Düşünce ve Kuram Dergisi

Dördüncü Dünya Savaşının Bin Kolu

Raul Zibechi

Halklara karşı yürütülen savaşı; ateşli silahların sistemli olarak kullanılmasına, ordu güçlerinin ve paramiliter güçlerin köylü mezralarına düzenledikleri saldırılara ve onların ekinlerini ve geçim yollarını tahrip etmelerine, yaşam alanlarının ve toprakların doğrudan işgaline, bombardımanlara ve en kapsamlı savaş taktiklerinin kullanılmasına indirgemek ölümcül bir hata olurdu. Bu sayılanlar tamamen doğru olmasına karşın, dünyada, düşük gelirli kesimlere karşı yürütülen en zalim ve geleneksel savaş yöntemi değildir.

Latin Amerika’da son 20 yıldır yaşam alanlarının ve toprakların işgal edilmesinden, yerleşimlerin yok edilmesinden, büyük çokuluslu maden ve endüstriyel tarım şirketleri tarafından işgal edilebilmeleri için toprakları boşaltmaya ve yerleşimlerden temizlemeye dayanan bir sosyal mühendislik programını hayata geçirmek ve devasa altyapı projelerini inşa etmek için zorunlu kitlesel yerinden etme operasyonları yürütülmesinden zalimlik konusunda hiç de geri kalmayan başka yöntemlerden mustaribiz.

Bu savaş ‘extractivismo’ ‘kazıp çıkarmacılık’ olarak adlandırılmakta ve topluluklarımızın suyunu, havasını ve toprağını bilabedel kullanıp geride yaşam için bir kıymeti veya faydası kalmayan bir su, hava ve toprak bırakarak birer ticari metaya dönüştürmek amacıyla ortak varlıklarımıza el koymak veya bu varlıkları çalmakla şekillenen bir karaktere sahiptir. Bu yüzden ‘kazıp çıkarmacılığın’ bir ölüm modeli olduğunu ifade ediyoruz. Bu, başka silahlarla ve başka savaşçılarla yürütülen, fakat sermayenin geleneksel olarak peşinde olduğu iki hedefi gözeten bir savaştır ki bu hedeflerden biri yoksullara boyun eğdirme, diğer ise nüfusun %1’inin sonsuz zenginleşmesidir.

 

Tek mahsullü tarım (Monokültür): yeni savaş ve direniş cephesi

Arjantin’de 28 milyon hektarlık genetiği değiştirilmiş ürün (soya, mısır ve pamuk) bulunmaktadır ve bu ürünlere her yıl 300 milyon litre glifosat serpilmektedir. Bununla birlikte, glifosat meyvelerde, ayçiçeğinde, otlaklarda, çamlarda ve buğdayda da kullanılmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü 20 Mart 2015 tarihinde “glifosatın laboratuar hayvanlarında kansere yol açabileceğine dair ikna edici kanıtlar ve insanlarda da karsinojenisiteye yol açtığına ilişkin sınırlı kanıtlar (Hodgkin-dışı Lenfoma) bulunduğunu” ve aynı herbisidin (otkıran) “ADN’ye ve insan hücrelerindeki kromozomlara zarar verdiğini” ilan etmiştir”[1].

Glifosat hem tarımsal ürünlerde hem kentsel alanlarda hem de evlerde olmak üzere, dünyada en fazla kullanılan herbisiddir. Transgenik mahsullerin gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla birlikte, Monsanto’nun bu ürünü devasa miktarlarda kullanılmaya başlanmıştır. 1996 yılında Arjantin’de 11 milyon litre glifosat kullanılmıştır ve o yıl transgenik soya kullanımı onaylanmıştır; şu anda Arjantin’de 320 milyon litre glifosat kullanılmaktadır.

Biyokimyager ve Paraná (Brezilya) Ekoloji Forumu’nun üyesi olan Daniel Verzeñassi İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan (1945) bu yana çevreye salınan yüz bin üründen “sadece iki veya üç bin tanesinin kanserojenisite açısından değerlendirildiğini” ifade ediyor. Bu yolla, hem polemik yaratan hem de üzerinde düşünmemizi gerektiren bir tez ortaya atıyor: Yiyecekler dünya nüfusunu kontrol etmeye yönelik jeopolitik bir projenin bir parçasını oluşturuyor. Aradan günler geçtikten sonra, UNAM Ekoloji Enstitüsü’nden Meksikalı iki bilim insanı “Monsanto ve Birleşik Devletler hükümetinin glifosatın toksik bir madde olduğunu 1981’den beri bildiklerini”[2] kaydetmiştir.

Bu durumu değiştirmek çabasıyla, bu konunun akademik sorumlusu olan Verzeñassi’nin tanımladığı gibi, Tıbbi Bilimler Fakültesi, “değerlendirme, araştırma, öğretim ve uzmanlık alanının da dâhil olduğu Tıp Bitirme Dersinin Son Uygulamasının Nihai Değerlendirmesi için 2010 yılında oluşturulan bir mekanizma” olan “sağlık kamplarını” başlatmıştır. Bu kamplar öğrencilere elde ettikleri akademik derecenin sadece kendi bireysel başarılarından kaynaklanmadığını, aksine tüm toplumun katkılarıyla elde edildiğini açıkça gösteren bir deneyim imkânı sunan, yerli nüfus üzerinde epidemiyolojik analiz yapılmasını sağlayan bir araçtır.  Bu kamplar beş gün sürmekte ve aynı eğitim grubuna 90 ilâ 150 arası öğrenci katılmaktadır, bu nedenle kamplar üç ayda bir gerçekleştirilmektedir.

Kampın sonuçlandırılacağı zaman, araştırmada elde edilen sonuçları bildirmeleri için herkese çağrı yapılmakta ve ardından, fakülteler bu kampların düzenlendikleri yıllar boyunca farklı topluluklardan elde edilen sonuçları karşılaştırmaktadır; nihayetinde de hastalıkların son 15 yıldaki gelişimlerine dikkat çekmektedir.

