Düşünce ve Kuram Dergisi

Ortadoğu’nun Son Evrensel Hamlesi: İslam

Fırat Doğan

Güncelde yaşanan sorunları çözmek; özgür, demokratik, eşit ve yaşanabilir bir yaşamı yaratıp geleceğe taşırmanın ilk yolu; çağı, dolayısıyla da tarihi doğru okumaktan geçer. Çünkü tarih, geçmiş ve geleceğin güncelde ifadeye kavuşmasıdır. Yani geçmişin tecrübelerinin geleceğin umutlarıyla birleşerek somutlaşması ve maddileşmesidir. Bu yüzden tarih nasıl okunursa gelecek de öyle kurgulanır. Doğru okumalar doğru yaşamı, yanlış okumalar yanlış yaşamı getirecektir. Adorno’ nun çarpıcı ve veciz bir şekilde söylediği, “Yanlış hayat doğru yaşanmaz,” tespitini de bu minvalde okumak gerekir. Güncelde Ortadoğu’da yaşanan sorunların ve çözümsüzlüklerin temel nedeni de budur. Ortadoğu’da yaşanan bu sorunlara çözüm bulunmak isteniyorsa, “Nerede yanlış yapıldı?” perspektifiyle Ortadoğu tarihi yeniden değerlendirilmek durumundadır. Ancak bu yapılırken de iki temel hataya düşülmemelidir: Bunlardan birincisi, orijin adı altında Ortadoğu’yu her şeyin merkezine koyan, tikelciliği ve yerelciliği çok fazla geliştiren anlayıştan uzak durulmalıdır. Çünkü bu anlayış çaba sahiplerini dar milliyetçi bir yaklaşıma götürecektir. Bugünkü olumsuzlukların temel nedenlerinden birisi, tarihe bu minvalde yaklaşmaktır. Diğeri de Ortadoğu’yu küçük ve hor gören, her türlü kötülüğün kaynağı sayan, değerini küçümseyerek üstten bakan ve evrensel geçinen oryantalist bakış açısıdır. Yaşanan sorunlarda en az birincisi kadar bu anlayışın da payı vardır. Birinci anlayış batı karşıtlığı veya düşmanlığına yol açarken, ikincisi de İslamofobi olarak da değerlendirilen Ortadoğu karşıtlığını yaratmaktadır.

Çözüm ancak bu iki anlayışın dışında kalınarak geliştirilebilir. Bu da evrenselliği ve yerelliği iç içe ele almakla mümkündür. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarihe yaklaşımında bu yöntemi kullanmaktadır. Özellikle Demokratik Uygarlık Manifestosu adlı savunmalarının IV. cildi olan Ortadoğu’da Uygarlık Krizi Ve Demokratik Uygarlık Çözümü adlı kitabında bu yöntemi yoğunca işlemiştir. Biz de tarihe bu yaklaşımın daha doğru sonuçlar vereceğini düşünüyoruz. Bu yüzden bu yazıda da bu yöntemi kullanacağız.

Bugün Ortadoğu’da yaşananları uygarlık ve modernite yaklaşımlarından bağımsız ele alamayız. Kimi sosyal bilimciler yere göğe sığdıramadıkları kapitalizmin, uygarlığın ve modernitenin zirvesi ve Avrupa’ya has bir özellik olduğunda ısrar ederler. Özellikle oryantalistlerde bu bakış açısı çok yoğundur. Bu yaklaşım sorunları çözmediği gibi, sorunları kördüğüm haline getirerek içinden çıkılmaz hale getirmiştir. O yüzden işe bu bakış açısını terk ederek başlamak gerekir.

O halde; “Uygarlık nedir, nasıl gelişip yaygınlaşmıştır, bu yayılmada kimler ne kadar katkı yapmıştır, genelde dinlerin, özelde İslamiyet’in bunda etkisi nedir?” benzeri sorulara doğru ve doyurucu yanıtlar vermemiz gerekiyor.

Soruların yanıtlarına geçmeden önce şunu belirtmekte fayda vardır. Uygarlık, bir nehir akışı gibidir. Kesintiye gelmez. Nehir kesintiye uğradığında su kurur ve nehir, nehir olmaktan çıkar. Bu durum, uygarlık için de böyledir. İçinde değişik döngüler, alçalmalar ve yükselmeler, merkezler ve çevreler olsa da bu durum özünü değiştirmemektedir. Yani uygarlık sürekli büyüyüp gelişse de bir bütünsellik arz eder. O yüzden Avrupa uygarlığının “nevi şahsına münhasır” bir özelliği yoktur.

