Düşünce ve Kuram Dergisi

Üçüncü Dünya Savaşı ve Olası Sonuçları

Haydar Ergül

Genelde dünyada, özelde de bölgemiz Ortadoğu’da en çok sorulan, üzerinde düşünce üretilen, çözümlemeler yapılan konu olası bir Üçüncü Dünya Savaşı’nda nelerin olacağına dair olmaktadır. Geleceği ön görme ve onlara uygun konumlama insanın başvurduğu en önemli uğraşlardan biridir.

Zaten insanın toplumsal bir varlık halini alması geçmiş, güncel, yani içinde yaşanan zaman ve geleceğe ilişkin meraklarından oluştuğunu belirtmek gerçeğin vurgulanmasından başka bir şey değildir.

Tarihin geçmiş arka planını irdelemek, tarihin deneyimlerinden yararlanarak günümüzü öngörmek onu merak etme, öğrenme toplum ve bireyin esas özellikleriyle tanımlanmasını getirir. İnsan, onun toplumsal varlığı, tarih denen zaman içinde oluşum halini alır ve varlık olarak anlam bulur. Hal böyle olunca insan ya da toplumun yönelimlerini tespit etmek için onun geçmişini iyi bilmek gereklidir. Aksi halde dış dayatmalarla bir topluma kalıp vermek mümkün değildir. Kimi dayatma, zor aygıtlarıyla, ideolojik hegemonya ile bazı olgular kabul ettirilebilir. Ancak bir kalıcılığa ulaştırılamaz. Bunun en çarpıcı örneği, son iki yüz yıldır Ortadoğu’ya dayatılan ve son yüz yıldır ulus-devlet biçiminde devam eden model uygulaması; sancılı bir süreçten sonra günümüzde her taraftan çöküntü içine düşmüş ve dökülen bir modele dönüşmüştür. 

Tarihte toplumsal varlığın oluşum ve oluşum özellikleri, kültürel varlık olarak toplum güncel duruşu geçmişinden bağımsız ele alınıp değerlendirilecek bir olgu değildir. Toplum hep sorunlar içinde yaşar. Sorunsuzluk hiçlik içinde vuku bulabilir. Hiçlik ise varlık olmamak demektir. Evrende her varlık sorunludur. Varlıktan söz edildiğinde; sorunlu olacağından da söz ediliyor demektir. Zira varlığa hareket katan ve sürekli akış içinde tutan, onu devindiren ve değişimi sağlayan, sürekli yeniden yeniden yapılandıran ve varlığı daima oluş içinde tutan da bu haldir. Özünde güncel içinde sorun çözme yeteneği devinimi sağlayan asıl dinamik oluyor. Akışın sağlanabilmesi sorun çözme hali oluyor. Evrende her varlığın duruşu da bu eğiliminin çözüme dönük olmasıdır. Özgürlük geleceğe dönük ucu açık akış halinde olmak; devinebilmektir. Akışını sağlayamayan varlığın tersten bir akışa, başka bir şeye dönüşme veya yok olma halidir.

Örneğin, 1970’lere doğru Kürtlerin durumu böyledir. Kürtler, sorunlarını çözme yeteneklerini büyük oranda kaybetmiş; o yüzden de varlık olmaktan hızla uzaklaşarak Türk, Arap ve Fars ulusal yapıları içinde eriyen, kendisi olmaktan uzaklaşan varlığa dönüşme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Şayet 1970 müdahalesi olmasa idi, günümüzde büyük olasılıkla varlıklarını yitirmiş olacaklardı. Kürt Özgürlük Hareketi’nin öze dönüş hareketi olarak tanımlanması bu gerçeklikle doğrudan bağı bulunmaktadır.

