda “dinsizlik”, “din düşmanı “ya da “dindarlık” gibi ifadeler yoktur. “Dini yalanlayanlar”[1] ifadesi vardır, ancak devamındaki ayetlerde bu tipolojinin de “dindar”, tapınan, “ibadet eden”, imanlı bir tipoloji olduğunu anlıyoruz. İkinci bir husus ise; “din” ile “ed-din” arasındaki farktır. Din herhangi bir hayat tarzıdır ve yaşam biçimidir ama “el” takısı gelmiş (İngilizce’deki “the” takısı gibi) “ed-din” kelimesi ile kastedilen, belirli ve bilinen bir yaşam biçimidir. Bu da yine başka bir ayetle sabittir: Allah/Tanrı katında “din”, yani makbul olan hayat tarzı; yaşam biçimi “İslam”, yani barış yoludur.[2]

Kulluğun Düşmanı Kula Kulluktur

Allah’a inanıp inanmamakla ilgili de dine ve Kuran’a yaklaşımlarda ciddi sorunlar vardır. Kuran’a göre inançsızlar/imansızlar yoktur, “…’ya inanmayan, …’ya iman etmeyen” vardır. “Kafir”, tanrıya inanmayan, imansız ya da “gayrimüslim” olan demek değildir. Burada da “el” takısı önemlidir. “İlah”, tanrı demektir; herhangi bir tanrıdır, belirsizdir. Ama “el-ilah” yani “Allah”, belirli bir tanrı demektir, sıfatları belirtilmiş bir tanrı tasavvurudur. Türkçede “el”/ “the” takısı olmadığı için bu önemli anlamsal fark olduğu gibi yansıtılamıyor. Kuran’da “Allah’a inanmayanlar” diye kastedilenler ateistler değildir, hiçbir tanrıya inanmayanlar, tanrı tanımazlar değildir; başka ilahlar, tanrılar edinenler, kula kulluk edenler ve ettirenlerdir. Mesela dereler, nehirler için “boşa akıp giden su” demek bir küfür ifadesidir, ayetin inkarıdır. Aynı şekilde bir halkı ve dilini inkar etmek, sosyal-siyasi hayattan ötelemek de bir küfürdür; yine tekliği Tanrı’dan başka şeylere atfetmek de kafirliktir.

Tanrıya inanmak, aşkın bir güce, iradeye, bilince inanmak, inançlı olmak, aslında yeryüzünde olması gereken bir şeye inanmak ve güvenmektir. Yeryüzüyle, insanla, toplumla ilgili olmayan tek bir harf dahi yoktur vahiylerde. Adalet, barış, sevgi, merhamet, bağışlayıcı, cezalandırıcı, mağlup edici gibi Allah’ın isimleri vardır, işte Allah’a inanmak, “inanıyorum” demek, bunlara inanmaktır. Vahiy terminolojisinde kulluk; “müslim” (Müslüman) olmak, yani “barışçıl yaşayan” demektir. “İslami yaşam”, insanın kendisi, toplumu ve doğasıyla barış ilişkileri içinde olduğu yaşamdır. “İslam” mikrodan makroya döngü/tavaf parolasıyla maddi ve manevi yaşamı barışla inşa eden evrensel ilişkiler sistemidir. Kulluk budur ve kulluğun düşmanı kula kulluk etmektir.

İbrahimi terminolojide “bismillah”, yani Allah adına eylem, tanrıya inandım-inanmadım, tanrı vardır-tanrı yoktur meselesi değildir. Tanrının varlığı-yokluğu, nasıllığı, neredeliği tartışmaları gericiliğin, karşı-dinin, dinciliğin, pozitivizmin, bilgiçliğin orta sınıfçı tartışmalarıdır. Tanrı’nın kendisi “gayb” dır, bilinmezdir. Muazzam evrensel döngünün, ancak aşkın bir bilinçle, iradeyle, canla var olabileceğine inanan ve bunun bir amacı, anlamı olduğuna kanaat getiren insan, inancını düşünmeye, sorgulamaya, deneylere ve gözlemlere yani bilimsel yöntemlere dayandırır. Şahit olageldiği tüm doğa varlıklarını “Tanrı’nın ayetleri ve işaretleri” olarak kabul eder. Tanrı laboratuvarın konusu değil; dinlerden, teolojiden bağımsız, varoluşsal bir bilinç alanıdır. Düşünen, gözlemleyen, sorgulayan bilim insanlarının ilk edimidir, felsefi ve sosyolojik bir olgudur.