Paradigma ve duruş yerlerine bağlı olarak uygarlığa ilişkin çok farklı tanımlar yapılmaktadır. Uygarlığı gelişmenin ölçütü olarak görenler kadar, onun toplumsallığı parçaladığını, toplumun gelişimini sekteye uğrattığını söyleyenler de vardır. Biz de yazımıza bu kavramdan başlayacağız. Uygarlık kavramının Arapçada iki karşılığı vardır. Bunlardan birincisi yerleşik yaşama geçişi ifade eden Hadara’dır. İkinci tanım ise şehirleşmeyi ifade eden Medine’dir. Aslında bu farklılık sadece kavramsal değil, paradigmasaldır. Toplumsallaşmayla şehirleşme çok farklı durumlardır. Toplumsallaşma doğal toplumu ifade ederken, şehirleşme sınıflı toplumu ifade etmektedir. Şimdiye kadarki sosyal bilimcilerin çoğu “medineleşme” ve “şehirleşmeyi”, dolayısıyla sınıflı toplumu ve onun yaklaşımını esas almışlardır. En gelişmiş sosyal bilim olarak kendisini ifade eden sosyalizmin kurucusu Karl Marks bile tarihin “sınıf savaşımı” olduğunu söylemesi bunun ifadesidir. Yine Profesör Samuel Noah Kramer’in, “Tarih Sümer’de başlar,” demesi Hadara olarak belirtilen toplumsallaşmayı görmemelerini ve küçümsemelerini getirmiştir. Zaten Neolitik topluma “ilkel-komünal” denilmesi de bu özelliğindendir. Kürt Halk Önderi Öcalan, Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü adlı 5. savunmasında uygarlığı şöyle tanımlar: “Uygarlık kavramı daha çok genel kültür kavramının sınıf, kent ve devlet aşamasındaki toplumunu tanımlar. Sınıflaşma, kentleşme ve devletleşme uygar toplumun temel kategorileridir. Buradaki toplum sınıflaşmış, kentleşmiş ve devletleşmiş toplumdur. Somut ve tarihsel gelişim haliyle eşitlikçi klan ve kabile toplumundaki sınıflaşma, tarım-köy toplumu üzerindeki kentleşme ve hiyerarşik toplumun bağrındaki devletleşme olguları uygarlığı karakterize eder. Uygar toplum, doğa-toplum bağlamındaki simbiyotik ilişkiye ilaveten, toplumsal doğa içinde hükümranlık ilişkisinin tek taraflı gelişip gittikçe şiddetlenen bir çelişki halini almasıyla kendini somutlaştırır. Toplumda farklı yapısallıklar, anlamlar, ahlâk ve estetik duygular geliştirir. Toplum açısından uygarlığın olumlu bir gelişme mi, yoksa olumsuz bir gelişme mi olduğu son derece tartışmalıdır. Tarihi egemen, sömürgen kesim açısından inşa edenler bakımından uygarlık büyük bir tarihsel gelişmedir, hatta tarihin kendisidir. Kendini baskı ve sömürü altında yaşayan kesimler olarak tanımlayanlar açısından ise, büyük bir felaket ve cennet ütopyasının yitimi olarak değerlendirilir. Doğrusu da budur. Bu çelişkiyi derinliğine yaşayan bir toplumda düşünce, ahlâk ve estetik duygu farklılaşmasının oluşması toplumsal doğa gereğidir. Parçalanmış, çelişkili kurumlar ve anlamlar dünyasının oluşumu uygarlık gereğidir. Savaşlar en çok bu gerçekliği ifade eder. Savaş gibi içinde fiziki yok etmelerin yoğunca yaşandığı toplumsal eylemlerin varlığı, ancak derinliğine bölünmüş bir toplumu ifade edebilir. Anlam parçalanması ise ideolojik savaşı ifade eder ki, bu da uygar toplumda yoğunca yaşanan fiziki savaş kadar etkili bir hegemonik savaştır.”

Yaşanan bunca savaşlar ve kan deryasına dönen Ortadoğu’nun durumu bu tespitleri doğrular niteliktedir. Öyleyse sorunu bir uygarlık sorunu olarak görüp değerlendirmek ve çözümü burada aramak gerekir. Yaşananlarda Hadara olarak ifade edilen toplumsallıkla, uygarlık değerleri olarak ifade edilen sınıflaşmanın çatışma ve savaşıdır. Çeşitli çarpıtma ve saptırma girişimleriyle üstü örtülmek istense ve mecrasından uzaklaştırılsa da özü budur. Günümüzde her ne kadar Kaide, Nusra, DAİŞ, Boko El-Haram gibi selefi örgütlerin insanlık dışı uygulamalarıyla gündeme gelse de, bu gerçeği yansıtmamaktadır. Gerçek, Kürt Halk Önderi Öcalan’dan yukarıda yaptığımız alıntıda gizlidir.

Uygarlık, bir nehir gibi hep akışkandır. Bir merkezde yoğunlaşır, sonra kendisine bir sömürü alanı olarak çevresini yaratır. Çevresini sömürdükçe ciddi bir sorunla karşılaşmaz. Ancak çevrede “homurdanmalar” başlayınca uygarlık krizi başlar ve kendisine yeni alanlar arar. Çünkü mevcut durumda çakılıp kalmak, eskide ısrar etmek karlı bir iş olmadığı gibi astarı yüzünden pahalıya mal olur. Bu yüzden en erkenden yeni arayışlara girer ve bu arayışlarını bakir, el değmemiş alanlara yöneltir. Kapitalizmin gelişimini de bu minvalde değerlendirmek gerekir. Yaşanan da uygarlık akışının Avrupa’nın bakirliğinde gelişmesidir. “Nevi şahsına münhasır değil,” derken bu gerçeklik kastedilmektedir.

Kapitalizm olarak ifade edilen uygarlığın bu yeni biçimini doğru tanımlayamamak, yaşanan sorunların bir diğer nedenidir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Sümer Rahip Devletinden Demokratik Halk Cumhuriyeti’ne adlı ilk savunmasında bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Kapitalist toplumun eksik tanımlanmasının en vahim sonuçlarından birisi de, ona yönelik mücadelenin yanlışlarla dolu yürütülmesinden ve yol açtığı başarısızlıklardan kaynaklanmaktadır. Bu durum kapitalizmi daha da tutucu kılarken, muhaliflerini yerinde olmayan kayıplar ve büyük acılara uğratmaktadır. Genelde toplumsal olgunun tanımlanamayışı mitolojileştirmeye, ham felsefi ve dinsel anlayışlara yol açmakta, bu da insanın trajikomik yaşamını kaçınılmaz kılmaktadır. Kapitalist toplum sistemine dayalı büyük dünya savaşlarının bu gerçeklerle yakından bağlantısı vardır. Her yerde ve her zaman bilgi ve bilim yetersizliği cehaletin, cehalet de kör dövüşlerin ebesidir. Onun içindir ki, bilgeliğin kökeninde cehaleti aşma temel uğraşı vardır. Cehalet aşıldığı oranda, her işin doğru yapılması mümkün olur. Ölüm bile bilgi yeterliliğiyle acıların kaynağı olmaktan çıkarılır. Bütün korkular ve ona dayalı pasif ve çatışmalı hareketlerin kaynağı da yine yetersiz ve yanlış bilgi ve bilim düzeyidir.”