Toplumsal varlık, güncel sorunlarını çözmeye yönelirken; geçmişin geleneği veya birikimlerine uygun davranır. Bilgi yapıları geçmiş birikimlere dayalı olarak gelişir. Yalnız sadece geçmiş, yani tarihten gelen bilgi birikimleri veya kültürü ile yetinmez, içinde yaşadığı çağın birikimleri de etkide bulunur. Bu anlamda tarihsel bilgi yapılarıyla günceli sentezleyebildiği oranda sorunları çözerek geleceğe yönelir. Sürekli oluşum hali sorunları çözmenin yanında yeniden oluşmak anlamına da gelmektedir. Dolasıyla oluşum, bir işe başlama ve bir zaman sonra bitirip tamamlama durumu olmamaktadır. O var olduğu andan itibaren daima oluş halindedir. Bu bağlam içinde topluma bakıldığında, oluşum eldeki bilgilere göre klanla başlatılabilir. Belki de toplumsal oluşumunu büyük patlamaya kadar da götürmek gerekecektir. Zira insan ve toplumsallaşması evrenin oluşumunun bir parçasıdır. Evren hakikati bir bütünse; o bütün parçalardan oluşan olgudur. Dolayısıyla toplum doğanın, hatta ikinci doğa olarak onu bütünleyendir. Böyle olunca da insan ve onun zekâsının oluşumu, giderek toplumsal zekâya ulaşmasını büyük patlama ile başlatmak hakikate en yakın tanımlama olacaktır.

Ortaya çıkan toplumsal hakikati anlamlandırmak ve çözüm yönü ve mücadeleyi kavramlaştırmak için sürekli incelemeyi ve açığa çıkarmayı gerektiren toplumsal bilimle karşı karşıya gelinir. Çünkü zihin yapılanmaları çok uzun zaman içinde karmaşık ve girift hal kazanmıştır. Çözümlenmesi, evreni anlamak kadar zorlukları barındırmaktadır. Toplumsal davranışlar bu geçmişle iç içe gelişim gösterir. Ancak toplum varlık haline komünal tarzda gelmiştir. Esas alınması gereken bu temel karakter olmaktadır. Günümüz sorunlarını çözmek,  geleceği ön görebilmek ve yön verebilmek toplumsal varlığın oluşum halinin gelişim diyalektiğini esas almakla ilgilidir. Çözümleme, anlamlandırma ve kavramlaştırma bu bağlamlar içinde değer bulabilir ve oluşumdaki hakikati tespit edilip doğrultu kazanabilir. Ayrıca oluşumun sürekliliğini gözetlemek de bu bağlam içinde devri daimi sürdürüp gidecektir. Yani başlayıp biten bir süreç değil, yeni süreçler, sorunlar ve onları çözme gündeme girer. Bu böyle devam edip geldi ve devam edip gidecektir. Toplumsal hareketin karakteri böyledir. Tarihsellik, tarihsel kişilikler içinde bulundukları zaman ve mekân bağlamında sorun çözümüne kattıklarıyla anlam bulmuşlardır, bulacaklardır.

 

Uygarlığın Yapısal Krizi

Bu belirlemeler ışığında Üçüncü Dünya Savaşı’nın olası sonuçlarına bakabiliriz. Ortadoğu’da Suriye-Irak ekseninde yoğunlaşan savaşın karakterinin öncelikli anlaşılması gereklidir. Güncelliğinin anlaşılması için tarihsel derinliğine bakmak ve önceki iki dünya savaşından farklılık, benzerlik yönlerini de irdelemek anlamlı olacaktır. Çünkü mevcut savaş sadece konjonktür zeminde ortaya çıkan kimi çıkarların farklılaşması ve kaynağını oradan alan bir savaş değildir. Kuşkusuz onların da bir payı vardır. Fakat onları çok aşan yanları bulunmaktadır. Doğrudan merkezi uygarlık krizi ile ilgili olan bir durum söz konusudur. Sistemsel bir krizdir.

“Yaşanan kriz ve savaşlar sadece 200 yıllık kapitalist modernitenin değil, aynı zamanda 5000 yıllık sınıflı-devletli uygarlığın da yapısal krizi ve savaşlarıdır. Olası çözümler bu gerçekliği esas almak durumundadır.”(Abdullah Öcalan, Demokratik Modernite Dergisi, Sayı 20)

Sistem krizi yapısaldır. O açıdan Üçüncü Dünya Savaşı ile önceki iki savaşın arasında kapsam, içerik ve savaşın niteliğinde ciddi farklılıklar bulunmaktadır. Yine Ortadoğu’da yoğunlaşmasının da bununla doğrudan bağı bulunmaktadır. Merkezi uygarlık sistemi, sistem krizini aşmak için bölgede yoğunlaşmak durumunda kalmaktadır. Aksi halde sistemin çöküşünün ve dağılmasının önüne geçemeyeceğinin farkındadır