 

Allah/Tanrı İnancı ve Bilinci

“Allah” yani Tanrı, insanı aşkın bir evrensel iradeyi karşılar (subhan) , varlık bilinci inşa eder. Bu bilinç hayatın ve mücadelenin her alanında, okumalarda, çözümlemelerde işlevseldir. Evrenle olan bedensel ve ruhsal ilişkiyi hissettirir, hatırlatır. “Dine karşı din” kavramıyla tanınan Ali Şeriati; “Öyle ki insanın sosyal, ekonomik ve yaşam biçimiyle ilgili bütün ayetlerde Allah kelimesi yerine nas (halk) kelimesi konabilir ve aynı şekilde nas kelimesi yerine Allah kelimesi konabilir”[3] demiş ve Allah tasavvurunun toplumsal iradeyi karşıladığını vurgulamıştır. Din, sahipliğe karşı aitlik bilincini inşa eder. “Topraktan gelip toprağa gitmek” ile aynı karşılığa sahip olan “Allah’tan gelip Allah’a gitmek” deyimleri de insanın toprağın, yeryüzünün, doğanın sahibi değil aiti olduğunu, aynı zamanda insanın evrensel iradenin bir parçası olduğunu anlatır. İnsan, toplumun ve doğanın efendisi değil, parçasıdır. Allah’ın sıfatlarını “günlük acil kısa vadelilerden, uzun vadelilere kadar bir toplumsal dönüşüm programı” olarak niteleyen Abdullah Öcalan’ın şu ifadelerini alıntılamak da yerinde olacaktır: “Günümüzdeki bilimsel seviyeyi göz önüne alarak, evrendeki ‘anti-madde’ ve daha iyi anlaşılan ‘enerji’ kavramına eş düşünmek daha uygun düşecektir. Bu kısım, insan dışı evreni karşılayan Allah nitelemesidir. Toplumsal kimliğin topyekûn ifadesi olarak da Allah kelimesinin bu karşılaması Muhammed için kesindir. Buradan şuraya geliyorum: Allah adına eylem, boşuna bir kavram veya propaganda değildir. Anlamı gerçekten kapsamlı olan bir pratiğin ifadesidir. Özellikle Toplumsal Doğa söz konusu olduğunda, Allah adına eylem, kesinlikle ‘toplumsal mücadele’ demektir. Muhammed’in, kavramı bu anlamda kullandığından hiç şüphem yoktur.[4] Anlaşılacağı üzere ‘’bismillah” yani Tanrı adına eylem ve söylem; kapsamlı ve mütevazi bir toplumsal mücadele pratiğinin ifadesidir. Bu toplumsal mücadele sadece halk, toplum adına da değildir, açıklamaya çalıştığımız üzere toplum ve doğa/evren adına yürütülen bir toplumsal mücadelenin ifadesidir.

Ömer Hayyam’a ait olduğu rivayet edilen bir rubaide Tanrı birliği şöyle anlatılır: “Tanrı evrenin canı, evrense tek bir beden, melekler bu bedenin duyuları hep birden. Yerde gökte canlı cansız ne varsa birer uzuv, budur Tanrı birliği, boştur başka her söylenen.” Yaratıcı Tanrı bilinci aynı zamanda evreni, doğayı bilinçli ve canlı görmektir. Yaşamı maddi ve manevi yönleriyle anlamlandırmak, amaçlandırmak, değer vermek, dolayısıyla da “canlı-cansız” olarak tasnif edilen her varlığı hem ayrı birer “can” kabul etmek, hem de ona bilinçli ve canlı evrenin bir parçası olarak yaklaşmak Tanrı/Yüce Ruh ve inançla mümkün olabilmiştir. İnanç bilinci maddeci ve maneviyatçı paradigmalardan esaslı bir ayrım içerisindedir. Çözümü izm’lerde, ekonomik modellerde, kaba maddeci, pozitivist formüllerde veya maneviyatçı terapilerde aramaz. İnsan ve toplumda esas belirleyici zihniyettir, bu nedenle hem krizlerin hem de çözümlerin insanın zihninde, benliğinde, belleğinde oluştuğundan yola çıkarak bir temel hedef belirlenmiştir; erdemli(takvalı) insan, erdemli toplum.