 

Ortadoğu ve İslami Uygarlık Sentezi

Yanlış bilim ve bilgilerimizi, korkulara dayalı pasif ve çatışmalı düzeyimizi aşmak için bilinç ve bilim dünyamızı düzeltmeliyiz. Bunun için de sistemin bilme sınırlarını aşmalıyız. Bunun ilk adımı olarak Kürtçede “mejü” olarak ifade edilen, bilinç veya hafıza anlamına gelen tarih bilincimizi gözden geçirerek uygarlık akışını doğruya daha yakın yorumlamalıyız. Bunu yaptığımızda sınıflı toplumu da, onun içinde gelişen direniş ve arayışları da, uygarlığın Avrupa’ya kayışını da anlamlandırabiliriz.

Uygarlık Ortadoğu’da tüm rezervlerini tükettikten sonra akış yönünü Avrupa’ya verdiğinden, İslamiyet, Ortadoğu’nun son büyük uygarlık hamlesidir. Sonrasında uygarlık merkezi Ortadoğu’nun dışına kayacaktır. Öcalan bu durumu, “İslamiyet, Ortadoğu’nun son aslan kükremesidir; binlerce yıllık uygarlık geleneğinin ‘benden bu kadar’ deyip son eylemini ortaya koymasıdır,” şeklinde değerlendirmektedir. Bu anlamda Ortadoğu’nun “son aslan kükremesi” olan İslamiyet’i anlayabilmek için onun tarihsel arka planına ve temsil ettiği değerlere bakmak gerekir. Bu olmazsa İslam ve onun temsil ettiği değerler doğru anlaşılmaz. Bunu yaparken de yanlış ve eksik olan iki eğilime düşmemek gerekir. Çünkü yanlış ve eksik eğilimlerle doğru eğilim ve tutumu açığa çıkaramayız. Bu yaklaşımlar tuzağın iki farklı ucunu temsil ediyor. Bunlardan birincisi İslam’a ve temsil ettiği değerlere negatif yaklaşıp olumsuzluklarını öne çıkartarak karşıtlık yaratmaktır. İslam’a karşı fobiye götüren duruma düşmemeliyiz. Bugün, Batı olarak ifade ettiğimiz ve kendilerini uygarlığın savunucuları olarak gören çoğunluğun yaklaşımı böyledir. Aslında yukarıda oryantalist olarak ifade ettiğimiz anlayış da budur. Diğer anlayış da İslamiyet’e ve temsil ettiği değerlere hep pozitif bakan, İslam’ı İmam Gazali gibi yoruma-güncellemeye kapatarak dogmatikleştirdiği için tutuculaşan muhafazakar yaklaşımlardır. Bu anlayış da yukarıda ifade ettiğimiz batı karşıtı yaklaşımdır. Her iki yaklaşım da bizi doğru sonuca götürmez.

Ortadoğu merkezi uygarlığının son evrensel hamlesi, İslami uygarlık sentezinde gerçekleşmiştir. Sanıldığı üzere İslam adı altında sadece bir din ideolojisi yoktur. O zamana kadarki tüm ideolojik ve kültürel değerlerin bir toplamı vardır. O yüzden İslam, bir orijinal veya homojen bir dini ideoloji olmaktan ziyade, Ortadoğu’nun evrensel kültürel akışında ve uygarlığında bir dönüm noktası, bir mihenk taşı ve tüm bunların bir toplamıdır. Bu büyük senteze yol açan kültürün arka bahçesi anlaşılmadan bu sentez ve sonrasında yaşanılanlar da anlaşılmaz.

Yaklaşık 20 bin yıl önce 4. Buzul Çağı’nın son bulması, toplumsal tarihin gelişiminde önemli bir kilometre taşıdır. Bu görüş bilim dünyasında giderek daha fazla kabul görmektedir. Son dönemlerde yapılan arkeolojik kazılarda bunu kanıtlar niteliktedir. Ortadoğu’nun güneyindeki çöllük bölge ile kuzeydeki Toros-Zagros dağlık alanları arasında kalan bölgenin flora ve faunası insanlığın yaşaması için oldukça zengindir. Bu yerler beslenme, üreme ve güvenlik açısından büyük önem arz etmektedir. Afrika Rif’ inden çıkıp dünyaya yayılan insanlık da bu bölgeyi bir istasyon gibi kullanmıştır. “Son Buzul Çağı’nın sona ermesi, bu istasyonlarda kalıcılığı mümkün kılan koşullara erişilmekle insan türünün tarihinde patlamaya yol açmaktadır. Bugün bu coğrafyaya Ortadoğu diyoruz. Bölge jeolojik, biyolojik ve toplumsal önemini bu yakın tarihsel gerçeklikten almaktadır. Ortadoğu artık herhangi bir coğrafya parçası değil, sahnesinde evrensel tarihin oynanacağı mekânı teşkil etmektedir.” Ortadoğu bu özelliğiyle insanlığın hafızasına kazınmış, hatta ortak hafızasına dönüşmüştür. Dinlerdeki cennet vurgusu bu ortak hafızanın dile gelişidir. Bu cennet vurgusu sadece coğrafyasının zenginliğiyle sınırlı değildir. İnsanın biyolojik bir varlık olmaktan çıkıp toplumsal bir varlığa dönüşmesiyle de bağlantılıdır. Çünkü insanın toplumsallaşması burada olmuştur; insan, klan denilen ilk örgütlenmeyi burada geliştirmiştir. Ve bu klan, adeta toplumun kök hücresini, ana hücresini temelini oluşturmuştur. Bu özelliğiyle toplumsal devrimlerin başlangıcını temsil etmiştir. Tarih araştırmacıları bu süreci “Çoklu Toplum Devrimi” olarak tanımlamışlardır. Klana dayalı toplumsal örgütlenme bu çoklu devrimlerden birisidir. İşaret dilinin yerine simgesel dilin gelişmesi dil devrimidir. Bu da çoklu devrimlerden birisidir. Simgesel dilin gelişmesi düşünsel gelişmelerde patlamalara yol açmış, adeta düşünce devrimini yaratmıştır. Düşünce devrimini de bu çoklu devrimin bir parçası olarak görmek gerekir. Yine bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi tarım devrimini, klanların birleşmesiyle büyüyen toplumsallıkla köy devrimi gerçekleşmiştir. Dil, düşünce, tarım, köy devrimlerinin burada oluşup gelişmesi Ortadoğu’yu herhangi bir toprak parçası olmaktan çıkarmış, evrensel tarihin merkez mekanı haline getirmiştir. Bu mekanda yeşeren yaşam, insanın insanla eşitliğine dayanan demokratik, kadınla erkeğin eşitliğine dayanan özgürlükçü ve doğayla uyumu ifade eden ekolojik bir yaşamdır. Bu anlamda demokratik, özgürlükçü ve ekolojik yaşam toplumsallığın temeli ve hafızasıdır.