“Kanser vakalarında ilk beş yılın verilerine kıyasla dört buçuk kat ile yedi kata varan bir artış olduğunu teyit ettik. 21 köyün kanser, ani düşükler, sakat doğumlar gibi parametreler bakımından benzer artışlar sergilediğini görmeye başladığımızda, kendimize tüm bu yerlerin ortak noktasının ne olduğu sorusunu yönelttik ve bu yerlerin kimyasal tarım ilaçlarıyla tarımsal üretim yapılan endüstriyel üretim alanlarının ortasında yer aldıklarını gördük” diye belirtiyor Verzeñassi[3].

2008 yılında Arjantin’de bu yerleşim yerlerinde her 100.000 kişide 206 kanser vakası vardı. Bazı köylerde iki bin kadar vakaya rastlandı ki bu oran ülke ortalamasının neredeyse on katıdır. Sakatlıklara ve malformasyonlara gelince, böyle vakaların görülme sıklığı milyonda bir olmasına rağmen, 4.000 sakini olan bazı köylerde sakat doğum görülme sıklığı altı bebeğe kadar çıkmaktadır. Fakat araştırmayı yürütenlerin dikkatini en fazla çeken şey daha önce mevcut olan kanser türlerinde artış olmaması, aksine lenf kanseri, lösemi, tiroid kanseri, pankreas kanseri ve meme kanseri gibi yeni kanser türlerinin ortaya çıkmasıdır.

Monte Muiz (Córdoba eyaletine bağlı, 8.200 kişinin yaşadığı ve geçim kaynağı tarım olan bir kasabadır) yetkililerinin talebiyle, Universidad de la Plata tarafından yapılan bir araştırma burada görülen kanser oranının ülke ortalamasının üç katı olduğunu ortaya çıkardı. Hamile kadınlarda yaşanan ani düşüklerin oranı, ülke ortalamasına (%3) kıyasla burada %9,9’a çıkmaktadır.

Bu verilerden hareketle çıkarılan sonuçlar hem çok açık hem de şok edici: Monsanto gibi çokuluslu şirketlerin desteklediği ve arkasında olduğu geniş tek mahsullü tarım alanlarının bulunduğu ülkelerde nüfusu yavaş yavaş yok eden ve yeryüzünden silen sessiz bir kimyasal savaş yaşanıyor.

 

Madencilik yeni sömürgeciliktir

Zapatista hareketinin de dördüncü dünya savaşına dair analizinde vurguladığı gibi, tarımla geçinen köylü toplumları kanunsuz zapt etme / mülksüzleştirme yoluyla sermaye birikiminin önündeki engellerdir. İspanyolların gelişinden beş yüzyıl sonra, şiddet ve yerli topraklarının militarizasyonu norm haline gelmiştir ve modelin ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadır; öldürmeler, yaralamalar ve insanların dövülmesi polis veya askerlerin yetkilerini yanlışlıkla veya kazara aşmaları sonucunda yaşanmaz. Bunlar ‘var olmama’ bölgesinde ‘kazıp çıkarmacılık rejiminin’ “normal” işleyişinin bir parçasıdır. Askeri diktatörlüklerin uyguladığı devlet terörü özerk yönetimi benimseyen isyan bölgelerindeki insanları yok etti ve açık maden işletmeciliğinin ve transgenik tek mahsullü tarımın yerleşmesi için gereken koşulları yarattı. Daha sonra, demokrasiler de – muhafazakar ve/veya ilerici – otoriter rejimlerin doğal kaynaklara el konulması suretiyle zenginleşmeyi arttırmak için yarattıkları bu koşulları onayladılar:

“Kırsal yerleşimlerdeki nüfusun tamamı zulüm görmekte, tehdit edilmekte, krimizalize edilmekte, yargılanmakta, kanun namına ve yasal düzen adına gözaltına alınmakta ve tutuklanmaktadır. Bu yeni ortaya çıkan örgütlenmelerin ve hareketlerin önderleri ve yol gösterenleri –kadın, erkek, genç, yetişkin, yaşlı fark etmeksizin- yeni teröristler olmakla ve parçası olarak görülmedikleri bir toplumun halk düşmanları olmakla suçlanmaktadırlar.” (Machado, 2014: 21).

Yerliler, siyahiler ve melezler, topraksız köylüler, fakir kadınlar, işsizler, kayıtsız işçiler ve şehirlerin çeperlerinde yaşayan çocuklar EZLN’nin Dördüncü Dünya Savaşı olarak tanımladığı bu durumun mağduru durumundalar. Diğer tüm savaşlarda olduğu gibi, bu savaş da yeni topraklar fethetmek, düşmanları yok etmek ve fethedilen yerlere hükmedip onları sermayeye tâbi kılmak üzerine kuruludur:

Dördüncü Dünya Savaşı; küreselleşme kavramı pazarın evrenselleştirilmesini ifade ettiği ve bu amaca hizmet ettiği ölçüde insanlığı yok etmektedir ve bu sisteme göre, bu mantığa itiraz eden ve karşı çıkan insani olan her ne varsa düşmandır ve yok edilmelidir. Bu anlamda, yerliler, yerli olmayanlar, insan hakları gözlemcileri, kanaat önderleri, aydınlar, sanatçılar kısacası hepimiz onlar için yenilgiye uğratılması gereken düşmanlarız. (Subcomandante Marcos, 1999).

Köyleri ve engel olarak görülen bu nüfusu yok etmenin yolu her zaman fiziksel ölüm değildir. Buna rağmen, bu da, kronik yetersiz beslenmenin yaygınlaşmasının yanı sıra, tek mahsullü tarımda kullanılan ve madenlerden yayılan kimyasallara maruz kalan milyonlarca insanın etkilendiği kanser gibi eski/yeni hastalıklar yoluyla yavaş yavaş gerçekleşmektedir.