Neden sistem kriz ve kaos durumuyla karşı karşıyadır? Yine burada merkezi uygarlığın doğuş, gelişim ve yayılma süreçlerine bakmak ışık tutacaktır. Toplumsallaşmanın Ortadoğu’da Toros-Zagros dağ kavislerinde başladığı tartışma götürmez bir hakikattir. Bu mekanlar demokratik uygarlığın, yani komünal yaşamın filizlendiği ve kimlik kazandığı yerlerdir. İnsanın insan olarak var olması, toplumsal varlık haline gelmesinin mekanlarıdır. Yerküreye kültürel yayılmanın buradan başlamasıyla, dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleşen toplumsallaşma Altın Hilal’deki komünal yaşamdan önemli oranda etkilenmiştir.Dolayısıyla toplumsallaşmanın tekil gerçekleşen bir durum olmadığı, baştan itibaren evrensel bir yayılmanın gerçekleşmeye başladığının ispatıdır. Bunu aynı zamanda demokratik uygarlık diye de tarif edebiliriz. Zira toplumsal olgu da herhangi bir varlıkta olduğu gibi çevresini etkileme ve etkilenme durumu ile karşı karşıyadır. Bir ana nehir ve yan kolları gibi akma eğilimindedir.

Benzeri bir durum devletçi uygarlığın doğuş, gelişme ve yayılmasında da gözlemlenebilir. İktidar ve devletin doğuşunun neolitiğin eteklerinde gerçekleşmesi tesadüfi bir durum değildir. Devletleşme neolitikten beslenerek doğuşunu ve gelişimini gerçekleşmiştir. Devletli uygarlık, Neolitiğin maddi ve manevi değerlerini saptırma temelinde kendini kurgulamıştır. Devletin en büyük başarısı; sınıflaştırarak toplumu parçalamasıdır. Toplumdaki ilk parçalamanın kadın şahsında gerçekleştirmesi de tesadüfi değildir. Neolitiğin yaratıcısı ve öncüsünün kadın olması, toplumsal hakikatin parçalanmasının oradan başlanması ile toplum teslim alınma sürecine sokulmuştur. Dolayısı ile kadının düşürülüp köleleştirilmesi toplumu güçsüz kılacağından; geriye kalan toplumu da parçalara bölmek kolaylaşmıştır. Çünkü toplum bu yolla öncüsüz ve savunmasız kılınmıştır.

Kadının düşürülmesi sonucu erkek eksenli yapının oluşumunun önü de açılmış oldu. Ardı sıra kölecilik sistem inşa sürecine girilmiş oldu. Kuşkusuz bu gerçekleşme zihniyet inşası temelinde yapılmıştır. Sümerler’de, Zigguratlar’da gerçekleştirilen zihniyet inşası ve birikimi çeşitli evrelerden geçerek, günümüzde yaygın okul ve üniversite-akademi gibi kitlesel bir düzeye ulaşmıştır. Medya ve sanatı da eklediğimizde günün yirmi dört saat beyinler sistem içi kodlarla dizayn edilmeye çalışılmaktadır. Yine moda-güzellik salonları gibi sektörleriyle insanın neredeyse bütün davranışlarını aynılaştıran, farklılıkları tüketen ve homojenleştiren insan tipolojileri inşa edilmektedir. Bir yanda bireycileştirme diğer yandan aynılaştırmak; düşünemeyen, düşünse bile sistem içi düşünen insana ulaşılmak istenmektedir. Bu insan toplumsal hakikatten koptuğunda tek başınadır, yalnızdır, güçsüzdür ve otoriteye boyun eğmekten başka seçeneği kalmayandır. Dolayısıyla da her türden sömürüye açık hale gelmektedir Bunların tümünü şiddet araçlarıyla gerçekleştirmenin olanağı yoktur. Ancak zihniyet inşası, yani göreceli olarak inandırma ile mümkün olabilir. Şiddet, ancak bu zihniyet çalışmasının bir tamamlayanı olabilir ve öyledir.