İnsan toplumsallaşmasının 3/4’ü burada, bu özelliklerle geçmiştir. Arkeologlar bu döneme Neolitik Dönem demektedirler. Sonrasında Verimli Hilal’in kavislerinde biriken maddi ve manevi kültür değerlerinin niteliksel sıçramasıyla kent ve kente dayalı uygar toplum gelişmiştir. Kürt Halk Önderi Öcalan bu durumu şöyle özetlemektedir: “Mevcut kültürel unsurların Dicle, Fırat, Nil ve Pencab (Beşsu) deltalarında biriken alüvyonlu alanları başta olmak üzere öteki bazı unsurlarla sentezlendiklerinde kentin doğuşu kaçınılmazdır. Bu sentez büyük bir ürün artışı anlamına gelmektedir. Şu hususu da iyi bilmek gerekir ki, aynı alüvyonlu alanlar üzerinden yüz binlerce yıl insan akışları oldu. Ama bunlar hiçbir zaman kendi öz dinamikleriyle kentleşmeyi bir yana bırakalım, klan toplumunu bile yaşatacak yetenekte olamamışlardır. Bu alanlarda kent uygarlığına geçiş için diyalektik bağlantı içinde olacakları gelişmiş bir neolitik toplum şarttır; öncelikli koşuldu… Tarih ilk kentin Dicle-Fırat’ın denizle birleştiği alüvyonlu sahada inşa edilen Uruk olduğu konusunda hemfikirdir. Evrensel tarih için Uruk dönemi (M.Ö. 3500-3000) uygarlığın başlangıcını teşkil etmesi açısından önemlidir.”

Uruk’la beraber evrensel tarihte yeni bir dönem başlamaktır. En belirgin özellikleri kent, sınıf ve devlettir. Bu dönemi doğru tanımlamak ve parametrelerini belirlemek büyük önem taşır. Kırsal alanların üretim ihtiyaçlarını iyi kullanarak bunun üzerinde daha iyi teknik ve tasarımlarla üretimler yapan kentlerin oluşumu başlangıç itibarıyla olumsuz bir rol oynamazlar. Aksine kırsal alanla simbiyotik bir ilişki yakalayarak birbirini besleyerek toplumsal gelişmeleri hızlandırırlar. Ancak büyük birikim yaratan toplumsal artıkları ele geçirme üzerine yürütülen mücadeleler, kente dayalı sınıflaşma ve devletleşmeyi geliştirerek derinleştirmiştir. Kentin merkezi olan ve tüm artıkların toplandığı Zigguratların gelişiminde bu tarihsel gerçekliği görmek mümkündür. Bu gelişme kent emekçileri ve kırsal kabileler için giderek tehlikeli bir durum yaratır. Bu gelişme aynı zamanda sınıflaşmanın da temelini oluşturur. İşte Marks tarihi bununla başlatır. Hegel bunu tarihin efendi-köle ilişkisine çekilmesi olarak yorumlar. Uygarlık ve gelişme olarak gösterilmeye çalışılan gerçeklik özünde budur. Bunun üzeri biraz kazıldığında görülecektir ki, insanla insan arasındaki eşitliğe dayalı ilişki bozulmuş, yerine “rab-abd” olarak da ifade edilen efendi-köle ilişkisi konmuştur. Erkekle kadın arasındaki özgürlüğe dayalı eşitlikçi ilişki bozulmuş, yerine kadının derin köleliğine dayanan egemen ilişki geliştirilmiştir. Yine doğayla uyumu ifade eden ekolojik ilişki bozulmuş yerine tahripkâr ve yıkıcı ilişkiler gelişmiştir. Bunlarla toplumsallığın temelini oluşturan simbiyotik ilişki daraltılarak egemenlikçi ve tahakkümcü ilişki dayatılmıştır. Uygarlık tarihini bu perspektifle değerlendirdiğimizde göreceğiz ki uygarlık tarihi bir savaş, talan ve soykırım tarihidir. Haklı olarak Hegel buna “kanlı mezbaha tarihi” demektedir. İslamcı yazar M.Akif Ersoy “tek dişi kalmış canavar” demektedir. Kürt Halk Önderi de şöyle tanımlıyor: “Uygarlık sadece bir ‘kanlı mezbahalar’ seremonisi değil, daha fazlası olan bir şeydir; insan yaşamının biricik nedeni olan özgürlüksel anlamının sürekli soykırıma tabi tutulmasıdır. Gerisi yaşamın posasıdır. Uygarlık en yalın teşhisle özgür yaşamın anlamının boşaltılmasından geriye kalandır.”