Bu yok etme yöntemlerden en alışılmışı ve sık karşılaşılanı fakirlerin dışlanarak uzaklaştırılması ve ortadan kaldırılmasıdır ve bu da, onların şehirlerin çeperlerinde polis ve güvenlik güçlerinin merkezlerine yakın özel alanlara mahkûm edilmeleri ve oralara sıkıştırılmaları yoluyla yapılmaktadır. Bunun en uç vakası Gazze Şeridi iken, diğer en yaygın örnekleri Latin Amerika’nın tüm büyük şehirlerinin gecekondu bölgelerinde görülebilir. Örneğin; Patagonya’daki mapuche yerlileri, Kolombiya’da Cauca yerlileri ve Afrika kökenli yerliler, Maranhão eyaletinin Vale madenine ait “demir treni”nin geçtiği kırsal yerleşimler ve And bölgelerindeki yüzlerce yerli toplumu gibi madencilik işletmelerinin çalışma sahalarının yakınlarında yaşayan kırsal toplumların çoğu, maddi ve sembolik bir kuşatma görevi gören askeri/ekonomik güçlerce izole edilmiş ve çevrelenmiştir.

Neoliberalizmle ve mülksüzleştirme yoluyla sermaye birikimi hegemonyasıyla birlikte, “siyasetin müsadere edilmesi” ki bu durum Meksika, Kolombiya ve Guatemala gibi uç vakalarda paramilitarizm, madencilik şirketleri ve devlet yönetimindeki yolsuzluk arasında bir ilişki ve etkileşimin meydana gelmesi şeklinde karşımıza çıkmaktadır ve bu örneklerde söz konusu durum pekâlâ siyasetin yeniden kolonizasyonu olarak değerlendirilebilir (Machado, 2014).

Öte yandan, yerlilerin/siyahilerin/melezlerin (mestizo) Latin Amerikası’nda, tarihsel olarak, disipline etmenin temel yolu ne panoptikon (her şeyi gören göz) denetim sistemi ne de şeytani değirmen’[4]dir (Avrupa’daki gibi), aksine hem koloni döneminde hem cumhuriyetçi dönemde hem diktatörlüklerde hem de demokrasilerde bugüne kadar hep tekrar etmiş olan katliamlar veya katliamdan geçirme tehdididir (yani imha): 1907 yılında Iquique, Santa Maria’da taranan 3.600 kişiden, Haziran 2009’da Bagua’da öldürülen onlarca kişiye kadar hiç bu değişmemiştir. Bu katliamların her ikisi de seçimlerle iş başına gelen demokratik rejimlerin yönetimleri altında yaşanmıştır ve bu da bölgede hüküm süren bu sistemin karakterini göstermektedir. Tarihçi Gabriel Salazar’a göre, tek başına Şili’de, 1903 yılından 1973 darbesine kadar olan 70 yıllık süreçte (oranlandığında her üç yıla bir katliam düşecek şekilde yapılan) toplamda on beş katliam saymaktadır ki bunların sonuncusu ülkenin her köşesini kapsamaktadır ve on bin cana mal olmuştur (Salazar, 2009: 214). Devletin baskı araçlarınca öldürülen 500 kişinin anneleri tarafından Mayıs 2006’da São Paulo’da kurulan Mayıs Anneleri (Maes de Maio) platformu 1990 ile 2012 yılları arasında favelas sakinlerine, yani gençlere/siyahilere/fakirlere, karşı 25 katliamın gerçekleştirildiğine işaret etmektedir (Maes de Maio, 2014)[5].

Bundan sonraki bölümde, kıtada şu anda hâkim olan kazıp çıkarmacılığın halklara boyun eğdirmek için kullandığı neokolonyal yöntemleri açıkça gösteren ve dünyanın güneyinde mülksüzleştirme yoluyla sermaye birikiminin kalıcı bir olağanüstü hal uygulanmaksızın kurulamayacağını ortaya koyan yedi özellik üzerinde durmak istiyorum.

Bunlardan birincisi açık maden işletmeciliğinin ve tek mahsullü tarımın büyük toprak işgali; daha sonra bu topraklar üzerinde yaşayan nüfusun tamamının bu alanlardan kovulması ve silahlı / askeri gruplar yoluyla bu bölgelerde tutunma ve kalma imkanlarının daraltılmasıdır. And dağlarının içinden geçtiği ve And topluluklarının yaşadığı çeşitli ülkelerde bu toprakların %25’i ilâ %30’u çokuluslu madencilik şirketlerine imtiyazlı olarak verilirken, tek mahsullü tarım işletmeleri en iyi toprakları işgal etmekte ve küçük ölçekli tarım yapan üreticilere baskı yapmaktadırlar.

İkinci olarak da, ulusötesi şirketler, devletler ve halk arasında asimetrik ilişkiler kurulmaktadır. Yapısal bir bakış açısından bakıldığında, kazıp çıkarmacılığın en önemli etkisi “doğal kaynakların arzı ve tedariki konusunda özelleşmiş, müdahale edilmiş ve büyük ulusötesi şirketlerin kontrolü altında işletilen bölgelerin yaratılması suretiyle yeni bir ekonomik ve jeopolitik ilişkiler örüntüsü kurmak ve yerleştirmek” olmuştur (Colectivo Voces en Alerta, 2011: 12).