 

Takva/Erdem, Ahlak ve Tevhit

“Takva” kavramı da diğer dini kavramlar gibi din adamları tarafından özel ve kasıtlı bozgunculuğa maruz bırakılmıştır. Nitekim Kuran, üstünlüğün imanda, inançta, namazda, oruçta, tapınmakta, camide, Arap olmakta, erkek olmakta değil; “üstünlüğün takvada” olduğunu söyler ve diğer üstünlük iddialarına köklü itiraz getirir. “Takva”, din adamlarının açıkladığı gibi; “çok ibadet yapmak, çok zikir çekmek, Allah’tan daha çok korkmak, daha çok örtünmek, karşı cinsle daha az iletişim kurmak” vs. değil, tam olarak sorumluluk bilinci ve erdem demektir.

Ahlakiliğin normunu, düzen, toplum, salt akıl ya da bireysel vicdan değil, etimolojisinden anlaşılacağı üzere yaratılışa, doğasına, doğaya uyumluluk belirler; ahlakilik dinseldir. Ancak ahlakileşerek halklaşan toplumun kolektif vicdanı bir düzgü olabilir. Ahlakın üç temel boyutu vardır: Hulk, hılk ve halk. Hulk, insanın iç barışıklığını sağlayan ahlaktır. Hılk ise doğayla, evrenle ve tüm varlıklarla barışı sağlayan ahlaktır. Arapça’ya vakıf olanlar bilirler; hulk mastarı damme’den dolayı ahlakın özne olan ve hakim olan boyutunu temsil eder. Çünkü duygularına ve dürtülerine hakim olamayan insan, kendine hakim olmayan insan, duygu ve dürtülerinin kölesi olur. Kendine kul olan insanın ise hayatında boyun eğmesi gereken daha onlarca yapay tanrı çıkacaktır. Zira insanın kendine, heva hevesine, dürtülerine kul olması da kula kulluktur. “Şirk toplumu” kula kulluk eden bireylerden oluşur. Özgür insan, duygu ve dürtülerine hakim olan, söz geçirebilen, sınırlandırabilen iradeli insandır. Hılk mastarı ise kesre’ den dolayı ahlakın, yaratılışın, fıtratın secde eden, uyum gösteren, boyun eğen, tâbi olan nesnesel yönüdür. Buradan da doğayla, evrenle olan ilişkide uyumun, tâbi olmanın, ait olmanın, mikrodan makroya süregelen döngüye/tavafa katılmanın esas olduğunu anlıyoruz. Halk ise zaten ahlaklı toplumun, yani halkın bir ifadesidir; ahlakın toplumsal yönünü temsil eder. Ahlaki olmayan toplum halklaşamaz, kitle olarak kalır. Günümüzde anlamından tamamen saptırılmış ve dinin “tapınak dini” haline evrilmesinde başat rol oynamış namaz’ daki “kıyam”, “rüku” ve “secde” de, ahlakın bu üç halinin ikame edilmesidir. “Kıyam”, ahlakın “hulk” hali (itiraz, başkaldırı, dik duruş), “secde”, ahlakın “hılk” hali (varlığın adanması, sunulması), “rüku” ise ahlakın “halk” halidir. Kuran’da “rüku edenlerle beraber rüku edin” ayeti vardır, bu ifade diğer erkanlar için kullanılmamıştır, bu da rüku’ nun içtimai/toplumsal olduğunun başka bir göstergesidir. “Rüku”, “halkın önünde saygıyla eğilme” “halk için, halk adına halklaşma” anlam ve eylemidir. Kıyam etmenin, baş kaldırmanın, itiraz etmenin duruşu “kıyam”, başı öne eğik, elleri önünde bağlı “kul” duruşu haline getirilmiş ve “kıyam”a “Allah’a saygı duruşu” anlamı verilmiştir. Oysa “kıyam”, adı üstünde, “Tanrı önündeki kul” duruşu değil, kula kulluğa karşı isyan ve başkaldırı duruşudur. Bu üç halin hiç biri Allah’a karşı yapılan bir duruş, bir şekil değildir. “İslami yaşam” insanın kendisi, toplumu ve doğasıyla barış ilişkileri içinde olmasıdır demiştik. İşte bu üç hal, barış ilişkilerinin insani, toplumsal ve doğal yöntemlerini sembolize eder. “Kıble” yani hedef ise bellidir; “insanlık için bir kıyam yeri” kılınan, “Allah’ın evi” olan insanlığın model evi Kabe özelinde sembolize edilen sınıfsız, eşitlikçi, doğayla barışık, ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin olmadığı, evrensel döngüye katılan büyük insanlık.