Uygarlığın bu durumu, toplumun doğal akışından bir sapmayı ifade eder. Bu sapma giderek büyük kırılmalara, yarılmalara yol açar. Kadın özgür yaşamdan alınarak günümüz genelevlerinin prototipi olan musakattimlere kapatılır. Böylece kadın köleliği derinleştirilip içselleştirilerek insan sınıfının dışına itilir. Bu durum demokrasisiyle çokça övünülen Atina sitelerinde adeta resmileştirilir. Kadın yurttaş olmadığından site yaşamından dıştalanır. Adeta çocuk doğurma makinesi olarak görülür. Krallar ise adeta hastalığa yakalanmışçasına iktidarlarını geliştirerek kendilerini tanrı-kral ilan ederler. Sargon’la başlayıp giderek derinleşen bu hastalık, Dehak, Nemrut, Firavunlarla devam eder. Tanrı-kral ve çevresinde kalan bir avucun dışındakiler de köleleştirilir. Ve artık kölelere de “konuşan hayvan” veya “konuşan alet” demek egemenlerin temel söylemi olmuştur. İktidarı ellerinde tutan tanrı-krallar adeta av peşindeki avcılar konumundadırlar. Avcıya yem olmamak, canını kurtarmak içinde ya kaçmak, ya da boyun eğmenin dışında insana bir yol bırakılmaz. Uygarlık tarihinde insanlığın bu kadar teslim olması, iradesizleşmesi ve gerçekliğinden kaçması bu durumla ilgilidir. Bu yaklaşımıyla toplumun politik ve ahlaki özelliği dumura uğratılır. Toplum kendisi hakkında düşünemez, karar veremez duruma getirilir. Uruk’la başlayıp Sümerlilerin diğer site devletleriyle devam eden bu uygarlık akışı Akad, Babil, Asur, Mısır, Hindistan, Çin, Med, Pers, Helen, Roma, Sasanilerle devam eder. Bakir ve el değmemiş alanlar kalmayınca 16.yüzyılda Ortadoğu’dan Avrupa’ya akar.

Buna karşılık toplumun kök hücresi, ahlaki-politik yapısı değişik yol ve yöntemlerle toplumsallığın doğal akışını canlı tutarak direnmiştir. Bazen dağ başlarında bir kabile direnişinde, bazen çöllerin derinliğinde bedevi geleneğinde, bazen “İnsan tanrı olamaz,” diyen peygamberi gelenekte, bazen şeytan diye taşlanan, cadı diye yakılan, yine de bilinç yayan kadın direnişlerinde, bazen aslanlara parçalatılan kölelerin haykırışlarında devam etmiştir. Bu direnişçi özelliğiyle merkezle, merkezi uygarlıkla bütünleşmemiş, hep bir çelişki ve çatışma içinde kalmıştır. Bunu yaparken de politik ve ahlaki özelliklerini geliştirmiştir. Nasıl ki Zigguratlarda Sümerli rahipler tarafından devlet ve kentin oluşumu kurgulanarak toplumun politik ve ahlaki özellikleri aşındırılmışsa, kentin çevresini teşkil eden köylerde de tapınaklar etrafında ortak yönetimler gelişmiştir. Bu tapınaklar direnişin örgütlendiği, toplumun politik ve ahlaki özelliklerinin geliştirildiği yerler olmuşlardır. Bu yüzden tapınakları hep gericiliğin merkezi olarak görmek, uygarlığın üzerimize serptiği ölü toprağının bizleri kör etmesinin sonucudur. Öcalan bu konuda şunları belirtir: “Daha önceleri kentin ve devletin doğuşunu Sümer rahip tapınaklarına bağlamıştım. Aynı biçimde köy ve komün yönetiminin, yani ilkel (orijinal anlamında) ilk demokrasinin de bu sefer kabilelerin ortak tapınak sistemleri etrafında oluştuklarını önemle belirtmeliyim. Her ortak tapınak yerleşikliğin, ilkel alışverişin, ortak duygu ve düşünce (sanat) devriminin de temelini teşkil etmektedir.”

 

“Ortadoğu’nun Son Aslan Kükremesi”: İslamiyet

Uygarlığın üzerimize serptiği ve bizi kör eden bu ölü toprağını atarak genelde Ortadoğu’daki direnişlere özelde dinlere ve İslam dinine yaklaşırsak daha doğru sonuçlar çıkarabiliriz. Doğru bir yaşamı yaratmak için bu akışı daha doğru okuyabiliriz. Konu bağlamında Kürt Halk Önderi’nin düşünce ve yaklaşımını belirtmekte fayda vardır. Öcalan İslamiyet için şunları belirtiyor:

“[…]Ortadoğu merkezî uygarlığının son evrensel hamlesi İslâmî uygarlık momentinde ve sentezinde gerçekleştirilmiştir. İslâm adı altında sanıldığının aksine rafine bir din ideolojisi değil, o döneme kadar tüm ideolojik varyasyonların bir sentezi söz konusudur. İslâm bir orijinalite değil, Ortadoğu’nun evrensel kültür akışında ve uygarlığında bir dönem, bir momenttir. Aynı zamanda çok karmaşık bir ideolojik sentezdir.”