Üçüncü olarak da, bu durum yapısal olarak dışarıya bağımlı sosyo-üretimsel alanların uç bir ifadesi olarak anklav ekonomileri (yabancı sermayenin denetiminde ve yönetiminde olan ve ülke ekonomisiyle çok az bağı bulunduğundan ekonomiye önemli bir getirisi de olmayan ekonomik alanlar) yaratmıştır (Colectivo Voces de Alerta, 2011: 15). Anklavlar kolonilerdeki ekonomik alanların işgalinin en önemli yöntemlerinden biriydi; bu bölgelerin karakteristik özelliği çevreleriyle ve yerel toplulukların ekonomileriyle herhangi bir ilişki kurmamaları ve bölgedeki “dikey” ekonomiyle herhangi bir bağının bulunmamasıdır. Bunlar doğal kaynakları çıkarırlar, soyarlar, ancak herhangi bir şekilde etkileşime girmezler; toprağı fakirleştirirler, sosyal dokuyu bozarak çeşitliliğini azaltırlar ve insanları izole ederler.

Dördüncü olarak, bu şirketler devletleri kendilerine önemli ekonomik taviz ve faydalar sağlamaya, kazançlarının sabit kalacağını ve düşmeyeceğini, vergilerden, gümrük ve ithalat harçlarından ve vatandaşlara uygulanan diğer yükümlülüklerden muaf tutulacaklarını güvence altına almaya zorlayacak ölçüde kanunlarda değişiklikler yapılmasını sağlayacak güçlü siyasi müdahalelerde bulunurlar ve ülkeyi, egemenliğinin sonu anlamına gelen bir bağımlılık durumuna sokarlar. Arjantin’de Madencilik Kanunu, devletin madenleri kullanamayacağını ve madenler üzerinde herhangi bir tasarrufunun olamayacağını ve bu nedenle de “maden arama, madenlerden faydalanma ve madenler üzerinde kendi mallarıymış gibi tasarrufta bulunma yetkisini özel teşebbüslere…” devrettiğini açıkça beyan etmektedir (Colectivo Voces de Alerta, 2011:37).

Beşinci olarak, aile tarımına ve gıda egemenliğine bir saldırıda bulunulmaktadır. Madencilik işletmeleri ve tek mahsullü tarım işletmeleri yerli nüfusu ve yerel çevreyi tanımadıklarından ve umursamadıklarından, su kaynaklarının azaltılması veya kirlilik nedeniyle ciddi bir su sorunu yaratmakta ve biyolojik döngüleri bozmaktadırlar; bir köksüzleştirme ve sosyal bütünlüğü bozma eğilimi görülmekte ve toplumların belirli üretim alanlarına erişimi kesilmekte, maden çıkarma şirketlerinin varlığı köyden şehre göçü arttırmakta ve şirketlerin dikey yönlü ve tepeden müdahaleleri sonucunda bölgeler yeniden tanımlanmakta ve ulusötesi yerel alanlar oluşturularak toplumsal dağılma ve çözülmeye neden olunmaktadır (Giarraca ve Hadad, 2009: 239-240).

Dikkat çekilecek altıncı özellik ise militarizasyondur. Latin Amerika Madencilik Çatışmaları Gözlemevi’ne göre, bölgede mega-madencilik nedeniyle 311 topluluğu etkileyen aktif 206’den fazla anlaşmazlık ve çatışma bulunmaktadır (OLCA, 2014). Peru’da bu çatışma ve sorunlar Ollanta Humala hükümetinin iki kabinesinin düşmesine ve pek çok eyaletin militarizasyonuna neden oldu. 2006 ve 2011 yılları arasında yaşanan çatışmalar ve sorunlar bu And ülkesinde 195 aktivistin öldürülmesine yol açtı.

Son olarak, kazıp çıkarmacılık bir “tam toplumsal aktör”dür. Yerleştiği topluma müdahale etmekte, toplumsal çatışmalar ve sorunlar yaratmakta ve bölünmelere yol açmaktadır. Buna karşın, aynı zamanda “yapmayı planladıkları iş için sahte “toplumsal onay” izlenimini yaratmak veya muhalif kesimleri susturmak amacıyla, şirketlerin sosyal faaliyetleri kılıfı altında belirli bireylerle ve topluluklarla doğrudan sözleşmeler yapmak, onlara hediyeler vermek veya tekliflerde bulunmak suretiyle toplumun bir bölümünü kendi yanına çekmeye çalışmakta ve bölgedeki nüfusu bölmeyi amaçlamaktadır” (Colectivo Voces de Alerta, 2011: 73). Bu şirketler üniversite ve kurumlarla sıkı ilişkiler geliştirmekte ve okullara ve spor kulüplerine bağışlar yapmaktadırlar. Böylece kendilerini “tam bir toplumsal aktör”e dönüştürmektedirler (Svampa ve Antonelli, 2011: 47). Ekonomik faaliyetleri yeniden yönlendirmeye çalışmakta ve sosyal, eğitimsel ve yerel topluluklarla ilgili faaliyetleri yoluyla kendilerini doğrudan sosyalleşme aracılarına dönüşmektedirler. Faaliyet göstermeyi planladıkları bölgelerdeki “nüfusun üretiminin ve çoğalmasının genel kontrolünü ele geçirmek” için “sosyalleşme aracıları” haline gelmeyi amaçlamaktadırlar (Svampa ve Antonelli, 2009: 47).

Kazıp çıkarmacılık Latin Amerika’daki toplumların ve devletlerin tamamen yeniden yapılandırılmalarını teşvik etmektedir. Burada karşı karşıya olduğumuz şey “reformlar” değil, aksine toprağın bölüşümü konusundaki gerileme (geriye gidiş) gibi, bazı toplumsal gerçekliklere şüpheyle yaklaşmamıza neden olan değişikliklerdir (Bebbington, 2007: 286). Kazıp çıkarmacılığın uygulandığı bölgelerde demokrasi zayıflamakta ve yok olmaktadır; devletler ise büyük çokuluslu şirketlere o ölçüde boyun eğmektedir ki bu bölgelerde yaşayan insanlar kendilerini bu çok uluslu şirketlere karşı koruması için devlet kurumlarına güvenemez ve onlardan yardım alamaz hale gelmektedir.