Erdem hem tüm boyutlarıyla ahlakı kapsar; hem de yine sorumluluk bilincinden kaynaklı düşünceye, akla, bilgiye, bilginliğe daha da önemlisi bilgeliğe dayanan çabaları, üreticiliği kapsar. Kuran’da üstünlüğün tek ölçütü olan erdem de, dinin direği olan ahlak da kendi başlarına birer put kırıcı ve devrimcidir.

Tevhit, etimolojisinden de (birlik, birleştirme, bir kılma) anlaşılacağı üzere, toplumda ve doğada mutlak bütüncülüğü ve “birliği” karşılar. Halık/yaratan olan “tek”te, “çok” olan mahlukun/yaratılanın birliği ve bütünlüğüdür. Teklik Tanrı’ya hastır, doğası çokluk olan yaratılanları “tek”lemek Kuran’a göre “şirk” ve “zulüm”dür. İnsanlık tarihinin tüm öncü “müşrik’’lerinin yani diktatör, despot ve tiranlarının ortak alameti “tek devlet, tek millet, tek dil, tek vatan, tek …” gibi “tek” lemeleridir.

Kuran’da “dinsizlikle, ateizmle mücadele” diye bir başlık yoktur. Tevhidin tüm öncüleri, çok tanrıcılılıkla (şirk) yani çok sınıflılıkla, sınıfçılıkla, ayrımcılıkla, ayrıcalıklılarla, evrensel bütünlüğü sınırlayan ve sınıflara bölen ve parçalayan iktidarcılıkla mücadele etmiştir. “Mutlak hakim Allah” ve “mülk Allah’ındır” yukarıda açmaya çalıştığımız Tanrı tasavvuruyla birlikte düşünüldüğünde net bir şekilde doğal, eşitlikçi, paylaşımcı, dayanışmacı, katılımcı bir toplum ideali ortaya çıkmaktadır. İbrahim’den Muhammed’e anti-putçuluğun sınıfsal niteliğinin ön planda olduğu kesindir. Elbette tarihi, özellikle hak-batıl mücadele tarihini sınıf mücadelesinden ibaret görmek ne dinidir, ne bilimseldir, indirgemeci bir yaklaşımdır. Mekke yönetiminin sembolü olan üç büyük put (Lat, Menat, Uzza) şirk düzeninin geleneksel tanrısal üçlüsünü temsil etmektedir; (siyasi) otorite, (askeri) güç ve (ekonomik) para. Günümüzde hala yaşayan ve İbrahimler bekleyen bu putlara kulluk etmek egemen sınıflara kulluk ve kölelik etmek demektir. Muhammed Peygamber insanın, kadının en derin köleleştirmelere maruz kaldığı Mekke’de, Allah’a inanan, “Allahu Ekber” diyen, namaz kılan, kurban kesen, hac eden, zekat veren Mekke aristokrasisine karşı en ağır bedelleri ödeyerek hangi davanın amansız mücadelesini yürütüyordu? Tek tanrıcı peygamberlerin hepsinin, zamanın ve mekanın egemen, elit, muhafazakar, sermaye ve iktidar sahipleriyle mücadele etmesinin, bu mücadelelerin yalın ayaklılarla, kölelerle, kadınlarla, yoksullar ve mazlumlarla verilmesinin temeli budur. Hiçbir