“[…]Ortadoğu uygarlığının ortaçağın ortalarında büyük bir yorgunluk içinde ve kendini tüketmiş olduğunu göstermektedir. İslamiyet’in bile biraz da yeni uygarlığa açılan çöl kabilelerinin taze kan gücüyle zoraki ve fazladan bir çıkış olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Hz. Muhammed’in kendini son peygamber olarak değerlendirmesi de sistemin tükenen gücüyle bağlantılı olarak daha doğru bir anlama kavuşturulabilir. İslamiyet, Ortadoğu’nun son aslan kükremesidir; binlerce yıllık uygarlık geleneğinin ‘Benden bu kadar!’ deyip son eylemini ortaya koymasıdır.”

Sayın Öcalan’dan yaptığımız bu iki alıntıyla meramımızı daha iyi anlatmış oluyoruz. İslamiyet 500’lü yılların ortalarında ortaya çıkıp gelişmiştir. Bu çıkışı anlayabilmek için o zamanın koşullarına bakmak ve öyle değerlendirmek gerekir. Yukarıda uygarlığın gelişmesi için yeni ve bakir yerler gerektiğini belirtmiştik. O dönemde aşağı ve yukarı Mezopotamya, İran, Mısır, Kuzey Afrika’nın önemli bir kısmı uygarlık içine çekilmiştir. O dönemde Arabistan Yarımadası dışında uygarlığa açılmamış alan kalmamıştır. İslam’ın Arabistan Yarımadası’nda gelişmesinin en temel nedenlerinden biri budur. Ayrıca kuzeydoğudan Sasanilerin, kuzeybatıdan Bizans ve güneybatıdan Habeşistan devletlerinin baskı ve sıkıştırmaları da bu çıkışta rol oynamıştır. Bu sayılan yerlerde merkezi uygarlık zirve yaparken, Arabistan yarımadasında yarı göçebeliğin olduğu, merkezi bir otoritenin olmadığı bir dönemi yaşamaktaydı. Başta kadın ve köleler üzerindeki uygulamaları olmak üzere, uygarlık kanlı ve kirli yüzünü tüm çıplaklığıyla buraya taşımıştı. Cabbar ve Kahır olan Tanrı-krallar insanları baskı altına alıp kahrederek yaşamı cehenneme çevirmişlerdi. Savaşlar, talanlar halkı canından bezdirmişti. İnsan maneviyatı adeta çökertilmişti. “Tanrının oğlu” ve “büyük kurtarıcı” olarak gelen Mesih İsa bile henüz fikirlerini olgunlaştırmadan çarmıha gerilmişti. Halkta cennet özlemi ve bir kurtarıcı bekleme eğilimi çok güçlenmişti. Başta Sabilik olmak üzere Arabistan’ın birçok yerinde kendilerine peygamber diyen kurtarıcılar çıkıyorlardı.

Hz. Muhammed’in öncülük ettiği İslamiyet böyle bir ortamda gelişir. İslam kelimesi Arapça barış anlamına gelen Selam kelimesinden türetilmiştir. Savaşlardan ve talanlardan bıkan halkın barışa olan özlem ve istemi bu çıkışın temel nedenlerinden biridir. Hz. Muhammed’in, uygarlığın temsilcileri olan Sasani, Bizans ve Habeşiler gibi savaşı geliştirmek yerine barışa yönelmesi ve zorunlu olmadıkça şiddet kullanmaması onun uygarlık karşıtı özelliğini göstermektedir. Mekke’de tutunamaması, hicret ederek kırsala gitmesi ve kendisini oradan örgütlemesi, kente karşı çevrenin mücadelesini göstermektedir. Yine kadınlara ve kölelere hitap etmesi eşitlikçi ve özgürlükçü yanını göstermektedir. Kölelik karşıtı eğilimi çok belirgindir. Son derece yumuşak, şefkatli ve özgürleştirme yanlısıdır. Kadına yaklaşımı eşit ve özgür olmazsa da kadının derin köleliğinden nefret etmektedir. Ve en önemlisi de insanın tanrı olamayacağını, insanlar arasında fark olmadığını söylemesi, tanrı olma veya tanrısal olma hastalığına kapılmaması eşitlikçi ve uygarlık karşıtı yönünü göstermektedir. Hz. Muhammed, Mekke ileri gelenlerinin yönetimi gasp ederek halkı yönetim dışında bıraktıklarını derinden kavramıştır. Halk yönetimini kaybettiğinden politik bir varlık da gösterememektedir. Bu aynı zamanda ahlaki ve politik özelliklerin aşınmasını beraberinde getirmiştir. Bu durumu aşmak ve toplumu yeniden politik-ahlaki özelliklere çekmek için ilk elden halkın sorunlarını tartışıp çözümler üretebileceği mekanlar geliştirir. Cami olarak ifade edilen bu ibadet yerlerini neolitik dönemin tapınaklarına benzetmek ister. Camiler dönemin yetişkinlerinin toplumun her türden sorununu tartışarak karara bağladığı meclisler konumundadırlar. Eğitim, tartışma ve karar alma mekanlarıdırlar. Böylece toplumun en yararlı işlerinin bulunması olarak tanımlanan politikanın öğrenildiği ve topluma politik özelliklerle katılımın sağlandığı mekanlardır. Bu camilerde kadın erkek ayrımını yapmadan belli ölçüde doğrudan demokrasiyi uygulamıştır. Bununla toplumun gücünü ve enerjisini açığa çıkartmıştır. Hz. Muhammed toplumdaki manevi boşluğu iyi gördüğünden maneviyata ve ahlaka daha fazla önem vermiştir. Halkta oluşturulmuş olan umutsuzluk ve anlam yitimini aştırmak için umuda ve anlam gücüne öncelik vermiştir. Tanrısını kral tanrılardan çok farklı kılmıştır. Cabbar ve Kahır olan kral tanrıların yerine “Rahman ve Rahim” olan yani esirgeyen ve bağışlayan daha evrensel bir tanrı koymuştur. Hz. Muhammed’deki Allah kavramı sosyolojik olarak doğal toplum tanrılarıyla uygarlık tanrılarının sentez halidir. Allah’ın 99 sıfatı da doğa ve uygarlıksal güçlerin birleşik etkisini ifade eder. Fransız sosyolog Durkheim, tanrının toplumun kimliği olduğunu belirtir. Bu anlamda tanrı kavramının toplumun kimliği olduğu gerçeği en fazla İslam’da kendisini gösterir. İslamiyet bu özellikleriyle uygarlıksal akışın dışına çıkmak istemiştir.