 

Olağanüstü hal koşulları altında toplumsal hareketler ya da “bıçağı boğaza dayayarak” mücadele etmek

Toplulukların ve halkların madenciliğe karşı yürüttükleri direnişin, toplumsal hareketlerin faaliyetleri konusunda başka yollar izleyerek kendilerini yenilemek zorunda oldukları anlaşılmıştır. Yeniden kolonileştirme, özellikle kişilerin insan haklarının/vatandaşlık haklarının/medeni haklarının/iş ve çalışma haklarının tanınmadığı ve insanlıklarının reddedildiği alanlarda çalışmak gibi yeni konuları bu hareketlerin gündemine sokmuştur (Fanon, 2011).

Var olma ve Var olmama bölgelerinde zorbalık ve baskıların yaşanma biçimleri nitelik bakımından birbirinden bariz bir şekilde farklıdır (Grosfoguel, 2012). Çatışma ve sorunların kontrol altına alınma ve düzenlenme biçimleri de her bölgede farklılık arz etmektedir: birinci bölgede görüşme ve müzakere alanları açık, kişilerin medeni hakları, iş ve çalışma hakları ve insan hakları tanınmaktadır; özgürlük, özerklik (otonomi) ve eşitlik üzerine söylemler işe yaramaktadır ve çatışma ve sorunlar şiddete başvurulmadan yönetilmektedir ya da en azından bir şiddet istisnadır. Var olmama bölgesinde ise – ki bu bölge aynı zamanda insani olana ait, insan olmaya ait çizginin altı şeklinde de tanımlanmaktadır – çatışmalar ve sorunlar şiddetle düzenlenir veya çözümlenir ve şiddet içermeyen yöntemlerin kullanılması bir istisna teşkil eder (Grosfoguel, 2012).

Grosfoguel var olma bölgesinde, var olma bölgesinin ezilenlerinin haklarıyla ve geçmişleriyle birlikte de dâhil oldukları çatışma ve sorunlardan doğan eleştirel teorinin evrensellik iddiasında bulunamayacağını ileri sürer. “Bu teorinin var olma bölgesinden var olmama bölgesine empoze edilmesi sol tarafından uygulanan bir bilgi sömürgeciliğidir” (Grosfoguel, 2012: 98). Aynı şekilde, var olmama bölgesinde bulunan toplulukların özneleri de ne var olma bölgesindeki ezilenlerin mücadeleleri sonucunda oluşturdukları toplumsal teorileri ne de var olma bölgesindeki çatışma ve sorunlardan doğan mücadele biçimlerini ve örgütlenme stratejilerini ve tarzlarını eleştiriye tâbi tutmadan benimsemelidir.

Bireylerin (siyahiler, yerliler, melezler) insanlığının tanınmadığı, kazıp çıkarmacılığın hegemonyasının hâkim olduğu bölgelerde, insanlar Benjamin’in “kalıcı olağanüstü hal” değerlendirmesinde bulunduğu duruma tâbi kılınmaktadırlar. Beyaz kesimin/toplumun orta sınıfının sahip olduğu hakları onlar kullanamamaktadır. Rio de Janeiro ve São Paulo’da gecekondu semtlerinde yaşayanlar gösteri ve protesto haklarını serbestçe kullanamamaktadır, çünkü Askeri Polis onlara kurşundan mermilerle sistematik saldırılar düzenlemektedir.

Peru’da kamu malının eski haline intikali de dâhil Amazon ormanlarının sömürüye açık hale getirilmesi için yapılan kanuni düzenlemelerin büyük bir kısmı yürütme organına kanun hükmünde kararnameler çıkarma imkânı tanıyan yüzden fazla Kanuni Kararnameyle uygulamaya konmuştur (Pinto, 2009). Ollanta Humala hükümeti Conga adlı altın madeni projesini uygulamaya koymak için, iç düzeni sağlamak gerekçesiyle çeşitli zamanlarda “olağanüstü hal” ilan etmiş ve silahlı kuvvetleri etkilenen bölgelere kaydırmıştır[6]. Her iki durumda da, Yürütme Organı’nın yetkilerinin genişletilmesini öngören geçici ve istisnai tedbirlere başvurulmakta ve böylece askeri olağanüstü hal ile ekonomik olağanüstü hal arasındaki sınırlar ortadan kalkmakta, güvenlik meselesi bir yönetme paradigması haline getirilmekte ve barış ile savaş arasındaki fark ortadan kaldırılmaktadır (Agamben, 2004).

Kurumsal sosyal sorumluluk politikalarından – ki bu politikalar vergilerden sıyrılma garantisi de sağlar- tutun da silahlı kuvvetlerin her şeyi ve herkesi münhasıran ve özel bir rejime tâbi tutarak idare etmek ve yönetmekten sorumlu olduğu, ilgili bölgelerin silah zoruyla kontrol altında tutulmasını amaçlayan, polisin/askerin takdiri müdahaleleri de dahil çok çeşitli müdahalelerle yürütülen, resmiyette yasal olan, fakat yönetme kriteri olarak istisnai durumlar (olağanüstü hal) yaratmayı ve “tehlikeli sınıfları” hizaya sokmayı ilke edinen bir Polis Devleti. (Ferrero y Job, 2011).

Kalıcı bir olağanüstü halle yönetilen bölgelerde nasıl politika yapılır, ne tür örgütlenmeler oluşturulur, hangi eylem biçimleri uygulanır? Bir ön koşul ve tespit olarak belirtmek gerekirse, kazıp çıkarmacılık olarak adlandırılan bu büyük çaplı doğal kaynak sömürüsü kademe kademe, aşamalar halinde veya müzakerelerle sonlandırılamaz. Çünkü tüm bunlar bir yana, siyasi güçler zaten başka bir model uygulama sözüyle yönetime gelmektedir ve yerli topluluklarının, siyahilerin, köylülerin ve şehirlerin çeperlerinde yaşayanların direndikleri topraklar dışında böyle bir alternatif model de bulunmamaktadır.