peygamber tanrıya inanmayanlara karşı, ateizme karşı, dinsizliğe, din düşmanlarına karşı mücadele etmemiştir. Dinin “tanrı tanımazlarla, dinsizlerle mücadele” diye bir başlığı yoktur. Ana konusu da kula kulluk ettiren sömürücü zalim düzenle mücadeledir. Nitekim Nuh’tan Muhammed’e tüm peygamberler muhafazakar, dindar, dinci, imanlı iktidarlarla mücadele etmiş, saldırılarına karşı direnmiş, onlara karşı savaşmıştır. Kurani kavramlar olan ancak özellikle geç orta çağ sonrası karşı anlamlarla yorumlanan kafir, müşrik, münafık, fasık gibi tiplemelerin hepsi tanrılı, dinli, imanlı, dindar ya da dinci ve muhafazakardır. Hatta Kuran “kafirlerin” canlarını dinleri uğruna feda edebilecek kadar, o din için ölüp, öldürecek kadar, “Rabbimiz biz hak değilsek bizim başımıza taş yağdır” diyecek kadar dinlerinden emin dinci tebaaları olduğunu dahi bildirmektedir.[5] ‘Küfür’ ve ‘şirk’ de dindir, imandır, dolayısıyla dinin hangi din olduğu önemlidir. Bugün ‘dindar nesil’ den bahsediliyor. Dindar nesil, ama hangi dinin dindar nesli? Bu bağlamda din, toplumsal din, doğal din, iktidarcılığa, tahakküme, uygarlıkçılığa karşı insanlığın değişmez ortak evrensel ahlaki değerlerinin adı olarak din devrimcidir. (‘Emri bil maruf, nehyi anil münker’ örneğinde görüleceği gibi sürekli bilinçsel aktif ahlaki devrimi esas alır. Maruf evrensel ortak iyilik değerleridir.) Dinler tarihi dediğimiz, hatta insanlık tarihi dediğimiz de aslında din ve karşı din tarihi, devrimler ve karşı devrimler tarihidir.

 

Din, Sağ-Sol ve Demokrasi

Modern dilde siyaset “sağ” ve “sol” olarak sınıflandırılmaktadır. “Sağ” ve “sol” kavramlarının nereden geldiğini pek çoğumuz biliyoruz ama kısaca hatırlatalım. Fransız devrim sürecinde Fransa parlamentosunda meclis başkanına göre sağ tarafa kralı, mevcut düzeni destekleyenler, muhafakazarlar; sol tarafa da yeni bir düzen isteyenler, devrimciler, halkın haklarının arttırılmasını isteyenler, mevcut gidişattan rahatsız olanlar oturmuştur. Bir süre sonra statükocular, iktidarcılar, kralcılar, vatan-milletçiler, devlet ve düzen yanlıları “sağcılar” olarak; değişimden, haktan, halktan, paylaşımdan, özgürlüklerden yana olanlar da “solcular” olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Buradan hareketle günümüz jargonuna göre peygamberlerin ve doğal dinin en radikal solcu oldukları izaha gerek olmayacak şekilde açık ve nettir.