Din eksenli çıkışlar uygarlığa karşı ciddi bir mücadele yürütmüşlerdir. Ancak sınıfsal karakterleri gereği sistemi tümden değiştirme yerine reforme ederek yaşanılır hale getirmişlerdir. Bazen çok radikal mücadele yürütmeleri bu özelliklerini değiştirmemektedir. Sonrasında erkenden uygarlıkla buluşmaları da bu özelliklerinden gelir. Hz. İbrahim’le başlayan bu geleneği tüm dinsel mücadelelerde görmek mümkündür. Aynı durum İslamiyet için de geçerlidir.

Özgürlüklerine düşkün bedevi çöl kabilelerinin mücadelesiyle İslamiyet kısa sürede Arabistan Yarımadası’nın tümüne yayılır. Bu hızlı yayılma uygarlık kalıntılarını da içine çeker. Çıkarlarının tehlikeye girdiğini gören, kente ve uygarlık nehrinin başına çöreklenmiş, cahiliye dönemi zihniyetini taşıyan uygarlıkçı güçler takiye yaparak hızla İslam’a katılırlar. Hz. Muhammed sonrasındaki İslamiyet’te bu kadar ikiyüzlülüğün ve takiyenin olması bu özellikten dolayıdır.

İslam uygarlığı, başlangıçtaki tüm kurtuluşçu ve eşitlikçi temalarına rağmen çok kısa bir süre içinde hegemonik bir uygarlığa dönüşür. İslamiyet, iyice yozlaşan ve kar getirmeyen, bölge halklarını ve toplumsal örgülerini çok yıpratan Bizans-Sasani ve Habeşistan çekişmesine, bu çekişmelerin yarattığı çözümsüzlüklere karşı bir çıkış, bir çözüm ve bir alternatif olarak gelişmesine rağmen, gelenin gideni aratması gibi onlardan daha kötü bir çekişme ve çıkmazı yaratır. Ardıllarının Hz. Muhammed’in vefatından hemen sonra iktidar mücadelesine girişmeleri ve bu mücadeleyi büyük tasfiyelerle yürütmeleri bunun ifadesidir. Bu iktidar mücadelesinden dolayı Hz. Muhammed’in cenazesinin 3 gün yerde bekletildiği ve kaldırılmadığı söylenmektedir. Hz. Muhammed’den sonra iktidara gelen halifelerden Ebubekir dışındakilerin suikastlarla öldürülmeleri iktidar mücadelesinin boyutunu göstermektedir. Erkenden Haricilik, Alevilik ve Sünnilik tarzında mezheplere bölünmesi de bunun ifadesidir. Mezhepler içerisinde mezheplerin oluşması, tarikatların oluşması bu bölünmeleri daha da derinleştirmiştir. Öncülüğün Haşimilerden Emevilere geçmesi, Muaviye’nin halife olması parçalanmışlık ve yozlaşmayı daha da derinleştirmiştir. Emeviler, dini kutsallık adına İslam’ı tarihin en gerici ve lanetli durumuna düşürmüşlerdir. Böylece toplumun hafızasını zehirleyerek felç etmişlerdir. Uygulamalarıyla Hz. Muhammed’in İslam’ından oldukça uzaklaşmışlardır. Adeta Hz. Muhammed İslam’ına ihanet etmişlerdir. Bu dönemde mezhep savaşları kisvesi altında yoğun iktidar mücadeleleri yürütülmüştür.

İslamiyet sanıldığı gibi rafine ve homojen bir dinsel ideoloji değildir. Aksine uygarlıkla iç içe geçmiş bir sentezdir. Olumlu ve olumsuz birçok şeyi kendi içinde barındırır. Özgürlükçü özellikleri kadar tahakkümcü, eşitlikçi özellikleri kadar eşitsizlikçi, barışçı özellikler kadar savaşçı, maneviyat kadar maddiyatçı özellikler taşır. Bu yönüyle ikili bir karakter taşır. Hz. Muhammed’e atfen söylenen “hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış” hadisi de bunu ifade etmektedir. İslam’a dönük değerlendirmeler yapıldığında bu iki yön göz önünde bulundurulmalıdır. Bu özelliğine rağmen İslamiyet Emeviler zamanında büyük bir yayılmayı yaşar. Sasani devletinin topraklarının büyük çoğunluğu fethedilir. Bizans devleti birkaç defa yenilgiye uğratılır. İstanbul kuşatılır, Mısır ve Kuzey Afrika’ya yayılır.

100 yıllık Emevi iktidarı dönemi, İslamiyet’in özünden en fazla uzaklaştığı, devletçi ve iktidarcı eğilimin gelişerek demokratik değerlerin tasfiye edildiği bir dönem olur. İktidar sahipleri açıktan olmazsa da kendilerini tanrı kral gibi görerek firavun ve nemrutların izinden giderler. Tanrının “rahman ve rahim” olan özelliklerini unutarak yeniden “cebbar ve kahır” özeliklerini öne çıkarırlar. İlk dönemlerinde meclis rolünü oynayan camiler, bu özelliklerinden uzaklaştırılarak sadece dinsel ritüellerin yapıldığı mekanlara dönüştürülür. “Haremlik” adı altında kadın köleliğini daha da derinleştirirler. Biçimde İslam olsalar da gerçekte cahiliye dönemini yaşarlar. Bu durum halkta bir tepki ve öfke birikmesine, giderek isyanların gelişmesine yol açar. Bu isyanlar sonucunda 750 yılında iktidar Emevilerden Abbasilere geçer.