Ortadoğu, hem Demokratik Uygarlık hem de devletçi uygarlığın doğuşunu gerçekleştirdiği, ana nehir ve yan kolları şeklinde yayılmalarını gerçekleştirdikleri mekândır. Devletçi uygarlık, neolitiğin eteklerinde ortaya çıkar ve demokratik uygarlık güçlerine karşı çeşitli entrika, tezgâh ve komplolarla kendini zihniyet temelli örgütleyerek yayılımını gerçekleştirir. Devletçi uygarlığın doğuşu ile birlikte tarihi gelişiminin esas yönünü oluşturacak olanın da bu iki uygarlığın mücadelesi olacaktır. Tarihin başat devinimini bu mücadele belirleyecektir. Demokratik Uygarlık güçlerinin devletçi uygarlık sistemine karşı direniş ve mücadelesi devam ede gelmiştir. Tarihin çeşitli zamanlarında ve mekânlarında değişik isimler veya eğilimler şeklinde ortaya çıksa da bu mücadele özünü koruyarak devem ede gelmektedir. Bir yerde köylü isyanları şeklinde, başka bir yerde köle başkaldırıları, başka zaman ve mekânda işçi hareketi şeklinde olmaktadır. En son Ekim Devrimi ile sosyalizm adına yerkürede büyük umut ve özgürlük akımına ulaşabilmiştir. Anlaşılması gereken tarihsel toplumun, iktidar ve devletleşmeye karşı bıkmadan özgürlük arayışlarını ve mücadelesini sürdürmesidir. Bu mücadeleler başarılı olmasalar da, direnişi büyütmüş, bilinç yoğunluğu yaratmış ve dersler ortaya çıkarmışlardır. Gelinen aşamada neyin nasıl ve hangi mücadele araçlarıyla başarıya götürüleceği belirginlik bulmuş ve yön kazanmıştır. Paradigmayı demokratik ulus olarak tanımlayabiliriz. Demokratik ulusun örgütsel modeli demokratik özerkliktir. Bunun güncel hali Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu’nda yaşanan gerçekleşmedir. Bu sistem ahlaki ve politik yapılanmayı esas aldığından; komünalite özüne uygun bir temellenme, halklar gerçeğini yansıtmaktadır ve çözüm modeli olarak öne çıkmaktadır.

Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında demokratik uygarlık güçlerinin netleşme içinde olmalarına karşın devletçi uygarlık güçleri neyi nasıl yapacağının karmaşası içinde bulunmaktadır. Ellerinde bir ulus-devlet modeli bulunmakta; o da Ortadoğu’da yüzyıl uygulama pratiği ile tel tel dökülmektedir. Kapitalist-emperyalist sistem ulus-devlet modelini yeni dönem finans kapital çıkarlarını önceleyen şekilde restore etmek istemektedir. Nedeni de genelde beş bin yıllık uygarlık sisteminin, özelde ise son iki yüzyıllık ulus-devlet pratiğinin sonuna gelinmesidir. Sistemsel bir kriz ile karşı karşıyadır. Ulus-devlet modelinin yerine ikame edebileceği yeni bir modele sahip değildir. Geriye kalan tek seçenek de restorasyon olmaktadır. Bu da çözümü değil, çözümsüzlüğü derinleştirmekten öteye sonuç vermemektedir. Bu durum devletçi uygarlığın sona doğru yol almakta olduğunu ortaya koymaktadır.

Reel sosyalizmin dağılmasının üzerinden otuz yıla yakın bir zaman geçti. Ancak toplumsal sorunların çözümü bir yana, daha da ağırlaşan sorunlar yaşanmaktadır. Devletçi uygarlık sorunları çözemeyeceği ve kaldıramayacağı aşamayı çoktan aştı. Dünyamız bir bütün olarak üzerinde yaşayan tüm canlılar açısından büyük tehlike ve riskler altına girmiştir. Yani tehlike sadece insan hayatı açısından söz konusu değildir, bütün dünyamızı tehdit eder düzeyi çoktan aştı. Üçüncü Dünya Savaşı’na damgasını vuran bu sistemsel krizdir. Savaşa hem derinlik hem kapsam ve içerik, hem de yaygınlık kazandıran ve ona topyekûn damgasını vuran aşırı kitlesel oluşudur. ÜçüncüDünya Savaşı koşullarında yerküremizin bütününün büyük tehlike altına girmiş olması sadece kapitalizm krizi değildir, beş bin yıllık devletçi uygarlığın yapısal kriz ve kaosudur. Bugün ve yarın belirsizdir. Belirsizlik en yaşanamaz ortamlar sunar. Yaşamı işkenceli hale getirdiğinden kahırlı bir ortam sunar. Bu durumda insanları ve toplumları her geçen gün savaşın tarafı haline getirmeyi zorunlu kılıyor. Daha fazla arayışlar içine sürüklüyor. Ancak bu arayışların tümü sağlıklı bir geleceği ortaya çıkarma adına değil, savrulmalara, negatif yönelimler içine sürükleyen eğilimleri de besleyen nitelikler de taşır. Çünkü sistem krizinin yapısallığı, sadece sistemin kendisinde meydana gelmez; kişiliklerde bunalımlı ve krizli hal yaratır. El Kaide, IŞİD türü yapılar bu tarz kişiliklerde taban bulur. Çünkü çözümsüz kişilik en derin köle kişiliktir ve güdülmeye açık olur.