Tarihsel sınıf mücadelesi deneyimleri bizi iki geçici yola yöneltmektedir. Bu yollardan ilki fabrika işçilerinin 1960’lı yıllarda fordizmi-taylorizmi söküp atma yöntemleridir. Bu, hem gelişmiş ülkelerde hem de çeperlerde (daha az gelişmiş yerlerde) (Brennan, 1996), işçilerin başına dikilen ustabaşıların kontrolü konusunda fabrika yönetimleriyle ilgili her an mücadele etmek ve bu hiyerarşik iş örgütlenmesini dağıtmak suretiyle atölyelerde yüz yüze (açık açık karşı karşıya gelerek), adım adım yürütülen bir mücadeleydi (Arrighi ve Silver, 2001; Gorz, 1998). Bu, aracıların mücadelesi değildi; fordizmin sökülüp atılmasında sendikal mekanizmalar ve sol en küçük bir rol dahi oynamadı. Bu mücadele, herhangi bir aracı veya temsilci olmaksızın doğrudan gerçekleştirilen bir sınıf mücadelesiydi. Bunu itiraf etmek kolay olmasa da, programsız, projesiz ve kesin amaçların önceden belirlenmediği bir mücadeleydi, çünkü direnmek, kavga etmek ve o çalışma dönemlerinde patronların çıkardıkları kontrol mekanizmalarının boğazına bıçağı dayayarak mücadele etmek gerekiyordu.

Mücadelenin ikinci tarihsel örneği; kesinlikle, kazıp çıkarmacılık rejimine direnmekte olanlardır ve direnişlerinin kökenleri esas olarak Bagua isyanına (Haziran 2009) ve hem Peru’daki Conga altın madenine karşı verilen mücadeleye hem de Córdoba’da, Ituzaingó bölgesinde ve Malvinas Argentinas şehrinde Monsanto’ya karşı verilen mücadeleye dayanmaktadır. Bunlar, toplulukların toprakları için adım adım, karış karış savaştığı, çokuluslu şirketleri topraklarına sokmamak veya topraklarından atmak için kendi kendilerine örgütlendikleri ve organize oldukları, onları koruyacak kanunların, devletlerin ve otoritelerin yokluğunda topraklarını barikatlara ve vücutlarını cephelere dönüştürdükleri mücadelelerdir. Bu, en alttakilerin her zamanki mücadele biçimidir: vücutlarını cepheye sürmek; hayatlarını, ailelerini ve çocuklarını riske atmak. Bunun başka yolu yoktur, çünkü onlar insanlıklarının reddedildiği, insan yerine konulmadıkları var olmama bölgesinde yaşıyorlar.

Kazıp çıkarmacılık rejimine karşı yürütülen direnişte başvurulan başlıca eylem biçimlerinin, tüm Latin Amerika bölgesinin son on yıllardaki durumunu kapsayacak geniş bir bakış açısıyla sistematize edilmesi gerekli görünmektedir. Bunlar ile işçi hareketinin eylem türü arasında açık ve net farklılıklar bulunmaktadır.

– Halkın savunma gücünün bölge topluluklarının yapısına göre örgütlenme biçimlerine dayanan Toplumsal Özsavunma. Bunun belki de en önemli örneği, Peru’nun kuzeyinde 1970’li yıllarda büyükbaş hayvan hırsızlığıyla mücadele etmek için kurulan ve topluluk içindeki yaşamı düzenleme, adalet sistemini yönetme, toplum yararına yapılar inşa etme ve son zamanlarda, madenciliğin saldırılarına karşı direnişi örgütleme yetkilerini ellerinde bulunduran komün/topluluk yönetim organları halini almış köylü devriyeleridir. Bu süreçte, bu devriyeler madencilik şirketleriyle ve Peru polis devletiyle doğrudan karşı karşıya gelen ve muhatap olan Lagün Koruyucuları’na (Guardianes de las Lagunas) dönüşmüşlerdir. Kolombiya’nın güneyinde, nasa ve misak şehirlerinin Yerli Savunması (Guardia Indigena) da benzer bir özsavunma ve iç düzeni sağlama rolünü üstlenmiştir. Her iki durumda da, toplumsal bir kesimin (köylü veya yerli) iktidar-karşıtı mekanizmalarını harekete geçirmeye yönelik kapasitesini ortaya koyması söz konusudur.

– Çokuluslu şirketlere karşı doğrudan eylem. Bu şirketlerin çalışmalarını felce uğratmak, çalışmalarını engellemek, makinelerini kullanılmaz hale getirmek, mapuche balıkçılarının (OLCA, 2006) yaptığı gibi çevre etki analizlerinin yapılması da dâhil değerlendirme çalışmalarını engellemek; Cajamarca, Peru’da (Hoetmer, 2014) olduğu gibi kalıcı kamplar kurarak lagünleri ve diğer doğal alanları korumak, Cauca’da (ACIN, 2014) olduğu gibi, maden tünellerini ve galerilerini kapatmak için imece (minga) usulü çalışmak (ACIN, 2014). Bu tür eylemler yapılabilmektedir, çünkü bu eylemler süreçlerde bizzat yer alan topluluk otoriteleri aracılığıyla toplulukların tamamının kararıyla uygulanmakta ve sürdürülmektedir. Şehirlerde Ituzaingó Anneleri (Madres de Ituzaingó) ve Malvinas Argentinas meclisi örneklerinde olduğu gibi, başka eylem türleri mümkün olmuştur, ancak bunlar da, yalnızlaştırmaya ve sürece dâhil olan pek çok aktörün (devlet, polis, adalet sistemi, sendikalar) taciz ve baskılarına rağmen kişilerin daima doğrudan ve ısrarlı bir şekilde katılım sağlamalarına dayanmaktadır.