Abbasiler zamanında merkezi uygarlık zirve yapar. Çin Seddi’nden Endülüs’e kadar, Hazar Denizi’nden Hicaz’a kadar bütün alanlara hakim olur. İslamiyet, cihan imparatorluğu haline gelir. Her zirveden sonra düşüşün olması gibi uygarlıksal gelişmede bir geriye düşüşün farkındadır Abbasîler. Bu düşüşü engellemek için birçok yol ve yönteme başvururlar. Burada da başta gelen bilim ve içtihada aşırı yer ve önem vermeleridir. Böylece bir kültürel aydınlanma hamlesi geliştirirler. Öcalan bu konuda şunları belirtiyor: “Uygarlık anlamında İslâm’ın hegemonik çöküşü çözümlenirken, dıştan Moğol Cengiz Han Hanedanlığı’nın istila ve işgalleriyle içte mezhep çatışmaları baş sebep olarak gösterilir. Bu eksik bir anlatımdır. Belirtildiği gibi, asıl neden kültürel Rönesans’ı gerçekleştirememesidir. Kendi iktidarı döneminde Abbasi Hanedanlığı bu gerçeğin farkındadır. Kurtuluş ve barış mesajı olarak İslâmiyet’in sadece dinsel fonksiyonuyla imparatorluğu ayakta tutamayacağını iyi bilmektedir. 800-1200 döneminde gerçekten İslâmî Rönesans’a yaklaşan çabalar yoğunca sergilenmiştir. Bilim ve felsefede ciddi açılımlar sağlanmıştır. Tıp, biyoloji, matematik, fizik, kimya, tarih ve toplum bilimlerinde Avrupa’nın önündedir. Felsefenin hikmet, tasavvuf, mantık, ilahiyat, adalet konularında oldukça ciddi açılımları söz konusudur.” Özellikle akla uygun yorumlarıyla, felsefe ve mantıkla ilgilenen Mutezile akımının bunda payı büyüktür. Hadis ve ayetlerin akılla çeliştiği yerlerde akla ve içtihata yer vermesi, dogmatizmin aşılmasında büyük mesafe aldırmıştır. Ortadoğu bu dönemde böylesine büyük bir aydınlanmayı yaşarken Avrupa adeta karanlık çağı yaşamaktadır. Fakat İmam Gazali ve Muhyeddin Arabiyle beraber içtihat kapılarının kapatılması, felsefe, mantık ve yorumun önünü almıştır. Ayet ve hadislerin akılla çeliştikleri anda aklı bir yana atarak ayet ve hadislere yer vermeleri dogmatizmin kökleşmesine neden olmuştur. Sonrasında gelenlerde İslam’ın bu devasa mirasının kıymetini bilmeyerek bir fare gibi hep kemirerek tüketmişlerdir. Kürt Halk Önderi, bu kesimleri şöyle tanımlıyor: “Geriye kalan mirası çarçur eden, yemesini bile bilmeyen, hayırsız, hem ideolojik özden, hem de maddi olanaklardan yararlanamayan sefil yaratıklardırlar; görkemli abidelerin yeraltındaki varlıkları üzerinde eşekçe anırmayı yaşam sayan, insan şekilli ama hayvandan daha geri yaratıklardır.”

Bugün İslam adına hareket ettiklerini söyleyen ve insanları diri diri yakan, kesen, katliamlar yapan, tecavüz eden selefi örgütlere bakıldığında Kürt Halk Önderi Öcalan’ın bu tespitleri daha iyi anlaşılmaktadır.

İçtihat kapılarının kapatılmasıyla birlikte bilimsel ve kültürel gelişmenin yönü Avrupa’ya kayar. Haçlı seferleriyle Ortadoğu’nun zenginlikleriyle tanışan Avrupa bu zenginlikleri Avrupa’ya taşırmıştır. Avrupalılar bir yandan eski Grek kaynaklarına yönelirken diğer yandan da Arap kaynaklarını Latinceye çevirerek kendi Rönesanslarına zemin hazırlamışlardır. Bunda Cenova ve Venedik tacirlerinin ticaret malları kadar uygarlık kültürünü de taşımaları Rönesans’ı hızlandırmış, kilisenin dogmatik yaklaşımlarını kırarak aşmışlardır. Avrupa’nın yaratıcılığı tüm bunları yeni bir sentezle buluşturmasıdır. Tüm bunların sonucunda Avrupa zihniyet, kültürel ve ekonomik anlamda büyük bir zenginleşmeyi yaşarken, Ortadoğu giderek çoraklaşarak verim vermez bir hale gelir.

Sonuç olarak; İslamiyet, Sümerlerden beri hem mitolojiyi dinselleştirmiş hem de siyasi ve askeri otoriteyi en gelişkin noktalara taşırmıştır. 12. yüzyıla kadar uygarlığın zirvesindedir. Bu, aynı zamanda Ortadoğu uygarlığının da zirvesidir. Ortadoğu ve İslamiyet için bundan sonrası baş aşağı gidiştir. Çünkü İslamiyet uygarlık çantasında ne varsa hepsini sonuna kadar tüketmiştir. Tüketecek bir şey kalmayınca da öncülük Avrupa’ya geçmiştir. Bu yüzden İslamiyet, “Ortadoğu’nun son aslan kükremesi”dir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.