Merkezi uygarlık kapitalizm aşamasına ulaştıktan sonra her tarafı derinliğine sömürüsüye açtı. Artık sömürülecek, egemenliği altına alabilecek bir şey kalmadı nerdeyse. Yaratılan obur, nerdeyse tüketim dışı düşünemeyen, tatmini tüketimde ve egemenlikte arayan; bulamayınca da aşırı saldırgan, yıkıcı ve erkeksi kişilik yapılarını ortaya çıkardı. Bu kişilik teknoloji ile donandığında kitlesel yıkımları kaçınılmaz hale getiriyor.

 

Kökleri Üzerinde İki Uygarlık

Birinci ve İkinci Dünya Savaşları kitlesel savaşlar dönemini açmıştı. Üçüncü Dünya Savaşı’nın kitlesel karakteri önceki iki savaşı katbekat aşan bir düzey kazandı. Irak’a, Suriye’ye bakıldığında bile kitlesel durum çarpıcı olarak görülmektedir. Hemen herkes savaşın derin etkilerini sadece hissetmiyor, yaşıyor. Dünyanın en büyük metropol kentleri doğrudan saldırı altındadır. New York, Londra, Paris, Madrid, Berlin gibi kentler defalarca saldırıya uğradı. Her yaşam birimi doğrudan saldırı altındadır. Küçük köyler bile bu saldırılardan muaf değildir.

Saldırılar TV, yazılı basın, sosyal medya gibi iletişin araçları tarafından canlı duyurulmaktadır. Yine her teknik alet saldırı aracına dönüştürülebilmektedir. Bu hal bir dehşet ortamı yaratmaktadır. Endişe, korku gibi yaşamı çekilmez kılan sosyo- psikolojik hastalıkların yayılmasını da getirmektedir. Savaşla bu düzeyde iç içe kalan toplumsal kesimler savaşta pozisyon alma zorunluğunu hissetmelerini kaçınılmaz kılmaktadır. Giderek hiçbir birey ben savaştan zarar görmüyorum diyerek savaş dışı kalamaz hale geliyor.

Üçüncü Dünya Savaşı’nın merkez üssü Suriye-Irak ekseninde yoğunlaşıyor olsa da vurgulandığı gibi bütün dünyayı kapsamı içine alma eğilimi her geçen gün güçlenmektedir. Ortadoğu’da savaşın yoğunlaşmasının asıl nedeninin başında gelen; merkezi uygarlığının tükenme sürecine girmesi ve yaşadığı derin krizi ve çözümsüzlüğü bölgede aşma girişimi olmaktadır. 

Denir ki kaybedilen şey kaybedildiği yerde aranır. Merkezi Uygarlığın kökleri Ortadoğu, özellikle Kürdistan olmaktadır. Kaybedilişin köklerine yönelerek aşmak istemektedir. Demokratik uygarlıkta bu bölgede vücut buldu, çözümünü de tekrar burada aramaktadır. Böylece her iki uygarlık kökleri üzerinde karşı karşıya gelmiş oldular. Tarihsel hesaplaşmalarını gerçekleştirme sürecine girdiler.