Görüldüğü üzere ‘Allah’ ve ‘İslam’ kavramları dahil olmak üzere; hemen hemen tüm dini kavramlar ciddi bir tahrife uğramış, asıl anlamının tersiyle karşı yoruma maruz kalmıştır. Bu kavramlara şekilsel, metinsel ve gelenekçi akımların yorumlarını baz alarak değil, dilbilime dayanarak yaklaşılmalıdır. Kutsal olan Arapça, İbranice ya da herhangi bir dil değil, metin ya da şekil değil, mesajın anlamı ve amacıdır. Halklar, ilahi mesaja ancak bu şekilde, dilbilime dayanarak ve anadillerine azami ölçüde sadık kalarak ulaşabilirler. Zaman, darbeci, iktidarcı dine karşı devrimci ve doğal dini açığa çıkarmaya gebedir. Öze dönüş, düzeltmelerle, gelenekçilikle veya modernizmle uzlaşmayla değil, dilbilimsel devrimlerle gerçekleşecek ve devrimci mücadelenin kendisiyle vücut bulacaktır. Doğal dinin yeryüzünün yoksul, ezilen ve ötekileştirilmişlerin mücadelesinde ihya ve inşa olması sünnetullahtır.

İnsan ve toplumun olmazsa olmazları olan değerler, uygarlıkçı iktidarlar eliyle tarihin en derin saldırılarına maruz kalmış, doğallıkları yok edilmiş ve yoz, yapay sömürü araçlarına dönüştürülmüştür. Bunların başında inanç ve din gelmektedir. Ahlak ve aile gibi nice değerler günümüzde egemenliğin yani tahakkümün en genel araçlarıdır. Bilimsel, düşünsel bir çaba edimi olan, düşünen insanın tarihiyle başlayan inanç, düşünmemenin, sorgulamamanın, teslimiyetçiliğin adı olmuştur.

Din de devrim gibi kitlelere dayanır ve aşağıdandır. Demokrasi, ifade tarihi ve etimolojik olarak çok eskilere dayansa da günümüzdeki farklı şekillerdeki karşılığı ve anlamlarıyla modern bir kavram olarak ele alınmalıdır. Ancak yeni ve “yabancı” bir kavram olarak görülse bile bizim yüklediğimiz ve kullandığımız anlamıyla dinin, tarihimizin ve coğrafyamızın en kadim değerlerindendir. İnançtan kaynaklı olan tüm mahlukatın biçimsel eşitliği öncelikle siyasi ve sosyal alanlarda geçerlidir. “Sen sadece bir uyarıcı, bir hatırlatıcısın; dayatmacı, zor kullanıcı bir zorba değilsin.”[6] ve “…sen onlara karşı zor kullanacak değilsin…”[7] ayetlerinden anlaşılacağı gibi, Kuran, despotizmi açık bir şekilde dışlar. Çünkü bu ayetler, peygamber de dahil hiç kimsenin toplumun vasisi, bireylerin bekçisi olamayacağını ve kendinde despotluk etme hakkını göremeyeceğini ortaya koymaktadır. Diğer tüm dini kavramlar gibi, tahrif edilmiş dini kavramlar arasında şura ve bey’at kavramları da yer almaktadır. Etimolojik olarak şura ve bey’at tam olarak katılımcılığı ve çoğulculuğu karşılar. Toplumsal işlerde her birey vazifeli ve yetkilidir. Şura’da yani halk meclislerinde kadın erkek ortak akıl yürütülür, tartışılır. Bey’at ise karşı-İslam’daki gibi akılsız, iradesiz, sorgulamasız biat kültürünün tam tersi olarak hür iradeyle yönetime katılma, işin ehli olarak kabul ettiği, razı geldiği kişi lehine açıktan reyini ortaya koyması ve bir irade beyanıdır. Biat/ bey’at ve şura aşağıdan ve katılımcı organlarken peygamberden sonra, halifeler ve sultanlar dönemiyle yukarıdan ve despot rejim organlarına dönüştürülmüştür.