Fedakarlık yürüyüşleri. Komşu yerleşimlere veya başkente kadar yürümek de dâhil yaşanılan gerçeği yaymak ve daha fazla kişiye duyurmak, fakat sadece bununla da yetinmeyip normalde erişim alanı dışındaki yerlerde destekçiler bulmak ve ittifaklar kurmak amacıyla kilometrelerce yol yürümek. Bu eylem biçimini ciddi çözümsüzlüklerin ve sorunların yaşandığı dönemlerde sendikal hareketler gerçekleştirmekteydi. Fakat bu durumda belirleyici bir faktör ağır basmaktadır: direnen toplulukları/halkları yalnızlaştırmak ve onlara boyun eğdirmek, onları şehirlerdeki potansiyel destekçilerinin ve müttefiklerinin görüş alanının dışında tutmak amacıyla kurulan maddi ve sembolik polis ve medya kuşatmasını kırmanın zorunluluğu.

Yol kesme eylemleri ve kamp kurma. Ticari malların veya ürünlerin dolaşımını kesme ve çokuluslu şirketlerin direnen bölgelere girmelerini engelleme veya bu direniş bölgelerini diğer dış aktörlerden koruma yöntemi olarak. Kazıp çıkarmacılık rejimlerine karşı girişilmiş mücadelelerin içinde bu eylem biçiminin kullanılmadığı mücadele yoktur. Bu eylem biçiminin bir amacı yürüyüş eylemlerindeki gibi görünürlüktür, fakat en az görünürlük kadar önemli olan başka bir amaç daha vardır ki bu da, aynı şirketlerin maden veya doğal kaynakları kazıp çıkarma projelerini hayata geçirmelerini veya bunları sürdürmelerini engellemektir. Kamplar ise daha yukarıdaki kesimlerle bağlantı kurulması sırasında alan açmak gerektiğinde hayati bir rol oynar. Bahsi geçen kesimler; kayıtlı işçileri temsil eden sendikalar gibi, toplumda kendilerine ait alanları normalde bulunmayan, aksine ittifaklar kurmanın, benzer durumdaki kişiler arasında ortak dil ve kodlar bulmanın ve buradan hegemonik modele karşı koyacak güce kavuşmanın ön koşulu olarak bu alanları kendileri inşa etmek zorunda olan kesimlerdir.

Koordinasyon ve diğer esnek ilişki kurma biçimleri. Kazıp çıkarmacılığa karşı kurulan toplumsal hareketler sendikalarda veya kırsal alanlarda ve şehirlerde bulunan toplumsal örgütlenmelerdeki gibi resmi hiyerarşik yapılar içermezler. Bunun yerine, eylemlerini koordine etmek, ancak bununla da kalmayıp temsilci olarak tek bir kişinin öne çıkmasını engellemek için dönüşümlü olarak belirlenen temsilciler yoluyla mücadeleyle ilgili düşünceleri ve planları işlemek ve geliştirmek amacıyla az-çok kalıcı ilişkiler ve bağlantılar kurmuşlardır. Bazı ülkelerde şehirlere doğru yapılan yürüyüşler gibi, önemli eylemleri gerçekleştirmek için bu koordinasyonlar kısa sürede ve vakit kaybetmesizin kurulmaktadır.

Referandum yoluyla halka danışmak. Bu yöntem, temsili demokrasilerde kullanılan bu mekanizmayı toplumsal hareketleri güçlendirmek için kullanmaya dayanır. Genellikle, kazıp çıkarmacılığa karşı halkın veya toplumun ortak mutabakatını görünür kılmak için yerel ölçekte, küçük şehirlerde veya bölgelerde kullanılmıştır. Aynı şekilde, çoğu belediye ve yerel yönetim, açık maden işletmeciliğine ve havadan spreyleme yoluyla yapılan ilaçlamaya karşı çıktıklarını bu yolla beyan etmişlerdir.

Kalkışmalar, ayaklanmalar ve isyanlar. 1989 Caracazo ayaklanmasından bu yana, bölgede hükümetleri deviren, neoliberal ekonomik modeli ve özelleştirmeleri gayrimeşrulaştıran, yeni aktörleri ve konuları gündeme getiren ve kıtadaki güç ilişkilerini değiştiren, kırsal alanlar ve şehirlerde on dokuz halk ayaklanması meydana gelmiştir.

Bu eylem repertuarı toprağa demirlenmiştir ve topluluklar onun toplumsal ve siyasal temelleridir. Bunları gerçekleştiren aktörler ise hemen hemen hep “mahrum bırakılanlar”, hiçbir hakkı bulunmayanlar, var olmama bölgesinde yaşayanlardır. Doğrudan ve acil hedefi ise çalışma koşullarını veya maaşla ilgili koşulları müzakere değil, aksine kazıp çıkarmacılık rejiminin sürdürülebilirliğini imkansız kılacak bir eylem durumu yaratmak ve mülksüzleştirme yoluyla sermaye birikimini engellemektir. Bu, ölüm modelini frenlemeyi amaçlayan yaşama dürtüsüdür.

Latin Amerika’nın ezilenleri Agamben’in, Batı siyasal paradigmasının şehir değil, toplama kampı olduğu şeklindeki savına katılabilirler (Agamben, 1998). Toplama kampına dâhil edilmek için müzakere yürütmenin bir anlamı yoktur; bu nasıl böyle ise, Polis Devleti’nin idaresi altında da boyun eğme şekli ve şartları dışında hiçbir konuda müzakere etmek mümkün değildir. Yukarıda belirtilen bu eylem biçimlerinin kazıp çıkarmacılıktan/kalıcı olağanüstü halden çıkmaya/bunları etkisiz hale getirmeye yönelik araçlar olarak yorumlanmasını öneriyorum. Bu eylemler, Benjamin’in Tarih Üzerine Tezler’inin XII.sinde “en büyük cesaret ve güç” olarak tanımladığı ve tüm zamanların ilerici hareketlerinin unutmak istedikleri, ezilenlere ait o geleneği harekete geçirmektedirler: nefret ve fedakarlıkta bulunma isteği; “çünkü bunların ikisi de özgürleştirilmiş sonraki nesiller yaratma idealinden değil, köleleştirilmiş ataların hafızalardan silinmeyen görüntüsünden beslenmektedir.”