Üçüncü Dünya Savaşı ile temel çelişme kaynağında mücadele döneminde girmiş ve çözümünü de geliştirebilecek aşamaya ulaşılmıştır. Fakat çözümünde kolay olmadığı, mücadelenin çeşitli aşamalardan geçme ve zamanlama olarak önceki savaşlara göre daha uzun bir süreye yayılma eğilimindedir. Her şeyden önce kitlesel katılımın sürekli artması, savaş araçlarının çokluğu ve komplike karakteri gibi yığınla etken savaşın yaygınlık ve derinlik kazanmasına yol açacağından; sürenin uzamasına ve savaşın inişli-çıkışlı olacağını göstermektedir. Hal böyle olunca iki uygarlık arasındaki mücadele bazen şiddetli savaşlara yol açarken bazen karşılıklı tanıma ve uzlaşma durumu da yaşanabilir. 

“Uygarlıklar birbirleriyle uzlaşmadan, birbirini yok edip zafer kazanıncaya kadar savaşırlar gibi bir yargı elbette çıkarılamaz. Yok edici diyalektik anlayıştan kaynaklanan bu tür yargıları felsefi anlayışımda da açmaya çalıştığım gibi evrensel akış diyalektiğine uygun bulmuyorum. Yok edici uçlar bulunsa bile esas olan, karşılıklı bağlılık ve birbirini besleyerek gelişmedir. Toplumun doğasında daha çok bu diyalektik öz işler. Uzlaşan, birbirini yok etmeyen, karşılıklı beslemeyi esas alan ortak yaşamlar toplumların esas halidir. Tarih ve güncellik bu doğaya ilişkin ezici bir çoğunluk sunmaktadır. Yok edici, aşırı ötekileştirici ilişki biçimleri istisnaidir.”(Abdullah Öcalan, Demokratik Modernite Dergisi, Sayı 20).

Savaşın karakteri böyle olunca olası sonuçları bu karaktere göre şekillenir. Burada savaşın hangi doğrultuda yol alacağının tespiti ve ona göre tutum geliştirmek anlam kazanmaktadır. Genelde devletçi, özelde kapitalizm son uygarlık olarak tarihinin sonuna gelmiştir. Bu analiz doğrudur. Kapitalizm son sınıflı ya da son uygarlık yapılanmasıdır. Yeni bir uygarlığa evrilmesinin olanağı bulunmamaktadır. Ya yeni bir uygarlıkla aşılacak ya da kapitalizm kendisiyle birlikte insanlığın ve gezegenimizin sonunu getirecek potansiyelini fazlasıyla taşımaya başladı. Aşılmaması halinde tehlikeli yolculuk her geçen gün artarak sona doğru yaklaşılacaktır. Bunun emareleri sürekli birikerek yoğunlaşmaktadır. Bir yandan yoğun teknolojilerin birikimi, hemen her aletin silaha dönüştürülmesi, kontrolsüz silahlanma ve denetlenemeyen yönelimler; dengesiz kişilikler elinde yoğunlaşmaktadır. Örneğin ABD Başkanı Donald Trump gibi kişilikler yönetimleri ele geçirmektedir. Bu tür kişiliklerin iş başına gelmeleri çizilmeye çalışılan uygarlığın çözümsüzlüğü ve yaşadığı yapısal sorunlarla bağlantılı olmasıdır. Bu kişilikler yeni alternatifler ortaya koyup çözümler geliştirilemez ise daha fazla iş başına gelmeleri kaçınılmazdır. Toplumun derin endişe ve korku içinde yaşaması ve savrulmalar her türlü yıkımın taşıyıcılığını oluşturmaktadır.

Karamsar bir tablo gibi görünse de bu durum kendi içinde yeni ve alternatif bir sistemin doğuşunu da taşımaktadır. İnsanlık doğumunu gerçekleştirip varlık olmaya başladığı andan itibaren karşılaştığı sorunları kimi zorlukları hep yaşaya gelmiştir. Ama sonuçta çözümlerini üreterek varlıksal oluşumunu sürdüre gelmiştir. Toplumsal diyalektik böyle işler. Belki de günümüzde yaşanan zorluklar en derin, kapsamlı ve komplike zorluklardır. Ancak insanlığın hem sahip olduğu olanaklar hem de birikimler çok yoğunlaşmış ve artmıştır. Yine rafine olmuş bir paradigmanın temelleri de atılmış durumdadır. Sorun çözme kapasitesi artmıştır.Dolaysıyla sistem kriz ve kaosun kapsam ve derinliğine bakarak insanlığın geleceğine dönük kaygılı olmakla birlikte; çözümün ortaya çıkarılması anlamında umutsuzluğa yer olmamalıdır. İnsanlığın özgürlüğe akan ana nehri yan kollarıyla birlikte mecrasını bulacak ve daha coşkulu akışını sürdürecektir.