Toplumsal her konuda şura farzdır. Peygambere karşı dahi Kuran’ın açık talimatları vardır; “toplumsal her konuda her işte onları dahil et, onlarla istişare et, onlara danış.”[8] Yine Şura Suresi’nde “Müslümanlar” şöyle tarif edilir: “Onlar ki her toplumsal işte beraberce danışırlar, istişare ederler, aralarında danışarak karara varırlar.” Toplumsal işler şura’larla yürütülür. Şura danışma konseyi, meclisi, kurulu anlamına gelir. Örneğin; Sovyetler Birliği’nin Arapçası Şuralar Birliği’dir. “Ben Müslüman değil demokratik Bosna istiyorum” diyen İslam dünyasının önde gelen düşünür ve liderlerinden Aliya İzzet Begoviç’in şu sözü de önemlidir: “Diktatörlük günahı yasaklasa bile ahlaksızdır. Demokrasi izin verse bile ahlaklıdır. Ahlâkîlik özgürlükten ayrılamaz. Ancak hür fiil ahlâkî fiildir.”[9]

 

Dinin devrimselliği, devrimin dinselliği

Dini ve inancı devrimden koparmaya çalışmak karşı-dincilik; devrimi de dinden, inançtan koparmaya çalışmak aynı şekilde karşı devrimciliktir ve başarısızlığa mahkumdur. Devrimci mücadele tarihini ve pratiğini son 200 yıllık Avrupa tarihi okumaları üzerinden tartışmak ve bunu binlerce yıllık Anadolu, Mezopotamya ve Ortadoğu’nun halkları için kurtuluş reçetesi olarak görmek ne gerçekçidir ne de bilimseldir; hakkaniyetten uzaktır. Devrimci mücadele dinle, dindarla, inançla barışık, en azından tanışık olmak zorunda olduğu gibi, karşı-dinle ve dincilikle de mücadele etmek zorundadır. Din devrimsel bir yaşam, devrim de dinsel bir yoldur. Dini siyasileştirmekle aynı zararı veren siyaseti dinsizleştirmek, sokağı, tarihi, toplumu dinsizleştirmektir -ki bu da imkansızdır ve inkarcılıktır. Dinin, özellikle de İslam üzerinden dinin, devrimler içerisinde en ağır ihanete uğramış bir devrim olduğu gerçeğiyle devrimci mücadele tarihinin, toplumunun, coğrafyasının bilincinde olacaktır. Dini salt manevi kültür ya da insan-tanrı arasındaki mistik bir ilişki olarak okumak da sorunludur. Elbette dinin manevi boyutu güçlüdür. Yaşamın ve varlığın kendisi zaten madde ve mana ile bir bütündür, sömürücü uygarlığın da saldırıları maddi ve manevidir, dolayısıyla mücadelenin ve yaşamsal paradigmanın maddi yönü kadar manevi yönü de güçlü olmalıdır. Dinin bir kültürü de vardır ancak din kültür değildir ve maneviyatı kadar maddidir, hayatın her alanına dairdir, toplumsaldır. Bu devrimci ve ahlaki felsefesiyle, yani doğru ve doğal haliyle cenneti inşa eden din, yanlış ve yapay (karşı) haliyle yeryüzünü cehenneme çevirmekte, çevrilmesine sebep olmaktadır.

İslam başta olmak üzere mevcut egemen dinler, tarihleri ve uygulamalarıyla, karşı-din tarihleri ve uygulamalarıdır. İktidarcılığın, katılımcılığa, paylaşımcılığa, birliğe ve doğallığa yönelik en büyük darbeleri dini ele geçirmedeki başarıları olmuştur. Öyle ki kitaplar tam tersiyle tefsir edilir olmuş, peygamberlerin hayatları adı altında türlü kepazelikler ve canilikler meşrulaştırılmış, peygamber sözleri denilen uydurmalarla karşı-dinlerin ana dayanakları oluşturulmuştur. Emek, adalet, eşitlik, hak, barış, kölelere özgürlük, yoksulluk, ezenler, ezilenler, zenginler, din adamları, sermaye sahipleri, mücadele, devrim, sevgi, yoldaşlık, doğal yaşam, dayanışma, paylaşım gibi sözcüklerin “dinden kopuk”, “din dışı”, “dini değil, dünyevi” söylemler olduğu algısı yerleştirilmiştir. Oysa bunların hepsi Kuran’ın ana kavramlarıdır. Fetihler (işgaller), savaşlar, ganimetler, cariyeler, katliamlar, köleler, sultanlıklarla dolu İslam tarihine, iktidarcı karşı-İslam’a karşı verilen Muhammedi devrimci isyanlar, devrimler, önderler, devrimciler tarihten silinmiş durumdadır.