 

Kaynakça

  • Agamben, Giorgio (2004) Estado de excepción, Buenos Aires, Adriana Hidalgo.
  • Agamben, Giorgio (1998) Homo Sacer. El poder soberano y la nuda vida, Valencia, Pre-Textos.
  • Arrighi, Giovanni y Silver, Beverly (2001) Caos y orden en el sistema-mundo moderno, Madrid, Akal.
  • ACIN- Asociación de Cabildos Indígenas del Norte del Cauca, “Cauca contra la minería”, en http://www.nasaacin.org/informativo-nasaacin/nuestra-palabra-kueta-susuza-2013/5496-munchique-los-tigres-contra-la-mineria-todos-somos-responsables  (Consulta, 1 de agosto de 2014).
  • Bebbington, Anthony (2007) Minería, movimientos sociales y respuestas campesinas, Lima, IEP.
  • Brennan, James (1996) El Cordobazo. Las guerras obreras en Córdoba, Buenos Aires, Sudamericana.
  • Colectivo Voces de Alerta (2011) 15 Mitos y Realidades de la minería transnacional en Argentina, Buenos Aires, Voces de Alerta.
  • Fanon, Frantz (2011) Los condenados de la tierra, Tafalla, Txalaparta.
  • Ferrero, María y Job, Sergio (2011) “Ciudades made in Manhattan”, en Núñez, Ana y Ciuffolini, María (comp.) Política y territorialidad en  tres ciudades argentinas, Bueno Aires, El Colectivo.
  • Giarraca, Norma y Hadad, Gisele (2009) “Disputas manifiestas y latentes en la Rioja minera”, en Svampa, Maristella y Antonelli, Mirta ed. Minería transnacional, narrativas del desarrollo y resistencias sociales, Buenos Aires, Biblos, pp. 229-278.
  • Gorz, André (1998) Miserias del presente, riqueza de lo posible, Buenos Aires, Paidós.
  • Grosfoguel, Ramón (2012) “El concepto de «racismo» en Michel Foucault y Frantz Fanon: ¿teorizar desde la zona del ser o desde la zona del no-ser?”, Tabula Rasa, Bogotá – Colombia, No.16: 79-102.
  • Grosfoguel, Ramón (2013) “¿Cómo luchar decolonialmente?”, en Diagonal, Madrid, 4 de enero, entrevista de María Luisa Trejo.
  • Harvey, David (2004) El nuevo imperialismo, Madrid, Akal.
  • Hoetmer, Raphael (2014) “Las rondas campesinas no son grupos terroristas”, en Contrapunto N° 4, Montevideo, mayo de 2014, pp. 83-94.
  • Machado Aráoz, Horacio (2014) Potosí, el origen. Genealogía de la minería contemporánea, Buenos Aires, Mardulce.
  • Maes de Maio (2012) “Novo Manifesto pela Federalização dos Crimes de Maio de 2006, e pelo fim da Resistencia seguida de Morte”, Santos, 2 de febrero, en http://maesdemaio.blogspot.com/2012/02/httpwww.html (Consulta, 31 de julio de 2014).
  • OLCA- Observatorio Latinoamericano de Conflictos Ambientales (2014), “Base de datos de conflictos mineros, proyectos y empresas mineras en América Latina”, en http://basedatos.conflictosmineros.net/ocmal_db/ (Consulta, 31 de julio de 2014).
  • OLCA- Observatorio Latinoamericano de Conflictos Ambientales (2006) “Declaración por operativo en Mehuí”, 26 de julio en http://olca.cl/oca/chile/region10/cisnes183.htm  (Consulta, 1 de agosto de 2014).
  • Pinto, Vladimir (2009) “Los decretos del hortelano y el origen del conflicto con los pueblos amazónicos”, en Alimonda, Héctor, Hoetmer, Raphael y Saavedra, Diego La Amazonía rebelde, Buenos Aires, Clacso, pp. 147-153.
  • Polanyi, Karl (1989) La gran transformación, Madrid, La Piqueta.
  • Salazar, Gabriel (2009) Del poder constituyente de asalariados e intelectuales, Santiago, LOM.
  • Subcomandante Insurgente Marcos (1999) “¿Cuáles son las características fundamentales de la IV Guerra Mundial?”, 20 de enero en http://palabra.ezln.org.mx/comunicados/2003/2003_02_b.htm (Consulta 25 julio de 2014).
  • Svampa, Maristella y Antonelli, Mirta ed. (2009) Minería transnacional, narrativas del desarrollo y resistencias sociales, Buenos Aires, Biblos.
[1] Kaynak: lavaca.org: http://www.lavaca.org/notas/confirmado-la-oms-ratifico-que-el-glifosato-de-las-fumigaciones-puede-provocar-cancer/
[2] La Jornada, 17 Nisan 2015.
[3] Damián Verzeñassi ile özel röportaj, Santa Fé, Nisan 2015.
[4] Komunal topraklarının etrafı sarılan / topraklarına el koyulan köylülerin zorla çalıştırıldıkları şeytanın fabrikaları (Polanyi, 1989).
[5] Başkent Birinci Komutanlığı (Primer Comando de la Capital) adlı suç örgütünün eylemlerini takiben yapılan bastırma operasyonları kapsamında.
[6] La República, Lima, 4 Temmuz 2012, kaynak: http://www.larepublica.pe/04-07-2012/el-gobierno-declaro-estado-de-emergencia-en-tres-provincias-de-cajamarca

 

 

 

 

İspanyolcadan Türkçeye Çeviren: Remziye Alparslan

 

İspanyolca Hali İçin Tıklayınız

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.