Kökleri üzerinde karşı karşıya gelen devletçi uygarlık ile demokratik uygarlık karşıtlık içinde karşılıklı bir birbirini besleme temelinde çözümleri de üretme sürecini derinleştirerek geliştirme ve sürdürme kudretine haizdir.

Devletçi uygarlığın son toplumsal modeli olan ulus-devlet modeli miadını doldurmuştur. Yerine koyacak yeni bir ne ideolojik-paradigmasal ve toplumsal modeli kalmamıştır. Bu durum demokratik uygarlık ve güçlerinin önünü açan koşulları olumlu hale getirmede rol oynamaktadır. Demokratik ulusun politik uygulaması olan demokratik özerkliği inşa etmenin koşulları olgunlaşmıştır. Temel inşa yaklaşımı çokluk ve farklılığı tanımlama değil, karşılıklı tanıma esasına dayanan, iş ve rol fonksiyonlarına uygun, karşılıklı bağlılık esaslarıyla beslenen ve büyüten oluşumdur. Ortadoğu’da cetvelle çizilen siyasal sınırları problem yapmadan, giderek onları anlamsızlaştıran bir anlayışı benimser.

Sistemin örülmesi tabanda en küçük yerleşim biriminden yapılanmayı esas alır. Sistem oluşumunu tarihsel toplumun özünü temellendiren kadın eksenli ahlaki ve politik toplumun kuruluşunu ifade eder. Ulus-devlet çokluğu ve farklılığı reddeder. Buna karşın demokratik ulus çokluğu ve farklılığı temel yapı taşı olarak benimser. Yine oluşacak her toplumsal birimin giderek kendi kendisine yeterli hale geldikçe iktidar ve devlet gereksizleşerek; zamanla anlamsızlaşma sonucu sönümlenmeye başlar. Devletin sönümlenmesi tamamlanıncaya kadar devletçi uygarlıkla demokratik uygarlık arasındaki mücadele yaşamın her alanında sürecektir. Yani başta ideolojik ve zihinsel mücadele olmak üzere ekonomik, sınıfsal, kadın özgürlük mücadelesi, ekoloji gibi bütün alanları kapsar.

Ortadoğu’da demokratik konfederalizm çatısı altında bütün ulusal topluluklar, inançlar, mezhepler, farklı felsefi düşün ve yaşama sahip olan topluluklar bu model içinde özgür yer bulurlar. İnşa en küçük yaşam alanında komün esaslarına uygun olacağından yukarıya doğru olan birimler sadece koordinasyon fonksiyonlarına sahip olacaklardır. Asıl karar vericilik komün meclislerindedir. Yine sistem ucu açık ve esnek olduğundan toplumsal varlığın sürekli oluşumunu gerçekleştirebilme eğilimdedir. Sistemin yapılanması radikal demokrasiye dayandığından anti-iktidar ekseninde olması kaçınılmaz olmaktadır.  Ortadoğu demokratik konfederal model her bölgenin özgünlüklerine uygun inşa edilebileceğinden bir dünya modeline ulaşma potansiyelini de taşımaktadır.

Sonuç olarak Üçüncü Dünya Savaşı’nın sonuçlanma biçimi önceki savaşlardan niteliksel olarak ayrılan yönleri itibariyle kısa sürede sonuçlanması güç gözükmektedir. Karakteri itibariyle zamana yayılan ama sonuçlanmasıyla da devletçi uygarlığın aşılmasının koşularını içermektedir. İki uygarlık zaman zaman savaş durumuna gelse de kimi zamanlarda da uzlaşma ile sürme nitelikleri bulunmaktadır. Ancak tarihin sonunun geldiği tezinin gerçeği yansıtmadığı; doğru olan toplumsal hakikatin sonuçta galebe çalacağı ve özgürlük yürüyüşünün daha coşkulu akacağı kesindir.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.