Adı bilinmeyen nice İbrahimler, Musalar, Deborahlar, Asiyeler, Meryemler, İsalar, Yahyalar, Muhammedler, Fatmalar, Ali, Hüseyin ve Zeynepler karşı-dinci iktidarlara karşı amansız mücadele yürütmüşler, hak müdafaası ve barışın inşası için büyük bedeller ödemişlerdir. Tarihten tam olarak silemediklerini ise, ya saygınlığını kullanarak kendilerinden biriymiş gibi tanıtmışlar, kullanmışlar, hayatlarını tahrif etmişler (Ebu Hanife, Yunus Emre gibi) ya da türlü iftira ve karşı propagandalarla adlarını ve örnekliklerini küçük düşürme, kirletme yoluna başvurmuşlardır (Haşhaşiler, Zenc Hareketi, Karmatiler, İsmaililer, Batiniler,… gibi haklarında bilinenlerin büyük çoğunluğu sarayların satılık ravilerinin yalan dolanlarından ibarettir). Elbette ayakta kalabilmeyi başarmış Alevi geleneğin adlarını ve hayatlarını günümüze taşıdığı Şeyh Bedreddin, Pir Sultan Abdal, Seyyid Nesimi, Baba İshak (Babailer) gibi bu mücadeleyi yürütmüş nice örnek hak yoldaşı derviş ve berdar devrimciler de vardır. Bu değerler -özellikle Ortadoğu’da- hakkın ve halkın müdafaasında bayraklaştırılmalıdır. Gördüğümüz üzere Türkiye ve Ortadoğu ülkelerinin siyasi iktidarlarının söylemleri, eylemleri, gelenekleri ortadadır, açık ve net bir karşı-din referansıyla sömürü, baskı ve dayatmalarını yürütmekte, iktidarlarını pekiştirmeye çalışmaktadırlar. “Sol”, ezilen sınıfın, yığınların, halkların, ötekilerin hattı olabilme iddiasındaysa ancak bu değerleri sahiplenerek, bu tarihi tanıyarak, bayraklaştırarak, kongrelerinde ve eylemlerinde bu isimleri de anarak, akademilerde öğrenerek/ öğreterek başarılı olabilecektir, olabilmektedir. “Lailaleillallah” diyen, “tevhid”in kula kulluğa karşı tarihsel mücadelesinin öncüsü İbrahim, Nemrut’a başkaldırarak insanlığa şu iki temel çağrıda bulunuyordu: “İnsan kendi yaptığını, doğanın değil kendisinin ürettiğini, yarattığını, yapayı kutsamayacak, tapmayacak.” Ve “Hiçbir ölümlü diğerinden üstün değildir, olmamalıdır.” Bir çağrı, daha ne kadar “sol” olabilir ki? Peki ya binlerce sene sonra bu çağrıyı İbrahim’in imzasıyla yeniden Urfa’dan Anadolu’ya, Mezopotamya’ya, Ortadoğu’ya taşımak kadar anlamlı ne olabilir?

 

 

 

[1] Kuran. 107: 1
[2] “İslam”, özel isim değildir. Bkz: “Dincilik ve Bilimcilik Karşısında Din ve Bilimin Barışı”, Demokratik Modernite – sayı 12.
[3] Şeriati, Ali. (2009). Dine Karşı Din. Fecr Yayınları. Ankara. s.41
[4] Öcalan, Abdullah. (2011). Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü, s.32
[5] Kuran. 8: 32
[6] Kuran. 88: 22
[7] Kuran. 50: 45
[8] Kuran. 3: 159
[9] İzzetbegoviç, Aliya. (2005). Özgürlüğe Kaçışım, Klasik Yayınlar. İstanbul. s.78
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.